![Acayib-i Âlem](/covers_330/69428770.jpg)
Полная версия
Acayib-i Âlem
Burada Hicabi kardeşinin sözünü keserek dedi ki:
“Ha şöyle! Bak böyle akıllıca düşünceye ne diyeyim?”
“Gidiniz kardeşim. Geziniz. Âlemi görünüz. Lakin böyle bir seyahati ölüme benzeterek malınızın üçte birine kendi başına sahiplikten falandan söz etmeye ne gerek var? Biz de sizin mal da sizin. Ne kadar para lazım ise alınız. Sizden bir ricamız varsa o da evinizi barkınızı gözden uzak ve gönülden ayrı etmeyerek Cenabıhak afiyet ihsan ederse esenlikle ve sağlıkla memleketinize, evinize dönmeyi kalbinizde tutarak gidiniz. Öyle değil mi?”
Çocuğun yalnız bu son soruyu sormuş olduğu kız kardeşi değil Hicabi’nin karısı bulunan yengesi dahi hâlleriyle, tavırlarıyla bu sözleri teyit ettiler.
Artık Hicabi’nin memnuniyetine nihayet mi olur? Eğer o akşam Suphi Bey orada bulunsa idi koşup sevincinden boynuna sarılacağı şüphesizdi.
Artık seyahate ailesi tarafından gösterilen rıza üzerine Hicabi Bey seyir ve seyahatin lezzetinden, zevkinden bahisle o kadar izahlara ve mukayeselere girişti ki her ne kadar kadınlar bu muhakemelere ehemmiyet vermiyorlar idiyse de kardeşi bu izahları son derece ehemmiyetle karşılayarak o bile kalbinde seyahat için âdeta hevesler bulmaya başladı.
Bu gecenin ertesi Hicabi Bey kardeşi ile bir odaya çekilip konuyu konuşmaya başladılar. Zaten ev işleri bir zamandan beri biraderinin üzerine bırakılmış bulunduğundan ve seyahat için gereken parayı vermek dahi aile halkınca karar altına alındığından küçük kardeşi dedi ki:
“Size seyahat için ne kadar para lazım?”
“Bunun miktarı belli değildir. Suphi Bey’in eline bin altı yüz lira geçmiş. Hepsini harcayabilecek mi harcayamayacak mı henüz kesin değil. Parayı Osmanlı Bankasına yatırıp kendisi Avrupa’da nerelerde bulunur ise göreceği lüzum üzerine oralara havalenameleri isteyecek.”
“Tamam! Biz dahi sizin isteyeceğiniz havalenameleri istediğiniz yere ulaştırmada Osmanlı Bankasından geri kalmayız. Şimdiki hâlde ise çekmecemizde beş altı yüz lira var ki hiçbir taraf için lüzumu olmadığından onlarla ilk ihtiyaçlarınızı görebilirsiniz.”
“Teşekkür ederim kardeşim. Doğrusu ya şu akılsız kadınları rıza göstermeye teşvik etmenizden dolayı âdeta minnettarınızım.”
Kendisinin olmadığı süre boyunca ev işlerini son derece dikkatle görmesi için kardeşine gerekli öğütleri verdi. Hatta sağ ve salim döndüğü zaman kendisini parlak bir düğün ile evlendirmek vaadini dahi vererek, bu vaat her ne kadar biraderini mahcup etti ise de iki kardeş kucaklaşıp öpüşmek suretiyle birbirinin fikir ve arzusunu tasdik etmiş oldular.”
Henüz küçük biradere tahvil edilmemiş bulunan bazı hesaplar, evrak ve senetleri de Hicabi Bey kardeşine teslim etti ve bundan sonra evinin tek müdürü ve kumandanı biraderi oldu ve kendisi şu mutlu kararı bildirmek için hemen sabah vapurlarından birine binerek Suphi Bey’in evine gitti.
Suphi ile buluşmasında tavrı o kadar güleç idi ki daha kendisi bir harf söylemeksizin Suphi işin aslını anlayarak “Korkarım aileyi seyahate razı ettin?” dedi.
