bannerbanner
Gora
Gora

Полная версия

Gora

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 9

En küçükleri Lila daha on yaşındaydı. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi, sürekli Satiş’in zıddına gider ve onunla didişirdi. İkisi de Khude’nin kendi köpeği olduğunu iddia ederdi ve en büyük kavgaları bu yüzden çıkardı. Eğer köpeğe sorulsaydı, büyük bir olasılıkla sahip olarak ikisini de istemezdi; ama bir seçim yapmak zorunda kalsaydı, Lila’nın hiç bitmeyen saldırılarından kurtulmak için biraz fazla disiplinli olmakla birlikte, daha kolay katlanabildiği Satiş’i seçebilirdi.

Bayan Baroda terasa çıkar çıkmaz Binoy ayağa kalktı ve yerlere kadar eğilerek onu selamladı. Pareş Babu onları tanıştırdı: “Bu geçen gün bizi evinde konuk eden…”

“Ya!” diye haykırdı Baroda taşkınca. “Ne kadar iyi bir insansınız! Size çok şey borçluyuz!” Binoy bu minnettarlık gösterisinden o kadar çok utandı ki, söyleyecek söz bulamadı.

Kızlara eşlik eden delikanlıyla da tanıştırıldı. Adı Sudhir idi, Edebiyat Fakültesinde okuyordu. Açık renk teni, gözlüğü ve küçük bıyığıyla hoş bir görünümü vardı. Bir an yerinde duramayan hareketli bir insandı, şakaları ve şaklabanlıklarıyla kızları coşturuyordu. Kızlar sık sık onu azarlıyor ama onsuz da yapamıyorlardı. Sudhir her zaman onlar için alışverişe çıkmaya, onları sirke ya da botanik bahçelerine götürmeye hazırdı. Sudhir ile kızların arasındaki yakın ilişki, Binoy için alışılagelmedik bir şeydi, kendini sersemlemiş hissediyordu. İlk tepkisi onları kınamak oldu ama kısa bir süre sonra bu duygu yerini kıskançlığa bıraktı.

Baroda konuşmayı başlatmak için: “Yanılmıyorsam sizi bir iki kez Brahmo Samaj’ın ayinlerinde gördüm.” dedi.

Binoy işlediği büyük bir suç ortaya çıkmış gibi huzursuz oldu ve özür dilercesine birkaç kez Keşub Babu’yu dinlemeye gittiğini doğruladı.

“Fakülte öğrencisisiniz değil mi?” diye sorularını sürdürdü Baroda.

“Hayır, fakülteyi bitirdim.”

“Ondan sonra eğitiminizi sürdürdünüz mü?”

“Yüksek lisans derecemi aldım.”

Bunu duyduktan sonra Baroda’nın, yaşından çok daha genç gösteren delikanlıya tutumu belirgin bir biçimde değişti. İç çekerek Pareş Babu’ya bakarken: “Bizim Manu’muz yaşasaydı o da yüksek lisansını almış olacaktı.” dedi.

Bayan Baroda’nın ilk çocuğu Manorancan, dokuz yaşında ölmüştü. Ne zaman sınavlarda başarılı olan, iyi bir iş bulan ya da güzel bir kitap yazan bir delikanlıdan söz edildiğini duysa, “Oğlum hayatta olsaydı, o da bunları yapacaktı.” diye düşünürdü.

Oğlunu yitirdikten sonra üç kızının erdemlerini sosyeteye duyurmayı kendine görev edinmişti. Kızlarının ne kadar çalışkan olduğunu Binoy’a söylemek için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmadı. İngiliz mürebbiyenin onların keskin zekâlarıyla üstün özellikleri hakkında söylediklerini sözlerine eklemeyi de unutmadı. Kız okulunda, vali yardımcısı ile karısının da katıldığı ödül gününde, olağanüstü yeteneğiyle diğer öğrencilere ışık tuttuğu için okulun bütün kızlarının arasından Labonya birinci seçilmişti. Binoy bu öyküyle birlikte vali yardımcısının karısının övgü dolu sözlerini duyma onurunu da kazandı.

Baroda sonunda Labonya’ya: “Sana ödül kazandıran işlemeyi getir hayatım.” diyerek konuyu kapattı.

