![Acayib-i Âlem](/covers_330/69428770.jpg)
Полная версия
Acayib-i Âlem
“Demek oluyor ki seyahat merakı seni buralarını araştırmaya kadar sevk etti ha?”
“Sorar mısın a kardeş sorar mısın? Kaç defa başımı alıp çıkıvermeyi kurdum ise de cesaretsizlik engel olmuştu.”
Suphi zaten geç vakit gelmiş idiyse de seyahat imkânının belirmeye başlaması üzerine o kadar sevinmişti ki gözlerine uyku girmediğinden gece pek geç vakte kadar Hicabi ile hep şu seyahat sözlerini uzattı gitti. Ondan sonra Suphi’nin gözleri kapanarak yatağı içinde uykuya daldı ise de gözlerini kapadığı anda rüya gören bâtıni gözlerine yeniden seyahat yolu görünmeye başladığından sanki hiç uykuya varmamış da gözleri kapalı olduğu hâlde konuşuyormuş gibi yine hep seyahat meselesini sayıklamakta idi.
Hicabi’ye gelince: Suphi Bey’den sonra dahi onun gözlerine uyku girmedi. Seyahat meselesi gözünde büyüdükçe büyümeye başladı. Kendi kendisine dedi ki:
“Aksaray’da bir oda içinde dünyaya gel. İstanbul’dan dışarı çıkmaksızın büyü! Bu yaşa geldiğin hâlde henüz İzmit’e bile gidip görmemiş ol! Dört mevsim yirmi otuz defa birbirini takip etsin de seni hep İstanbul ufku içinde görsün. Ey insanoğlu! Bir coğrafya haritasına hiç ibret nazarıyla bakmıyor musun? Dünya yalnız senin bulunduğun noktadan mı ibaret? Daha bu kadar karalar, denizler var. Her karada İstanbul’a mahsus olan garipliklerden başka nice bin gariplik var. Ve denizde keza! Hâlbuki senin beşerî yaratılışın araştırmaya o kadar meyillidir ki yolda giderken herkes bir tarafa baksa ve o baktıkları tarafta hiçbir şey görünmese sen dahi mevcut olmayan şeyi görmek için yolundan kalarak durup bakarsın! Kıyafeti biraz garip olan bir adama tesadüf edecek olsan acaba bu nasıl adamdır diye şaşkın bakışların derhâl onun üzerine dikilir. Ya dünyanın başka tarafları senin yaratılış ve araştırma güdünü neden gıcıklamıyor? İstanbul’u gördün ise gördün! Anladın ise anladın! Bu dünyaya bir daha gelecek değilsin ki âlemin diğer taraflarını o ikinci gelişte seyredesin! Seyahat vasıtaları henüz düzenli olmayan yerlere gidemezsen de düzenli olan yerlere pekâlâ gidebilirsin. Bugün İstanbul’dan Amerika’ya kadar gitmek azmi de gitmekten başka türlü değildir. Yalnız vapurların ve trenlerin katedecekleri mesafenin uzunluğundan ibaret bir fark vardır.”
Biz Hicabi’nin kendi kendisine söylediği söze şurada son veriyor isek de Hicabi’nin kendi kendine olan hitabı bundan ibaret değildi. Hicabi bu konuşmayı uzattıkça uzattı. Âdeta sabah açılmaya başladığı hâlde biçare adamcağız hâlâ sigaraların birisini yakıp diğerini söndürmekte, hâlâ bu seyahat meselesini düşünmekte idi.
Zihninin karar kıldığı nokta, imkânın son derecesine kadar insan için seyahatin gerekliliğinden ibaret olup doğduğu yerden ölünceye kadar ayrılmayan bir adam için hemen hemen dünyaya hiç de gelmemiş hükmünün verilmesi gerektiği hükmüne kadar vardı.