“Ona şüphe mi var? Bu sakaldan sonra da başına buyruk olmazsam ne zaman başına buyruk olacağım.”
Yolculuk masrafı olmak üzere kardeşi ile verdiği kararı Suphi’ye anlattığı zaman Suphi demişti ki:
“Canım bu kadar paraya ne ihtiyaç var? Ben bütün seyahat kitaplarını ve seyyah kılavuzlarını gözden geçirdim ve geçiriyorum. Seyahat masrafını ikamet masrafından pek de yüksek sanmayınız. Ama ikamet diyorsam bir şehirde esnafın ve diğer iş sahiplerinin ikameti anlaşılmamalıdır. Rahatça ömür sürenlerin ikameti anlaşılmalıdır. Bugün İstanbul’umuzda rahatça ömür sürmek için ayda otuz liradan aşağı gelir yetmez. Hâlbuki bu para, yani birbiri üzerine günde bir lira ile dünyanın her tarafı seyahat edilebilir. İki adam olur ve birbirine yardımla kanaat üzerine hareket ederse birbiri üzerine günde bir buçuk lira dahi yeter. Şu hâlde ikimizin 3200 lirası, bizi 2400 gün gezdirebilir. Bu ise yedi sene kadar bir zaman eder. Hiç yedi sene müddet seyahat edilir mi? Bizim için bir sene seyahat yeterlidir. Haydi pek pek iki sene olsun.”
“Canım biz de bu parayı mutlaka harcayacağız demiyoruz ya? Şu işte ortak değil miyiz? İki ortağın sermayesi eşit olsun diyoruz.”
Mevsim âdeta şubat olduğundan ve bizim iki arkadaşın seyahat kararı artık katiyen verilmiş bulunduğundan bunların yolculuk tedarikleri hakkında görüşmesi dahi uzun sürmedi. Kuzey taraflarına edilecek bir seyahat için lazım gelen hazırlıkları İstanbul’da yapmaktan ise Petersburg’da yapmak yeğ görülerek yalnız İstanbul’dan Petersburg’a kadar seyahat için çizme, yağmurluk, fanila ve çamaşır gibi şeyler tedarik olundu ve Dersaadet’ten Odesa vapuruna binilmek için Bahçekapısı’nda bir İngiliz vapurunun simsarından iki adet kamara bileti alındı.
Üçüncü Kısım
İstanbul’dan Odesa’ya
Boğaziçi ahalisinden olsanız da bir gün yalınızın penceresi önünde otursanız ve nazarıdikkatinizi Boğaz’dan gelip geçen gemilere hasretseniz hepsi kıçlarından çarklı ve âdeta tamamı ikişer direkli birtakım vapurlar görürsünüz ki bunlar öyle Şirket-i Hayriye’nin cır cır öten vapurları gibi başınızı ağrıtmaksızın son derece sükûnetle çekip giderler.
Lakin bunların geçişi için bazı mevsimler vardır ki o mevsimlere göre mesela Marmara’dan Karadeniz’e giden vapurların üstü Maden Dağı gibi yüksek oldukları ve hatta uskurlarının yarısı yunus balıkları gibi vakit vakit sudan baş çıkararak döndükleri hâlde geçip bazı mevsime göre dahi Karadeniz’den Marmara’ya geçenleri hemen hemen tamamıyla denize gömülmüş oldukları hâlde Boğaz’ın akıntı yerlerinde dalgalar altına girecekler gibi gelip geçerler.
Her hâlde bu vapurların gelip gidişlerinde garip bir ahestelik içinde yoluna devam için öyle bir gayret vardır ve bu gayret gözlerde o kadar heybet ve azamet resmeder ki insan bunlara bir ibret gözüyle baktığı zaman bu nakliye vasıtasının pek büyük, pek uzun yolculuk meşakkatlerine yalnız sabra ve kuvvetinin sağlamlığıyla tahammüle yetenekli olduklarını anlar.
