
Полная версия
Gora
Konuşması ve davranışıyla iyi bir örnek olan Gora, kendisi gibi hevesli gençleri çevresinde toplamıştı. Gora’nın öğretisi, onları, zihinlerine yerleşmiş olan çelişkili düşüncelerden kurtarmaya başlamıştı. İç rahatlığıyla, “Bundan daha fazla bilgiye gereksinimimiz yok.” der gibiydiler. “Biz ister iyi olalım, ister kötü; ister uygar, ister barbar, kendimizi bildiğimiz sürece hiçbir şeyin önemi yok.”
Krişnadayal, Gora’daki bu ani değişiklikten pek hoşnut görünmüyordu. Bir gün onu yanına çağırmış ve şöyle söylemişti: “Bana bak oğlum, Hinduizm çok derin bir konudur. Rişis tarafından kurulmuş olan bu dinin derinliklerine inmek herkesin harcı değildir. Temel kuralları anlayamayan birinin dindarlık taslaması doğru olmaz. Sen daha yeterince olgun değilsin, daha da önemlisi İngiliz eğitimi gördün. Kısa bir süre öncesine kadar benimsediğin Brahmo Samaj’ın öğretisi senin düşünce tarzına daha uygundu. Bu eğilimin beni kızdırmamıştı, tam tersine, mutlu etmişti. Ama şimdi izlediğin yol senin yolun değil. Bunun sonu kötü bitebilir.”
“Siz ne diyorsunuz baba?” diye karşı çıkmıştı Gora. “Ben bir Hindu değil miyim? Hinduizm’in derin anlamını bugün kavrayamazsam, yarın kavrayabilirim. Bunu hiçbir zaman başaramasam bile, bu benim hedefime ulaşmak için seçtiğim tek yol olacak. Ben yalnızca bir Hindu olarak doğmakla kalmadım, Brahman bir ailenin çocuğu olmayı da hak ettim. Hindu cemaatinde birkaç kez daha dünyaya gelirsem hedefime ulaşabilirim. Ama bir hata yapar ve yolumdan saparsam, o zaman hedefe varmam daha uzun zaman alır.”
“Hayır.” anlamında başını sallayan Krişnadayal: “Oğlum!” demişti. “Hindu olduğunu söyleyen herkes gerçek bir Hindu olamaz. Müslüman olmak kolaydır, Hristiyan olmak daha da kolaydır; ama Hindu olmak! Ulu Tanrı’m, bu tamamen farklı bir şeydir.”
“Bu doğru.” diye karşılık vermişti Gora. “Ama ben Hindu olarak doğduğum için ilk adımı attım. Eğer doğru yolda ilerlersem, büyük bir ilerleme kaydedebilirim.”
“Öyle görünüyor ki, seni bu tartışmalarla ikna etmem kolay olmayacak. Aslında söylediklerinde haklısın. İnsan karması ile hangi dine bağlıysa, eninde sonunda yine o dine döner, hiç kimse buna engel olamaz. Bu Tanrı’nın buyruğudur! Biz onun kullarından başka bir şey değiliz.”
Krişnadayal hem karma kuramını, hem de Tanrı’nın buyruklarını nasıl hiç sorgulamadan kabul ediyorsa, aynı şekilde kendini Tanrı ile özdeşleştiriyor ve ona tapıyordu. Bu karşıt görüşleri bağdaştırma gereğini hiçbir zaman duymamıştı.
6
Banyo yapıp yemek yedikten sonra karısının isteğini anımsayan Krişnadayal onun odasına gitti. Oraya günlerdir ilk defa gidiyordu. Odada bir şeye dokunmamaya özen göstererek yere kendi hasırını serdi ve üzerinde dimdik oturdu.
Söze Anandamoyi başladı: “Siz kendinizi azizlerle bir tutmaya başladıktan sonra ailenize ilginizi yitirdiniz ama ben Gora için çok endişeleniyorum.”
“Neden? Endişelenecek ne var?” diye sordu Krişnadayal.
