bannerbanner
Foma
Foma

Полная версия

Foma

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 7

Bıkkın bakışlı öğretmen soluk yüzünü azapla buruşturarak, “Yavaaaaş yavaş…” diyordu hep.

Ama Yejov, çın çın öten aceleci bir sesle devam ediyordu:

“Şimdi ilk işportacının on yedi kapik kâr ettiğini biliyoruz ve…”

“Yeter, dur!.. Gordeyev! İkinci işportacının kârını bulmak için ne yapmak lazım?”

Biribirinden öylesine farklı bu iki çocuğun tutumuna dalmış olan Foma gafil avlandı; sustu ister istemez.

“Bilmiyor musun?.. Smolin, anlat ona!” Tebeşire bulanmış parmaklarını tahta beziyle özene bezene silmiş olan Smolin, Foma’ya bir tek kere olsun dönüp bakmadan bitirdi problemi ve yeniden ellerini temizlemeye koyuldu. Yejov’sa yürümekten çok, sıçramayı andıran bir yürüyüşle yerine dönmüştü gülümseyerek. Foma’nın yanına otururken omuzuna vurup fısıldadı:

“Nasıl olur da bulamazsın bunu! Toplam kâr ne kadar? Otuz kapik. Ve topu topu iki tane işportacı var önümüzde. Bunların biri on yedi kapik alırsa, ötekine ne kalır?”

“Biliyorum…” dedi Foma kısık bir sesle. Mat olmuş hissediyordu kendini. Yavaş yavaş dönüp yerine oturmuş olan Smolin’in yüzünü incelemeye koyuldu. Tombul yanaklar arasında kaybolmuş mavi gözleriyle, çil serpili bu yuvarlak yüz hoşuna gitmiyordu, hayır… Bu arada Yejov, zalimce bacağını çimdiklemiş ve sormuştu:

“Kimin oğlusun sen? Delifişeğin mi?”

“Evet…”

“Hımm. Sana hep sufle edeyim ister misin?”

“İsterim.”

“Ne vereceksin buna karşılık bana?” Bir an düşündü Foma ve sordu:

“Peki ama sen biliyor musun bakalım bütün dersleri?”

“Ben mi? Sınıfın birincisiyim ben…” Bu sırada öğretmen bağırdı:

“Ne oluyor orada? Yejov, kes şu gevezeliği!”

Bir sıçrayışta ayağa fırladı Yejov ve utanmaz bir edayla, “Ben konuşmadım ki İvan Andreyiç,” dedi, “Gordeyev’di konuşan!”

Smolin’in sakin sesi girdi araya:

“İkisi de konuşuyorlardı.”

Yalancıktan ve gülünç bir şekilde suratını asan öğretmen, kalın dudağını acayip bir sesle şaplatarak hepsini azarladı. Ama bu, Yejov’un yeniden fısıltıya başlamasına engel olmadı:

“Görürsün sen Smolin! Gammazlığını ödetirim elbet sana…”

Başını çevirmeden cevap verdi Smolin:

“Ya sen niye yükleniyorsun yeni gelmiş acemiye?”

“Öyle olsun bakalım, ama sen görürsün!..” dedi Yejov yine ıslık çalan bir sesle.

Foma hep susuyor, fıkırdak sıra arkadaşına göz ucuyla bakmakla yetiniyordu: Hem hoşuna gidiyordu bu çocuk hem de biraz uzaklaşmak arzusu uyandırıyordu onda… Teneffüse çıktıklarında, Smolin’inin de zengin olduğunu öğrendi Yejov’dan. Bir deri sanayicinin oğluydu Smolin. Yejov’sa bir hazine muhafızının oğluydu, yani fakirdi. Gri kutnudan biçme, dizleri ve dirsekleri yamalı elbisesinden, açlıkla çökkün soluk yüzünden hemen anlaşılıyordu zaten yoksul olduğu. Küçücük, sert hatlı, kemikli bir yüzdü bu… Sözlerini daima mimik ve jestlerle pekiştirerek, madenî bir alto sesiyle konuşuyordu Yejov; sık sık da, sadece ona özgü ve anlamı sadece onun tarafından bilinen kelimeler kullanıyordu.

“Artık arkadaş oluruz ikimiz…” demişti Foma’ya. Ve Gordeyev, şüpheci gözlerle ona yan yan bakarak sormuştu:

“Madem öyle niye gammazladın beni biraz önce öğretmene?”