Gerçekten bu vapurlar pek uzun yolculukların pek büyük meşakkatlerine o kadar tahammül için yapılmışlardır ki bunlar Londra’yı, Odesa’yı âdeta Balıkesir’in İstanbul’a yakınlığından fazla yaklaştırmışlardır. Mesela Balıkesir’de yüz kantar taşınız bulunsa onu İstanbul’a taşımak için Londra’daki yüz kantarlık yükünüzden fazla zahmet çeker ve ona oranla daha fazla masraf ve daha fazla zaman sarf edersiniz.
Sözü edilen vapurları nazarıdikkatinize bu şekilde sunuşumuzdan ihtimal ki hoşlanmazsınız. Çünkü bundan bir zevk almak için insanda ticaret zevkinin de bulunması gerekir. Hele ekonomi düşünceleri o insanın dimağına yerleşmiş olarak bir mülkü, daha geniş tabirle cihan mülkünü mamur etmek için en büyük kuvvetin nakliye vasıtalarından ibaret bulunduğuna, nakliye vasıtalarının görebileceği işleri eğitim ve sanayinin bile göremeyeceğine, eğitim ve sanayinin dahi sadece nakliye araçları sayesinde nasip olduğuna zihinler tam bir kanaatle ile inanmış bulunmalıdır.
Bununla beraber kendimizi eğlendirmek için roman okuduğumuz hâlde dahi bu vapurlar bizim nazarıdikkatimize layıktırlar. Düşünmeliyiz ki bunların içinde bulunan türdeşlerimiz deniz hayvanlarından imişler gibi denizde doğarak, denizde büyüyerek yine denizde yaşamakta ve hangisinin talihi müsait olup da kimisi batarak yine denize defnedilmezlerse yalnız onlar vefatlarından sonra karalara taşınarak mezarlara gömülmektedirler.
Biz Şirket-i Hayriye vapurlarında en ufak yolculuğumuz için iki saat kadar kaldığımız hâlde Köprü’ye yanaştığımız zaman bir an önce kendimizi dışarıya atmak için birbirimizi çiğneyerek can atarız. O vapurların içinde bulunanlar ise haftalarca, aylarca zamanı, ufka kadar dünyayı istila eden su üzerinde geçirdikleri hâlde İstanbul gibi dış görünüşü o kadar göz alıcı olan bir yerden geçerlerken bile pek çokları hemen kamarasından çıkmayarak etrafı görmeksizin geçer gider.
Ama bu hâlde devam edebilmek için insan mutlaka İngiliz olmalı imiş! Ona şüphe yok! Ya İngiliz olmalı ya deli!
İşte bu vapurlardan birisi Londra’dan kömür yüklü olduğu hâlde İstanbul’a gelip kömürünü satmış ve ondan sonra zahire yüklemek için Odesa’ya gitmek üzere mevsimin gelmesini beklemekte bulunmuştu. Çünkü Odesa Limanı bu hikâyemizin geçtiği zaman olan 1867 miladi senesinde donmuş olduğundan oraya tüccar gemilerinin yaklaşmaları mümkün olamayıp bu yüzden birçok gemi İstanbul Limanı’nda beklemekte idi.
Şubatın yirmi altıncı günü Odesa’dan gelen telgraflar beş on günden beri havaların müsaadesinden dolayı limanın buzlarının çözüldüğünü müjdelemekle birçok vapur fayrap16 ettikleri gibi kömür yükünü sattığını yukarıda söylediğimiz ve beyan ettiğimiz vapur dahi gidiş işareti olan düz mavi üzerinde beyaz bir kareden ibaret bulunan işaretini çekmişti.
Bu gibi vapurlarda yolcu görünmesi nadirattan olduğu gibi, çoğu ortaya çıkacak yolcuları kabul dahi etmezler ise de bu vapura yaz mevsiminde Odesa’da amelelik etmek için birçok Laz binmekte olduğundan etrafında bir hayli sandal ve güvertesi üzerinde epeyce yolcu görülürdü.
Vapurun hareketinden yarım saat önce bir sandalda üç adam geldi ki ikisinin ayakları çizmeli, başları sargılı ve arkaları kıvırcık kuzu kaplı paltolu olduklarından ve omuzlarından başlarına doğru çapraz olarak dürbün çanta asmış bulunduklarından bunların yolcu ve diğerinin ise İstanbul’da her gün gezilen kıyafette olmasıyla onun da teşyici17 olduğu anlaşıldı.