“Tam olarak söyleyemeyeceğim. Ama Gora kendini Hinduizm’e böyle kaptırırsa, bunun sonu kötü biter, başına bir felaket gelir. Boynuna kutsal kuşağı takmamanız için sizi uyarmıştım ama o günlerde çevrenize fazla dikkat etmiyordunuz ve bana: ‘Bir ip parçasının kime ne zararı var?’ dediniz. Ama bugün bir kuşaktan çok daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Ona ne zaman dur diyeceksiniz?”
“Çok iyi!” diye homurdandı Krişnadayal. “Demek suçu benim üzerime atıyorsunuz! Bu aslında sizin hatanız değil miydi? Onu yanınızdan ayırmamakta kararlıydınız. O günlerde ben de çok düşüncesizdim, dinin kurallarını umursamıyordum. Günün birinde böyle bir insan olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi!”
“Siz istediğinizi söyleyebilirsiniz.” diye karşılık verdi Anandamoyi. “Ben yanlış bir şey yaptığımı asla kabul etmeyeceğim. Bir çocuk sahibi olmak için neler yaptığımı unutmayın. Bana önerilen her yolu denedim; kaç tane mantra12 öğrendim! Kaç tane muska taktım! Bir gece düşümde Tanrı’ya bir sepet beyaz çiçek verdiğimi gördüm, bir süre sonra çiçekler yok oldu ve onların yerine, onlar kadar beyaz bir bebek geldi. Onu gördüğümde neler hissettiğimi size anlatamam, gözlerim yaşlarla doldu. Tam onu alıp bağrıma basarken uyandım ve ondan on gün sonra Gora geldi. O bana Tanrı’nın armağanıydı. Ben onu nasıl başka birine bırakabilirdim? Daha önceki yaşamlarımdan birinde onu rahmimde taşımış ve bu yüzden çok acı çekmiş olmalıyım, onun için bu yaşamımda bana geldi ve ‘anne’ dedi. Oğlumuzun ne kadar garip koşullar altında doğduğunu anımsayın! O gece yarısında ortalık bir kan gölüne dönmüştü, bir İngiliz hanım bizim evimize sığınmıştı ve hepimiz hayatımızdan endişe ediyorduk. Siz kadını eve almaya korkmuştunuz ama ben sizden gizli onu ahıra götürdüm. O gece oğlunu doğururken öldü. Eğer o yetime bakmasaydım yaşayamazdı ama siz onu umursamıyordunuz ve bir rahibe vermek istiyordunuz. Neden? Ben neden onu bir rahibe verecektim? Rahip onun neyi oluyordu? Bebeğin hayatını kurtarmış mıydı? Gora’yı ben doğurmadığım için ona daha az değer vereceğimi mi sanmıştınız? Siz ne derseniz deyin, oğlumu ancak onu bana veren Tanrı geri alabilir, ondan asla vazgeçmem.”
“Bunu bilmediğimi mi sanıyorsunuz?” dedi Krişnadayal. “Pekâlâ, Gora’nızı istediğiniz gibi eğitin, zaten ben hiçbir zaman aranıza girmeye çalışmadım. Yalnızca boynuna o kuşağı taktım, herkes onu bizim öz oğlumuz sandığı için bunu yapmak zorundaydım. Şimdi çözülmesi gereken iki sorun var. Yasal olarak Mohim benim sahip olduğum her şeyi almayı hak ediyor, onun için…”
“Sizin malınızı paylaşmak isteyen kim?” diye sözünü kesti Anandamoyi. “Her şeyinizi Mohim’e bırakabilirsiniz, Gora onların üzerinde hak iddia etmeyecektir. O iyi eğitim görmüş bir erkektir. Kendini geçindirebilir. Başka birinin malına neden göz diksin? Bana gelince, onun yaşaması bana yeter, başka hiçbir şey istemem.”
“Hayır.” dedi Krişnadayal. “Onu beş parasız bırakmaya niyetim yok. Bana bağışlanan bir toprak var, yılda bin rupi gelir getirir. Asıl sorun onun evliliği. Geçmişte olanları değiştiremeyiz ama bunun için bana kızsanız bile, ona Hindu törelerine uygun bir düğün yapıp bir Brahman ailesinin kızıyla evlendiremem.”
“Sizin gibi, Kutsal Ganj’ın suyunu eve serpmediğim için benim vicdanımın olmadığını mı sanıyorsunuz? Ben neden onu bir Brahman ailesine sokmak isteyeyim ve buna karşı çıktığınız için neden size kızayım?”
