bannerbanner
Foma
Foma

Полная версия

Foma

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Her şeyde yavaşlığın damgası okunuyor: Her şey, tabiat ve insanlar, acemice ve tembelce yaşıyor; ama bu gevşekliğin ardında henüz kendi bilincine ermemiş, arzu ve amaçlarını henüz açıkça belirlememiş yenilmez bir kuvvet var sanki… Ve bu mahmur hayattaki bilinç yokluğu, kaçınılmaz bir keder gölgesi düşürüyor bütün o güzelim sınırsızlığa. Sabırlı bir boyun eğiş, daha canlı bir şeyi sessizce bir bekleyiş var evrende; guguk kuşlarının rüzgârla kıyıdan gelen ve ırmağın üzerinde bir süre asılı kalan çığlıklarında bile hissediliyor bu bekleyiş… Hüzünlü türküler, yardım yakarıyor gibi… Zaman zaman umutsuzluğun amansız ahengine bürünüyor türküler… Irmak bu umutsuzluğu derin iç çekişlerle cevaplandırıyor… Ve düşünceli düşünceli salınıyor uçları ağaçların… Uçsuz bucaksız bir sessizlik dalgalanıyor…

Foma, kumanda köprüsünün üzerinde, babasının yanında geçiriyordu bütün gününü. Sessizce, gözlerini iri iri açarak, kıyının tükenmek bilmez manzarasını seyrediyordu hep. Ve masallardaki büyücülerle yiğit kahramanların yaşadığı harikalar diyarındaki o geniş gümüş yolda ilerliyormuş gibi geliyordu ona.

Gördüğü şeyler hakkında sorular soruyordu zaman zaman babasına. İnyat severek ve kesinlikle cevap veriyordu oğluna ama cevapları Foma’nın katiyen hoşuna gitmiyordu: Onu temelden ilgilendiren ya da derhâl kavrayabileceği hiçbir şey yoktu bu cevaplarda; asıl işitmek istediği şeylerden hiçbirini bulamıyordu. Bir defasında, göğüs geçirerek babasına dönmüş ve “Anfisa halam senden çok daha iyisini biliyor!..” demişti.

İnyat gülümseyerek sormuştu:

“Söyle bakalım ne biliyor Anfisa?” Yürekten bir imanla cevap vermişti Foma:

“Her şeyi.”

Çünkü o harikalar diyarından eser yoktu önünde. Buna karşılık ırmağın kıyılarında sık sık şehirler beliriyordu, hepsi de Foma’nın yaşadığı şehre benzeyen şehirler. Kimisi daha büyük, kimisi biraz daha küçüktü ama hepsindeki insanlar, evler ve kiliseler, tıpatıp kendi şehirlerindeki gibiydi. Babasıyla birlikte çıkıp dolaşıyordu bunları bir bir, ama hiçbir vakit tam doymuyor, yorgun ve suratı asılmış olarak dönüyordu gemiye.

“Yarın Astrahan’a geliyoruz…” dedi nihayet bir gün İnyat.

“O şehir de bütün öteki şehirler gibi mi?”

“Gayet tabii!.. Nasıl olsun isterdin ki?”

“Peki sonra, daha ileride? Hiçbir şey yok mu daha ileride?”

“Deniz var… İsmi Hazar Denizi.”

“Denizin içinde ne var peki?”

“Balık var koca aptal, başka ne olur!”

“Kitece kenti suyun üzerinde dururdu ama…”

“Bak o mesele başka! Kitece kenti… Unutma ki sadece adiller yaşardı orada.”

“Denizin üstünde o adil şehirlerden yok mu hiç?”

“Hayır yok…” dedi İnyat.

Kısa bir sessizlikten sonra, açıklama ihtiyacıyla ekledi:

“Deniz suyu tuzludur çünkü, içmeye gelmez.”

“Peki ya denizin öbür kıyısında? Orada da yine toprak mı var hep?”

“Elbette! Deniz dediğin, kocaman bir tas gibidir. Etrafının hep kara olması şart…”

“Öbür kıyıda da yine hep şehirler mi var?”