“Tuhafsın doğrusu! Hem yenisin hem de zenginsin sen. Öğretmen zenginlere hırlamaz… Bana gelince, muzipliğimden ötürü sevmez beni; üstelik yoksulluğumdan ötürü de sevmez, kendisine hediye getirmiyorum diye… Buradan çıkınca liseye gideceğim, biliyor musun?.. İkinci sınıfı bitirip hemen gideceğim… Bir üniversiteli var beni hazırlayan… Orada o kadar çok şey öğreneceğim ki şaşırıp kalacaklar burada! Kaç tane atınız var sizin?”

“Üç… Peki ama niye bu kadar çok şey öğrenmen lazımmış?”

“Çünkü fakirim… Fakirlerin çok ama çok okuması gerekir, ancak okuyarak zengin olabilir fakirler. Doktor çıkarlar, memur çıkarlar, subay çıkarlar… Ben de subay olacağım görürsün, pırıl pırıl bir subay… Belimde kılıç, topuğumda çın çın öten mahmuzlar!.. Ya sen ne olacaksın peki?”

Foma düşünceli bir edayla arkadaşını süzerek, “Bilmem ki…” dedi.

“Herhangi bir şey olmaya ihtiyacın yok senin, zengin olman yeter de artar bile… Güvercin sever misin?”

“Severim…”

“Amma nazeninsin yahu! Oooooo… oh!” Foma’nın kesik kesik ve ağır ağır konuşmasını taklide koyulmuştu şimdi Yejov. Sordu:

“Söyle bakalım kaç güvercinin var?”

“Hiç yok…”

“Amma da yaptın! Hem zenginim diyor hem de güvercin beslemiyor… Oysa benim bile üç güvercinim var: Biri hareli, biri tahtalı, biri de akman güvercin… Benim babam zengin olmuş olsa, tam yüz tane güvercin alır, her gün sabahtan akşama kadar uçururdum onları… Smolin de güvercin besliyor, hem de öyle güzel güvercinler ki! Tam on dört tane güvercini var onun, hareliyi bana o verdi zaten. Vermesine verdi ama, yine de tamahkârdır… Bütün zenginler öyledir zaten! Peki ya sen, sen de tamahkâr mısın?”

Kararsız bir sesle cevap verdi Foma:

“Bilmem, bilmem ki…”

“Smolinlere gel, üçümüz bir arada güvercin uçururuz, olur mu?”

“Olur ama izin verirlerse gelirim ancak…”

“Yoksa baban sevmiyor mu seni?”

“Niye? Çok sever.”

“Öyleyse izin verir gelmene… Ama sakın yanılıp benim de orada olacağımı söyleme, bakarsın sırf bunun için göndermez seni… ‘İzin verirsen, Smolinlere gideceğim, dersin, olur biter anladın mı?.. Hey Smolin!”

İri yarı çocuk ağır ağır yaklaşmıştı onlara.

Yejov kınayan bir baş işaretiyle, “Gel bakalım gammaz kızıl!..” dedi. “İnsan seninle arkadaş olacağına köpeklerle arkadaş olsun daha iyi!”

Smolin, hareketsiz gözleriyle Foma’yı sakin sakin inceleyerek sordu Yejov’a:

“Ne mırın kırın edip duruyorsun yine sen?” Yerinde zıp zıp zıplayarak karşılık verdi Yejov:

“Mırın kırın ettiğim falan yok, gerçeği söylüyorum… Koca porsuğun birisin ama neyse, dinle şimdi! Pazar günü ayinden sonra sana geleceğiz bununla.”

“Gelin tabii” dedi Smolin başını sallayarak.

“Tamam geleceğiz… Zil neredeyse çalar, vakit varken ben kanarya satmaya gidiyorum…”

Pantolonunun cebinden, içinde canlı bir şeyin çırpındığı bir küçük kâğıt paket çıkarmış ve parmakların arasından kayıp giden cıva gibi fırlamıştı okulun avlusundan…

Yejov’un canlılığı karşısında şaşkınlığa kapılan Foma, bakışlarıyla Smolin’i sorguya çekerek, “Ne tuhaf çocuk!..” diye mırıldandı.

