bannerbanner
Eski Mektuplar
Eski Mektuplar

Полная версия

Eski Mektuplar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Bu sözler, zor durumda kalan birisine taze bir hayat verir gibi Meliha’ya da taptaze bir hayat ve umut bahşetti. Dünyada bu kadar mesut ve bahtiyar olduğunu bilmiyordu. Artık fazla söz söylemeyi zait gördü. Zaten pederi söyleyeceklerini bir kalemde tamamlamış olduğundan lafın devamını arzu etmiyordu. O her şeyi anlamıştı. Meliha pederinin elini eteğini öpüp, hareketiyle, tavırlarıyla, nezaketiyle teşekkürünü ve minnettarlığını ifa ederek oradan hemen çıktı. Doğruca Kenan’ın bulunduğu odaya vardı.

Meliha içeriye girdi. Naz ve eda ile gelip pencere önüne yaslandı. Kenan tasavvur ettiği müthiş ihtimaller sanki kızın yüzünden silinmiş gibi algılasa da, bir türlü yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Meliha ise pederinden işittiği sözlerden âdeta kendinden geçmiş gibi bir hâl içindeydi. Çünkü pederinin bu tarzda konuşacağını hiç tahmin etmemişti. Kenan o sırada kızın yüzüne bakacak kadar bir cesarete malik olsaydı her hakikati anlardı. Fakat mümkün olamadı. Zaten Meliha da alıklaşmıştı. Zavallı çocuk ise istikbalini artık mahvolmuş zannediyordu.

Üçüncü Kısım

Can yakan bu mevsimde esen rüzgâr, âdeta ruhu titretiyor ve yine esen rüzgârın sevkiyle renkten renge giren bulutları daima bir cihete sevk ediyordu. Mevsimin şiddetli hararetinden bizar olanlar ruha ferahlık veren rüzgârın etkisiyle kimi bahçelere, denizlere, kimi de denizlerden uzak olan daha serin yerlere yöneliyordu.

Tabiatın her türlü harikalarından, güzelliklerinden istifade etmek isteyenler buralara doğru yol alıyorlardı. Bu tenha yerlerde gönül eğlendirip hem tabiatın hem de kendilerinin güzelliklerini temaşa edip aşk ve sevdalarını yaşamak istiyorlardı. Bütün bu güzellikleri yaşamak isteyen Meliha ile Kenan dahi bu fırsattan istifade etmek istediler ve özel olarak yeni inşa edilmiş olan deniz hamamının taraçasına çıkmışlardı.

Bilseniz, o mevki ne kadar latif idi. İzmir’in o güzel rıhtımını tezyin eden gazinoların sahil boyunca etrafa ışık saçan fenerlerinin, özellikle de denize akseden o nurlu parıltılar; ayrıca rüzgârın da etkisiyle meydana gelen dalgacıklar, doyulmaz bir letafet oluşturuyorlardı.

Uzaklardan gele gele deniz kenarında ince çakıl taşları arasında kaybolup giden dalgalar, Meliha’nın altın zülüflerine dokunan o tatlı rüzgârın oluşturduğu dalgalanmalar ve güzelliklerden başka bu mevkide bir hareket görülmüyor ve bir seda da işitilmiyordu.

Meliha elini şakağına dayayıp gözleri müphem, karanlık bir noktaya bakar vaziyette düşünüyordu. Zihnen fevkalade ehemmiyetli bir meselenin münakaşasıyla meşgul bulunduğu görülüyordu. Kenan ise Meliha’yı böyle derin düşünceler içinde gördükçe işin nezaketine dikkat etmeye çalışıyordu. Diğer taraftan da yetimane bir tavır içine girerek ve boynunu da bükerek mahzun mahzun düşünüyordu.

Meliha bu mehtaplı gecenin sevda uyandıran bir sükûn-ı latifin hissiyat-ı âşıkanesine verdiği galeyan ile her şeyi, her hakikati Kenan’a itiraf edecek, mesut olmalarının yegâne çaresi olan ahvali birer birer ortaya dökecekti. Hatta kabul ettirmek için ağlayacak sızlayacaktı. Hatta Kenan’ın her dakika ziyadeleşen hüznünü gördükçe içindekileri nakletmek için muvafık bir zemin bulamıyordu. Kabil olsaydı, hafifmeşrepliğine hamledilmeseydi, çocuğu kucağına alarak teselli edecek, şu dünyada onun için, yalnız onun için yaşadığını, bu uğurda gerekirse canını dahi fedadan çekinmeyeceğini söyleyerek ilanıaşk edecekti. Ah aşk! Aşk… Sen mucize numuneler gösterirsin!