“Hep şehirler var tabii… Yalnız orası bizim toprağımız değil artık, İranlıların toprağı… ‘Şeftali, kayısı, Şam fıstığı!..’ diye çağrışan Acem kadınlarını gördün değil mi çarşıda, hatırlıyorsun değil mi?

“Gördüm evet…” demişti Foma ve düşünceye dalmıştı.

Bir defasında da, “Yine bir alay toprak mı var hep?” diye sordu babasına.

“Toprak, çocuğum, alabildiğine çoktur, bitip tükenmeyecek kadar çok!

“Bütün bu toprakta her şey böyle birbirinin aynı mı?”

“Her şeyden kastın ne bakalım?”

Şehirler ve her şey işte…

“Gayet tabii.. Her şey birbirinin aynıdır daima.” Bu tür birkaç konuşmadan sonra çocuk, siyah gözlerinin soran bakışlarını daha seyrek olarak ve daha az dikkatle dikmeye başlamıştı uzaklara....

Gemideki tayfalar Foma’yı seviyordu; o da bayılıyordu güneş ve rüzgârdan yanmış, kendisiyle durmadan şakalaşan bu levent yapılı delikanlılara. Av aletleri hazırlıyorlardı ona, ağaç kabuklarından küçük kayıklar yontuyorlardı; onunla birlikte çocuk olup oynuyor ve gemi demir atıp da İnyat iş için şehre indiği zamanlar onu kıyıda gezdiriyorlardı. Çoğu zaman babası hakkında homurdandıklarını işitirdi Foma, ama buna kulak kabartmaz, kabartsa bile hiçbir vakit yetiştirmezdi babasına söylenenleri. Ama gemiye Astrahan’da odun yüklendiği gün, makinist Petroviç’in şöyle dediğini işitti Foma:

“Yine bir alay kereste yığdı gemiye, ne ahmaklık ya Rabbi! Güverte neredeyse su alıncaya değin yüklüyor, sonra basar küfrü ama. ‘Makineyi perişan ediyorsun,’ der. ‘Durup dururken yağ yakıyorsun!..’ İşin yoksa dinle artık…”

Ak saçlı sert bir adam olan kılavuz, “O deva bulmaz cimriliği tuttu yine…” diye atılmıştı. “Odun burada ucuz ya, sineğin yağını çıkartacak neredeyse mübarek!.. Cimriliğine payan yoktur, bilmez değilsin…”

“Cimri…”

Art arda tekrarlanan bu söz, Foma’nın belleğinde iyice yer etti ve akşam babasıyla yemek yerken sordu birden:

“Baba?”

“Ne var?”

“Sen cimri misin?”

Ve sorulunca, kılavuzla makinistin konuştuklarını olduğu gibi aktardı babasına; İnyat’ın çehresi kararmış, gözlerinde bir öfke parlar gibi olmuştu. “Yaaa, demek böyle!…” demişti başını sallayarak. “Seni ilgilendirmez bu, anladın mı… Onları dinlemeyeceksin! Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerin… Bunu iyice yerleştir kafana! Sen ve ben istemeye görelim bir, baştan sona hepsini fırlatır atarız kıyıya. Aslında metelik etmez hiçbiri; şöyle bir el çırpınca binlercesini bulursun, köpek gibidirler. Anlıyor musun ha? Benim hakkımda bir alay kötülük yumurtlarlar hep; sebebi, mutlak efendileri oluşumdur… Benim mutlu ve zengin oluşumdan geliyor bütün bunlar; bütün dünya kıskanır zengin adamı. Mutlu kişi, herkesin gözünde bir düşman gibidir…”

İki gün sonra yeni bir makinistle, bir yeni kılavuz biniyordu gemiye. Foma sordu:

“Yakob nerede baba?”

“Hesabını gördüm onun… Kovdum.”

“Neden?”

“Nedeni gün gibi belli…”

“Peki ya Petroviç?”

“Onu da defettim.”

Babasının bu kadar hızla tayfa değiştirebildiğini görmek pek hoşuna gitmişti Foma’nın. Babasına gülümsedi ve hemen güverteye koştu; yere oturmuş, saplı paçavra yapmak için bir halatın düğümlerini çözmeye uğraşan bir tayfaya yaklaşarak, “Yeni bir kılavuzumuz var artık, biliyor musun?” dedi.