Bu hükümde Hicabi’nin isabetini ve isabetsizliğini bilemeyiz. Biz burada bir muhakemenin hakemi veyahut mümeyyizi15 olmayıp bir vakanın anlatıcısı olduğumuzdan yalnız vakaları anlatmakla yetiniyoruz. Vakaların şimdi şu ana mahsus olan şekli ise Hicabi Bey’in zihninde şu düşüncenin belirmesinden ve kendi kendisine şöyle bir söz söylemesinden ibaretti:
“Cenabıhakk’ın insana iki göz vermesinden maksadı eğer ‘görmek’ ise insanın seyahat etmesi şarttır. Görmek hikmeti bize, etrafımıza bakmak lüzumunu hissettiriyorsa etrafımıza birkaç adım atmak lüzumunu da mutlaka hissettirmelidir. Gözlerini yalnız bir noktaya dikerek o noktadan ayırmayan insana eğer ‘deli’ diyebilmek mümkün ise seyahat etmeyen insana da bu sıfatı vermek mümkündür. Çünkü insanın içinde doğdu(ğu) şehir bütün dünyaya nispetle bir nokta olup insan elbette o noktadan gözlerini ayırarak biraz da diğer noktaları görmelidir.”
Hicabi Efendi şu sözde karar kıldığı esnada idi ki yatağı içinde kımıldanan Suphi Bey de şöyle bir sözle sayıkladı:
“Allah bile Kur’an-ı Kerim’inde seyahati tavsiye buyurmuş!”
Bu söz Hicabi’yi özel kararı üzerinde bütün bütün takviye etti ve destekledi. Derhâl “Onlara de ki: Yeryüzünde yolculuk etsinler! Öncekilerin akıbetinin ne olduğunu görsünler!” mealinde olan ayet-i kerime hatırına gelip tefsirde, hadiste, kelamda olan büyük bilgisi, kendisini ve ayet-i celilenin hikmetlerini göz önüne almak vadisine dahi sevk edince artık Hicabi seyahat şevkiyle Suphi’den fazla çıldırmaya başladı.
Suphi’nin uykuya varması dört saati geçmiş olduğundan ve Hicabi artık zihnî isteklerine kendi kendisine tahammül ve mukavemet etmeyi imkânsız gördüğünden arkadaşını ayağından çekip kımıldatarak dedi ki:
“Hey! Baba Suphi! Suphi Bey! Amma uyudun ha! Baksana artık sabah oldu. Ortalık açıldı. Aç sen de gözlerini bakalım.”
“Uf kardeş sus Allah’ı seversen!”
“O ne be? Öte tarafa döndü. Yine horlamaya başladı. Hey Suphi Bey! Aç gözlerini diyorum. Uyuya uyuya şiştin be!”
“Ey ne istersin sanki?”
“Evinde rahat oturan insanın uykusunu kaçır da sonra kendin horul horul uyu! Bu da insaf mı ya! Kalk Allah’ı seversen, sabah kahvelerini içerek iki satır söz edelim!”
Suphi esneyerek, gerinerek, gözlerini ovuşturarak, ağzını şapırdatarak kalktı. Henüz uykusunu layıkıyla alamadığı için biraz mırıldandı, söylendi ise de gerçekten artık gündüz olmuş bulunduğu için yatağı içinde oturdu.
Aralarındaki münasebetin artması üzerine Hicabi Bey, Suphi Bey için kendi evinde özel olarak bir nargile bulundurmakta olduğundan kalktı, derhâl nargileyi hazırlayıp marpucu dostunun sakalına dayadı. Haremde herkes zaten uykudan uyanmış olduğu için kahveyi de onlara sipariş etti.
Suphi Bey esnemeye biraz ara verdikten ve kahveyi de içtikten sonra Hicabi dedi ki:
“Senin seyahat meselesi bu gece benim uykumu kaçırırsa ne dersin?”
“Neden uykunu kaçırsın? ‘Borç benim kasavet senin.’ dedikleri gibi seyahat benim olduğu hâlde kasaveti sana mı kaldı?”
“Öylesi değil! Senin her deliliğin bir hikmetten uzak olmadığı gibi bir şeyi tercihin elbette ve elbette bir hikmetten uzak değildir. Seyahat için ‘kuzeye kuzeye’ diyordun. Seyahatin lüzumunu zihnime tasdik ettirdim. Senin bu konudaki cüret ve azmini takdir ettirdim. Hatta bir imkânı olsa ben de sana refakat cüretini göstermekten bile uzak değilim. Fakat şu kuzey yönünü tercihe sebebin ne olduğunu anlayamadım.”