“Ne? Siz de bir Brahman’ın kızı değil misiniz?”
“Bu neyi değiştirir?” diye karşılık verdi Anandamoyi. “Ben kastımla aramdaki bağı uzun zaman önce kopardım. Mohim’in düğününde akrabalarınız benim geleneklere kulak asmadığımı görüp ortalığı birbirine kattıklarında, hiçbir şey söylemeden bir kenarda durdum. Hemen hemen herkes bana Hristiyan diyor ya da başka yakıştırmalar yapıyor. Bana söylenenlerin iyi yönlerini düşünerek her şeyi kabul ediyorum ve soruyorum: Hristiyanlar insan değil midir? Eğer Tanrı’nın katında özel bir yeriniz varsa, neden sizi önce Patanların, sonra Moğolların, sonra da Hristiyanların ayaklarına kapandırdı?”
“Ah, bu uzun hikâye.” dedi konuyu kapatmak isteyen Krişnadayal. “Siz kadınsınız ve böyle şeyleri anlayamazsınız. Ama din diye bir şey vardır, hiçbirimiz bunu yadsıyamayız. Hiç olmazsa bu kadarını anlamaya çalışın.”
“Buna kafa yormamayı yeğlerim.” dedi Anandamoyi. “Benim bildiğim bir şey var, Gora’yı öz çocuğum gibi büyüttükten sonra dindarlık taslamaya başlarsam, yalnızca cemaatime karşı suç işlemekle kalmam, kendime de saygısızlık etmiş olurum. Hiç kimseden bir şey gizlemeden, dinin kurallarına karşı olduğumu herkese rahatlıkla gösteriyorsam ve bunun sonucunda bana söylenen bütün kötü sözlere katlanıyorsam, bunu dharma13 korkusundan yapıyorum. Benim herkesten gizlediğim tek bir şey var ve bu yüzden Tanrı’nın gazabına uğramaktan çok korkuyorum. Beni dinleyin, ne olursa olsun, gerçeği bütün açıklığıyla Gora’ya söylemek zorundayız.”
“Hayır, hayır!” diye bağırdı Krişnadayal, bu öneri onu çok kaygılandırmıştı. “Ben hayatta olduğum sürece buna izin vermem. Gora’yı tanıyorsunuz. Gerçeği öğrenirse ne yapacağı belli olmaz, çenesini tutamazsa bütün kentin diline düşeriz. Bunun da ötesinde, yetkililerle başımız belaya girer. Gora’nın babası ayaklanmada öldürülmüş, annesi de bizim yanımızda öldü ve biz ayaklanma bastırıldıktan sonra olanları resmî makamlara bildirmedik. Bir kez ortalığı karıştırırsak, benim dinî eğitimim yarım kalır ve ondan sona başıma neler geleceğini hiç kimse bilemez.”
Anandamoyi suskun kaldı ve Krişnadayal kısa bir duraksamadan sonra sözünü sürdürdü: “Gora’nın evliliğiyle ilgili bir fikrim var. Pareş Bhattaçarya benim okul arkadaşımdır. Eğitim müfettişiydi ve kısa bir süre önce emekli oldu, şimdi Kalküta’da yaşıyor. Gerçek bir Brahmo’dur, evlilik çağında kızlarının olduğunu duydum. Gora’yı onun evine göndermenin bir yolunu bulabilirsek, birkaç ziyaretten sonra kızlardan birinden hoşlanmaya başlayabilir. O zaman biz de her şeyi Sevgi Tanrısı’na bırakıp rahat ederiz.”
“Ne! Gora bir Brahmo’nun evine mi gidecek? O günler geride kaldı!” diye haykırdı Anandamoyi.
O konuşurken Gora içeri girdi ve gök gürültüsüne benzeyen sesiyle: “Anne!” diye seslendiğinde babasını içeride otururken görünce şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı. Telaşla onun yanına giden Anandamoyi sevgi dolu bir sesle sordu: “Ne oldu oğlum? Benden ne istiyorsun?”