“Biliyorum tabii… Günaydın Foma İnyatiç! İyice uyuyup güzelce dinlendin mi bakalım?”

“Makinist de yeni ama…”

“Makinist de evet… Arıyor musun Petroviç’i?”

“Hayır.”

Bir an durduktan sonra ekledi:

“Hakaret ediyordu babama.”

“Ooo! Babana hakaret mi ediyordu? Yok canım!”

“Ama ben kendi kulaklarımla işittim hakaret ettiğini…”

“Yaa… Öyleyse baban da işitmiştir şüphesiz?”

“Babam işitmedi hayır, ona ben söyledim…”

“Demek sen söyledin…” diye mırıldandı tayfa ağır ağır.

Ve susup işine döndü.

“Babam da bana dedi ki: ‘Burada efendi sensin, istersen hepsini kovabilirsin bunların.’”

Elle tutulur bir kendini beğenmişliğe kapılmış olan çocuğa, karanlık bir bakış attı tayfa:

“Doğrudur…” dedi.

O günden sonra Foma, tayfaların kendisine karşı olan tavrında bir değişiklik sezer gibiydi: Kimisi eskisine göre çok daha yumuşak ve çok daha iltifatlı davranıyordu ona; ötekilerse onunla sanki hiç konuşmak istemiyor, konuşmak zorunda kaldıkları zaman da eskisi gibi neşeyle ve şakalaşarak değil, kırgın ve neredeyse öfkeli bir edayla konuşuyorlardı. Güvertenin yıkanmasını seyretmeye bayılırdı örneğin Foma: Dizlerine kadar sıvanmış pantolonlarıyla tayfalar, ellerinde ip süpürgeler ve saplı paçavralarla oradan oraya hızla koşar, kocaman kovalarla güverteyi sular, birbirlerinin üzerine su atar, güler, haykırır, düşerdi; şelale hâlinde sular kaplardı her bir yeri ve insanların hayat dolu şamatası suların neşeli şırıltısı içinde erirdi. Ve eskiden Foma, bu kolay ve neşeli işte tayfaları rahatsız etmezdi hiç; rahatsızlık vermek bir yana, onlarla birlikte işe koşar, üzerlerine su atar ve kendisine su atmasınlar diye gülerek kaçardı. Ama Petroviçle Yakob’un kovulduğu günden beri, artık insanlara rahatsızlık verdiğini hissediyordu çocuk; kimse onunla oynamak istemiyordu şimdi ve hepsi de ona sevgisiz gözlerle bakıyordu. Şaşkın ve üzgün bir hâlde güverteyi terk edip dümen yekesinin yanına çıktı, sıkıntı içinde oturdu oraya ve mavi kıyı boyunca uzanan bir orman parçasını seyretmeye koyuldu. Aşağıda, güvertede, sevinçle şırıldıyordu su ve tayfalar gülüyor, bağırıyordu… Yanlarına gitmek için müthiş bir arzu duyuyordu içinde ama tuhaf bir şey ona engel oluyordu.

“Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerindir…”

Babasının bu sözleri geliyordu durmadan aklına.

Ve birdenbire tayfalara bir şeyler bağırmak, bir efendiye yaraşır cinsten tehdit dolu sözler savurmak, babasının yaptığı gibi küfretmek istedi. Uzun bir süre arandı. Nasıl bir söz fırlatabilirdi suratlarına? Hiçbir şey bulamadı… İki-üç gün daha geçti böyle ve Foma açıkça anladı ki, tayfalar artık onu sevmemekteydi. Sıkılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ve gittikçe daha sık bir şekilde, peri masalları, gülümseyişleri ve o kadife sesiyle Anfisa halanın okşayıcı hayali, yeni izlenimlerinin binbir renkli sisinden en umulmadık anda sıyrılıp gözlerinin önünde canlanır olmuştu. Bu hayalden yayılan ılık bir mutluluk ısıtıyordu çocuğun şimdi ruhunu. Peri masallarının dünyasında yaşıyordu daha o; ama gerçeğin amansız ve kıskanç eli, Foma’nın çevresindeki her şeye ardından baktığı, bir örümcek ağı kadar ince olan o güzel dantelayı şimdiden yırtmaya başlıyordu işte. Kılavuzla makinist olayı, çocuğun dikkatini etrafına çevirmesine yol açtı; daha bir keskinleşti gözleri, bakışlarında bilinçli bir merak belirdi: Babasına yönelttiği sorularda, insanların eylem ve fikirlerine kaynaklık eden nedenleri kavrama iradesi seziliyordu şimdi.