“Bana refakat için cüret mi dedin? Amma yaptın ha! Hiç İstanbul’a âşık olan sizin gibi İstanbullular bana refakat edebilirler mi? Ben neyim? Bir deli! Öyle değil mi?”
“Estağfurullah! Fakat sen şimdi benim refakat edebilip edemeyeceğimi düşünme! Bununla söz israf etme! Henüz senin bile seyahatin kesinlikle kararlaştırılmış değildir. Daha kütüphane ve numunehane satılarak para eline girmedi ki!”
“Neden girmesin? Girmiş demektir.”
“İyi ya işte! Benim de kararım verilmiş demek olabilir. Şu kuzey yönünü tercihin ne hikmetten dolayıdır? Onu soruyorum.”
“Bir vakit Afrika seyahatnamelerini okurken gerek Afrika’nın gerek Amerika’nın vahşileri içinde bulunmak hevesine düşerdim. Çünkü oralarda türümüzden öyle bir sınıf halk vardır ki henüz medeniyetten hiçbir nasipleri yoktur. Medeniyet her şeyden önce insanların topluluk hâlinde, yardımlaşma ve yayılma kaidesiyle yaşamalarını gerektirirken bunlarda topluluk bile yoktur. Hatta evladı ana babaya bağlayan münasebet dahi onlarda diğer hayvanlarda görülen derecelerde bulunur. Yani bir tavuk kendi piliçlerine yeri eşeleyerek taneyi, kökü veyahut böceği meydana çıkarıp yemeyi ve kendisini yiyecek olan daha kuvvetli bir hayvandan kaçmayı öğrettikten sonra artık tavuk başka ve piliç başka ve ikisi de ayrı ayrı olarak yaşamak için ayrıldıkları gibi o vahşilerde dahi bir kadın kendi yavrusunu büyüttükten sonra ayrıldıklarını seyahat kitaplarında okudum ve bunların evliliklerinin de diğer dört ayaklı hayvanların çiftleşmelerinden farklı bir şey olmadığını, şu ilkel hâli görerek onun üzerine insanların gelişmek isteyen yaratılışı icabınca ilave edilmiş bulunan şeyleri muvazene etmek isterdim. Hâlbuki biz henüz beşerî medeniyetin bugün ulaşmış bulunduğu ilerlemeyi dahi görmemişizdir. Beşerî ilerlemelerin bizim memleketimizde görüldüğü dereceden ibaret olmadığını anlayabilmek güç bir şey midir? Bunca yeni icadın hangi taraftan geldiğini düşündüğümüz gibi bizim medeni memleketler ile medeni olmayanlar arasında bir ara kesit teşkil etmekte bulunduğumuz kendi kendisine meydana çıkar.”
“Ona şüphe yok. Buraları bence zaten su götürmezdir.”
“Bu yüzden sonraları vahşi memleketleri seyahat arzusu değişti. Kendi kendime dedim ki: ‘İlk önce medeni memleketleri görmeli ve medeni ilerlemelerin ulaşmış bulunduğu mertebeyi hakkıyla anlamalı da ondan sonra vahşi memleketleri seyahat etmeli.’ ”
“Ey kuzey tarafında bu yüksek medeniyeti bulacak mısın?”
“Dinlesen a? Okumada ve düşünmede ilerledikçe zihnim seyahatten maksadın ne olduğunu daha fazla etraflı olarak düşünmeye başladı. Yalnız medeni ilerlemeler noktainazarından âlemi seyretmenin de yeterli olmadığını gördüm. Acayib-i âlemin asıl bilimsel bir noktainazardan bakılarak seyredilebileceğini anladım. Hatta bugünkü günde seyahat denilen şeyin birçok şekil ve türleri arasında bilimsel seyahate başkaca bir ehemmiyet verildiğini ve sadece bilimsel incelemeler için koca koca gemilerin dünyanın çeşitli yerlerine gittiklerini düşündüm. Bu hâlde tabiatın ekvatordan çok kutuplarda bulunduğunu nazarıdikkate aldığım gibi kutuplardan bize en yakın olan Kuzey Kutbu’nun, Avrupa’nın medeni ve ilerlemiş memleketlerine dahi komşu olduğunu düşünerek hem medeni ilerlemeleri hem tabiat harikalarını görmek için kuzey yönünü tercih ettim.”
