
Полная версия
Gizli Bahçe
Yüzünü kompartımanın camına çevirdi ve sonsuza kadar sürecek gibi görünen gri yağmur fırtınasını seyretmeye koyuldu. Fırtınayı o kadar uzun süredir ve o kadar kıpırtısız izliyordu ki grilik gözlerinin önünde büyüdü, büyüdü ve sonra uyuyakaldı.
III. BÖLÜM
BOZKIR BOYUNCA
Mary uzunca bir süre uyudu ve uyandığında Bayan Medlock ona istasyonların birinden öğle yemeği almıştı. Birlikte biraz tavuk, rozbif, tereyağlı ekmek yiyip, çay içtiler. Yağmur iyiden iyiye şiddetlenmişti ve istasyondaki herkesin üzerinde sırılsıklam olmuş, pırıl pırıl parlayan su geçirmez yağmurluklar vardı. Kondüktör, kompartımandaki lambaları yakınca Bayan Medlock çayının, tavuğunun ve rozbifinin tadını daha iyi çıkarabildi. Kadın karnını iyice doyurunca uykuya daldı. Mary oturup Bayan Medlock’u ve onun yana kayan ince başlığını seyrederken, cama vuran damlaların ninnisiyle kendisi de bir kez daha uyuyakaldı. Tekrar uyandığında hava oldukça kararmıştı. Tren bir istasyonda durmuştu, Bayan Medlock onu sarsarak uyandırdı.
“Amma da uyudun!” dedi. “Uyanma vakti geldi! Thwaite İstasyonu’na vardık. Daha önümüzde uzun bir yol var.”
Mary ayağa kalkıp gözlerini açık tutmaya çalışırken Bayan Medlock onun eşyalarını toparlıyordu. Küçük kız ona yardım etmeyi teklif dahi etmedi çünkü Hindistan’da yerli hizmetkârlar sürekli onun arkasını toparlayıp eşyalarını taşıdıklarından, bu onun için gayet normal bir şeydi.
İstasyon küçüktü ve görünüşe göre trenden onlardan başka kimse inmemişti. İstasyon şefi Bayan Medlock ile kaba bir sesle ama kibar bir havayla konuşuyordu. Kelimeleri Mary’nin sonradan Yorkshire aksanı olduğunu öğreneceği tuhaf bir şekilde telaffuz ediyordu.
“Bakıyorum da dönmüşsünüz.” dedi. “Küçüğü de yanınızda getirmişsiniz.”
“Evet, bu o.” diye yanıtladı Bayan Medlock, omuzunun üzerinden Mary’yi işaret ederek. Kendisi de Yorkshire aksanı kullanmaya başlamıştı. “Sizin hanım nasıl?”
“İyice. Araba sizi dışarıda bekliyor.”
Dışarıdaki küçük platformun önünde bir fayton bekliyordu. Mary arabanın gayet şık olduğunu ve onu arabaya bindiren uşağın da gayet şık olduğunu düşündü. Adamın uzun, su geçirmez paltosu ve şapkasının su geçirmez kapüşonu yağmurdan parlıyor ve üzerinden, her şeyin hatta iri yarı istasyon şefinin bile üzerinden süzüldüğü gibi damlalar süzülüyordu.
Uşak kapıyı kapatınca arabacı ile birlikte arabaya bindi ve yola koyuldular. Küçük kız kendini minderlerle bezeli bir köşede rahatça otururken buldu ama bir kez daha uyumaya hiç niyeti yoktu. Pencereden dışarıyı izliyor, Bayan Medlock’un bahsettiği tuhaf yere giderken yolda gördüğü her şeye merakla bakıyordu. Asla ürkek bir çocuk değildi ve korktuğu söylenemezdi ama neredeyse çoğunun kilitli olduğu yüz odalı bir evde hem de bozkırın kıyısında bir evde bulunmanın neye benzediğini bilemiyordu.
“Bozkır ne demek?” diye sordu birden Bayan Medlock’a.
“Pencereden dışarı bak, on dakika sonra görürsün.” diye yanıtladı kadın. “Malikâneye varmadan önce Missel Bozkırı boyunca altı kilometre kadar yol alacağız. Gecenin karanlığında pek bir şey anlaşılmaz ama yine de bir şeyler görebilirsin.”