Orada bulunan herkes yünle işlenen ünlü papağan desenini biliyordu. Aylarca süren yorucu bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan bu işleme aslında mürebbiyenin eseriydi. Labonya onun için fazla emek vermemişti ama eve ilk kez gelen her konuğa kızın eseri olarak gösterilirdi. Bu törenden kaçış yoktu.

Pareş Babu başlangıçta buna karşı çıkmış ama söylediklerinin bir işe yaramadığını görünce işi oluruna bırakmıştı.

Binoy bu sanat eserine duyduğu şaşkınlığı ve hayranlığı göstermekle meşgulken, hizmetçi, Pareş Babu’ya bir mektup getirdi. Mektubu okurken duyduğu mutlulukla yüzü aydınlanan Pareş Babu hizmetçiye: “Onu yukarı getir.” dedi.

“Gelen kim?” diye sordu Bayan Baroda.

“Eski dostum Krişnadayal’ın oğlu beni görmeye gelmiş.” diye yanıt verdi Pareş Babu.

Bir anda Binoy’un beti benzi attı ve kalbi duracak gibi oldu. Bir saldırıya hazırlanıyormuşçasına ellerini birbirine kenetledi ve tetikte bekledi. Gora’nın bu ailenin yaşam tarzını onaylamayacağından ve onları yargılayacağından emindi. Bu nedenle hemen savunma pozisyonuna geçti.

10

Suçarita, içeride yiyecekleri bir tepsiye koyduktan sonra, yemek servisi yapması için onu hizmetçiye verdi ve terasa çıkıp sofraya oturdu. Onun ardından hizmetçi, Gora’yı onların yanına getirdi. Uzun boyu ve teninin beyazlığı herkesin dikkatini çekmişti. Alnında Ganj’ın kiliyle yapılan kast sembolü vardı. Kaba bir kumaştan dikilmiş bir dhuti14 ile önden bir kurdeleyle bağlanan eski moda kısa bir ceket giymişti. Köy işi ayakkabılarının burunları kalkıktı. Çağdaşlığa başkaldırının canlı örneği gibiydi. Binoy bile onun bu savaşçı yanını daha önce hiç görmemişti.

Gora’nın içinde yükselen isyan dalgası onu böyle giyinmeye itmişti, öfkelenmek için haklı bir nedeni vardı.

Bir önceki gün Tribeni’deki yıkanma festivaline gitmek için bir buharlı vapura binmişti. Yol üzerindeki iskelelerde durmuşlar ve vapura bir ya da iki erkeğin eşliğindeki kadın hacı gruplarını almışlardı. Onlar kendilerine yer bulmaya çalışırlarken, yolcular itişip kakışmaya ve birbirlerine dirsek atmaya başlamışlardı. Çamurlu ayaklarıyla borda iskelesi olarak kullanılan kaygan kalasa basan kadınların bir kısmı kayıp denize düşmüştü, diğerleri de mürettebat tarafından aşağıya itilmişti. Kendilerine yer bulmayı başaranların çoğu o kargaşada arkadaşlarını kaybetmişti. Bütün bunların üzerine hem yolcuları, hem de güverteyi sırılsıklam eden sağanak yağmur başlamış ve yolcuların oturabileceği tek yer olan güvertenin yapışkan bir çamurla kaplanmasına neden olmuştu. Endişeli gözlerle bakan kadınların yüzlerinden usanç ve umutsuzluk okunuyordu. Kendileri gibi zayıf ve önemsiz yaratıkların kaptan ya da mürettebattan yardım göremeyeceğini biliyorlardı. Onun için attıkları her adımda başlarını utançla yere eğiyorlardı. Bu zor yolculukta kadın hacılara yardım etmek için elinden geleni yapan tek erkek Gora idi.

Yukarıdaki birinci sınıf güvertenin korkuluğuna dayanmış bir İngiliz ile çağdaş görünümlü Bengalli bir adam vardı. Eğlenceyi izlerken puro içiyor, konuşuyor ve gülüyorlardı. Şanssız hacılardan biri zor durumda kaldığında önce İngiliz gülmeye başlıyordu, sonra Bengalli ona katılıyordu.