Hicabi Efendi başını önüne eğerek elinde bükmekte olduğu sigarayı dudaklarında yapıştırdıktan sonra dedi ki:
“Acayib-i âlem ekvatordan çok kutuplarda neden bulunsun?”
“Bahsimizi bir kozmografya dersine mi dönüştürmek istiyorsun?”
“Yok!”
“Öyle ise sana yalnız şu kadarcık söyleyeyim: Bizim buralarda en uzun gece ve gün on beş saat olduğu hâlde diyelim ki yazın gündüzler ve kışın dahi geceler on altı on yedi saat kadar uzasalar veyahut on üç veya on iki saatten ziyade uzasalar şu fark bize fazla bir değişiklik şeklinde görülmezdi. Lakin gündüz denilen şey yirmi üç buçuk saat uzayıp da gece yarım saat kalır ve bu hâlde güneş şimdi battığı hâlde biraz sonra yine doğarsa ve bu hâl aksi olarak gece yirmi üç buçuk ve gündüz yarım sat uzayıp güneş şimdi doğmuş ise biraz sonra yine battığı hâlde bu değişim bizim gözümüzde pek mühim bir değişim olur. Öyle değil mi?”
“Anladım efendim!”
“Ya bir gece aylarca müddet devam eder ve bir gün keza aylarca müddet uzayıp gider de güneş ya hiç doğmaz veyahut hiç batmaz ise?”
“Öyle ya! Öyle ya!”
“Hâlbuki kuzey taraflarının olağanüstülüğü yalnız bundan da ibaret değildir. Tabiatın yıkıcı gücü oralarda insanların yaşamasına ihtimal vermek istemediği ve taşları ve ağaçları bile çatır çatır mahvedecek sanıldığı hâlde oralarda bu yıkıcı güce Cenabıhakk’ın verdiği akıl kuvvetiyle mukavemet ederek yaşayan birçok halk dahi görürüz. Sıcak memleketlerde ne elbiseye ne ev ve meskene ihtiyacı olmadığı gibi doğal mahsullerle karnını dahi doyurabilecek olan insanların yaşayışının ne kadar sade olabileceğini bir kere düşünmeli de buzul memleketlerde her şeye muhtaç olan insanların yaşayışının ne kadar dikkate değer olacağını hesaba katmalı.”
“Ve işte bu hesaptan sonra vatanımızın cennet gibi güzel olduğuna hükmetmeli. Öyle değil mi efendim?”
“Ona ne şüphe! Şimdiki hâlde İstanbul’dan dışarıya çıkmamış olan bir adam İstanbul’un güzelliğine hayran görünür ise o adama hayret edebiliriz. Çünkü her şey zıddıyla kendisini belli edebildiği hâlde güzel olmayan veyahut daha ziyade güzel olan yerleri görmeksizin kendi doğum yerinin güzelliğine hayran olmak âdeta bir taklitçilik demektir. Herkes güzel dediği için o da herkesi taklit ederek güzelliğine inanmış sayılır.”
Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:
“Zannıma kalırsa kuzey taraflarını seyahat etmek seyir ve hareketçe de güney taraflarından daha kolaydır.”
“Hiç şüphe etmemeli!”
“Çünkü birçok yere trenler ve gemiler ile gidilir. Hâlbuki güney tarafları buna benzemez.”
“Pek doğrudur. Bugün bir mevsimine düşürülür ise hemen on beş gün kadar bir müddet içinde kuzey tarafına en fazla sokulabilmek mümkün olur. Fakat biz henüz daha seyahatin bu taraflarını seninle konuşmadık. Tren ile seyahat etmek seyahatten mi sayılır?”
“Vay! Seyahatten sayılmaz mı?”