Mary başka bir soru sormadan gözlerini pencereye dikip çekildiği köşenin karanlığında bekledi. Faytonun ışıkları biraz ileriye ışık hüzmeleri yayıyor, böylece Mary yanlarından geçtikleri yerleri biraz görebiliyordu. İstasyondan ayrıldıktan sonra küçük bir kasabanın içinden geçtiler, Mary beyaza boyalı evler ve bir meyhanenin ışıklarını gördü. Sonra bir kilisenin ve kilise papazının evinin yanından, ardından oyuncaklar, şekerler ve satılık eşyalarla dolu küçük vitrinli bir dükkânın yanından geçtiler. Sonra ana yola çıktıklarında çalılar ve ağaçları gördü. Onlardan sonra da uzunca bir süre, en azından ona uzun gibi gelmişti, değişik hiçbir şey görmedi.
Sonunda atlar daha yavaş gitmeye başladılar, sanki bir tepeyi tırmanıyor gibiydiler ve artık ortalıkta ne çalı ne de ağaç vardı. Hiçbir şey göremiyordu, her iki tarafı da zifirî karanlıktı. Tam öne doğru eğilip yüzünü pencereye doğru uzatırken fayton şiddetle sarsıldı.
“Ah! İşte bozkıra vardık.” dedi Bayan Medlock.
Fayton, çalılıklar ve alçak bitkilerin arasından geçen çetin bir yolu sarı ışıklarıyla aydınlatıyordu. Önlerinde ve çalıların ardında yoğun bir karanlık vardı. Rüzgâr şiddetleniyor, tekdüze, yabani ve alçak hışırtılar çıkarıyordu.
“Burası… Burası deniz değil, değil mi?” dedi Mary, yol arkadaşına bakarak.
“Hayır, değil.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Tarla da değil, dağlık arazi de değil, yalnızca kilometrelerce genişliğinde, süpürge otu, karaçalı ve katırtırnağından başka hiçbir bitkinin yetişmediği, vahşi midilliler ve koyunlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı yabani bir arazi.”
“Sanki denizmiş gibi geldi bana, sanki şuralarda su varmış gibi.” dedi Mary. “Sanki deniz varmış gibi sesler geliyor şimdi.”
“Çalıların arasından esen rüzgârın sesi o.” dedi Bayan Medlock. “Bana göre yeterince kasvetli bir yer burası ama buraların seveni de çok, özellikle de süpürge otları çiçek açınca.”
Karanlığın içinden yol almaya devam ettiler, yağmurun durmasına rağmen rüzgâr devam ediyor ve ıslıklar çalarak garip sesler çıkarıyordu. Yol bir yukarı bir aşağı ilerliyor, fayton çoğu zaman altından suların coşkuyla gürül gürül aktığı küçük bir köprünün yanından geçiyordu. Mary’ye yol sanki hiç bitmeyecek gibi gelmişti, rüzgârlı bozkır sanki sonsuz ve karanlık bir okyanusun ortasından geçen ipince kuru bir toprak gibiydi.
“Hiç sevmedim.” dedi Mary kendi kendine. “Hiç hoşuma gitmedi.” dedi ve ince dudaklarını iyice birbirine bastırdı.
Bir ışık görebildiğinde atlar bir tepeyi tırmanıyorlardı. Bayan Medlock da ışığı görünce derin bir iç geçirdi.
“Ah! Çok şükür şu kırpışan ışığı gördük sonunda.” diye haykırdı. “Bu ışık müştemilat penceresinden geliyor. Birazdan oturup bir yorgunluk çayı içeriz artık.”
“Birazdan.” demişti ama fayton bahçe kapısından geçtikten sonra daha iki buçuk kilometre yolları vardı ve ağaçlar -neredeyse faytonun üzerine değiyorlardı- yolun uzun ve karanlık bir dehliz gibi görünmesine sebep oluyordu.
Kemerin altından geçip bir açıklığa vardılar, son derece uzun ama alçak yapılmış ve taştan bir avlunun etrafını sarıyormuş gibi görünen bir evin önünde durdular. İlk başta Mary pencerelerde hiç ışık olmadığını düşündü ama faytondan inince üst kattaki köşe odalardan birinde cılız bir ışık yandığını gördü.