Günlerden bir gün, şöyle bir sahne geçti gözlerinin önünden: Odun taşıyordu tayfalar ve içlerinden biri, hem de kıvırcık saçlı o genç ve şen şatır Yefim, sırtında yüküyle güverteyi geçerken, öfkeli yüksek bir sesle söylenmeye başladı:

“Hadi canım, bu işi yapmak için insanın hepten şuursuz olması lazım! Odun taşımak için gelmedim ben buraya. Tayfayım ben! Ve tayfanın ne demek olduğu da açık! Üstelik bir de odun taşımaya ben yokum! Satılığa çıkarmadığım hâlde zorla alıp derimi mi yüzecekler yani… Ayıp denen bir şey var! İnsanları limon sıkar gibi sıkıp emmeyi gayet iyi biliyor, evet!”

Babasının söz konusu olduğundan adı gibi emindi Foma. Ve Yefim’in, bütün bu atıp tutmalarına rağmen, ötekilerden daha fazla odun yüklendiğini ve daha hızlı gittiğini de görüyordu. Tayfalardan hiçbiri katılmıyordu Yefim’in söylenmesine, hatta onunla çalışan tayfa bile susuyordu. Ama aynı tayfa, Yefim sırtına birazcık fazla odun yüklediğinde basıyordu itirazı.

“Yeter yahu!” diyordu suratını ekşiterek. “Beygir değil bu yüklediğin, bir adam!”

“Kapat çeneni!..” diye çıkışıyordu Yefim adama. “Beygirden beter olduğunu öğren artık, itiraz etmeden taşı işte… Kanını bile emseler susacaksın, anladın mı! Elinden başka ne gelir?”

Tam bu sırada İnyat peyda oluverdi önlerinde, Yefim’e yaklaşarak sert bir sesle sordu:

“Ne konuşuyorsun sen öyle bakayım?”

Kekeleyerek cevap verdi Yefim:

“Konuşuyorum işte, canım ne isterse konuşuyorum.. Mukavelemizde, ‘susacaksın’ diye bir madde yok ki…”

Sakalını sıvazlayarak yeniden sordu İnyat:

“Kanınızı emecek olan kimmiş peki?”

İşinin burada bittiğini ve kovulmaktan kurtulamayacağını anlayan tayfa, elindeki odun parçasını yere fırlatarak, avuçlarını pantolonunda temizledi ve bakışlarını İnyat’ın gözlerine dikerek cesur bir sesle, “Ne olmuş yani?” dedi. “Yalan mı söylüyorum yoksa? Yoksa kanımızı emmiyor musun?”

“Ben mi?”

“Sen evet, sen.”

Babasının kolunu kaldırdığını gördü Foma, o kadar. Sonra, ezilen bir şeyin gürültüsü duyuldu ve odunların üzerine yuvarlandı tayfa. Ama doğruldu hemen, tek kelime söylemeksizin işe koyuldu. Ezilmiş yüzünün kanı damlıyordu kayın kütüklerinin ak kabuğuna; gömleğinin yeniyle siliyordu kanını ve içini çekerek susuyordu. Sırtında yüküyle çocuğun önünden geçtiği zaman, iki iri yaş damlası vardı burun kökünde ve bunları gördü Foma…

Akşam yemeğinde düşünceliydi, ürkek gözlerle süzüyordu babasını. İnyat tatlı bir sesle sordu:

“Niye böyle suratın asık senin?”

“Hiiiç…”

“Hasta olmayasın sakın?”

“Hasta değilim, hayır…”

“Bir şey varsa söyle hadi, susma…”

Yine düşünceli bir edayla, birden konuştu çocuk:

“Nasıl da kuvvetlisin!..”

“Ben mi?.. Kuvvetliyimdir doğru… Tanrı o alanda da cömertlik etti bana.”