Şu iki yolcu bizim Suphi ve Hicabi beyler olup yanlarındaki teşyici de Hicabi’nin biraderi idi. Bunlar vapura çıktıkları zaman birader bey de kendisinin son derece kolaylıkla kaldırabilmesinden hafiflik derecesi anlaşılan bir yol sandığını omuzlayıp vapura çıktı. Kendilerini derhâl karşılamış olan güverte zabitine Suphi Bey elindeki biletleri gösterince zabit İngilizlerin pelesengi olup “evet” manasında olan “yes” sözünü iki dişleri arasından fışkırtarak yolcuların önlerine düştü.
Bunlar kıç tarafında bulunan bir kamaraya vardılar. Burada Hicabi Bey “Aman ne pis kamara!” diye bir hayret tavrı gösterdi ise de Suphi Bey “Kamaranın güzeli Fransız ve Avusturya vapurlarında bulunur. Ucuzu da işte böyle olur!” diye arkadaşını susturdu.
Yol sandığını kamaraya koyduktan ve yatacakları yatağın da ne derecelerde yatılabilir bir şey olduğunu görmek için şöylece bir inceledikten sonra arkadaşlar vapurun hareketini görmeye, güverte üzerine çıktılar. Hâlbuki baş tarafta galdır galdır demir almaya başladıklarından bu seyirleri çok zaman sürmeyecekti.
Dolayısıyla Hicabi Bey biraderi ile öpüşerek ayrılık kederiyle ikisi de kederlenip ağlaşarak Hicabi “Kız kardeşime ve çocuklara selam söyle! Sen de onlar hakkındaki muhabbet ve şefkat ile ev işlerini görmede aymazlık etme!” öğütlerini tekrar ettikten sonra Suphi Bey ile de vedalaşmaya geldiği zaman Suphi demişti ki:
“Benim selam gönderecek kimsem yoktur. ‘Hatırdan çıkarmayınız.’ diyecek olsam bence bu da o kadar mühim bir şey değildir. Sizi Allah’a ısmarladık vesselam!”
Kardeşi gittikten sonra Hicabi Bey’in ağlaması bir zaman daha sürdü. O aralık vapurun da hareket etmesiyle Suphi Bey arkadaşının yanına gelerek dedi ki:
“Artık vapur hareket ettiğinden şimdiki hâlde biz mukim değil seyyah demeğiz. Seyyah kısmına ağlamak yakışmaz!”
“Ah birader! Sen ne kadar mutlusun! Dünyada bir dikili ağacın bile yok.”
“Mutlu muyum? Mutsuz muyum? Onu kim bilir? Bazı kimselere göre saadet çoluk çocuk sahibi olmakta imiş. Diğer bazılarına sorarsan dünyanın en büyük belası çoluktan çocuktan ibaretmiş. Fakat şu saatte ağlamadığıma bakılırsa yine şu saat için benim senden daha fazla mutlu olduğuma hükmedilebilir.”
Vapurun İstanbul’dan hareketi esnasında Suphi Bey saatine bakarak cebinden çıkardığı cep defterine vapurun on bir saat yirmi dakikada hareket ettiğini kurşun kalem ile işaretlemişti. Dolayısıyla vapur tam Anadolu Kavağı Burnu’nu dolaşırken bir çan çalındı ki bunun akşam yemeği için davet işareti olduğu anlaşılarak iki arkadaş kamaraya indiler.
Sofra ne mide kabul etmeyecek kadar pis ne de muntazam kumpanyaların birinci mevkilerindeki sofralar kadar temiz olmayıp orta hâlde bir temizlik ile düzenlenmişti. Zaten gemi sofralarında tabakların bir parmak kalınlığında olmalarından kıyas edilecek sağlamlık alışılmış olduğu gibi bu denizcilik hâline bir de İngilizlik hâli ilave olunursa artık çatalların, bıçakların, havluların sağlamlıklarını insan pek kolay anlar. Hele gemi yalpa ettiği zaman devrilmemesi için kadehlerin diplerinin lüzumundan pek fazla olarak geniş bulunduğunu, bununla beraber ufak şarap kadeh ve şişelerinin delikli tahtalara konulmuş ve dizilmiş bulunduklarını az çok seyahat edenlerin hepsi görmüş olacaklarından burada ayrıntıyı uzatmaya da lüzum yoktur.