Giriş kapısı, tuhaf şekilli meşe panellerle kaplı, üzerinde kocaman demir çiviler olan ve büyük demir çubuklarla bağlanmış devasa bir kapıydı. Kapı çok büyük bir salona açılıyordu ve salonun aydınlatması o kadar loştu ki Mary duvara asılı portrelerdeki suratlara ve savaş zırhlarındaki figürlere bakmak istemedi. Taş zeminde dikilirken ufacık ve garip bir siyah figür gibi görünüyordu ve kendisini göründüğü gibi küçük, kayıp ve garip hissediyordu.
Düzgün giyimli, zayıf ve yaşlı bir adam, onlara kapıyı açan uşağın yanında duruyordu.
“Kızı odasına götürün.” dedi boğuk bir sesle. “Onu görmek istemiyor. Sabah Londra’ya gidecek.”
“Tamamdır, Bay Pitcher.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Benden beklenenleri bildiğim sürece, her şeyi hallederim.”
“Sizden beklenen, Bayan Medlock.” dedi Bay Pitcher. “Beyefendinin rahatsız olmamasını ve görmek istemediği şeyi görmemesini sağlamaktır.”
Sonra Mary Lennox geniş merdivenlerden çıkarıldı, uzun bir koridordan geçirildi ve birkaç basamak daha çıkarılıp bir koridor ve bir tane daha koridordan geçirildi. Nihayet bir kapı açıldı ve kız kendini içinde şöminenin yandığı, üzerinde akşam yemeği duran bir odada buldu.
Bayan Medlock laubalice şöyle dedi:
“İşte geldin! Burada ve bitişikteki odada yaşayacaksın. Bu iki odadan başka bir yere girip çıkman yasak. Sakın unutayım deme!”
İşte Küçük Hanım Mary, Misselthwaite Malikânesi’ne böyle gelmiş ve belki de hayatı boyunca kendini hiç bu kadar aksi hissetmemişti.
IV. BÖLÜM
MARTHA
Sabah genç bir hizmetçi odasına girince gözlerini açtı, kız şöminenin önündeki kilime diz çökmüş, gürültüyle külleri temizliyordu. Mary bir süre yattığı yerden onu izledi, sonra odaya göz gezdirmeye başladı. Daha önce böyle bir oda görmemişti, odanın garip ve kasvetli olduğunu düşündü. Duvarlar orman manzarası işlenmiş goblen kumaşlarla kaplıydı. Ağaçların altında fevkalade giyimli insanlar vardı ve uzaklarda bir kalenin kuleleri görünüyordu. Avcılar, atlar, köpekler ve kadınlar vardı. Mary kendini ormanda onlarla birlikteymiş gibi hissetti. Derin bir pencereden, üzerinde hiç ağaç olmayan bir tepe görünüyordu ve oraya bakmak sonsuz, donuk, morumsu bir denize bakmak gibiydi.
“Bu nedir?” diye sordu, pencereden dışarıyı işaret ederek.
Genç hizmetçi Martha ayağa kalkıp baktı, o da eliyle işaret etti.
“Şurası mı?” dedi.
“Evet.”
“Orası bozkır.” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Sevdiniz mi?”
“Hayır.” diye cevap verdi Mary. “Nefret ettim.”
“Alışık olmadığınızdandır.” dedi Martha, şömineye geri dönerek. “Şimdi çok büyük ve çorak olduğunu düşünüyorsunuz. Ama seversiniz.”
“Sen seviyor musun?” diye sordu Mary.
“Elbette, seviyorum.” diye yanıtladı Martha, neşeyle ızgarayı parlatırken. “Çok severim hem de. Çorak değildir. Tatlı kokan şeyler büyür orada. Baharda ve yazın süpürge otları, karaçalılar ve katırtırnakları çiçek açınca çok güzel olur. Bal gibi kokarlar, hava da mis gibi tertemiz olur, gökyüzü çok yüksek görünür, arılar ve tarla kuşları etrafta vızıldayıp cıvıldaşırlar. Ya! Dünyaları verseler bozkırdan uzaklarda yaşamam.”