Bu şekilde iki üç iskele geçtikten sonra Gora buna daha fazla dayanamayacağını hissetti. Üst güverteye çıktı ve gök gürültüsüne benzeyen sesiyle: “Yeter artık!” dedi. “Kendinizden utanmıyor musunuz?”

İngiliz hiçbir şey söylemeden öfkeli bakışlarla Gora’yı tepeden süzdü ama Bengalli dudak bükerek ona karşılık verdi: “Utanmak mı? Ben bu hayvanların aptallığından tabii ki utanıyorum!”

Gora’nın yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. “Cahil insanlardan çok daha kötü hayvanlar vardır.” diye haykırdı. “Bunlar kalpsiz insanlardır.”

“Git buradan!” dedi Bengalli sert bir sesle. “Birinci sınıfta senin gibilere yer yoktur.”

“Evet, bu doğru.” diye karşılık verdi Gora. “Benim yerim sizin gibilerin değil, o zavallı hacıların yanıdır. Sizi uyarıyorum, beni bir daha sizin sınıfınıza çıkmaya zorlamayın!” Bunu söyledikten sonra koşar adımlarla alt güverteye indi.

Bu olaydan sonra güvertedeki koltuğuna dönen İngiliz ayaklarını korkuluğa dayadı ve romanına daldı. Bengalli arkadaşı birkaç kez onu konuşturmayı denedi ama başarılı olamadı. Sonra aşağıdaki sürüye ait olmadığını kanıtlamak istercesine khansamayı15 çağırdı ve ona kızarmış tavuk siparişi verdi. Khansama yalnızca ekmek, tereyağı ve çaylarının olduğunu söyleyince bağırıp çağırmaya başladı. Sahibin anlayabilmesi için İngilizce konuşuyordu: “Bu vapurda yolcuların rahatını düşünen hiç kimse yok mu, bu ne rezalet!” Ama yine yol arkadaşının ilgisini çekmeyi başaramamıştı; bundan kısa bir süre sonra İngiliz’in masanın üzerinde duran gazetesi uçtu, Bengalli yerinden fırladı ve onu kapıp yerine koydu ama bunun için bir teşekkür bile almadı.

Çandernagore İskelesi’ne yanaştıklarında sahip, Gora’nın yanına geldi ve şapkasını çıkararak: “Davranışım için özür dilerim.” dedi. “Kendimden utanıyorum…” Sonra hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Gora’yı çıldırtan şey, eğitimli bir kentlinin üstünlüğünü kanıtlamak için bir yabancıyla iş birliği yapması, kendi insanlarının acınacak hâliyle alay etmesi ve onlara gülmesiydi. Ne yazık ki, böyle aşağılayıcı ve küstahça davranışlara göz yumanlar, ülkesinin insanlarıydı. Çünkü kendilerinden daha şanslı olan yurttaşların onları hayvan yerine koymalarına alışmışlardı, bu davranış tarzını kaçınılmaz ve doğal buluyorlardı. Gora bunun temel nedeninin bütün ülkenin en büyük sorunu olan eğitimsizlik olduğunu biliyordu ve buna çok üzülüyordu. Okumuş insanların bu büyük utanç ve aşağılanma kaynağını kurutmak için hiçbir sorumluluk almayıp kendi dokunulmazlıklarının tadını çıkarmayı yeğlemeleri onu her şeyden daha çok üzüyordu. Alnında Ganj’ın kili ve ayaklarında garip köylü ayakkabılarıyla bir Brahmo’nun evine gelmesinin nedeni, eğitimli insanların her şeyi kitaplardan öğrenme merakını ve kölelik geleneklerini küçümsediğini göstermekti.

“Ah, Tanrı’m!” dedi Binoy kendi kendine. “Gora savaş boyalarını sürmüş.” Gora’nın orada neler söyleyebileceğini ya da yapabileceğini düşündükçe kalbi sıkışan Binoy, bir saldırı karşısında kendini savunmaya hazır, tetikte bekledi.

Bayan Baroda, Binoy ile konuşurken, Satiş terasın bir köşesinde topaç çevirerek oyalanıyordu. Ama Gora’yı görür görmez topacı unuttu, dikkat çekmemeye çalışarak gözlerini yeni gelen konuğa diken Binoy’un yanına geldi ve fısıldayarak: “Bu sizin arkadaşınız mı?” diye sordu.