Başını önüne eğmişti Foma; alçak sesle ama haykırır gibi konuştu:

“Demin öyle bir vurdun ki ona!..”

Üzerine havyar sürülmüş bir dilimi ağzına atmak üzereydi İnyat ama oğlunun güç zapt edilmiş çığlığıyla yarı yolda durup kaldı eli; gözlerini, Foma’nın hâlâ eğik başına çevirerek sordu:

“Yefimka’yı kastediyorsun herhâlde?”

“Evet…”

Sesini büsbütün kısarak ekledi:

“Kanatıncaya kadar vurdun!.. Yürürken ağlıyordu…”

“Şuna bak hele…” dedi İnyat. “Şuna bakın bir!” Sustu bir süre, bardağına votka doldurdu, dikti ve ciddi bir sesle, “Ona acımanın yeri yok…” dedi. “Hiç için küfrediyordu, dersini aldı işte… Tanırı’m onu ben… Yiğit çocuktur, cesur ve güçlüdür, sonra akıllıdır da. Ama olup biteni yargılamak, şu bu hakkında hüküm vermek ona düşmez, benim işimdir o çünkü ben patronum. Ve patron olmak kolay değildir! Bir dişi kırıldı diye ölmez, merak etme; olsa olsa biraz daha akıllanır, dilini tutmayı öğrenir, anlıyor musun?.. Böyledir bu… Yaa Foma! Sen daha çocuksun, pek bir şey anlayamazsın olup bitenden. Hayatı öğretmek lazım sana, hayatı! Çünkü bu dünyada geçirecek fazla günüm kalmadı sanıyorum artık…”

Sustu İnyat. Bir bardak daha votka dikip, inandırıcı bir edayla devam etti:

“İnsanlara acımak gerekir, evet… Haklısın acımakta! Yalnız, ne yaptığını iyi bilerek acıman gerekir insanlara; önce karşındakine bakacaksın, kimdir… Ne çıkarabilirsin ondan, ne işe yarar, göreceksin! Baktın ki gücü kuvveti yerinde, eli ayağı tutuyor ve çalışabilir; ona acıyacaksın, yardımına koşacaksın hemen! Ama zayıf olana, işe gelmeyene tükür geç, anladın mı! Şunu iyice koy aklına: Her şeyden şikâyet eden, durmadan inleyip yakınan adam kalp akçeyle bile metelik etmez, merhamete layık değildir o adam, yardımına koşsan bile hiçbir faydan dokunmaz ona… Böyleleri, kendilerine acıdığın vakit büsbütün ekşir, kararır ve eskisinden bir kat daha fazla budalalık yapar… Vaftiz babanın evindeyken bol bol görmüşsündür bunları: Bütün o hacılar, o asalaklar, o bedbahtlar… Her cins ve her şekilden o pis böcek takımı… Unut onları anladın mı, unut! İnsan değil onlar, tortu… Kazıntı. Hiçbir işe yaramazlar çünkü bit gibi, pire gibi, tahtakurusu gibi şeylerdir… Tanrı için de yaşamaz onlar, yoktur tanrıları. Yalancıktan anarlar adını Tanrı’nın, göstermelik olarak; yufka yürekli ahmakları hâllerine acındırmak ve onların merhametinden çekecekleri şeylerle işkembelerini doldurmak için! İşkembeleri için yaşarlar çünkü. Ve yiyip içmenin, uyuyup inlemenin dışında hiçbir şey gelmez ellerinden… Onlarla ülfet etmek, ruh perişanlığına düşmek demektir; ayağını tökezletmeye yararlar ancak adamın. Onların arasına düşmüş namuslu bir adam, çürük elmaların arasında kalmış taze bir elmaya benzer; yani çürümeye mahkûmdur o da.. Ama daha küçüksün yavrum, tam anlayıp değerlendiremezsin dediklerimi… Felakete uğradığı vakit dimdik ayakta kalan kişiye yardım et, anlıyor musun! O senden belki yardım bile istemez; sezinleyip, yalvarılmadan yardımına koşmak sana düşer… Ama felaketin altında ezilmeyen adam, üstelik bir de mağrurdur ve senin yardımın bakarsın gücüne gider; böylesine gizlice yardım edeceksin… Sağduyuya uyarsan, işte böyle davranman gerekir oğlum!.. Bak sana bir örnek daha vereyim: Yolda, çamura düşmüş iki tahtaya rastladın diyelim ve diyelim ki tahtaların biri çürük, kurt yemiş, öbürüyse sapasağlam. Ne yaparsın bu durumda? Çürük bir tahta ne işine yarar ki? Olduğu yerde bırak gitsin onu, kalsın çamurun içinde; insanlar ayaklarını kirletmemek için üzerine basar da geçer hiç olmazsa… Ama sağlam tahtayı kaldır ve kurusun diye güneşe koy; sana değilse bile bir başkasına yarar… İşte böyle arkadaşım! Dediklerimi iyi dinle ve kafana kazı… Yefimka’ya gelince, ona acıman boşunadır çünkü kendi değerini bilen ciddi ve ağırbaşlı bir çocuktur o. Ve bir tokatla ölecek kadar da çürük değildir.