“Önemli değil, sonra konuşuruz.” Gora bunu söyledikten sonra gitmeye yeltendi ama Krişnadayal: “Dur bir dakika Gora.” diyerek onu durdurdu. “Sana söylemem gereken bir şey var. Eski bir Brahmo arkadaşım kısa bir süre önce Kalküta’ya yerleşti. Beadon Sokağı’nın yakınlarında oturuyor.”
“Adı Pareş Babu mu?” diye sordu Gora.
“Sen onu nereden tanıyorsun?” dedi Krişnadayal şaşkınlıkla.
“Adını Binoy’dan duydum, birbirlerine çok yakın oturuyorlar.”
“Pekâlâ.” diye devam etti Krişnadayal. “Onu ziyaret etmeni ve nasıl olduğunu öğrenmeni istiyorum.”
Gora bir an için duraksadı, bu fikirden hoşlanmadığı belliydi. “Tamam.” dedi. “Yarın sabah ilk iş olarak oraya giderim.”
Gora’nın hiç karşı koymadan bunu kabul etmesi Anandamoyi’yi şaşırttı ama delikanlı hemen ardından: “Hayır.” dedi. “Yarın gidemem.”
“Neden?” diye sordu Krişnadayal.
“Yarın Tribeni’ye gitmek zorundayım.”
“Tribeni’den başka gidecek yer bulamadın mı?” diye haykırdı babası.
“Yarınki güneş tutulması için orada bir yıkanma şenliği yapılacak.”
“Seni anlamıyorum Gora.” dedi Anandamoyi. “Ganj, Kalküta’dan da geçiyor, ta Tribeni’ye kadar gitmeden şenliğini burada yapsan olmaz mı? Bu işi biraz fazla ileri götürüyorsun!”
Gora ona karşılık vermeden odadan çıktı.
Ertesi gün Tribeni’ye hacı kafileleri gelecekti, Gora’nın oraya gitmek istemesinin nedeni buydu. Gora çekingenliğini yenmek, ön yargılarından kurtulmak ve ülkesinin sıradan insanlarıyla bütünleşerek onlara: “Ben sizinim, siz de benimsiniz!” demek için eline geçen her fırsattan yararlanırdı.
7
Binoy sabah kalktığında güneşin ilk ışıklarının, yeni doğmuş bir bebeğin gülümsemesi gibi parladığını gördü. Gökyüzünde amaçsızca süzülen birkaç beyaz bulut vardı.
Terasta durmuş, benzeri bir sabahın güzel anısını gözünde canlandırırken, aşağıda ağır adımlarla yürüyen Pareş Babu’yu gördü. Adamın bir elinde bastonu vardı, diğeriyle Satiş’in elini tutuyordu.
Satiş, Binoy’u görür görmez elini çırparak: “Binoy Babu!” diye bağırdı. Pareş Babu onu görmek için yukarıya bakınca, Binoy koşarak aşağıya indi ve evin kapısında onları karşıladı.
Satiş, Binoy’un elini tutarak: “Binoy Babu, neden bizi görmeye gelmediniz?” diye sordu. “O gün geleceğinize söz vermiştiniz.”
Binoy elini sevgiyle oğlanın omzuna koyarken ona gülümsedi. Pareş Babu bastonunu dikkatle masaya dayadıktan sonra oturdu ve söze başladı: “O gün siz olmasaydınız ne yapardık bilmiyorum. Bize çok iyi davrandınız.”
“Ben önemli bir şey yapmadım.” dedi Binoy alçak gönüllülükle. “Bunun sözünü etmeye değmez.”
“Binoy Babu, sizin köpeğiniz yok mu?” diye sordu Satiş.
“Köpek mi?” dedi Binoy gülümseyerek. “Hayır, yok.”
“Neden bir köpek almıyorsunuz?” diye üsteledi oğlan.
“Şey, bu hiç aklıma gelmedi.”
Pareş Babu onun imdadına yetişti: “Kazadan sonra Satiş’in sizin evinize geldiğini söylediler. Umarım sizi fazla rahatsız etmemiştir. O kadar çok konuşuyor ki, ablası onu ‘Bay Geveze’ diye çağırıyor.”
“Bazen ben de çok konuşurum.” dedi Binoy. “Onun için iyi anlaştık, değil mi Satiş Babu?”