Mary kızı ciddi, şaşkın bir ifadeyle dinliyordu. Martha’nın, Hindistan’dan alışık olduğu yerli hizmetçilerle uzaktan yakından alakası yoktu. Onlar yalakalık yaparlar, köle gibi davranırlar ve sahipleriyle onlarla eşitlermiş gibi konuşmaya kalkışmazlardı. Eğilip selam verirler, efendilerine “fakirlerin koruyucusu” gibi isimlerle hitap ederlerdi. Hintli hizmetkârlardan bir şey istenmez, onlara emir verilirdi. “lütfen” ve “teşekkür ederim” denmezdi ve Mary sinirlendiği zaman Ayah’ını tokatlardı. “Bu kıza biri tokat atsa ne tepki verir?” diye düşündü. Yuvarlak hatlı, al yanaklı, halim selim görünen bir yaratıktı ama inatçı bir havası vardı.
“Sen tuhaf bir hizmetçisin.” dedi yastıklarının arasından, kibirli bir havayla.
Martha, elinde baca fırçasıyla ayağa kalktı ve bir kahkaha patlattı, hiç de sinirlenmişe benzemiyordu.
“Ya! Bunu biliyorum ki.” dedi. “Eğer Misseltwaite’te bir büyük hanım olsaydı hizmetçilerin yardımcısı bile olamazdım. Bulaşıkçı falan yaparlardı beni ama asla üst katlara salmazlardı. Ben fazla sıradanım ve çok fazla Yorkshire aksanıyla konuşuyorum. Ama burası çok tuhaf ve çok büyük bir yer. Bay Pitcher ve Bayan Medlock dışında ne beyefendi ne de hanımefendi var gibi görünüyor. Bay Craven burada olduğu zamanlarda hiçbir şeye takılmaz, zaten çoğunlukla burada değildir. Bayan Medlock bana bu görevi nezaketen verdi. Eğer diğer büyük evler gibi olsaymış bu işi bana asla vermezmiş.”
“Benim hizmetçim sen mi olacaksın?” diye sordu Mary, hâlâ Hindistan’dan kalma buyurgan tavrıyla.
Martha ızgarayı tekrar ovalamaya başladı.
“Ben Bayan Medlock’un hizmetçisiyim.” dedi sert bir tavırla. “O da Bay Craven’ın. Ama buradaki işleri yapıp size biraz göz kulak olacağım. Gerçi pek de öyle göz kulak olunacak bir hâliniz yok.”
“Beni kim giydirecek?” diye sordu Mary.
Martha doğruldu ve Mary’ye baktı. Şaşırdığı zamanlarda yayvan Yorkshire aksanıyla konuşurdu.
“Sen gendi kiyinemiyon?” dedi.
“Ne diyorsun? Anlamıyorum senin dilini.” dedi Mary.
“Ay! Unutmuşum.” dedi Martha. “Bayan Medlock dikkatli olmam için uyarmıştı, yoksa dediklerimi anlayamazmışsınız. Yani kendiniz giyinemiyor musunuz?”
“Hayır.” diye cevapladı Mary, biraz kızarak. “Hayatımda hiç kendim giyinmedim. Tabii ki beni Ayah’ım giydiriyordu.”
“Madem öyle.” dedi Martha, görünüşe göre ne kadar cüretkâr olduğunun farkında değildi. “Öğrenme vakti gelmiş demektir. Erken yaşta öğrenmek lazım. Ben başınızda beklerim. Annem hep derdi, ‘Zengin çocukları dadılarla büyüyor, yıkanıyor, giydiriliyor, yavru köpeklermiş gibi yürüyüşe çıkarılıyor, bunlar nasıl oluyor da aptal olmuyorlar.’ diye.”
“Hindistan’da öyle değil.” dedi Küçük Hanım Mary kibirle. Tahammülü kalmamıştı.
Fakat Martha hiç etkilenmemişti.
“Ya! Farklı olduğunu anlayabiliyorum.” diye yanıt verdi sevecen bir sesle. “Orada saygın beyaz insanlardan çok siyahiler varmış. Hindistan’dan geleceğinizi duyduğumda ben sizi de siyahi zannetmiştim.”
Mary yatağında öfkeyle doğruldu.
“Ne!” diye bağırdı. “Ne! Beni yerli mi zannettin? Seni… Seni domuzun evladı seni!”
Martha bakakaldı, sinirlenmiş gibiydi.