Aradan bir hafta geçsin, dümene koyacağım onu ben… Böylece kılavuz olacak… Kaptan da yapsan, becerikli bir kaptan olur eminim. İşte böyle büyür insanlar yavrucuğum! Ben de aynı yolları teptim, benim de çıraklık çağım oldu. Bugünküne benzemez ne hakaretleri yalayıp yuttum ben onun yaşındayken… Hayata müşfik bir anne derler, yalandır arkadaşım! Anne falan değildir hayat; amansız bir patrondur hepimiz için, o kadar…”

İki saat boyunca gençliğinden, çektiği eziyetlerden, insanlardan ve insanlardaki zaafların korkunç gücünden söz etti oğluna İnyat. İnsanların felaketten nasıl hoşlandıklarını ve başkalarının zararına yaşayabilmek için kendilerini felakete uğramış göstermeye nasıl bayıldıklarını anlattı ona. Sonra kendi hikâyesine döndü yine; basit bir işçiyken nasıl koskoca bir işin patronu olduğunu anlattı.

Dinliyordu çocuk. Babasına bakıyordu ve baktıkça, babasının kendisine doğru ilerlediği, her an biraz daha kendisine yaklaştığı duygusuna kapılıyordu. İnyat’ın anlattıklarında, Anfisa halanın masallarındaki zenginlikten eser bulunmadığı hâlde, yeni bir şey vardı; masallardan daha berrak ve daha kolay kavranabilir bir şey. Ve bu da ilgisini çekiyordu çocuğun. Küçük yüreğinde, onu babasına doğru çeken güçlü ve ateş gibi yakıcı bir şey çarpıyordu şimdi. Ve oğlunun duygularını gözlerinden anlayan İnyat aniden kalktı yerinden, Foma’yı kollarına alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. Boynuna sarıldı Foma babasının, yanağını yanağına dayayarak hiçbir şey söylemeden öylece kaldı. Hiçbir zaman çarpmadığı gibi çarpıyordu yüreği.

“Küçük arkadaşım benim…” diye fısıldıyordu boğuk bir sesle. “İçimin sevinci, biricik yavrum!.. Ben henüz ölmeden öğren bunları.Yaşamak kolay değildir…”

Bu fısıltıyı dinlerken için için ürperdi çocuk, dişlerini sıktı ufalarcasına ve birdenbire sıcak yaşlar fışkırdı gözlerinden…

***

Dönüyordu gemi artık, yukarı doğru çıkıyordu Volga’yı. Boğucu bir temmuz gecesiydi, kalın simsiyah bulutlarla kaplıydı gökyüzü ve tekinsiz bir sakinlik dalgalanıyordu ırmağın üzerinde. Kazan’a yaklaşıyorlardı; Uslon dolaylarında, muazzam bir tren vapurunun kuyruğunda durmuşlardı. Atılan demirlerin gıcırtısıyla, tayfaların çığlıkları uyandırdı Foma’yı. Pencereden baktığında, uzakta, karanlığın bağrında, ufacık ışıkların parıldadığını gördü. Su siyahtı ve zeytinyağı gibi koyuydu, başka hiçbir şey seçilmiyordu. Birden, ezilir gibi ürperdi çocuğun içi ve kulak kabarttı. Güçlükle işitilebilen, nereden kopup geldiği belirsiz, hüzünlü bir şarkıydı bu. Bir ölüm duası gibi kahır dolu bir şarkı… Nöbetçiler haykırarak birbirlerini çağırıyordu katar boyunca, bir gemi öfkeyle düdüğünü öttürerek buhar salıyordu… Irmağın siyah suları gemilere yavaşça çarpıp çalkanarak kederle şıpırdıyordu. Karanlığa gözleri ağrıyıncaya kadar bakışlarını diken çocuk, siyah kitleler ve onların üzerinde zor zor seçilen ışıklar gördü. Salapurya olduğunu biliyordu bunların, ama bilmek yatıştırmıyordu onu, eşitsiz vuruşlarla atıyordu yüreği ve hayalinde karanlık ve korkunç sahneler canlanıyordu.