“Sayılmaz ya? Bir vagon içinde oturmak seyahatten sayılacak ise kendini bir sandığa hapsedersin. ‘Ben seyyahım!’ diye iftiharından koltuklarını istediğin kadar kabartırsın! Benim âşığı olduğum tabiata kavuşmak için edilecek seyahat tren ile değil beygir ve araba ile de yapılamaz. Mutlaka yaya olarak icra yapılmalı.”
“Yaya olarak mı? Tabanvay ha?”
“Evet! Ben her otun, her kökün, her böceğin yanından geçerken durup bakmaz ve eğilip dokunmazsam o seyahatten ne anlarım? Yalnız şehirden şehire, onların da lokantalarından lokantalarına ve tiyatrolarından tiyatrolarına seyahat edilecek ise işte resimli kitapların oturduğumuz yerde gözlerimize sunduğu dünya bu dünya olacağından seyahat külfetine hiç de ihtiyaç kalmazdı. İmkânı olsa denizlerde dahi yürüyerek seyahat etsek. Hem denizlerin dibinden! Çünkü denizlerde görülecek şey, yalnız ufkun, engel olmadan gözlerimizde tam dairesini resmetmesinden ibaret değildir. Denizin harikaları asıl o mavi yüzeyin altındadır. Bununla beraber inceleyici bakışları çekmeye değer olacak bir tarafı bulunmayan ve dolayısıyla yine çöl ve yaban denilmek lazım gelen bazı uzun mesafeleri kendi bacaklarımızın kuvvetlerinden başka kuvvetlerle katetmek imkânından istifade hususunda yine hürriyetimize malik oluruz.”
O gün seyahat hakkında kahvaltı zamanına kadar uzayıp giden sözde bizim için gereksiz bilgi sayılmaya değer olacak diğer muhakemelere ve izahlara girişilmedi. İki arkadaş kahvaltılarını da ederek karınlarını doyurduktan sonra hep seyahatin faydasından, güzelliğinden bahsede bahsede ikisi beraber Beyoğlu’na kadar geldiler. Ve Club Commercial’a varıp sözü geçen İngiliz ile Mısırlıyı buldular.
İngiliz tabiatçılardan olup zaten İstanbul’a gelişi tabiat tarihine dair birtakım incelemeler için olduğundan, bu incelemeleri hazır edilmiş ve numuneleri dahi tertip olunmuş bulduğundan ne kadar memnun idiyse Mısırlı beyefendi dahi Suphi Bey gibi bir uzman zat tarafından seçilmiş ve tertip edilmiş bulunan bir kütüphaneye sahip olmak için talep edilen parayı az bile görmekte idi. Çünkü Amerika savaşı hasebiyle bütün Avrupa fabrikalarının muhtaç oldukları pamukları Mısır’dan satın almak suretiyle Mısır’a yağdırmış oldukları liralar Mısır’ın adi fellahlarını bile bir lirayı bir bakır kuruş sayacak derecelerde zenginleştirmiş olduğundan Mısırlı beyefendi en adi şeyler için bile avuç doluları altın sarf ettiği hâlde umurunda bile olmazdı.
O gün iki müşteri satın alacakları malları birer kere daha gözden geçirip son kararı vermek için Suphi ve Hicabi beyler ile beraber vapura binerek … köyüne gittiler. Bir müşteri mal almak hususunda İngiliz ve Mısırlı kadar hırslı olur ve bir satıcı da satmakta Suphi kadar mecbur ve aceleci bulunur ise alışverişin pek kolaylıkla yapılması tabiidir. Dolayısıyla bunlar hemen o gün satış akdine karar vererek İngiliz hemen koynundan çıkardığı bir cüzdandan bir yaprak koparıp üzerine Osmanlı Bankasına hitaben bir çek yazdı. Ve Mısırlı da ödeme hızında İngiliz’den aşağı kalmamak için cebinden diğer bir cüzdan çıkarıp kütüphane için belirlenen altı yüz lirayı tamamen banka kaymesi olarak ödedi.
Bu alışverişin yapılmasından sonra yine dördü birden vapura binerek Köprü’ye çıktılar. Hicabi’nin evine gelmek için müşterilerden ayrıldıktan sonra bir arabaya binen iki arkadaştan Suphi Bey, Hicabi’ye dedi ki:
“İşte para arkadaş! Hani ya seyahat için sen de heveslenmiş görünüyordun. Bu sözün gerçek ise işte para!”