“Siz kime isim takıyorsunuz bakalım?” dedi. “Bu kadar hiddetlenmenize gerek yok. Bir hanımın ağzına yakışacak laflar değil bunlar. Benim siyahilerle bir alıp veremediğim yok. Dinî yazıları okursanız ne kadar dindar olduklarını görürsünüz. Siyahilerin birer insan ve birer kardeş olduğu yazar. Daha önce hiçbir siyahi görmemiştim ve bir tanesini yakından tanıma fırsatım olacak diye sevinmiştim. Bu sabah ateşi yakmaya odanıza gelince yatağınıza yaklaşıp size bakmak için yorganı dikkatle kaldırdım. Sizi bir gördüm, hayal kırıklığına uğradım, benden daha siyah değildiniz, hatta sapsarıydınız.”
Mary öfkesini ve aşağılama dürtüsünü kontrol etmeye kalkmadı bile.
“Beni yerli mi zannettin! Bu ne cüret! Sen yerliler hakkında ne bilirsin ki! Onlar insan falan değil, onlar önünde eğilmek zorunda olan hizmetçiler. Hindistan hakkında hiçbir fikrin yok. Senin zaten bir şey bildiğin de yok!”
Mary, kızın umarsız bakışları karşısında o kadar öfke ve umutsuzlukla dolmuştu ki kendini birden son derece yalnız hissetti, kendisinin anladığı ve kendisini anlayan her şeyden çok uzakta gibiydi, yüzünü yastıklara gömdü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. O kadar kontrolsüzce hıçkırıyordu ki iyi huylu Yorkshirelı Martha biraz korkmuş ve kız için çok üzülmüştü. Yatağın yanına gidip ona doğru eğildi.
“Ah! Böyle ağlamayın ama!” diye yalvardı. “Hem de hiç. Güceneceğinizi bilemedim. Ben zaten ne bilirim ki… Aynen dediğiniz gibi… Beni affedin, Küçük Hanım. Ağlamayın artık.”
Kızın tuhaf Yorkshire aksanında insanı rahatlatan ve dost canlısı bir hava vardı ve inatçı tarzı Mary’nin üzerinde iyi bir etki bırakmış gibiydi. Yavaş yavaş ağlamayı bıraktı ve sakinleşti. Martha rahatlamış görünüyordu.
“Artık kalkma vaktiniz geldi.” dedi. “Bayan Medlock kahvaltınızı, çayınızı ve akşam yemeğinizi bitişik odaya getirmemi söyledi. Orası sizin için çocuk odasına dönüştürüldü. Bu sizi yataktan kalkmanızı sağlayacaksa kıyafetlerinizi giymenize yardımcı olurum. Düğmeler arkadaysa kendiniz ilikleyemezsiniz zaten.”
Mary nihayet yataktan kalkmaya karar verdiğinde, Martha’nın gardıroptan aldığı kıyafetler bir gece önce Bayan Medlock ile beraber oraya vardıklarında üzerinde olan kıyafetler değildi.
“Onlar benim değil.” dedi. “Benimkiler siyah.”
Kalın yünlü cekete ve elbiseye bakıp serinkanlı bir havayla onayladı:
“Bunlar benimkilerden güzelmiş.”
“Bunları giymeniz gerekiyor.” diye yanıtladı Martha. “Bay Craven, Bayan Medlock’u Londra’ya yollayıp aldırdı bunları. ‘Etrafta siyahlar içinde kayıp bir ruh gibi dolanan bir çocuk istemiyorum.’ dedi. ‘Burayı olduğundan da hüzünlü bir yere dönüştürür. Kızı biraz renklendirin.’ dedi. Annem onun ne demek istediğini anlamış. Annem bir bedenin ne demek istediğini iyi bilir. Zaten kendisi de siyah giymez.”
“Siyahtan nefret ederim.” dedi Mary.
Giyinme süreci ikisine de bir şeyler öğretti. Martha daha önce küçük kardeşlerinin kıyafetlerini iliklemişti ama sanki elleri ayakları yokmuş gibi hareketsiz durup işi bir başkasının yapmasını bekleyen birini hiç görmemişti.
“Neden ayakkabılarınızı kendiniz giymiyorsunuz?” diye sordu, Mary ayağını sessizce uzatınca.
“Bu işi Ayah’ım yapardı.” diye cevapladı Mary, ona boş boş bakarak. “Âdet böyleydi.”