“Anasının gözüdür…” dedi kızıl. “Hinoğluhindir tam…”

Foma ekledi:

“Ama eğlendirici de…”

“Eğlendiricidir evet…” dedi Smolin.

Sonra bir süre susup karşılıklı birbirlerini süzdüler. Nihayet kızıl saçlı sordu:

“Bize geleceksin değil mi onunla?”

“Geleceğim…”

“Gel tabii… İyi eğleniriz bizde…”

Foma cevap vermedi. Bunun üzerine yeniden sordu Smolin:

“Arkadaşın var mı çok?”

“Hiç yok.”

“Okula gelmeden önce benim de hiç yoktu… İki yeğenim vardı sadece… Ama şimdi bak, bir anda iki arkadaş birden kazandın, görüyor musun…”

“Evet!..” dedi Foma.

“İnsanın arkadaşı çok olursa, daha iyi eğlenir. Dersleri öğrenmesi de daha kolaydır sonra. Sufle verirler…”

“Sen iyi bir öğrenci misin?” Smolin sakin bir sesle cevap verdi:

“Ben her zaman ve her yerde iyiyimdir.” Zil, bir şeylerden ürkmüş de kaçıyormuş gibi hızla çalmaya koyuldu bu sırada…

Sınıfa girip oturduğunda daha bir rahatlamıştı Foma. İki arkadaşını öteki çocuklarla karşılaştırmaya girişti. Ve uzun süre düşünmek zahmetine katlanmadan anladı ki, her ikisi de sınıfın en iyileriydi. Hemen belli oluyordu bu; kara tahtada henüz silinmemiş duran 5 ve 7 rakamları kadar açıktı. Ve arkadaşlarının bütün öteki öğrencilerden daha çalışkan olduğunu görmek, müthiş bir zevk veriyordu Foma’ya.

Okuldan çıkınca üçü birlikte yürüdüler, ama Yejov çok geçmeden ayrılıp dar bir sokağa daldı. Foma’yı evine kadar götürdü Smolin ve ayrılırken, “Gördün mü,” dedi, “yolu birlikte gidip geleceğiz hep!”

Krallar gibi karşılandı evde Foma. Babası, üzerinde karmaşık bir rakam kazılı som gümüşten bir kaşık armağan etti ona; halası da kendi elceğiziyle ördüğü bir boyun atkısı… Yemeğe beklemişlerdi onu, en sevdiği yemekleri hazırlamışlardı. Soyunur soyunmaz sofraya oturduğunda, soru yağmuruna tuttular.

Önce İnyat girişti:

“Söyle bakalım, hoşuna gitti mi okul?” Oğlunun heyecandan kızarmış yüzüne sevgiyle bakıyordu.

“Sevdim…” dedi Foma. “Müthiş!”

Hemen duygulanmış ve içini çekmişti halası:

“Bir taneciğim!..” dedi. “Aman dikkat et de ezilme arkadaşlarına… İçlerinden birisi sana kötülük edecek olursa, hemen git öğretmene bildir… Hemen…”

“Hele şunun söylediğine bak!..” diye atıldı İnyat. “Sakın öyle bir şey yapayım deme haa! Kendi işini kendin gör. Kendi elinle cezalandır sana sataşanları!.. Arkadaşların nasıl peki, yaman şeyler mi?”

Yejov’u düşünerek gülümsemişti Foma. “Evet…” dedi. “Hele bir tanesi var, öyle gözü pek ki!.. Tam bir açıkgöz…”

“Kimin oğlu bakayım?”

“Bir muhafızın…”

“Açıkgöz, öyle mi?”

“Müthiş!”

“Tamam, onu bir yana bırak şimdi! Başka?”

“Başka… Bir de baştan başa kıpkızıl bir arkadaşım var, ismi Smolin…”

“Oldu! Mitri Ivaniç’in oğlu, anladım… Onu sıkı tut işte, arkadaşlığı ilerlet, zarar gelmez, faydası çoktur. Mitri aklı başında bir adamdır benim bildiğim, eğer oğlu da kendisine çekmişse tamam demektir! Ötekine, muhafızınkine gelince… Bak Foma, ne yapacaksın biliyor musun? Her ikisini de pazar günü buraya çağıracaksın. Ben size bir alay çerez alırım, mükellef bir ziyafet çekersin onlara… Nasıl kimselerdir, böylece görmüş oluruz…”

Foma, soran bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Bu pazar, Smolinlere davetliyim ben…” dedi.