“İş paraya kalınca Allah kerim. Zaten ben sana masraf bakımından yük olmayı kabul etmem.”
“Neden? Aramızda teklif tekellüf mü var?”
“Hayır! Param olmayacak olsa teklif tekellüf olmamasından belki istifade edebilirdim.”
“Ama bu para bizi iki seneden fazla seyahat etmek için idare eder.”
“Dört sene müddet seyahat edecek kadar paramız olsa fena mı olur? Bahis para bahsi değil diyorum.”
“Ya ne bahsi?”
“Aile halkının rızasını alabilmek para bahsinden daha müşküldür.”
“Ha bak bende aile falan olmadığı için ben o müşkülatı hiç ölçüp biçemem. Demek oluyor ki ailenden ayrılmayı pek de gönlün istemiyor.”
“Gönlüm istemiyor da değil.”
“O değil, bu değil. Ya nedir efendim? Hevesin bir kuru hevesten ibaret ise bari ondan bahsetme de insanı kendi hevesi veçhile edeceği hayallerden de menetme.”
“Hevesim pek kuvvetli bir hevestir. Resulullah’ın sayesinde senin paran kadar bir parayı benim bu yolda harcamaya gücüm vardır. Ancak ailemin güzelce rızası ve oluruyla yola çıkarsam daha fazla rahat ve kalp huzuruyla seyahat etmiş olacağım. Birader! Böyle uzun uzadıya seyahatlere çıkıldığı zaman gidip de gelmemek ve gelip de bulmamak var. Onun için insan her vazifesini yerine getirerek çıkmalı!”
“Amma uzun düşünce ha! Gidip de gelmemek olursa toprağımız Kuzey Kutbu’ndan alınmış deyiveririz. Gelip de bulmayacak olursak hasret kıyamete kaldı diye teselli buluruz. Bazı kere o kadar filozof görünürsün ki ben de şaşarım. Bazı kere…”
“Bencesi yine böyledir. Fakat ev halkıncası böyle değildir. Sen işi bana bırak. Sana ne lazım? Ne kadar olsa sen daha birkaç güne kadar yola çıkamazsın değil mi?”
“Öyle ya? Yol tedariki olarak bazı şeyler alacağım. Gerçi asıl soğuk memleketler için gereken seyahat ihtiyaçlarını Petersburg’dan tedarik edecek isek de buradan alınacak birtakım şeyler de vardır. Herhâlde bir hafta on gün kadar daha buradayım.”
“Tamam! Ben de o zamana kadar buradaki işleri görür bitiririm.”
İki arkadaş Hicabi Bey’in evine geldiler. O gece yemekte ve yemekten sonra hep seyahate dair söz edileceği malumdur. Bu akşam Hicabi Bey Suphi’yi yatak odasında yalnız bırakarak kendisi harem tarafında yattı ve zihnî meşguliyeti bir yandan uykusunu reddetmekle beraber diğer taraftan dün geceden beri devam eden uykusuzluk kendi hükmünü dahi yürüterek bir hayli zaman Hicabi’yi hemen gözleri kapalı bir hâlde bulundurdu ise de Hicabi yine geç vakte kadar uyuyamayıp pek muzdarip bir hâlde vakit geçirdi.
Ancak bu gece ailesi halkına seyahatten falandan asla bahis açmadı. Hicabi Bey bu bahsi ertesi sabah açtı. Hem de seyahatin faydasından, ehemmiyetinden bahsederek güzel bir başlangıç ile söze girişti. Özetle demişti ki: “Dünyayı görmeyen bir adam hiçbir şey görmemiş demektir. Çünkü bu âlemde bizce maddeten bir varlık varsa o da dünya ve içindekilerden ibarettir. Hâlbuki biz İstanbul’da doğup İstanbul’da büyümekle dünyayı görmüş sayılamayız. Bu yüzden birkaç ay müddet için Suphi Beyefendi ile seyahat azmine düştüm.”