“Âdet böyleydi.” lafını çok söylüyordu. Yerli hizmetçiler bu lafı hep söylerlerdi. Biri onlara atalarının bin yıldır yapmadığı bir şeyi yapmalarını söylerse yumuşak bir ifadeyle bakıp. “Bu âdetten değil.” derlerdi ve konu orada kapanırdı.
Küçük Hanım Mary’nin öylece hiçbir şey yapmadan dikilip oyuncak bebek gibi giydirilmeyi beklemesi âdettendi. Fakat Mary’yi kahvaltı için hazırlamadan önce Misselthwaite Malikânesi’ndeki hayatının ona ayakkabılarını, çoraplarını giymek, yere düşürdüğü şeyleri eğilip almak gibi yeni şeyler öğretirken sonlanabileceğinden şüphelenmeye başladı. Eğer Martha iyi eğitimli ve görgülü genç bir hanımın hizmetçisi olsaydı daha itaatkâr ve saygılı olurdu, saç taramak, botları bağlamak, yerdeki şeyleri alıp atmak gibi görevlerin kendisine ait olduğunu bilirdi. Fakat o yalnızca eğitimsiz bir Yorkshire köylüsüydü. Kendi kendilerine göz kulak olmaktan ve kucaklarında kendilerinden küçük bebeklerle ya da yeni yürümeye başlayan ve devamlı düşüp duran kardeşleriyle ilgilenmekten başka bir şey bilmeyen bir dolu kardeşle birlikte bir bozkır kulübesinde büyümüştü.
Mary Lennox eğlendirilmeye hazır bir çocuk olsaydı, belki de Martha’nın hazırcevaplığına gülebilirdi fakat Mary onu yalnızca soğuk bir tavırla dinliyor ve bu rahatlığına şaşırıyordu. İlk başta ilgisini çekmemişti fakat kız tatlı ve sıcakkanlı bir havayla cıvıl cıvıl konuştukça Mary onun söylediklerini dinlemeye başladı.
“Ay! Onları bir görmelisiniz.” dedi. “On iki kardeşiz ve babam haftada on iki şilin kazanıyor. Onların hepsine birden yulaf lapası yapacağım diye annemin canı çıkıyor. Bozkırda yuvarlanıp oynuyorlar, annem bozkır havasının onları şişmanlattığını söylüyor. Anneme kalırsa vahşi midilli atları gibi ot yiyorlarmış. On iki yaşındaki Dickon’ımızın kendisine ait olduğunu söylediği bir midillisi var.”
“Nereden bulmuş onu?” diye sordu Mary.
“Daha küçükken bozkırda annesi ile birlikteyken bulmuş ve onunla arkadaş olup ekmek parçaları vermiş, ona taze otlar koparmış. Midilli de onu sevmeye başlamış ve kardeşimin peşine takılmış, onun sırtına binmesine izin vermiş. Dickon iyi çocuktur, hayvanlar onu çok sever.”
Mary’nin hiç kendi evcil hayvanı olmamıştı ve hep bunun hoşuna gideceğini düşünmüştü. Böylece Dickon’ı merak etmeye başladı, daha önce kendinden başka kimse ilgisini çekmiyordu, bu sağlıklı bir duygunun doğuyor olduğuna işaretti. Kendisi için çocuk odasına dönüştürülen odaya girince, uyuduğu odadan bir farkı olmadığını gördü. Burası çocuk odası değil, duvardaki kasvetli resimleriyle ve eski meşe koltuklarıyla daha çok yetişkinlere ait bir odaya benziyordu. Ortadaki masaya güzel, zengin bir kahvaltı sofrası kurulmuştu. Fakat kız her zaman iştahsız olduğu için Martha’nın önüne koyduğu ilk tabağa ilgisizce baktı.
“İstemiyorum.” dedi.
Martha inanmayarak haykırdı.
“Yulaf lapanızı istemiyor musunuz?”
“Hayır.”
“Tadını bir bilseniz… Üzerine biraz pekmez veya şeker koyun.”
“İstemiyorum.” diye yineledi Mary.
“Ay!” dedi Martha. “Bu kadar güzel yiyeceklerin heba olmasına dayanamıyorum. Bu masada bizimkiler olsaydı beş dakika içinde tüm masayı silip süpürürlerdi.”