Satiş soru yağmurunu sürdürdü ve Binoy bütün sorulara yanıt verdi. Pareş Babu fazla konuşkan değildi, arada bir huzurlu bir gülümsemeyle birkaç söz söylüyordu. Gitme zamanı gelince: “Biz 78 numarada oturuyoruz, evimiz bu sokağın üzerinde sağdadır.” dedi.
“O evimizi biliyor.” diye söze karıştı Satiş. “O gün kapıya kadar benimle geldi.”
Bunda bir kötülük yoktu ama Binoy hiç beklenmedik bir anda suçüstü yakalanmış gibi utandığını hissetti.
“Demek evimizi biliyorsunuz.” dedi yaşlı adam. “Ne zaman isterseniz…”
“Yani önceden haber vermeden, istediğim zaman…” diye kekeledi Binoy çekingence.
Pareş Babu ayağa kalkarken: “Biz yakın komşuyuz.” dedi. “Ama Kalküta gibi bir kentte yaşadığımız için bugüne kadar tanışma fırsatı bulamadık.”
Binoy konuklarını dışarıya kadar geçirdi ve hiç susmadan konuşan Satiş ile bastonuna dayanarak yavaş yavaş yürüyen Pareş Babu’nun arkasından baktı.
“Daha önce hiç Pareş Babu gibi bir adam görmedim.” diye düşündü.
“İçimden onun ayağının tozunu silmek geliyor. Satiş de çok tatlı bir çocuk! Büyüyünce gerçek bir erkek olacak. Hem çok açık sözlü, hem de zeki.”
Yaşlı adamla oğlan ne kadar iyi olursa olsun, Binoy’un onlara böyle bir saygı ve ilgi duymasının asıl nedeni tabii ki bu değildi. Ama o anda kafası bunu düşünemeyecek kadar karışıktı.
“Bu konuşmanın üzerine, Pareş Babu’nun evine gitmezsem kabalık etmiş olurum.” diye düşündü.
Ama Gora, partisinin ve Hindistan’ın adına: “Dikkatli ol! Oraya asla gitmemelisin!” diye onu uyarmıştı.
Binoy o güne kadar bu partizan Hindistan’ın bütün yasaklarına boyun eğmişti. Bazen ona söylenenlerin doğruluğundan kuşku duymuştu ama buyruklara hiç karşı çıkmamıştı. Şimdi Gora’nın Hindistan’ı ona yalnızca bir düş ürünü gibi görünüyordu ve içinde bir isyan dalgası yükseliyordu.
Hizmetçi öğle yemeğinin hazır olduğunu söylemek için yanına geldi ama Binoy daha banyo bile yapmamıştı. Saat on ikiyi geçmişti, kararlı bir biçimde başını hayır anlamında sallayarak: “Bugün yemeği evde yemeyeceğim, sen gidebilirsin.” dedi ve hizmetçiyi gönderdi. Sonra atkısını bile almadan, şemsiyesini kaptığı gibi sokağa fırladı.
Doğru Gora’nın evine gitti, onun her gün saat on ikide Amherst Sokağı’ndaki Hindu Vatanseverler Birliğinin bürosuna gittiğini ve günün geri kalanında Bengal’deki parti üyelerine onları harekete geçmeye çağıran mektuplar yazdığını biliyordu. Söylevlerini dinlemek isteyen hayranları orada toplanırdı ve sadık yardımcıları ona hizmet etme onurunu kazanmak için orada beklerlerdi.
Tahmininde yanılmamıştı. Gora her zamanki gibi bürosuna gitmişti. Binoy koşarcasına içeri daldı ve Anandamoyi’nin odasına gitti. Anandamoyi yemeğe başlamak üzereydi, yanında ayakta duran Laçmi onu yelpazeliyordu.
“Ne oldu Binoy, senin neyin var?” diye bir çığlık attı Anandamoyi şaşkınlıkla.
“Anneciğim, ben açım.” dedi Binoy onun karşısına otururken. “Bana yiyecek bir şey verin.”
“Kötü bir zamanda geldin!” dedi Anandamoyi kaygıyla. “Brahman aşçı az önce gitti ve sen…”
“Buraya bir Brahman’ın yemeğini yemek için geldiğimi mi sanıyorsunuz?” diye haykırdı Binoy. “Benim de bir Brahman aşçımın olduğunu unuttunuz mu? Ben sizin yemeğinizi paylaşmak istiyorum anne. Laçmi, bana bir bardak su verir misin?”