Tabiatın biraz evvel tarif eylediğimiz veçhile yalnız mini mini dalgaların sahile temasıyla husule getirdiği muntazam sedalardan başka bir sesin işitilmediği yani tam bir sükûn içinde bulunduğu bir sırada idi ki, denizin ortasından “Hey! Hey!” nidasıyla başlayan bir feryat hava tabakasının içinden çalkalana çalkalana bütün hisleriyle sevdaya dalan iki sevdalının kulakları içinde âdeta çınladı durdu. O anda Meliha’nın hazin nazarı, Kenan’ın gözleri içine dalmıştı. Hayır, hayır o muhabbet saçan gözlerin daldığı sevgili, onun hassas kalbinin derinliklerinde ne ruhu ferahlandıran emeller, ne melekane tebessümler uyandırmıştı! O nazar, âdeta onun kalbinde muhabbet şimşekleri uyandırmıştı. Zaten dünyanın en büyük bir lütfunu Meliha’nın ufacık bir tebessümünden, kaderinin en müsait bir cilvesini cananının bir kelime-i taltifinden ibaret gören Kenan nazarında da bir umut ışığı uyandırmıştı. Çünkü geçirdiği on altı, on yedi senelik hayat tetkik edilse bir gününün, hatta bir saatinin bile rahatla, sükûnetle geçmediği görülecekti. Yaşadıkları bunca badirelerin hepsi kalbinde birikmişti. O kadar birikmişti ki artık iki sevgili için de tahammül edilmez bir hâl almıştı. İşte böyle bir anda denizin saf, temiz ve latif olan derinliklerinden yansıyan ses cananının hassas olan hissiyatlarını muhabbete sevk etmişti. Üzerlerindeki bütün elemleri bir anda yok etmişti. Hatta Kenan’ın Meliha’yı kendi malı addedecek derecede kalbinde ilk defa böyle cüret peyda olmaya başlamıştı. Zaten Meliha da onun malı, sevgilisi ve eşi olmayı cana minnet biliyordu. Fakat talihinden bu kadar vefa ümit etmiyordu. Onun kalbi ve manevi bir baskı saikasıyla sıhhatine itimada mecbur olduğu rüyaları ona daima istikbalin kanlı manzaralarını, müthiş vakalarını hatırlatıyordu. Hâl böyle iken zavallı kızcağız kendisi için tek teselli onu görüyor ve onu buluyordu. Ne zaman ki ayrılık ateşiyle yanmış ise yine de kalbinin en derinliklerinde şu cümleler dökülmüştür:

Ey aşk, bildiğin gibi yak yık derunumu.Bir kimsesiz belâzedenin hanümanıdır!

Bu iç yakan aşkı aks ede ede uzaklarda kayboldu, gitti. Meliha içindeki bu hüznünü gizlemeye muvaffak olamayarak ağlamaya başladı. Bu gözyaşı Kenan’ı daldığı hayal âleminden uyandırdı ve dedi ki:

“Hakikat! Ne müessir seda, ne hazin nağme! Fakat Meliha seni bu kadar müteessir görmeyi arzu etmem. Asabisin, vücudun zayıf ve naziktir. Maazallah sonra hasta olursun.”

“Bırak beni Kenan, bırak, doya doya ağlayayım.”

“Niçin, Allah’a şükür ne var ki?”

“Dün akşam enişten beni yanına çağırmamış mıydı?”

Kenan’ın yüreği titredi:

“Evet…” dedi.