“Oooooh… Oh!”

Uzaklardan sanki sürünerek gelen çığlık, bir ağlayış gibi sona erdi. Ve aynı anda birisi, güverteyi koşarak geçip küpeşteye yaklaştı.

“Oooooo… Oh!..”

Bu sefer daha da yakından gelmişti ses. Güvertede birisi alçak sesle, “Yefim…” diye çıkıştı. “Kalksana be mübarek! Doğrul da bir kanca kap gel hemen…”

“Ooo… Oh!..”

Hemen burnunun dibinde inliyordu ses. Sıçradı Foma, uzaklaştı pencereden.

Acayip inilti, suyun üzerinde kayarak gittikçe yaklaşıyor, genişliyor, ağlayışa dönüyor ve gecenin karanlığında eriyordu. Güverteden, endişeli konuşmalar geliyordu:

“Yefimka! Fırla hadi, boğulmuş bir adam var suda…”

“Nerede?”

Telaşla söylenmişti bu soru. Çıplak ayaklar tökezledi güvertede, hızlı bir gidip gelme oldu, iki kanca Foma’nın hizasında sallanarak aşağıya indi ve gürültüsüz suyun karanlığına daldı…

“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”

Garip bir şıpırtı yükseliyordu sulardan ve bu kederli çığlık korkuyla titretti çocuğu; ama ne ellerini pencereden ne de gözlerini sudan ayıramıyordu.

“Bir fener yakın hemen… Göz gözü görmüyor!” Soluk bir ışık lekesi düştü ırmağa… Suyun hafifçe dalgalandığını, canı yanıyormuş da ürperiyormuşçasına kırıştığını görüyordu şimdi Foma. Dehşet taşan bir ses güvertede fısıldıyordu:

“Şurada bak… Şurada işte!..

Aynı anda, beyaz dişlerini gösteren kocaman ve korkunç bir insan yüzü belirmişti ışık lekesinin ortasında. Suyla birlikte çalkalanıyordu bu yüz, dişleriyle bakıyordu sanki Foma’ya ve gülümseyerek, “Eee küçük oğlan, burası böyle soğuk işte!..” der gibiydi.

Çırpınıp havalandı kancalar bir an, sonra yeniden daldı suya: “İt de ileri doğru açılsın yazık!.. Dikkat et çarka kaktıracak…”

Suya dalıp çıkan kancalar, diş gıcırtısını andırır bir gürültüyle sıyırıyordu tekneyi. Güvertedeki ayak sürçmeler pupaya doğru uzaklaşıyordu… Ve o inleyerek eriyen haykırış bir kere daha koptu:

“Boğulmuş bir adam vaaaaar!”

“Baba!..” diye seslendi Foma. “Baba!” İnyat bir sıçrayışta kalkıp ona doğru seğirtti.

Foma bağırıyordu:

“Ne bu baba? Ne yapıyor bunlar?”

İnyat vahşi bir kükreyişle fırladı kamaradan. Bacakları üzerinde yalpalayıp etrafına bakınarak ilerleyen Foma, babasının kuşetine ulaşmadan İnyat geri dönmüştü. Oğlunu kollarına alıp sıkarak, “Seni korkuttular ama hiçbir şey yok!” dedi. “Gel benim yanımda yat.”

“Neydi o baba?” diye sordu Foma kısık bir sesle.