Binoy suyunu bir dikişte içti, onun için bir tabak daha alan Anandamoyi, büyük bir özenle kendi tabağındaki yemeğin yarısını ona koydu. Delikanlı kıtlıktan çıkmış gibi hepsini silip süpürdü.
Büyük bir üzüntü kaynağından kurtulan Anandamoyi’nin yüzü gülüyordu, onu mutlu gören Binoy da rahatladığını hissetti.
Yemekten sonra Anandamoyi işinin başına geçti. Keya çiçeklerinin kokusu odayı dolduruyordu. Onun ayaklarının dibine oturan Binoy başını koluna dayadı ve bütün dünyayı unutarak eski günlerdeki gibi onunla sohbete daldı.
8
Bu son engeli yıktıktan sonra Binoy’un içinde yeni bir isyan dalgası yükseldi. Evden çıkarken mutluluktan havaya uçuyordu, ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Karşısına çıkan herkese, uzun zamandır onun her hareketini kısıtlayan bağlardan kurtulduğunu duyurmak istiyordu.
78 numaranın önünden geçerken, Pareş Babu’nun karşıdan geldiğini gördü.
“İçeri gelin.” dedi Pareş Babu. “Sizi gördüğüme çok sevindim Binoy Babu.” Onu sokağa bakan oturma odasına götürdü. Odadaki küçük masanın bir tarafında arkalıklı ahşap bir bank, öbür tarafında da kamıştan yapılmış iki sandalye vardı. Duvarların birinde İsa’nın renkli bir resmi, diğerinde Keşub Çandra Sen’in fotoğrafı asılıydı. Özenle katlanmış gazeteler, dağılmamaları için kurşun bir ağırlıkla masanın üzerine koyulmuştu. Köşedeki küçük kitaplığın üst rafında Theodore Parker’ın alfabetik sıraya göre dizilen eserleri duruyordu. Kitaplığın üzerinde üstü örtülü bir küre vardı.
Binoy oturdu, arkasındaki kapıdan görmeyi ümit ettiği kişinin girebileceğini düşündükçe kalbi delice çarpıyordu.
Ama Pareş Babu: “Suçarita evde yok.” dedi. “Her pazartesi kızına ders vermek için bir arkadaşımın evine gider. Satiş ile aynı yaşta bir oğulları olduğu için o da ablasıyla birlikte gitti. Onları arkadaşımın evine ben götürdüm, orada oyalansaydım sizinle karşılaşamayacaktık.”
Bu haber Binoy’u hem rahatlattı, hem de hayal kırıklığına uğrattı.
Pareş Babu ile konuşmak insanı sıkmıyordu, Binoy kısa sürede ona bütün yaşam öyküsünü anlattı. Öksüz olduğunu; amcasının, karısıyla birlikte köyde yaşadığını, orada tarımla uğraştığını; iki kuzeniyle birlikte eğitim gördüğünü, sonra büyüğünün bölge mahkemesinin davalarına bakan bir avukat olduğunu, küçüğünün de koleradan öldüğünü söyledi. Amcası Binoy’un yargıç olmasını istemişti ama o yaşam tarzından hoşlanmayan Binoy, günlerini fazla kazanç getirmeyen işler yaparak geçirmeyi yeğlemişti.
Konuşmaları yaklaşık bir saat sürdü. Geçerli bir neden olmadan orada daha fazla kalmasının kabalık olacağını düşünen Binoy ayağa kalkarak: “Küçük dostum Satiş’i göremediğim için üzgünüm.” dedi. “Ona benim geldiğimi söyleyin.”
“Biraz daha beklerseniz onları görebilirsiniz.” diye karşılık verdi Pareş Babu. “Az sonra burada olurlar.”
Öylesine yapılan bu öneriyi kötüye kullanmak Binoy için utanç verici bir şeydi. Pareş Babu biraz üstelese kalabilirdi ama o olgun bir adamdı ve insanlara ısrarla, istemedikleri bir şey yaptırmayı sevmezdi, onun için yaşlı adamla vedalaşmak zorunda kaldı. Ayrılırlarken, Pareş Babu yalnızca: “Tekrar gelirseniz sizi görmekten mutluluk duyacağım.” demekle yetindi.