“Anlamıyor musun, hissetmiyor musun Kenan? Neden bu kadar bigâne davranıyorsun? Ah, sen, sen her şeyi bilirsin. Fakat söylemezsin. Benim kalbimi pare pare etmek, her şeyi ortaya döktürmek istiyorsun. Of! Niçin bu kadar merhametsizsin Kenan? Pederim beni yanına dizleri ucuna oturttu. Gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. Ben korku ve heyecan içindeydim. Çünkü eniştenin rengi atmış, gözleri tabii hâlinden çok ziyade açılmıştı. O muhterem yüzü temaşadan korkuyordum. Bizi evvelki akşam kameriyede görmüş, bir şeyler hissetmiş. Bana bunları sordu. Gözlerimi kapadım, kalp gözümü açtım. Sevdiğimi, seni, Kenan’ı sevdiğimi, sensiz yaşayamayacağımı itiraf ettim. Bu hengâmda ben ağlıyordum. O zavallı ise zangır zangır titriyordu. Sükût ettiğim gibi bu muhabbetin karşılıklı olup olmadığını sual etti. Ah nurum! Ağzından bir kelime-i muhabbet işitmediğim hâlde vaziyetinden, hareketlerinden beni sevdiğini anladığım için cevap verdim: ‘Evet, Kenan da beni seviyor.’ aklım başımda değildi. Kendimi ciddi bir peder karşısında kıyas etmiyordum. Cevap verdi: ‘Ben sizi zaten mesut etmek isterim, fakat siz artık çocuk değilsiniz. İlişkilerinizden, hareketlerinizden hane halkı şüpheye düşmemek, muhabbetinize vâkıf olmamak için Kenan’ın senden ayrı bulunması lazımdır. Bu sebepten ona selamlıkta bir daire tefriş ettireceğim. Yarından itibaren oraya nakledecek. Sonra İstanbul’a göndereceğim.’ dedi. Bu cevap, bu karar beni bitirdi, mahvetti. Fakat ne söyleyebilirdim, nasıl itiraf edebilirdim? Oh, senden ayrı yaşamak, tebessümünden mahrum olmak ne müşkül hâl! Ne devasız bir dert! İşte şimdiye kadar bin müşkülat, bin ceht ve ihtimam ile bunları gönlümde hıfzetmiştim. Hâlim, tavrım bunu deşifre etti. Şimdi söyle, insan canından, ruhundan ayrılırsa ölmez mi? Harap olmaz mı? Cevap ver Kenan, sen de beni seviyorsun değil mi?”

“Meliha, tatlı sözlerin beni ümitsizlik ile sürurdan müteşekkil bir vücut hâline koydu. Verdiğin havadis tahminimin kat kat fevkinde ehemmiyetsiz iken, senin özellikle benim için bu kadar ıstırap çekmeni arzu eder miyim? Ah Meliha, bu vaka mevtime bile sebep olsa, yine indimde pek muazzezdir. Çünkü o güzel dudaklardan beni sevdiğini işittim. Oh, talihim zannettiğim kadar kötü değilmiş. Felek tahminim derecesinde zalim değilmiş. Peder himayesi, valide şefkati görmemiş bir biçare, Meliha’nın, o cisimleşmiş nurun muhabbetine mazhar olur, kalbinde -mevcudiyetini hissettirecek surette- bir mevki işgal ederse, bundan büyük saadet, bundan büyük nimet hayal edilebilir mi? Nurum, Cenabıhak bana yalnız iyiliklere meftun olacak hassas bir kalp ihsan buyurmuştur. Daha küçükten beri o aciz kalbimin sana mahsus bir meyil ve ilgisi vardı. Günler geçtikçe zaman tazelendikçe o meyil ve ilgi de o mertebe şiddetini arttırıyordu. Geceleri uykuda geçirdiğim anları, zannediyor musun ki, sükûnetle, istirahatla geçiriyorum? Senin o latif vücudun o karanlık gecelerde, sen uyku istirahatında iken karşımda tecelli ederdi. Venüslerin bile letafetine hayran olduğu o yüz, o gül çehre yalnız biraz asıl rengini kaybetmiş gibi görünüyor. Meleklerin bile gıpta eylediği o latif tebessümün karşısında kırgınlıktan değil; aşktan, sevdadan gelen sihirli bir ağırlık çökertti üstüme. Ben o zaman kendimi feyizli, sürurlu ve neşeli bir âlem içinde kıyas ediyor, ruhumun melekler civarında pervaz eylediğini hissediyordum. Sabah olup da acı bir hakikat zihnimi zir ü zeber eylediği zaman, o şevkten, o neşeden o ruhi âlemden eser kalmadığını anlayınca, gözlerim bir gecelik temaşadan doymuş olduğundan, bu üzerimdeki kırgınlığı atmak için hemen cemaline, güzelliğine yönelir, o sevda hüznünden gelen o huzursuzluğu atmaya çabalardım. Seni yine eskisi gibi hayalimdeki o mütebessim hâliyle gördükçe neşemden kalbim bedenime sığmayacak zannederdim. Beni yalnız bir hatıra berbat ediyordu. O da gönlümde sana karşı tapınmak derecesinde muhabbet liyakati bulunmaması idi. Ah Meliha, bu ümitsizce olan sevda, beni mezara dahi göndermiş olsaydı kemiklerimden işitilecek feryat yine sana olan muhabbetimi ilan eyleyecekti. Çünkü ben bazı elemler dahi görmüş olsaydım mümkün değil bu cürette bulunamazdım. Yüzde bir ret ihtimali beni mahvetmeye kâfi idi. Seni seviyorum, bütün aşkımla muhabbetimle seviyorum. Nurum… Oh! Bu ümit aşılayan gece ilelebet nişanımın en güzel anı ve işareti olacaktır!”