“Evet.” dedi Binoy.

Gora, Binoy’a göz attıktan sonra onun varlığını unutmuş gibi davranmaya başladı.

Resmî bir tavırla Pareş Babu’yu selamladı ve hiçbir sıkılganlık belirtisi göstermeden masadan biraz uzakta duran sandalyelerden birini alıp oturdu. Kadınları yok saydı çünkü dininin kurallarına göre, onların varlıklarının farkında değilmiş gibi davranması gerekirdi.

Bayan Baroda kızlarını bu kaba saba adamın yanından uzaklaştırmayı düşünürken, kocası, Gora’nın eski bir arkadaşının oğlu olduğunu söyleyerek onları tanıştırdı. Bunun üzerine Gora kadına dönüp selam verdi.

Suçarita, Binoy’un Gora’dan söz ettiğini duymuştu ama babası onu tanıtana kadar konuklarının kim olduğunu bilmiyordu. Delikanlıyı görür görmez ona karşı bir öfke duydu. O okumuş insanların dindarlık taslamalarına dayanamayacak kadar iyi eğitilmiş bir kızdı.

Pareş Babu çocukluk arkadaşı Krişnadayal hakkında sorular sordu ve öğrencilik yıllarıyla ilgili anılarını anlattı. “O günlerde…” dedi. “Biz fakültenin en büyük putkıranlarıydık. Geleneklere en ufak bir saygımız bile yoktu; dinin yasakladığı yiyecekleri yemeyi görev bilirdik. Fakülte Meydanı’nın yakınlarındaki Müslüman lokantasında yasak yemekleri yer ve gece yarılarına kadar Hindu toplumunu çağdaşlaştırmak için neler yapabileceğimizi tartışırdık!”

Onun sözünü kesen Baroda: “Peki arkadaşının bugünkü görüşü ne?” diye sordu.

“Bugün dinin bütün gereklerini yerine getiriyor.” diye karşılık verdi Gora.

“Kendinden utanmıyor mu?” diye sordu Bayan Baroda öfkeyle.

“Utanç bir zayıflık belirtisidir.” diyerek güldü Gora. “Bazı insanlar, öz babalarından bile utanırlar.”

“O eskiden Brahmo değil miydi?” diye sorularını sürdürdü Baroda.

“Eskiden ben de Brahmo idim.” dedi Gora.

“Şimdi belli biçimi olan bir Tanrı’ya mı inanıyorsunuz?”

“Ben yanlışlığı kanıtlanmadan belli biçimlere sokulan şeylere karşı çıkacak kadar batıl inançlı değilim.” yanıtını verdi Gora. “Biçim lanetlenebilir ve kötülenebilir mi? Bugüne kadar onun gizemini çözmeyi başaran olmuş mu?”

“Ama biçim sınırlıdır.” dedi Pareş Babu kibar bir sesle.

“Sınırları olmayan bir şey açıkça görülemez.” diye diretti Gora. “Sonsuzluk, bize kendisini göstermek için biçimlenmek zorundaydı, yoksa onu nasıl görebilirdik? Biçimlenmeyen bir şey kusursuzluğa erişemez. Nasıl düşünce sözcüklerle kusursuzlaşırsa, sonsuzluk da biçimle öyle kusursuzlaşır.”

“Biçimin sonsuzluktan daha kusursuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?” diye sordu Baroda başını iki yana sallayarak.

“Benim ne söylemeye çalıştığım önemli değil.” dedi Gora. “Dünya benim sözlerimin üzerine dönmüyor. Ama sonsuzluk gerçek bir kusursuzluk örneği olsaydı, o zaman evrende hiçbir şey biçimlenmezdi.”

Birinin bu küstah gencin söylediklerini çürüterek ona haddini bildirmesini isteyen Suçarita, ağzını açmadan sessizce oturan Binoy’a kızmıştı. Gora’nın sesindeki şiddet, kıza ona karşı gelecek gücü veriyordu. O sırada hizmetçi çaydanlıkla sıcak su getirdi, Suçarita çayı demlerken,

Binoy arada bir meraklı bakışlarını o yöne doğrultuyordu.