Binoy’un evde yapacak önemli bir işi yoktu. Gazeteler için yazı yazıyordu ve hepsi onun İngilizcesini çok beğeniyordu. Ama son günlerde kendini işine veremiyordu, masasının başına oturduğunda aklı başka yerlere gidiyordu. Amaçsızca ters yöne doğru yürümeye başladı.
Daha birkaç adım atmıştı ki, “Binoy Babu! Binoy Babu!” diye bağıran bir oğlan çocuğunun tiz sesini duydu ve o yöne baktığında kiralık bir arabadan kendisine el sallayan Satiş’i gördü. Hemen ardından bir sari ile beyaz bir bluzun koluna gözü ilişince arabadaki diğer yolcunun kim olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmedi.
Bengal görgü kurallarına göre bir erkeğin arabadan içeri bakması yakışık almazdı. Zaten buna gerek kalmadan Satiş aşağıya atladı ve Binoy’un elini tutarak: “İçeri gelin Binoy Babu.” dedi.
“Şimdi sizden geliyorum.” dedi Binoy.
“Ama ben evde değildim, tekrar gelmelisiniz.” diye üsteledi Satiş.
Binoy onun ısrarına karşı koyamadı, tutsağıyla içeri giren Satiş: “Baba!” diye seslendi, “Binoy Babu’yu geri getirdim!”
Gülümseyerek odasından çıkan yaşlı adam: “Çetin cevize rastladınız Binoy Babu.” dedi. “Bu kez kolay kolay kaçamayacaksınız. Satiş, içeri git ve ablanı çağır.”
Binoy odaya girdi, kalbi delice atıyordu. Bunu gözünden kaçırmayan Pareş Babu: “Bakıyorum soluk soluğa kalmışsınız.” dedi. “Bizim Satiş bir canavardır!”
Satiş ablasıyla birlikte odaya girince Binoy’un algıladığı ilk şey tatlı bir parfüm kokusu oldu. Sonra Pareş Babu’nun: “Radha, Binoy Babu geldi. Onunla tanışmıştın.” dediğini duydu.
Binoy, utangaçça başını kaldırdığında Suçarita’nın onu selamladığını ve karşısındaki sandalyeye oturduğunu gördü, bu kez onun selamına karşılık vermeyi unutmadı.
“Evet.” dedi Suçarita. “Binoy Babu yanımızdan geçiyordu, Satiş onu görür görmez arabadan aşağıya atladı ve onu tutsak aldı. Binoy Babu, belki bir işiniz vardır, umarım sizi işinizden alıkoymuyoruzdur.”
Suçarita’nın kendisiyle konuşmasını beklemeyen Binoy hazırlıksız yakalanmıştı, telaşla ona karşılık verdi: “Hayır, yapacak bir işim yok, beni hiçbir şeyden alıkoymuyorsunuz.”
Satiş ablasının eteğine yapışarak: “Didi.” dedi. “Lütfen bana anahtarı ver. Binoy Babu’ya müzik kutumu göstermek istiyorum.”
Suçarita gülerek: “Ne!” dedi. “Daha şimdiden başladın mı? Bay Geveze’nin arkadaşları asla huzur bulamazlar. Kendi dertlerini söylemeye fırsat bulamadan müzik kutusunu dinlemek zorunda kalırlar. Binoy Babu, sizi uyarıyorum, bu küçük yaramazın istekleri hiç bitmez. Ona dayanabileceğinizden kuşkuluyum.”
Binoy ne kadar çabalarsa çabalasın, kıza aynı doğallıkla karşılık veremeyeceğini biliyordu. Çekingenliğini ona göstermeyeceğine yemin etmişti ama bölük pörçük bir şeyler kekelemekten başka bir şey yapamadı: “Hayır, hayır… Önemli değil… Lütfen huzursuz olmayın… Bu çok hoşuma gider.”