Sofra on iki kişilik olmak üzere düzenlenmiş ise de buna rağbet edenler birinci ve ikinci kaptanlar, vapurun yazıcısı, birinci ve ikinci kaptanların karıları ile bir de yolcu olduğu anlaşılan değil sanılabilen bir İngiliz’den sonra bizim iki arkadaştan ibaret idiler. Gerçi diğer kumpanya vapurlarında ikinci kaptan ikinci kamara müşterileriyle birlikte yemek yerse de bu vapur yolcu vapuru olmadığından bu sofra da zaten kaptanlar için kurulmaktadır. Hatta Hicabi Bey bu konuda arkadaşından işin aslını öğrenmek isteyince Suphi demişti ki:
“Bu vapurun sahipleri kendilerinden yolcu hesabını hiç sormazlar. Zaten yolcu almalarına müsaadeleri de yoktur. Dolayısıyla vapur memurları ne kadar yolcu bulabilirler ve onlardan her ne ücret alırlarsa onu kendi aralarında paylaşırlar. Biz bu akşam yolcular için hazırlanmış bir yemek yemiyoruz. Kaptanlar için hazırlanan yemeği yiyoruz. Keza yolculara mahsus kamaralarda yatmayacağız. Anladın mı? Kendi erzaklarıyla yerlerini bize satarak istifade ediyorlar. Biz de Rusya kumpanyasına vereceğimiz yüzlerce rublelerin üç çeyreğini tasarruf ile istifade ediyoruz.
Gerek Hicabi gerek Suphi beylerin bu yolculukları İstanbul’dan henüz ilk ayrılıkları idiyse de evini gördüğümüz zaman anlamış olmamız gerektiği üzere Suphi Bey İstanbul’da doğup büyüdüğü hâlde kendi doğduğu yerde mukim şeklinde değil âdeta misafir şeklinde yaşamış ve o zamana kadar ömrünü yalnız hemşehrilerinden değil belki bütün dünyadan uzak düşmüş gibi bir hâlde geçirmiş olduğundan seyahatin şu ilk gecesini İngiliz vapurunun kamarasında bir gurbet âlemi içinde olarak değil sanki kendi evinde imiş gibi bayağı rahatça geçirebilmişti.
Hicabi Bey’e gelince: Onu Suphi ile karşılaştırabilmek pek de kolay değildir. Biçare Hicabi o zamana kadar ömrünü hep ailesi halkının ihtiyaçlarını karşılamaktan geri kalmayan bir izzetinefis ile geçirmiş olup gerçi sonradan o dahi tabiatın hakikatlerine düşkünlükte Suphi’den aşağıda kalmayacak bir meraka düşmüş ise de heves ve merak gibi şeylerin emrettikleri ve zorladıkları gayret ve sebata vücudun kuvveti yetmeyecek olursa insan her hâlde aczini hissedeceğinden zavallı Hicabi o gece İngiliz vapurunun kamarasında kendisini tabut kadar dar bir yatak içinde bulup da kımıldanmanın pek de kolay bir şey olmadığını görünce hemen hemen sabahlara kadar gözlerine uyku girmemişti.
Şu uykusuzluğun sebeplerinden birisi de kız kardeş, birader, eş ve evladından ayrılmak meselesinin ruhsal kederleri sayılsa uzak bir ihtimal değildir.
Bununla beraber Hicabi’nin bu ilk geceki sıkıntısına bakıp da yolculuk ve seyahat meşakkatlerine tahammül edemeyerek yarı yoldan ve daha doğrusu yolun başlangıcından geriye döneceğini hayal etmemelidir. Vücudunda kuvvet her ne kadar pek az ise de kalbindeki gayret pek çok olduğundan yolculuk meşakkatlerini kendisine bir zevk, bir sefa saymak derecesinde kalbindeki gayretin teşvikini memnuniyetle kabul etmekte idi.