“Niye ki?” dedi Mary soğuk bir tavırla.
“Nedenmiş!” diye haykırdı Martha. “Çünkü hayatları boyunca mideleri zar zor doluyor. Küçük şahinler, küçük kurtlar kadar açlar.”
“Açlığın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ben.” dedi Mary cehaletin verdiği aldırmazlıkla.
Martha içerlemiş görünüyordu.
“Madem öyle, aç kalmayı deneseniz iyi edersiniz. Basbayağı öyle.” dedi sözünü sakınmadan. “Mis gibi bir ekmek ve ete öylece oturup bakan insanlara katlanamıyorum. Hayret bir şey! Keşke bu masadakiler Dickon, Phil, Jane ve diğerlerinin önlüklerinin altına girebilse.”
“Neden bunları onlara götürmüyorsun?” diye önerdi Mary.
“Bunlar benim değil.” diye yanıtladı Martha sağlam bir duruşla. “Hem bugün izin günüm değil. Herkes gibi ayda bir gün izinli oluyorum. O gün eve gidip annem için temizlik yapıyorum ve bir günlüğüne dinlenmesini sağlıyorum.”
Mary biraz çay içti ve kızarmış ekmekle biraz marmelat yedi.
“Sıkıca giyinip dışarı oynamaya çıkın.” dedi Martha. “Size iyi gelir, biraz iştahınız açılır.”
Mary pencereye gitti. Bahçeler, patikalar, büyük ağaçlar vardı ama her şey donuk ve soğuk görünüyordu.
“Dışarı mı? Neden böyle bir günde dışarı çıkayım ki?”
“İyi de dışarı çıkmayacaksanız içeride kalırsınız, bunun ne faydası olacak ki?”
Mary etrafına bakındı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Bayan Medlock çocuk odasını hazırlarken eğlence kısmını düşünmemişti. Belki de dışarı çıkıp bahçelerin nasıl olduğuna bakmak daha iyi olurdu.
“Benimle kim gelecek?” diye sordu.
Martha şaşkınlıkla baktı.
“Kendiniz gideceksiniz.” diye yanıtladı. “Kardeşi olmayan çocuklar nasıl oynuyorsa öyle oynamayı öğrenmelisiniz. Bizim Dickon bozkıra gidip kendi kendine saatlerce oynar. Midilliyle de öyle arkadaş olmuş. Bozkırda onu tanıyan koyunu var, kuşlar gelip onun elinden yem yerler. Ne kadar az yiyeceği olursa olsun mutlaka birazını hayvanlarının gönlünü hoş tutmak için ayırır.”
Her ne kadar kendisi farkında olmasa da Mary’yi dışarı çıkmaya teşvik eden şey Dickon’dan böylesine bahsediliyor olmasıydı. Dışarıda midilliler veya koyunlar olmasa da kuşlar olacaktı. Hindistan’daki kuşlardan farklı olabilirlerdi ve onlara bakmak onu eğlendirebilirdi.
Martha kıza mantosunu, şapkasını ve sağlam küçük çizmelerini giydirdi ve ona aşağı inen yolu gösterdi.
“Şu yolu dolanırsanız bahçelerin oraya varırsınız.” dedi çalılardan oluşan bir duvarın içindeki geçidi işaret ederek. “Yazın çiçeklerle dolu olur buralar ama şimdi çiçek falan yok.” İlave etmeden önce tereddüt ederek. “Bahçelerden biri kilitlidir. On senedir kimse girmedi.” dedi.
“Neden?” diye sordu Mary kendine hâkim olamayarak. Bu tuhaf evdeki yüzlerce kilitli kapıya biri daha eklenmişti.
“Karısı aniden vefat edince Bay Craven orayı kapattı. Kimsenin de içeri girmesine izin vermiyor. Orası karısının bahçesiydi. Kapıyı kilitledi, sonra bir çukur açıp anahtarı da içine gömdü. Bayan Medlock’un zili çalıyor, gitmem lazım.”