“Hele şuna!.. Hadi öyle olsun bakalım… İnsanın insana alışması gerek, birbirini görüp tanıması… Tek başına yaşayamaz insan… Bak, örneğin ben, yirmi yıldan fazla zamandır vaftiz babanın dostuyum, çok yararlandım onun zekâsından. Sen de benim gibi yap! Senden daha zeki olanlarla dostluk kurmaya çalış… İyiye baka baka, sürtüne sürtüne sen de iyi olur çıkarsın, sana da bulaşır…”

Kendi söylediğine kendi gülerek ekledi sonra:

“Şaka ediyorum aldırma, ciddiye alma sakın. Kimseyi taklit edeyim deme haa, kendin bir kişilik ol!..” Az olsun varsın aklın, ama senin aklın olsun… Çok ders verdiler mi bakalım yarına?”

“Çok verdiler!..” diyerek içini çekti çocuk. Halasından, bunun yankısı hâlinde daha derin bir iç çekiş yükseldi…

“Verirler tabii! Hepsini öğreneceksin! Ötekilerden daha geride kalmak yok… İşin ucunda benim fikrimi sorarsan şudur: Okulda beş değil, yirmi beş sınıf da olsa sana sadece okumayı, yazmayı ve saymayı öğretebilirler. Yanı sıra da bir alay pislik öğretirler, Allah korusun! Bana bak, seni öldürünceye kadar kırbaçlarım… Eğer bir sigara içtiğini görüp işiteyim Foma, o dudaklarını parçalar yem diye köpeklerin önüne atarım bilmiş ol!”

“Tanrı’yı hiç hatırdan çıkarma Foma…” dedi halası. “Tanrı’mızı unutacak olursan, vay hâline!”

“Doğru! Tanrı’ya da büyüklerine olduğu gibi bağlanacak ve saygı göstereceksin! Bu arada sırası düşmüşken sana bir şey daha söyleyeyim: Ders kitapları insan için pek az şey ifade eder… Bir marangozun keseriyle rendesine ne kadar ihtiyacı varsa, senin de ders kitaplarına o kadar ihtiyacın vardır. Yani kitaplar da alettir ama nasıl kullanacağını söylemez onlar insana. Anlıyorsun, değil mi? Al sana bir örnek: Tut ki bir marangozuneline bir keser koydun ve yont bakalım şu kalası dedin… El ve keserle bitmez ki her şey, yontmasını dabilmek gerekir; bilmedin mi tahta diye parmaklarını yontarsın… Sonuç: Tek başına kitaplar büyük bir şey ifade etmez, onlardan faydalanmasını da bilmek gerekir… Ve işte bu bilgi, bütün kitaplardan üstündür, bu bilgi hakkında da kitaplarda tek satır bulamazsın yazılı… O bilgiyi hayatın kendisinden öğreneceksin Foma. Ölü bir şeydir bir kitap, istersen alır yırtarsın, paramparça edersin, gık demez, çünkü canlı değildir oğlum… Oysa hayat, sen yanlış bir adım atmaya gör, doldurman gereken yeri doldurmaya gör hele, binlerce ağızdan fışkıran haykırışlarla yüklenir üstüne, bununla da yetinmez indirir şamarını, seni amansızca yere devirir.”

Foma,masaya yaslanmış bir hâlde, babasını dikkatle dinliyor ve bu sert sesin büründüğü ifadeye göre, kimi zaman bir kalası yontmaya çabalayan bir marangoz hayal ediyor, kimi zaman da bizzat kendisini, bilmediği bir engebeli zeminde elleri ihtiyatla ileri doğru uzanmış, muazzam bir canlı cisme yaklaşır ve bu korkunç cismi kıskıvrak yakalamak için çırpınırken canlandırıyordu gözlerinde…

“İnsanın, yaratacağı şeyleri hesaba katarak kendini esirgemesi ve bu yaratışın yolunu yöntemini gayet iyi bilmesi gerekir, anlıyor musun?.. Gemilerdeki kılavuza benzer insanoğlu evladım… Gençken, açık denizde gibisindir, burnunun dikine git gidebildiğin kadar! Çünkü dört bir yanın, serapa yoldur… Ama dümeni nerede kıracağını da gayet iyi bilmek gerekir… Su birden alçalır bakarsın. Vay hâline kayalıklara çatanın, sığ yere düşüp kıyıya bindirenin!.. Limana sağ salim ulaşabilmek için işte bütün bunları hesaba katıp sakınmak gerekir…”

Mağrur ve güven dolu bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Limana ulaşacağım!..” dedi.