Sabah olup da iki arkadaş yataklarından çıkarak yüzlerini yıkadıktan sonra kamarotun getirdiği kahve, süt ve biraz da francala ve tereyağı ile hem sabah kahvesini içmek hem de ilk kahvaltıyı yapmak işlerini görürlerken Suphi Bey sormuştu ki:
“Nasıl arkadaş? Bu gece hayli rahatsız oldun ya?”
“Olmadım desem yalan söylerim. Fakat karşılaştırılacak olursa en rahat seyahatimiz şu Karadeniz seyahati olacaktır. Bundan sonra daha güç yolculukları düşünerek bu zahmete teşekkürler ediyorum.”
“Yok! Yolumuzun bundan ilerisinde dahi öyle insanı yıldıracak zahmetler yoktur. Bir Rus köylüsünün evinde dahi insan pekâlâ misafir olabilir. Bir Tatar medresesinde iki kaşık çorba bulunabilir.”
“Demek oluyor ki sen bu gece hiç rahatsız olmadın ha?”
“Hiç değil ama rahatsız olmadım demektir. İnsan arkasının alışmış olduğu yatağını terk ederse şüphe yok ki yerini yadırgar. Lakin İstanbul’da bir yere misafirliğe gitse idim ne kadar rahatsız olacak idiysem bu gece de o kadar rahatsız oldum. Fakat bu kadarcık rahatsızlık seyahatin güzelliklerini bize meşakkat olarak gösterebilir mi?”
“Hayır! Onun için demiyorum. Şüphe yok ki insan her yerde rahat da edebilir, rahatsız da olur. Bununla beraber karadan edeceğimiz seyahatin zahmeti elbette deniz seyahatinden fazladır.”
“Zahmeti fazladır ama zevki de fazladır.”
Kahvelerini, kahvaltılarını yiyip içtikten sonra ikisi de kürk kaplı paltolarına bürünerek güverteye çıktılar. Bayağı şiddetlice bir lodos rüzgârı esmekte idiyse de vapur bütün yelkenlerini açarak dalgadan dalgaya sekmekte olduğu için sallantısı azdı.
Akşam birlikte yemek yemiş oldukları kaptanlar bizim yolcuları görünce şapkalarını çıkarıp selamladılar. Kaptanların çehrelerindeki güleçlik bu havadan pek ziyade memnun olduklarını gösteriyordu.
Suphi, Hicabi’ye dedi ki:
“Şu kaptanların niçin memnun olduklarını anlayabilir misin?”
“Havalarını bulmuşlar da ondan!”
“Onlar ömürlerini deniz üzerinde geçirmek için yaratıldıklarından Odesa’ya altmış saatte varmak ile seksen saatte varmak arasında bir fark bulunur mu?”
“Ne bileyim ben?”
“İşte İstanbul’da baklanın, enginarın turfandasından başka bir şeye kafa yormayan beyler dünyanın böyle inceliklerini hesap edemezler.”
“Bunda ne incelik var?”
“Ne incelik mi var? Yelkenlerin yardımı ile bu vapur Odesa’ya yirmi saat evvel varırsa saatte onar kantardan iki yüz kantar kömür kazanılmış olur.”
“Öyle ya!”
“Dur dahası var. Bu iki yüz kantar kömür de en kötüsü yirmi liraya yakın para ederek o para da bizim gibi yolculardan aldıkları ücretler gibi sonra bölüşülmek üzere çalınmış şeyler defterine kaydolunur. Şimdi anladın mı? Avrupalılar da hırsızlık ederler ama böyle efendilerinin aramamak üzere karar verdikleri şeylerden çalarlar.”
Hicabi Bey, Suphi’nin yalnız yüksek bilimsel konulara değil genel işlere de böyle hiçbir kimsenin kafa yormaya lüzum görmeyeceği şeylere varıncaya kadar kafa yormuş olmasına şaşarak bununla beraber arkadaşını takdir dahi etti.