Din konusunda Gora ile Binoy’un arasında büyük görüş ayrılıkları yoktu ama Gora’nın bir Brahmo’nun evine davetsiz konuk olarak gelmesi, sonra da ona ve ailesine böyle düşmanca davranması Binoy’u çok üzmüştü. Dinginliğini yitirmeden kendini kontrol altında tutabilen Pareş Babu’ya hayran kalmıştı. Sakin ve sevecen tavrı, Gora’nın saldırganlığının karşısında onu yüceltiyordu. Binoy, “Görüşlerin hiçbir önemi yok.” diye düşündü. “Önemli olan gerçek farkındalığın verdiği bilinçli dinginliktir. Bir düşüncenin doğru olup olmadığı, sonucu değiştirmez; bizim için o düşünceden edinilen bilgi önemlidir.”

Tartışma sürerken, Pareş Babu arada bir gözlerini yumup varlığının derinliklerine iniyordu, bunu alışkanlık edinmişti. Binoy, düşünceye daldığı zaman adamın yüzünde beliren huzurlu ifadeye hayranlıkla bakıyordu. Gora’nın bu yüce insana sivri dilini tutamayacak kadar saygısız davranması onu büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı.

Suçarita birkaç bardak çay koyduktan sonra soran gözlerle Pareş Babu’ya baktı. Önce hangi konuğa çay servisi yapacağına karar verememişti.

Gora’ya bakan Bayan Baroda kendini tutamayarak: “Anlaşılan bizim soframızdan bir şey almaya niyetiniz yok!” dedi.

“Evet.” dedi Gora kararlı bir sesle.

“Neden?” diye üsteledi Baroda.”Kastınızdan çıkarılmaktan mı korkuyorsunuz?”

“Evet.” yanıtını verdi Gora.

“Demek kast sistemine inanıyorsunuz?”

“Kast sistemini yaratan ben değilim, ona inanıp inanmamam bir şey değiştirmez. Ama topluma bağlılığımı göstermek için kasta saygı duymam gerekir.”

“Siz her konuda topluma boyun eğer misiniz?” diye sordu Baroda.

“Topluma boyun eğmeyen onu mahveder.”

“Toplum mahvolursa ne olur?”

“Bir insan bindiği dalı keserse ne olur?”

“Anne!” diye söze karıştı Suçarita bezginlikle. “Bu anlamsız tartışmanın kime ne yararı var? Bizimle yemek istemiyor, bu konuyu kapatın artık!”

Gora gözlerini Binoy’a bakan Suçarita’nın üzerine dikti, kız çekingence: “Alır mısınız?” diye sordu.

Binoy ömründe hiç çay içmemişti. Müslümanlar tarafından yapılan ekmek ve bisküvileri yemeyi de uzun zaman önce bırakmıştı ama o gün ona sunulan her şeyi yiyip içmek istiyordu. Kendini zorlayarak Suçarita’ya baktı: “Evet.” dedi. “Tabii ki alırım!” Sonra bakışlarını yüzünde alaycı bir gülümsemeyle oturan Gora’ya kaydırdı.

Çay Binoy’un damak tadına uygun değildi, onu acı bulmuştu ama hiçbir şey söylemeden fincanı bitirdi.

Baroda, Binoy ne kadar tatlı bir genç, dercesine Gora’ya arkasını döndü ve bütün dikkatini ona verdi. Bunu gören Pareş Babu, sessizce sandalyesini Gora’nın yanına çekti ve alçak sesle konuşmaya başladılar.

Hizmetçi bir konuklarının daha olduğunu bildirdi. Konuğun asıl adı Haran Çandra Nag idi ama herkes onu Panu Babu diye karşıladı. Olağanüstü zekâsı ve bilgisiyle çevresinde ün kazanmıştı. Hiç kimse bu konuda bir şey söylememişti ama onun Suçarita ile evlenmek istediği belli oluyordu. Ona duyduğu ilgi açıkça görülüyordu. Suçarita’nın kız arkadaşları da bunu bilir ve bu konuda ona takılırlardı.