“Söz mü? Yiğitçe konuşmak diye buna derler işte!..”

Gülmüştü İnyat. Halası da gülmüştü hafifçe.

Birlikte çıktıkları Volga gezisinden beri babasının yanında daha cesur ve daha konuşkan olmuştu Foma; halasıyla ve Maya-kin’le de öyleydi. Ama sokakta ya da ilk defa girdiği bir yerde, hele yabancılar varsa, derhâl suratını asıyor ve çevresinde üzerine saldırmaya hazır bir düşmanlık hissetmiş gibi, şüpheci ve meydan okuyan bakışlar atmaya başlıyordu her yana.

Bazen geceleri birdenbire uyanıyor, uzun süre sessizliğe kulak kabartıyor ve sonuna kadar açık gözlerini karanlığa dikiyordu. Babasının anlattıkları, hayaller ve sahneler hâlinde canlanmaya başlıyordu önünde. Farkına varmadan, halasının masallarına katıştırıyordu bunları ve böylece, masal dünyasına özgü parlak çizgilerin gerçeğin katı renkleriyle iç içe geçtiği bir maceralar kaosu kuruyordu. Muazzam ve mantık dışı bir şey çıkıyordu bu kaostan; gözlerini yumuyordu çocuk, o iğrenç şekli kovalamaya ve hayalinin dehşet verici işleyişini durdurmaya çabalıyordu. Ama başaramıyor, uyuyamıyordu bir türlü; ve oda, gittikçe biraz daha hızla artan canavarlarla doluyordu. Alçak sesle, halasını uyandırıyordu çaresiz:

“Halacığım… Halacığım…”

“Ne var yavrum? Hazreti İsa korusun seni…”

Foma fısıldayarak soruyordu:

“Yanına gelebilir miyim hala?”

“Neden? Hadi uyu evladım, uyu benim küçücük aslanım…”

O zaman gerçeği söylüyordu Foma:

“Korkuyorum ama ben!”

“Hemen, ‘Tanrı dirildi’ duasını oku yavrum, korkudan eser kalmaz içinde…”

Yatağında yeniden uzanıp gözlerini yumarak, söylenen duayı okuyor Foma. Gecenin sessizliği, karanlık ve sınırsız bir su hâlinde şekilleniyor şimdi; hiç kımıldamayan, alabildiğine hareketsiz ama yine de her yere akan… akan… ve hiç kırışmadan, en ufak bir hareketin gölgesi düşmeden üzerine, dört bir yana yayılıp genişleyen ve dipsiz derinliğinden başka hiçbir şeyi belli olmayan bir su kitlesi… Bu ölü suya, karanlığın içinde tek başına gizlenip böyle yukarıdan bakmak pek korkunç oluyor… Ama Allah’tan gece bekçisinin çıngırağının sesi çınlıyor tam o sırada ve suyun yüzünde ufak bir ürperiş görüyor çocuk; yusyuvarlak ve ışıklı küçücük küreler suyu kırıştırarak sıçrıyor şimdi. Kilisenin kulesinden yükselen çan sesi ise bütün suyu, tek bir kudretli hareket içinde çalkanmaya zorluyor ve darbenin etkisi altında uzun bir süre sarsılıyor su, geniş dalgalar hâlinde sarsılıyor. Ve muazzam bir ışık lekesi aydınlatıyor şimdi suyun yüzünü; tam merkezde başlayıp belirsiz ve siyah bir uzaklığa doğru dağılıyor bu ışık, gittikçe solarak eriyor. Ve bu karanlıklar çölündeki boğucu, öldürücü sessizlik başlıyor yeniden.

“Halacığım…” diyor Foma, yalvaran bir sesle.

“Ne var yine?”

“Senin yanma geleceğim ben…”

“Gel peki yavrum, gel benim nazlı küçüğüm.”