Satiş, ablasından anahtarı aldı ve müzik kutusunu getirdi. Camdan yapılmış olan kutunun içinde ipek dalgaların üzerinde yüzen bir gemi maketi vardı. Kurulduğunda, gemi çalan müziğin ritmine uyarak sallanıyordu. Satiş’in bakışları gemiyle Binoy arasında gidip geliyordu, çocuk heyecanını gizlemekte güçlük çekiyordu.
Satiş’in sıcaklığı, Binoy’un çekingenliğini yenmesine yardımcı oldu ve Suçarita ile konuşurken onun yüzüne bakmaya başladı.
Bir süre sonra Pareş Babu’nun öz kızlarından biri olan Lila içeri girdi ve onları yukarıya çağırdı: “Annem hepinizin terasa gelmesini istiyor.”
9
Sütunlu bir girişi olan terastaki masanın üzerine beyaz bir örtü örtülmüştü ve çevresine sandalyeler dizilmişti. Korkuluğun dışındaki silmenin üzerinde, içine çiçek ekilmiş bir dizi saksı vardı. Aşağıya bakıldığında yol kenarındaki siriş ve krişnaçura ağaçlarının yağmurla yıkanmış yaprakları görülüyordu.
Güneş henüz batmamıştı ve soluk, eğik ışınları terasın bir köşesine vuruyordu.
Pareş Babu ile Binoy yukarı çıktığında terasta hiç kimse yoktu ama onların hemen ardından Satiş geldi, yanında siyah beyaz tüylü bir teriyer vardı. Adı Khude (Minik) idi, Satiş onun bütün numaralarını gösterdi. Bir patisiyle selam vermeyi ve başını yere koyarak bisküvi istemeyi biliyordu. Satiş bu numaraları ona öğrettiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Ama numaralar Khude’nin umurunda değildi, o yalnızca bisküvi peşindeydi.
Arada bir yakınlardaki bir odadan çocukça şeyler söyleyip kahkahalar atan kızların sesi geliyordu, kimi zaman bu seslere bir erkek sesi karışıyordu. Bu neşe dalgası, Binoy’un içinde kıskançlıkla birlikte tatlı bir duygu uyandırdı.
O güne kadar evinde hiç öyle şen şakrak kızların neşeli sesleri yükselmemişti. Kulağına müzik gibi gelen sesler çok yakındaydı ama onun için ulaşılmazdı. Dikkati dağılan zavallı Binoy yanında duran Satiş’in söylediklerini dinleyemiyordu.
Pareş Babu’nun karısı, yanında üç kızı ve uzak akrabaları olan bir delikanlıyla terasa geldi. Adı Baroda idi. Genç değildi ama büyük bir özenle giyinmişti. Gençlik yıllarında çok sade bir yaşamı vardı, sonra bir anda değişmiş ve yüksek sosyeteye ayak uydurmak için elinden geleni yapmaya başlamıştı. Yürürken ipek sarisini hışırdatıyor ve ayakkabılarının yüksek topuklarını takırdatıyordu. Baroda, Brahmolara özgü olan şeylerle olmayanları ayrı tutmaya her zaman özen gösterirdi. Radharani’nin adını Suçarita olarak değiştirmesinin nedeni buydu.
En büyük kızının adı Labonya idi. İri kıyım, neşeli, sosyal yaşamı seven ve dedikodu yapmadan duramayan bir kızdı. Tombul bir yüzü, iri gözleri ve esmer, parlak bir teni vardı. Giyimine önem vermezdi, bu yüzden annesi her an onu kontrol altında tutardı. Topuklu ayakkabıdan nefret ederdi ama giymek zorundaydı. Öğleden sonraları annesiyle birlikte dışarı çıktığında kadın ısrarla yanaklarını ruj ve pudrayla renklendirmesini isterdi. Şişman olduğu için, Baroda ona o kadar dar bluzlar giydirirdi ki, onları üzerinden çıkardığında yeni presten çıkmış bir balyaya benzerdi.
Onun bir küçüğünün adı Lolita idi. Ablasına hiç benzemiyordu. Daha uzun boylu ve inceydi, ten rengi koyuydu, başına buyruk davranmayı severdi. Fazla konuşkan değildi ama konuştuğunda çok kırıcı şeyler söyleyebilirdi. Annesi, için için ondan korkar ve onu sinirlendirmemeye çalışırdı.