Martha gidince Mary çalılıktaki kapıya giden yola yöneldi. On yıldır kimsenin girmediği bahçeyi düşünmekten kendini alamıyordu. “Acaba bahçe neye benziyordu, içinde hâlâ canlı çiçekler var mıdır?” diye düşündü. Çalılıklı geçitten geçtikten sonra kendini geniş çimenlikleri, kenarları budanmış çalılarla çevrili dolambaçlı yürüyüş yolları olan harika bahçelerin içinde buldu. Ağaçlar, çiçek tarhları, ilginç şekillerde budanmış her dem yeşiller ve tam ortasında eski, gri bir fıskiye bulunan büyük bir havuz vardı. Fakat çiçek tarhları çıplak ve iç karartıcıydı ve fıskiye çalışmıyordu. Burası kapatılan bahçe değildi. Bir bahçe nasıl kapatılırdı ki? Bir bahçeye her zaman girilebilmeliydi.
Tam bunları düşünürken, takip ettiği yolun sonunda üzeri sarmaşıklarla kaplı uzunca bir duvar olduğunu gördü. İngiltere’yi, sebze ve meyvelerin yetiştirildiği mutfak bahçelerine vardığını anlayacak kadar tanımıyordu. Duvara doğru gitti ve sarmaşıkların içinde yeşil bir kapı gördü, kapı açık duruyordu. Demek ki burası da kapalı bahçe değildi, o zaman içeri girebilirdi.
Kapıdan içeri girince buranın da birbirine açılan, etrafı duvarlarla çevrili bahçelerden sadece biri olduğunu fark etti. Açık duran yeşil bir kapı daha gördü, içerideki kış sebzelerinin ekili olduğu yatakları çevreleyen çalılar ve patikalar görünüyordu. Duvar kenarlarında meyve ağaçları vardı ve bazı sebze yataklarının üstü cam çerçeveyle örtülüydü. Mary orada durup etrafına bakarken buranın yeterince çıplak ve çirkin olduğunu düşündü. Yazın her şey yeşerdiğinde daha güzel olabilirdi ama şu anda hiçbir sevimli yanı yoktu.
Birden, ikinci bahçeye açılan kapıdan omzunda kürekle yaşlı bir adam geldi. Mary görünce irkildi, ardından şapkasına dokundu. Adamın huysuz yaşlı bir suratı vardı ve onu gördüğüne pek sevinmişe benzemiyordu. Ama sonra Mary de onun bahçesinden pek hoşlanmadığını belli edercesine “pek çok aksi” ifadesini takındı ve kesinlikle onu gördüğüne sevinmemişti.
“Burası nedir?” diye sordu.
“Mutfak bahçelerinden biri.” diye yanıtladı adam.
“Orası ne?” diye sordu Mary, diğer yeşil kapıyı işaret ederek.
“Başka bir mutfak bahçesi.” dedi kısaca. “Duvarın diğer tarafında bir tane daha var ve diğer tarafta da meyve bahçesi var.”
“Oralara girebilir miyim?” diye sordu Mary.
“İstersen girersin. Ama görecek pek bir şey yoktur.”
Mary cevap vermedi. Patikadan devam edip ikinci yeşil kapıdan geçti. Orada daha fazla duvar ve daha fazla sebze ile cam çerçeve vardı fakat ikinci duvarda yeşil bir kapı daha vardı ve bu kapı kapalıydı. Belki de bu kapı on yıldır kimsenin girmediği bahçeye açılıyordu. Mary çekingen bir çocuk olmadığı için canı ne isterse onu yaptığından yeşil kapıya gidip kolu çevirdi. Gizemli bahçeyi bulmuş olduğunu umduğu için kapının açılmamasını diledi fakat kapı kolaylıkla açılınca kendini meyve bahçesinin içinde buldu. Bahçe duvarlarla çevriliydi ve duvar diplerinde ağaçlar vardı, kış mevsiminin kararttığı çimenlerin üstünde çıplak meyve ağaçları vardı fakat etrafta başka bir yeşil kapı görünmüyordu. Mary’nin gözleri kapıyı arıyordu ve bahçenin sonuna doğru vardığında duvarın meyve bahçesi ile bitmediğini, diğer tarafta bir yerin etrafını çeviriyormuş gibi göründüğünü fark etti. Duvarın üstünden ağaçların tepesini görebiliyordu ve durup bakınca parlak kırmızı göğüslü bir kuşun ağaçlardan birinin tepesinde tünediğini gördü, kuş birden kış şarkısı şakımaya başladı, sanki kızı fark etmiş ve ona sesleniyor gibiydi.