Hemen öteki yatağa tırmanıyor Foma, sımsıkı sarılıyor halasına:

“Bana bir masal anlat…” diyor. Gözlerinden uyku akan hala, itirazı basıyor hemen:

“Şimdi, gecenin bu vaktinde haa?”

“Ne olur…”

Çok yalvartmaz insanı hala. Gözlerini yumar ve uykudan ağırlaşan sesiyle, zaman zaman esneyerek başlar:

“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kocaman bir imparatorluğun koca devleti içinde, benim güzel yavrum, bir adamla bir kadın varmış; korkunç bir sefalet içinde yaşarmış bunlar. Öylesine yoksul, öylesine yoksulmuşlar ki, yiyecek bir lokma ekmekleri bile yokmuş zavallıların. Kapı kapı dolaşır, önlerine atılan bayat ekmek kabuklarıyla günlerini gün etmeye çalışırlarımış. Derken, efendim, bir çocukları olmuş bu zavallıların… Şimdi bu çocuğu vaftiz ettirmek gerek ama yoksul olduklarından dostlarına, ahbaplarına ziyafet çekecek beş paraları yok; yani hiç kimse gelmiyor evlerine vaftiz töreni için! Çırpınıyor, parçalanıyorlar ama boşuna, kimsecikler çalmıyor kapılarını! O zaman çaresiz, Tanrı’ya dua etmeye koyuluyorlar ikisi birden: ‘Ulu Tanrı!..’ diyorlar… ‘Hâlimizi sen anla ulu Tanrı…’”

Foma ezbere biliyor bu korkunç masalı; Tanrı’nın vaftiz oğlunun masalı bu… Kim bilir kaç kere dinledi. Ve halası daha bitirmeden canlandırıyor hayalinde vaftiz çocuğunu: Beyaz bir ata atlamış, sürüyor atı çocuk, bir vaftiz babasıyla vaftiz annesi arıyor kendine; çölde karanlıklar içinde sürüyor atını ve orada, günahkârların maruz kaldığı dayanılmaz işkencelere tanıklık ediyor… İniltisini işitiyor günahkârların, mırıldanarak dua edişlerini işitiyor:

“Oh insanoğlu! Var git Tanrı’ya sor, bize daha uzun süre işkence edecek mi?”

Ve çocuğa öyle geliyor ki şimdi, beyaz atın sırtında gecenin ortasında yol alan kendisidir ve kendisine yönelmiştir bütün bu şikâyet ve yalvarışlar. Bir eziklik duyuyor küçücük yüreğinde, gözlerinden yaşlar fışkırıyor; sımsıkı yumuyor gözlerini, açmaya korkuyor; adlandıramadığı bir tasayla, yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor…

“Uyu yavrum, Hazreti İsa korusun seni!..” diyor ihtiyar kadın, insanların ızdırabını anlatan masalı yarıda keserek.

Böyle gecelerin sabahında Foma hemen fırlardı yataktan, alelacele yıkanır, hızla kahvaltı eder ve çantası çöreklerle, hamur işi tatlılarla dolu olarak okula koşardı. Okulda Yejov, açlıktan kararmış gözlerle beklerdi onu. Zengin arkadaşının cömertliğiyle besleniyordu Yejov. Sivri burnuyla havayı koklayarak, “Yiyecek getirdin mi?..” diye karşılardı Foma’yı hep. “Hemen ver bana çünkü evden hiçbir şey almadan çıktım… Aceleden yani… Saati geçirmişim yine, sabahın ikisine kadar çalıştım dün gece…”

Yaptın mı problemlerini?

“Hayır.”

“Ne uyuşuk çocuksun yahu! Ama korkma boş ver, şimdi yaparım ben sana hepsini!”

Küçük sivri dişlerini çöreğe daldırırken, kedi gibi mırlayıp sol ayağıyla tempo tutarak, Foma’ya kısa cümleler atar ve çözerdi problemi:

“Tamam mı? Bir saatte sekiz kova su akmış… Altı saatte kaç kova su akar? Çok güzel şeyler yapıyorlar sizin evde, pes!.. Altı, demek ki altıyı sekizle çarpacağız.... Soğanlı çörek sever misin? Ben bayılırım!.. Tamam, şimdi ilk musluktan, altı saatte kırk sekiz kova akmış; oysa tam doksan kova su koymuşlardı fıçıya… Çıkarıyorsun değil mi meseleyi?”