Güzel muhakeme, güzel arzu, güzel niyet ama aile halkı için bu giriş sözlerini kabul etmek ihtimali var mı ki hatta neticeyi dahi kabul etmek mümkün olsun?
Zaten aile halkının en büyük düşman tanıdığı bir adam varsa o da Suphi Bey’di. Herkes, “Suphi Bey denilen deli ile düşüp kalkmayı artırıncaya kadar bizim beyefendi evini barkını sever, pek iyi bir adamdı. Onunla düşüp kalkmayı ve ahbaplığı arttıralıdan beri bozuldu. Hele şimdilerde büsbütün divane oldu!” diye Suphi’yi elinden gelse bir kaşık su içinde boğmak isterdi.
Hele seyahat denilen şey hakkında Hicabi Efendi ailesinin malumatı o kadar azdı ki “Biraz da seyyah olarak ömür süreyim.” sözü Hicabi Efendi’nin ağzından çıktığı zaman “A! Üstüme iyilik sağlık! Elde keşkül hu bereket Allah diye dilenmek size mi kalmış?” dediler ki bu hâlde seyyah sözünden Buharalı dervişleri anladıkları anlaşılınca Hicabi Efendi anlayışları bundan ibaret olan kadınların âdeta hâllerine acıdı.
O gün Suphi Bey Osmanlı Bankasına havale olunan parayı almak için bankaya giderek Hicabi Bey evinde kalmış ve ta akşama kadar kadınlar ile bahiste devam etmiş ise de küçük çocuklara ve hizmetkârlara varıncaya kadar hepsi bir aralık beyin delirdiğine inandıktan sonra nihayet aklını henüz bozmadığını görüp içleri rahatlayarak fakat bu seyahat arzu ve hevesinden dolayı biçareyi alaya almaya karar vermişlerdi.
Akşam Suphi geldi. Paraları almış olduğundan koruması için hepsini Hicabi Bey’e verdi. Dedi ki:
“Bu parayı aldığıma hata ettim. Zira bu kadar para yanımızda olduğu hâlde seyahat edemeyiz. Bu yüzden lüzumu kadar paranın bize Petersburg’da banka tarafından teslim olunması ve kalanı için de dünyanın hangi taraflarından telgraf çekersek hemen poliçelerinin gönderilmesi hususunda gerek bunları gerek Mısırlıdan aldığımız paraları tamamen bankaya teslim etmeliydik. Lakin seyahatimiz için gereken planı henüz yapmadığımdan şimdilik paraların bizim korumamızda olması için aldım buraya getirdim… Ey, sen kendi işini ne yaptın bakalım?”
Hicabi Bey bu soruya birdenbire cevap veremedi. Biraz şaşırıp kekeledikten sonra dedi ki:
“Biz de henüz bir karar veremedik. A kardeş böyle kadınlarla ciddi şeylerden söz edilir mi? ‘Seyyah’ deyince onlar ceylan derisi sırtımızda, külah başımızda Buharalılar kıyafetine girerek memleketten memlekete, tekkeden tekkeye sürtüp gezeceğiz zannediyorlar.”
“Ben zaten senin seyahatine imkân veremiyorum azizim. Çoluğu çocuğu beyhude yere üzme! Haydi içeriye git de bu sevdadan vazgeçtiğini söyle! İstersen ben hanım kardeşi şuraya, kapıya çağırayım da söyleyeyim.”
“Etme Allah’ı seversen! Zaten ben onları seninle iknaya çalışırken şimdi işi sen bozma!”
“Benimle iknaya mı çalışıyorsun? Ne diyorsun?”
“Yalnız seyahat etmeyip beraber seyahat edeceğimizden ve senin fazilet ve irfanından bahisle bu seyahatin herhâlde benim, eğitim ve görgü bakımından mükemmelleşmemi temin edeceğini söylüyorum.”
“Güzel ama geçen gün hanım kardeşin dikçe bir sesle seninle bahsederken benim âdeta deli olduğumu söylediğini ben burada işitmiştim. Ben şimdi işin olmayacağını görüyorum. Bu yüzden bari seni bu seyahat deliliğinden ben vazgeçirmiş olayım da o münasebetle onların nazarında deli olmadığımı da ispat etmiş olayım.”