“Bilirim, bilirim Kenan, maksadım seni söyletmek. O güzel ağzından beni sevdiğini işitmekti. Çok şükür buna da muvaffak oldum. Şimdi senden şunu rica edeceğim: Pederimin teklifine razı olacaksın değil mi? Zararı yok biz sureten yekdiğerimizden ayrı bulunalım. Geceler, geceler, o bizi hayal âleminde gezdiren mesut geceler bizim değil midir? Ortadan kaybolduğun hengâmda yahut çocukça birbirimize darıldığımız demlerde gecenin zulmetinden istifade ederek saatlerce içinde ağladığım şu kameriye o zamanlar bana göre bir heyecan mahalli idiyse, bundan böyle de bir buluşma mekânı olabilir. Orada döktüğüm gözyaşlarına bedel tabiatın bana karşı alay ederek güldüğünü görüyordum. Acı bir his yüreğimi yaralıyordu. Şimdi ise kamerin bile bizi aydınlatmaya ve barındırmaya utandığı şu mahal bizim mahrem sırlarımızı saklayan bir mekân olacak. Oh! O zulmetler istediği kadar artsın. Sen Kenan, o zulmetlere karşı olanca şaşaan ile tebessümün ile arzıendam etmiş bir güneş değil misin? Bak yine deli gibi söylenip duruyorum. Nasıl, Kenan’ım bu karara uyacak, bu tedbire muvafık hareket edeceksin değil mi?”

“Evet Meliha, eniştemin bu fikrini takdis eder, arzusuna büyük bir saygıyla iştirak ederim. Namuslu adamlar işte böyle tedbir alırlar. İstanbul meselesine gelince, sana layık bir zevç olabilmek için bu seyahatin de yapılması zaruridir. Fakat buna daha vakit var. O zaman güzelce düşünür taşınırız. Şimdi sen pederine, bu teklifleri tereddütsüz kabul ettiğimi, yarından itibaren selamlığa çıkacağımı söylersin. Beni görmek gerekirse selamlığın tenha zamanlarında iş dolayısıyla gelir bir arzuhâl bırakırsın olmaz mı?”

Muhavere burada son buldu. Çünkü saat gece yarısını gösteriyordu. Yavaş yavaş kalktılar yalıya girdiler.

Kenan, bir zorlamayı, bir musibeti beklerken hayallerinin tersine Meliha’dan işittiği sözler, onu âdeta mest etmişti. Böylece tatlı ve ümidi artmış bir şekilde yatağına girmişti. Saim Bey’in kendine göre Meliha’dan işittiği sözler pek büyük bir müjde yerine geçmişti. Dolayısıyla oluşan sebepler, Saim Bey’in kızının muhabbetine vesile olduğundan onların aşklarına daha geniş ve hoşgörülü bakmaya başlamıştı. Fakat aşkın, sevdanın en şiddetli darbeleri, en tahammülsüz cilveleri her iki tarafın da içinde yuvarlanan ifrat derecesindeki muhabbettir. Dolayısıyla bu duruma da itinayla bakmak gerekiyor. Birbirini seven âşıklar gerçekten de istikbaldeki hayatın ne gibi arızalara uğrayacağını pek düşünmezler ve tahmin de edemezler. Dolayısıyla istikbalde en ufak bir mâni çıkınca da onu hemen aşırı bir şekilde abartırlar. Bunun gibi Kenan da bundan sonra selamlık dairesinde ikamete memur, bir sene sonra İstanbul’a gitmeye mecbur olmasından, bu meselede tahmin edilmeyecek pek çok olumsuz noktalar mevcut olduğuna hükmetmişti. İşte Kenan yalıdaki son gecesini bu şekildeki birbirine zıt birçok münakaşa ile geçirmişti.