Yejov, Smolin’den daha çok hoşuna gidiyordu Foma’nın; buna karşılık, Smolin’le daha iyi arkadaştı. Yejov’un yeteneklerine ve canlılığına şaşkınlık duyuyor, onun kendisinden daha zeki olduğunu görüyor ve ağırına gidiyordu bu durum, kıskançlığa kapıldığı bile oluyordu. Aynı zamanda da ufak tefek arkadaşına karşı, tok insanların açlara duyduğu bir merhamet duyuyordu. Yejov’a beslediği hayranlığı o sıkıcı kızıl Smolin’in yanında açıkça belirtmesini engelleyen, belki de bu merhametti aslında. Besili arkadaşlarıyla daima alay ederdi Yejov, isim takmıştı onlara:

“Börek çuvalları siz de!..” derdi sık sık.

Foma müthiş içerlerdi buna; nitekim bir gün, Yejov fazla ileri gidince tiksinti dolu bir gaddarlıkla haykırdı:

“Pis dilenci, ne olacak!..”

Kıpkırmızı kesilmişti Yejov’un soluk yüzü, kelimeleri ağır ağır telaffuz ederek cevap verdi:

“Öyle olsun bakalım!.. Bundan böyle bir tek sufle alamazsın benden ve kereste gibi kalırsın ortada!”

Üç gün hiç konuşmadılar. Buna en çok öğretmen üzüldü: Saygıdeğer İnyat Gordeyev’in oğluna, üç gün boyunca hep sıfır atmak zorunda kalmıştı…

Şehirde olup biten her şeyden haberliydi Yejov: Hizmetçisi durup dururken bir çocuk doğurunca, savcının karısının kaynar bir tas kahveyi kocasının üzerine nasıl fırlattığını bildiği gibi, sazan balığı avlamak için en iyi yer ve en uygun saatleri de bilirdi; tuzak kurmasını becerir, kuş kafesi yapar ve bunları yaparken falanca askerin kışlanın ambarında kendini niçin ve nasıl asmış olduğunu bütün ayrıntılarıyla hikâye ederdi. Hele öğretmenin o gün hangi öğrenci velisinden hediye aldığını ve bu hediyenin ne menem bir şey olduğunu ilan etmeye gelince üstüne yoktu…

Smolin’in ilgi ve bilgi alanıysa, tüccar hayatının sınırları içinde kalıyordu: Evleri, gemileri, atları hesaba katıp değerlendirerek, kimin daha zengin olduğunu kesinlikle ortaya çıkarmaya bayılırdı kızıl oğlan. Derin bilgi sahibiydi bu konuda ve büyük bir şevkle konuşurdu.

Tıpkı Foma gibi, o da Yejov’a karşı merhametli bir tavır takınırdı; ama dostluk yanı fazla, kibir yanı az bir merhametti bu. Gordeyev’le Yejov’un her ağız dalaşmasında derhâl araya girer, barıştırırdı onları. Bir keresinde de okuldan eve dönerken sordu Foma’ya:

“Yejov’a niye o kadar sert çıkıyorsun kuzum?”

Foma öfkeyle cevap verdi:

“Peki o niye kendini bir şey sanıyor?”

“Kendini bir şey sanıyorsa, bunun asıl sebebi senin çalışmaman ve onun sana daima yardım etmesi. Aslında müthiş zeki bir çocuk… Yoksulluğa gelince, kendi kusuru değil ki bu… Üstelik, her istediğini öğreniyor ve görürsün o da zengin olacaktır…”

“Sivrisinek…” dedi Foma tiksinti dolu bir sesle. “Tam bir sivrisinek, anlıyor musun? Vızıldar, vızıldar ve bakarsın birden ısırmış!”

Ama hepsini birleştiren bir şey vardı hayatında çocukların; zaman oluyor, karakter ve durum ayrılıklarının bilincini tamamıyla kaybediyorlardı. Her pazar Smolinlerde toplanıyor ve evin, geniş bir güvercinlik bulunan kanadının damına tırmanarak güvercin uçuruyorlardı.

Besili güzel kuşlar, kar beyazı kanatlarını çırparak birbiri ardından havalanır ve çatıya konarlardı sıra hâlinde. Güneş ışığının parlaklığında hemen dem çekmeye koyulur, çocukların önünde türlü pozlar alırlardı.