“Hiçbir şey hakkında kendi fikirleri olmayan o biçareleri bundan dolayı ayıplama! Kadın bu! Özellikle Osmanlı kadınları! Avrupa kadınları olsalar kocaları ile beraber seyahate çıkarlardı. Fakat bizim kadınlar buradan Boğaziçi’ne misafirliğe gidecek olsalar evin yarı eşyasını bohçalara doldurup beraber götürürler. Dolayısıyla ben onları ikna ederim. Sen keyfine, rahatına bak da bana müsaade ver ki ben de onlar ile uğraşayım!”
Misafirin istirahat sebeplerini tamamladıktan sonra Hicabi Bey tekrar hareme girdi. O gece dahi seyir ve seyahate olan hevesinden ve bu seyahatle edeceği istifade ve alacağı lezzetten uzun uzun konuştu ise de bunların hiçbirisi aile halkının kulağına girmedi. İnsan için zevk ve sefa çoluğuyla çocuğuyla, tam bir refah ve rahatla yaşamakla olacağı için öyle uzak memleketlerde hastalık ve sağlık ihtimallerine karşılık seyahate kalkışmak deliliğin ta kendisi sayılacağından ibaret cevaplar alıyordu.
Bu gecelik de Hicabi Bey, daha fazla işi üstelemeyip odasına çekildi. Ertesi gün bütün aile halkını odasına çağırarak dedi ki:
“Ölmek, yaşamak insanoğlu için değil midir? Birtakım adamlar vardır ki benim kadar da yaşamayıp genç hâlinde vefat etmişlerdir. Şimdi siz dahi diyebilirsiniz ki ben de yarından itibaren vefat edeceğim. İşte sizi bugün vasiyet için çağırıyorum. Beni vefat etmiş sayacaksınız. Cenabıhak afiyet verir de gelirsem yine kavuşuruz. Evet! Sizi mirasımdan mahrum etmek de istemem. Kendisi sağ iken malını çarçur edip de vefatından sonra çoluğunu çocuğunu sürüm sürüm süründüren adamlardan ben nefret ederim. Fakat herkes malının üçte birine kendi başına sahiptir. Malının üçte birini mirasçılarından alarak hayrata, hayır işlerine canı, keyfi neresini isterse oraya harcar. Ben de malımın üçte birini istediğim yere harcayacağım. Hatta alacağım para malımın üçte biri değil çeyreği bile olmaz. Dolayısıyla ben başımı alıp dünyayı görmeye gideceğim. İşte bu kararım, bu sözüm kesindir. Eğer bundan beni caydırmakta ısrar edecek olursanız sonra daha fena bir şey yaparım da siz de ettiğiniz ısrardan pişman olursunuz.”
Hicabi Efendi’nin bu defa ailesi halkına söylediği söz, faydası pek kesin bir söz idi. Hele seyahatine rıza gösterilmeyecek olursa aile için daha büyük bir faciayı yapmaya kadar varacağını öyle bir ciddi şekilde söylemişti ki sonradan kız kardeşi, karısı ve biraderi bir araya toplanıp da kendi kendilerine konuştukları zaman biraderi, “Bırakınız efendim bırakınız! Ağabeyimdeki hâl deliliğe yakın bir aşk eseridir. Menedecek, üstüne varacak olursanız daha fena etmiş olursunuz.” dediği zaman kadınların ikisi de son derece üzüntü ve umutsuzluk ile çocuğu tasdik etmişlerdi.
Aradan bir gün geçti. Meseleye dair hiçbir söz olmamıştı. Ondan sonra yine bir akşamüzeri aile halkı toplanarak müzakere ettiklerinde Hicabi’nin küçük biraderi dedi ki:
“Birader arzunuzun gerçekleşmesine aile halkının katiyen engel olduğu düşüncesiyle kendinizi üzmeyiniz. Meyus olmayınız. Hepimizin hakkınızdaki özel sevgimiz gereğince elbette ayrılığı gönlümüz istemez. Lakin sizin içinizi rahatlatacak bir hevesin gerçekleşmesini elbette arzu ederiz.”