Haran bir okulda öğretmenlik yapıyordu ama Bayan Baroda’nın öz kızlarından birini sıradan bir öğretmenle evlendirmesi söz konusu olamazdı. Onlardan uzak durmasını istediğini Haran’a açıkça belirtmişti. Onun düşlerindeki damat adayları, gözlerini bölge yargıçlığı gibi yüksek devlet memuriyetlerine dikmiş, girişken ve cesur gençlerdi.

Suçarita, Haran’a çayını verirken, onlardan uzakta oturan Labonya, ablasına anlamlı bir bakış attı ve gülümsedi.

Bu Binoy’un gözünden kaçmadı, hiçbir zaman iyi bir gözlemci olamamıştı ama o evde geçirdiği kısa süre içinde gözü açılmış ve eskisinden daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Haran ile Sudhir’in evin kızları arasında şaka konusu olacak kadar aileye yakın olmasının Tanrı’nın adaletsizliği olduğunu düşündü.

Oysa Suçarita, Haran’ın gelişiyle birlikte bir rahatlama hissetmişti. Eğer kahramanı, kendini beğenmiş savaşçının sırtını yere getirmeyi başarırsa, öcü alınmış olacaktı. Aslında Haran’ın tartışmacı yönünü sevmezdi ama o gün silah olarak sözcükleri kullanan şövalyesini coşkuyla karşıladı ve zırhını güçlendirmek için ona bol bol çay ve kek verdi.

“Panu Babu, bu bizim dostumuz…” diye söze başladı Pareş Babu.

Haran onun sözünü kesti: “Ah, ben onu çok iyi tanıyorum! Bir zamanlar bizim Brahmo Samaj’ımızın etkin üyesiydi.” Bunu söyledikten sonra Gora’nın yanından uzaklaştı ve çayını yudumlamaya başladı. O günlerde memuriyet sınavında başarılı olan çok az Bengalli vardı ve Sudhir bunlardan birkaçının İngiltere’den dönüşünü kutlamak için yapılan karşılama törenini anlatıyordu.

“Bunun ne önemi var?” diye parladı Haran, “Bir Bengalli sınavlarda ne kadar başarılı olursa olsun, hiçbir zaman iyi bir yönetici olamaz.” Sonra Bengallilerin bir bölgenin sorumluluğunu üstlenemeyeceğini göstermek için onların yetersiz ve zayıf yönlerini sayıp döktü.

Konuşma uzadıkça Gora’nın kanı başına çıktı ve aslan kükreme sine benzeyen sesini olabildiğince yumuşatarak ona sordu: “Onlar hakkında gerçekten böyle düşünüyorsanız, bu sofrada oturup tereyağı ve ekmek yemeye utanmıyor musunuz?”

Şaşkınlık içinde tek kaşını kaldıran Haran: “Ne yapmamı bekliyordunuz?” diye sordu.

“Ya Bengallilerin kişiliklerinin olumsuz yönlerini değiştirecek bir şeyler yapın ya da gidin ve kendinizi asın!” diye yanıt verdi Gora. “Ulusunuzun hiçbir şey başaramayacağını söylemek kolay, değil mi? Nasıl oluyor da, bunu söylerken ekmeğiniz boğazınıza dizilmiyor!”

“Gerçekleri söylemek yasak mı?” diye sordu Haran.

“Kusura bakmayın.” dedi Gora öfkeyle. “Ama söylediğinize gerçekten inansaydınız, bu konuda rahatça atıp tutamazdınız. Dudaklarınızdan böyle akıcı bir biçimde dökülen sözcüklerin doğru olmadığını siz de biliyorsunuz. Size bir şey söyleyeyim mi Haran Babu? Yalan söylemek günahtır, birini karalamak daha da günahtır. Bir insanın kendi vatandaşlarını hor görmesi ise en büyük günahlardan biridir!”

Haran öfkeyle titremeye başlamıştı, Gora sözünü sürdürdü: “Bu toplumda tek üstün insanın kendiniz olduğunu mu sanıyorsunuz? Siz herkese ateş püskürürken, bizim atalarımızın hatırına susmamızı ve sessizce sizin suçlamalarınızı dinlememizi mi bekliyorsunuz?” Haran bu sözlerden sonra geri çekilemezdi, eskisinden daha ağır bir dille Bengallileri aşağılamaya başladı. Bengal toplumuna özgü bütün kötü alışkanlıkları sayıp döktü ve bu alışkanlıklar var olduğu sürece toplum için bir umut olmadığını söyleyerek sözünü bitirdi.