Sabırsızlıkla sesi titreyerek haykırırdı Yejov: “Korkut biraz onları, ürküt hadi!” Nihayet Smolin, büyük bir el hareketiyle havayı döver ve ıslık çalardı.

Ürken güvercinler, koyuverirlerdi kendilerini boşluğa; çırpışan kanatların gürültüsüyle dolardı ortalık. Ve sonra müthiş bir açılışla geniş daireler çizerek yükselirlerdi gökyüzünün mavi derinliğinde; gümüş ve kar rengi tüyleri, gittikçe daha yücede pırıldardı. İşte aralarından biri, şahinlere yaraşır bir sükûnetle kanatlarını ardına kadar açıp hareketsiz bırakarak, gök kubbeye ulaşmak istercesine atılıyor. Ötekiler fır dönüyor boşlukta, karlı kesekler gibi düşüyor ve yeniden ok gibi yukarı fırlıyorlar. Tüm güvercinler bir an bomboş gökte hiç kımıldamadan durur gibi geliyor çocuklara, sonra bu yığın gittikçe dağılıp eriyor. Başlarını arkaya atmış, yorgun gözlerini bir an bile kuşlardan ayırmaksızın, sessiz bir hayranlıkla izliyorlar uçuşlarını. Dingin bir sevinç parlıyor bakışlarında; güneşin hüküm sürdüğü arı yücelere doğru rahatça uçan bu kanatlı yaratıklara karşı gıpta duygusuyla karışık bir sevinç… Mavi gökyüzüne kakılmış beyaz bir leke gibi duran kuşlar, gittikçe ufalarak uçarken çocukların hayal gücünü de sürüklüyor ardından. Ve Yejov, boğuk ve dalgın bir sesle, ortak duygularını dile getiriyor:

“İşte böyle havalanıp uçmalıymış be çocuklar!”

Kuşların gökyüzünün diplerinden dönmesini sessizce ve dikkatle beklerken, aynı şevkle birleşip birbirlerine iyice sokuluyor çocuklar; tıpkı güvercinler gibi, dünyadan uzaklara, gerçeğin soluğunun erişmediği yerlere kopup gitmişti onlar da. Ve şu anda sadece birer çocukturlar artık, ne kıskançlık duyarlar ne öfke; her şeye yabancı, yalnız birbirlerine yakındırlar; tek kelime söylemelerine hacet kalmadan, karşılıklı gözlerinin ışıltısından sezerler duygularını. Ve gökteki kuşlar gibi mutludurlar…

Uçmaktan yorgun, sanki düşercesine çatıya konan güvercinleri, güvercinliğe almışlardı. Bütün oyunların ve bütün maceraların ilhamcısı olan Yejov, “Hey çocuklar!..” diye haykırıyor. “Elma avına gidelim hadi…”

Bu çağrı, güvercinlerin üflediği barışı bir anda alıp götürüyor çocukların ruhundan. Ve işte şimdi alabildiğine ihtiyatlı, tam bir yağmacı yürüyüşüyle, en ufak gürültüleri, en basit çıtırtıları bir plaçkacı gibi dikkatle dinleyip değerlendirerek arka taraftan komşunun bahçesine süzülmekteler. Yakalanma ihtimalinin verdiği dehşet, içlerinde, cezasız kalacak bir hırsızlığın umuduyla örtülü. Hırsızlık da bir emektir, tehlikeli bir emek ve her emeğin meyvesi tatlıdır! Çok çaba istediği nispette daha da tatlı… İhtiyatla aşıyorlar bahçenin çitini ve bütün çevreye keskin ve ürkek bakışlar atarak elma ağaçlarına doğru kayıyorlar. Her yaprak hışırtısında yürekleri ağızlarına geliyor, yakalanmaktan korktukları kadar tanınmaktan da ürküyorlar; buna karşılık bahçe sahibi onları şöyle uzaktan görür de bağırıp kaçırmakla yetinirse, müthiş memnun olacaklar. Dört bir yana dağılıp yitecekler hemen; sonra da bir araya geldiklerinde, gözleri şevk ve cüretle alev alev, kovalanırken duyduklarını ve ayaklarının altında yer tutuşmuşçasına nasıl koşup tüydüklerini anlatacaklar birbirlerine gülerek.

На страницу:
4 из 7