Birinci kaptanın karısı bütün gece kendisini hapsetmiş olduğu kamaradan biraz hava almak için dışarıya çıkmış ve akşam sofradaki beraberlikten dolayı bizim yolcuları selamlamıştı. Bu kadın Fransız ve Alman dilleri gibi yabancı dillerden birisine vâkıf olmak şöyle dursun kendisi İrlanda kıyılarından bir balıkçı kızı olmasıyla yerli dilinden başka hatta İngilizceyi bile bilmezdi. Dolayısıyla Fransızca konuşup konuşamadığı hakkında Suphi Bey’in sorduğu soru boşa çıktığı gibi Almanca bilip bilmediği hakkında Hicabi’nin sorusu da cevapsız kalarak kadın ise hâl ve hatır soruyorlar zannıyla İngilizce yalnız bir “Thank you.” yani “Teşekkürler ederim.” demekle karşılık verirdi.
Kadının hâline gülmek mi gülmemek mi lazım geleceğini düşünmeye dahi lüzum görmeyen iki arkadaş ufku çepeçevre istila eden deniz yüzeyini seyretmeye başladılar. Suphi Bey yeryüzünün küreselliğini ispat için şu deniz yüzeyinin dışbükeyliğinden büyük bir açık delil olamayacağını arkadaşına anlatıp Hicabi Bey dahi artık bu gibi bilimsel meselelerin acemisi olmadığından denizlerin yalnız yeryüzünün küreselliğini ispata yarar bir açık delil olmadıklarını ve belki yerin çekim gücünü ispata dahi o kadar açıklık ile delalet ettiğini öne sürerek dedi ki:
“Geçenlerde bu bahis bir yerde hayli dedikoduya yol açmıştı. Yeryüzünün küre bir cisim olduğunu bir türlü zihnine sığdıramayan bir zat ‘Eğer dünya bir küre ise ayak ucumuza gelen denizler baş aşağı bulundukları hâlde nasıl olup da dökülmüyorlar?’ sorusunda ısrar ederek hâlbuki genel çekim kuralı hakkında değil hiçbir şey hakkında kendisinde bir ön bilgi bile bulunmadığı için herkes bu meseleyi kendisine anlatmaya boş yere çalıştıktan ve anlatamadıktan sonra dedi ki: ‘İşte efendim! İspatı mümkün olmayan saçma sapan sözleri böyle bilimsel kanunlar suretinde herkese yutturmaya çalışanlara şaşarım. Bu meselede beni ikna edebilecek olan laf ebesi bilim adamlarının alınlarına çelenk takarım.’ ”
“Ah! Cenabıhak bu kadar bönlüğü bana da ihsan buyursa idi de ömrümü diğer hayvanların nail oldukları kayıtsızlık nimeti gibi bir nimet içinde geçirseydim.”
Suphi’nin bu üzüntüsü insan akıllarının tabiatın hakikatleri karşısında ne kadar aciz olduğu meselesine bir giriş açarak bir insanın şu acayip kâinat ve şaşırtıcı âleme karşılık hakikate kayıtsız bulunmak nimetine mazhar olursa dünyada en mesut adam olacağına ve özellikle bu meselelere dair delilsiz, kanıtsız olarak işittiği sözlere bir kere inanıp da zihni o malumata inanır ve artık hiç de fikir yormaya lüzum görmezse o adamın elbette evvelki kayıtsızdan daha rahat sayılacağına son derece üzüntüyle hükmettiler.
Kuşluk yemeği için çalınan çan bizim iki arkadaşı kamaraya indirmişti. Sofra halkını yine dün akşamki kimselerden ibaret bularak hele hâl ve şanından yolcu olduğunu anladıkları İngiliz’in kaptanlar ile konuşmasından gerçek yolcu olduğuna artık şüpheleri kalmadı ise de bu İngiliz kendilerine hiçbir hitapta bulunmadığı için onlar da kendisini konuşmaya davet etmeye lüzum görmediler.