“Siz kötü alışkanlık dediğiniz şeyleri İngilizce kitaplardan öğrenmişsiniz.” dedi Gora onu küçümseyerek. “Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsunuz. İngilizlerin bütün kötü alışkanlıklarını dürüstçe sayıp dökmeye hazır olduğunuz güne kadar insanlarınız hakkında konuşma hakkına sahip olamazsınız.”

Pareş Babu konuyu değiştirmeye çalıştı ama öfkeden deliye dönen Haran’ı susturmaya olanak yoktu. Bu arada güneş batmıştı ve bulutların arasından süzülen ışınlar gökyüzüne büyüleyici bir görünüm kazandırmıştı. Ağız dalaşının yarattığı gerginliğe karşın, Binoy’un kalbi tatlı bir ezgiyle çarpmaya başlamıştı.

Meditasyon saati gelen Pareş Babu aşağıdaki bahçeye indi ve bir çampak ağacının altına oturdu.

Baroda, Gora’dan hiç hoşlanmamıştı ama Haran’dan hoşlandığı da söylenemezdi; tartışmalarına daha fazla dayanamayacağını hissetti ve Binoy’a dönerek: “Gelin Binoy Babu.” dedi. “İçeri gidelim.” Bayan Baroda’nın ona gösterdiği özel ilgiden duyduğu mutluluğu nasıl göstereceğini bilmeyen Binoy uysalca onu izledi.

Baroda kızlarını da içeri çağırdı, tartışmanın sonunun gelmeyeceğini düşünen Satiş, köpeği ile dışarı çıkmıştı.

Binoy’a kızlarının hünerlerini gösterme fırsatını elde eden Baroda, Labonya’ya dönerek: “Hayatım, albümünü getirip Binoy Babu’ya gösterir misin?” dedi.

Eve ilk defa gelen her konuğa albümünü göstermeye alışkın olan Labonya, dışarıdaki tartışmanın bu kadar uzamasına içerlemişti ve onu getirmek için hazır bekliyordu.

Albümü açan Binoy, içinde Moore ile Longfellow’un İngilizce şiirlerinin yazılı olduğunu gördü. Şiirlerin başlıklarıyla büyük harfler, süslü karakterlerle yazılmıştı. Bu işin ne kadar büyük bir özenle yapıldığı, el yazısından da belli oluyordu. Binoy kıza sonsuz bir hayranlık duydu, o dönemde İngilizce şiirleri böyle büyük bir başarıyla kopya edebilen kızlara pek sık rastlanmıyordu.

Albümün Binoy’u etkilediğini gören Bayan Baroda ortanca kızına dönerek: “Lolita, hayatım, ezberlediğin şiiri okur musun?” dedi.

Lolita kararlılıkla: “Hayır anne.” diye karşılık verdi. “Bunu yapamam, şiirin tamamını anımsamıyorum.” Sonra arkasını döndü ve pencereden dışarı bakmaya başladı.

Baroda, Lolita’nın şiiri çok iyi anımsadığını ama başkalarının önünde okuyamayacak kadar alçak gönüllü olduğu için çekindiğini söyledi. Onun, çocukluğundan beri böyle olduğunu sözüne ekledi ve kızının yeteneğini kanıtlamak için Binoy’a geçmişteki başarılarından söz etti. Bu arada yaralandığında bile ağlamadığını ve bu özelliğini babasından aldığını söyleyerek onun cesaretini de övdü.

Sıra Lila’ya gelmişti. Şiirini okuması söylendiğinde kıkırdamaya başladı, sonra kurulmuş bebek gibi bütün şiiri bir solukta okudu: “Parla, parla küçük yıldız…” Söylediklerinin bir kelimesini bile anlamadığı belli oluyordu.

Şiirlerden sonra sıranın şarkılara geldiğini bilen Lolita odayı terk etti.

Dışarıdaki tartışma iyice kızışmıştı. Haran mantık sınırlarının dışına çıkmış, hiç düşünmeden ağzına geleni söylüyordu. Onun kendini kaybetmesinden utanç ve öfke duyan Suçarita, Gora’nın tarafını tutmaya başlamıştı. Ama bu bile Haran’ın aklını başına getirmeye yetmemişti.