“Önemli değil yavrum, hiçbir şey değil… Bir adam… Boğulmuş bir adam, garip… Akıntıya kapılmış gidiyor… Korkma sakın, çoktan uzaklaştı zavallı…”

Korkusundan gözlerini yumup, babasına sımsıkı sarılmış olan çocuk yeniden sordu:

“Neden itiyorlardı onu?”

“İtmeleri lazımdı da ondan… Çarklardan birine kapılırdı yoksa, mesela bizimkine; yarın polis gördü mü de sorgu sual derken saatlerce alıkoyarlardı bizi. İşte bunun için itip uzaklaştırdılar… Onun bakımından ne önemi var artık itilmenin?.. Nasıl olsa ölmüş bir kere, canı yanmaz artık onun… Ama itmemiş olsalar, yaşayanlar eziyet çekerdi onun yüzünden.. Hadi uyu yavrum.”

“Suyun üzerinde hep böyle salınıp gidecek mi şimdi o adam?”

“Hep öyle gidecek, evet… Tabii bir yerlerde çıkartacaklar sudan… Ve gömecekler…”

“Balıklar yemez mi peki onu?”

“Balıklar insan yemez evladım, yengeçler yer…”

Foma’nın korkusu dağılmıştı; ama dişlerini gösteren o dehşet verici yüz, suyun üzerinde salınmaya devam ediyordu yine hayalinde…

“Kimdi o adam peki?”

“Allah bilir kimdi! Dua et onun için… ‘Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…’ de.”

Fısıltı hâlinde tekrarladı Foma:

“Tanrı’m onun ruhunu huzura kavuştur…”

“Tamam… Şimdi uyu ve hiç korkma!.. Uzaklaşıp gitmiştir çoktan! Uslu uslu salınmaktadır suda… Küpeşteye ihtiyatsızca yaklaşmaman gerekir, görüyorsun değil mi, yoksa Allah esirgesin sen de onun gibi düşersin suya…”

“Düşmüş mü yani o?”

“Gayet tabii düşmüş… Belki sarhoştu zavallı… Belki de kendiliğinden atladı suya. Böyleleri de vardır, kendilerinden atlayıverirler… Birden bir sıkıntı basar, dertlenir, anlıyor musun, atar kendini suya ve boğulur… Hayat böyledir işte yavrum. Yeri gelir, ölüm, ölen için bir şenlik olur; kimi zaman da arda kalanlar için bir şenlik!

“Baba…”

“Uyu yavrum…”

III

Çocuk oyunlarının ve haylazca muzipliklerin canlı ve amansız uğultusuyla okul hayatının daha ilk gününde şaşkına dönen Foma, sınıf arkadaşları arasında kendisine ötekilerden daha ilginç gelen iki öğrenci fark etti. Biri tam önünde oturuyordu. Şöyle göz ucuyla baktığında, oğlanın geniş sırtını, kızıl çillerle süslü kalın boynunu, kocaman kulaklarını ve parlak kızıl saç diplerinin serpili durduğu, özenle tıraş edilmiş ensesini görüyordu Foma.

Dazlak kafalı ve alt dudağı sarkık bir adam olan öğretmen “Smolin Afrikan!..” diye seslenmişti.

Ve kızıl saçlı çocuk hiç telaşa kapılmaksızın kalkmış, yaklaşıp gözlerini öğretmenin yüzüne dikerek problemin verilerini sonuna kadar dinledikten sonra, tahtaya kocaman yuvarlak rakamlar çizmeye koyulmuştu özenle.

“Güzel…” dedi öğretmen. “Yeter.. Yejov Nikola, sen devam et bakalım…”

Foma’nın sıra arkadaşlarından biri, kıpır kıpır, ufacık, fare gözlerine benzer simsiyah gözlü bir çocuk fırladı yerinden; sıraların arasından, üstü başı dört bir yana takılarak ve başını oradan oraya çevirip bakarak geçti. Tahtaya gelince tebeşire yapıştı ve ayaklarının ucunda yükselerek, küçük darbelerle ezdiği tebeşiri iyice gıcırdatmak ve üstünü başını kirletmek şartıyla, küçücük okunmaz işaretler sıralamaya koyuldu tahtaya.

На страницу:
3 из 7