Yemekten sonra yine yukarıya çıktıkları zaman dümencinin yanına gittiler. Dümenci önündeki pusulaya geminin hareketini tatbik için pek büyük bir ihtimamda bulunmakta idi. Hicabi dedi ki:
“Acaba bu dümenci şu pusulanın ne demek olduğunu bilerek ve anlayarak mı ona bakar?”
“Ne mümkün! Hatta Christophe Colomb Amerika’yı keşfe çıktığı zaman tamam ekvatorun altına gelip de pusula artık iki kutuptan hangisi tarafından çekileceğini şaşırdığı ve bu yüzden mihveri üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönmeye başladığı zaman Christophe Colomb bile şu fiziki acayiplikten ürküp umutsuzluğa kapılmıştı. Pek çok sanayicinin birtakım tatbikatın bilimsel meselelerinden haberi bile yoktur.”
Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Üzerinde bulunduğumuz yerkürenin diğer gök cisimleri ile olan münasebetini maddeten ve açıkça gösteren şeylerin üçüncüsü de şu pusula üzerinde eseri görülen mıknatıs kuvvetidir. Gelgit olayı ayın ve bitkileri olgunlaştırmak özelliği güneşin bizimle olan münasebetini ispat ettiği gibi mıknatıs iğnesinin Kuzey ve Güney kutbu taraflarından çekimi de yine o münasebeti ispat ediyor.”
“Fransa’nın çağdaş yazarlarından Louis Figuier’nin ‘Ölümden Sonra’ başlıklı kitabını okusa idiniz bu bahsi nerelere kadar uzatmış olduğunu anlardınız.”
“Almancaya tercümesi yoktur ki! Bununla beraber mıknatısın özelliklerine dair Almanların pek çok incelemelerini de okudum.”
“Hayır! Mıknatısın özelliklerine dair değil. Yerküre ile diğer yıldızlar arasındaki münasebeti söylüyorum. Louis Figuier bu münasebeti âdeta bir nevi haberleşme derecesine vardırarak hiçbir din sahibinin inkâr edemediği ahirete o şekilde vücut veriyor.”
“Ne diyor Allah’ı seversen ne diyor? Bu bahis pek mühim bir bahis olmalı.”
“Ona şüphe yok. Bahis o kadar mühimdir ki Figuier’nin bu düşünceleri yayılacak olsa da Avrupa bilginleri biraz da şeri ilimlerimizi inceleyecek olsa hatadan hataya düşe düşe nihayet ahiret hakkında bizim kelam ilmimizin verdiği hükmü kabule en fazla layık bulurlardı.”
“Figuier ne diyor?”
“Figuier ‘İnsanı yalnız bu dünya üzerinde ot gibi bitip yine bu dünya üzerinde ot gibi mahvoluyor diye düşünmekte bulunan bilginlerin zihninin bu dünyanın dışına çıkmadığına teessüfler edilir. Hâlbuki otlar bile yalnız bu dünya üzerinde bitmiyorlar. Eğer diğer gök cisimlerinden yerden bitme özelliği gelmeyecek olsa bu dünya üzerinde ot bile bitemeyeceğini ispat ile hayvanların ruhlarının diğer gök cisimlerinden gelen can verici güçten besleneceği ilk olarak görülmesi gerekirken ölümden sonra ruhların yine diğer gök cisimleri gibi idrak dairemizin dışında olan öteki dünyalara geri dönmeyeceğine nasıl hükmedebiliriz.’ diyor.”
“Demek oluyor ki işi yine kapalı bırakıyor.”
“Bu gibi hakikatleri kesin olarak belirlemek ve hakkında hükme varmak bilimlerin bugünkü derecesi ile mümkün olur mu? Bununla beraber birkaç yüz sayfada söz konusu yazarın verdiği izahatı ve verdiği delilleri burada sana birkaç kelime ile haber vermek imkânsız olur. İnsan o kitabı okursa Louis Figuier’nin ispatına çalıştığı şeyler tamamı tamamına İslami hikmete uygun olmamakla beraber ileride bu incelemelerde devam ettiği hâlde pek çok hakikate yol açabilecek şeyler olduğunu da insan aklı kabul eder.”