Gökyüzü yağmur bulutlarıyla kararmıştı. Sokaktan yasemin kolye satıcılarının sesleri yükseliyordu. Yol kenarındaki ağaçların yaprakları ateş böcekleriyle ışıldarken, mahalledeki sarnıcın suyunun üzerine karanlık çökmüştü.

Binoy vedalaşmak için terasa çıktığında Pareş Babu, Gora’ya: “İstediğiniz zaman bizi görmeye gelebilirsiniz.” diyordu. “Krişnadayal benim öz kardeşim gibidir. Son zamanlarda aramızda görüş ayrılıkları var, onun için artık konuşmuyoruz ya da mektuplaşmıyoruz ama insanın çocukluk arkadaşı onun etinden ve kanından bir parça gibi oluyor. Babanızla aramdaki eski dostluk nedeniyle size de kendimi çok yakın hissediyorum.”

Pareş Babu’nun dingin ve sevecen sesi, bir anda Gora’nın ateşini söndüren bir muska etkisi gösterdi. Geldiğinde yaşlı adamı selamlarken ona hiç saygı göstermediğini açıkça belli etmişti ama şimdi önünde büyük bir saygıyla eğiliyordu. Suçarita orada değilmiş gibi davranıyordu çünkü kızın varlığının farkında olduğunu gösterecek bir davranışın kendisini kabalığın doruğuna çıkaracağına inanıyordu. Pareş Babu’nun karşısında yerlere kadar eğilen Binoy, başıyla Suçarita’yı da selamladı ama sonra yaptığından utanmış gibi telaşla Gora’nın peşine takıldı.

Vedalaşma törenine katılmak istemeyen Haran içeri girdi ve masanın üzerinde bulduğu bir Brahmo ilahi kitabını karıştırmaya başladı. Ama konuklar gider gitmez telaşla terasa çıktı ve Pareş Babu’ya: “Saygıdeğer efendim, kızları eve gelen her erkekle tanıştırmak doğru değildir.” dedi.

Bu söz Suçarita’yı o kadar öfkelendirdi ki duygularını daha fazla bastıramadı ve haykırdı: “Eğer babam dediğinizi yapmış olsaydı, sizi hiçbir zaman tanıyamazdık!”

“Yalnızca kendi sınıfınızdaki insanlarla birlikte olursanız, bunun bir sakıncası yoktur.” dedi Haran.

“Toplum içindeki ilişkilerimizi kısıtlayarak kadınlarımızı tekrar hareme kapatmamızı mı istiyorsunuz?” dedi Pareş Babu gülerek. “Ben kızlarımın dar görüşlü olmamaları için farklı görüşleri savunan insanlarla tanışmaları taraftarıyım. Bu konuda fazla seçici davranmayı gereksiz buluyorum.”

“Ben onların farklı görüşlere sahip insanlarla tanışmamaları gerektiğini söylemedim.” diye karşılık verdi Haran. “Ama bu delikanlılar hanımlara nasıl davranacaklarını bile bilmiyorlar.”

“Hayır, hayır!” diye onu uyardı Pareş Babu. “Sizin görgüsüzlük olarak yorumladığınız davranış tarzı utangaçlıktan başka bir şey değil. Hanımların arasına karışmadıkları sürece bundan asla kurtulamazlar.”

11

O akşam Haran, Gora’ya haddini bildirmeyi ve Suçarita’nın karşısında zafer bayrağını dalgalandırmayı çok istemişti. Başlangıçta Suçarita da onu desteklemişti. Ama sonra her şey değişmişti. Suçarita sosyal ve dinî konularda Gora’ya katılmıyordu ama ırkıyla insanlarına duyduğu saygı ve sevgi, onu taraf değiştirmeye itmişti. Daha önce hiç ülkenin durumu ile ilgili tartışmalara girmemişti fakat kendi insanlarının hor görülmesine dayanamayan Gora öfkeyle kükredikçe ona yakınlık duymaya başlamıştı. O güne kadar hiç kimsenin ana vatanını böyle güçlü bir inançla savunduğunu görmemişti.

На страницу:
4 из 9