Meliha ise pederinden aldığı emir ve talimatları Kenan’a kabul ettirmesinden, bu vesile ile de çoktan beri kalbinde gizlediği muhabbetini ilana muvaffak olmasından dolayı büyük bir neşe ve sürurla odasına çekilmişti. Ayrıca hiçbir şeyi kaldırmaya iktidarı kalmayan zihnini ve hayattaki meşakkatlerle ezilen vücudunu biraz dinlendirmek üzere hemen yatağına girmiş, biraz sonra da uyuyakalmıştı.

Kenan sabahleyin Meliha’nın verdiği talimat gereğince mektebe gitmeden evvel hakkında verilen karardan dolayı eniştesinin odasına girerek kendisine teşekkür etmişti. Akşam dönüşünde ise zatına tahsis olunan hususi dairesine çekilmişti. Evvelleri Meliha’nın şereflendirmesiyle feyizli olan o buluşma ve muhabbet dairesi, şimdilerde ne hüzünlü ve kasvetli bir manzarayı arz ediyordu. Ah, evet muhabbet güzergâhlarının henüz ilk demlerinde bulunan çocukların aşk tebessümlerini ihtiva eden o muhabbet hücresi, şimdi âdeta bir hicran yuvasına dönüşmüştü.

Kenan yalıya varıp da gözleri selamlığa matuf olunca, caddeye nazır pencereden kendisine tebessüm edecek bir yüz arıyordu. Ne mümkün! O anda hatırına bir gece evvelki vukuat geldi. Beyni birdenbire sarsıldı. Gözleri yerden ayrılmıyordu. Kenan yalıya girdi. Doğruca dairesine çekildi. O akşam bir tarafa çıkmadı.

Kendisinin büyük bir baskı ve gözetleme altında olacağını zanneden Meliha, bu ihtiyat ve inzivanın ilk anlarda pederinin şüphesini celp etmemek maksadıyla tertip edilmiş bir plan suretinde telakki eyledi. Lakin hakikat bu merkezde değildi. Kenan bu ayrılığın dehşet ve şiddetinin derecesini itiraf etmekle beraber, kalbine son derecede hâkim idi. Öleceğini bilse yine ciddiyetten ayrılmaz, kalbi bir zaaf göstermezdi. Meliha’ya gelince: Daha ilk akşamdan itibaren sabır ve tahammülü kalmamış, Kenan’ı selamlık ve harem dairelerini birbirinden ayıran duvarın kapısı aralığından temaşaya mecbur olmuştu. Hâl böyle iken Kenan’ın yalıya varıp da hiçbir tarafa bakmayarak daima selamlık dairesine çekilmesi ve bahçede mutat olan gezintisinden dahi sarfınazar eylemesi Meliha’yı iyiden iyiye düşündürmüş, hatta bazı akşamlar mevcudiyetini ispat için kendini Kenan’a göstermiş olduğu hâlde, yine görmemezliğe gelişi nihayet derecede hiddet ve ıstırabına sebep olmuştu. Dolayısıyla Kenan’a bir mektup yazmaya ve bu ilgisizliğin sebeplerini öğrenmeye karar verdi. Mektubu yazdı. Birkaç gün sonra pederinin bir maslahata binaen şehre inmesinden ve selamlığın tenhalığından istifadeyle gezmek bahanesiyle dışarı çıktı. Kâğıdı kapının bıraktığı aralıktan içeri fırlattı. Şu sözleri yazmıştı:

Nurum, kararımız böyle miydi? Görüşmeyeli on beş gün oluyor. Bu ihmalin, bu bigâneliğin beni harap edeceğini hiç düşünmüyor musun? Seni harem kapısından her akşam temaşa etmeye çalışıyorum. Mürüvvet edip de o tarafa doğru başını bile çevirmiyorsun. Tavrındaki bu ciddiyet nedir? Bu hâl böyle devam ederse ben mahvolurum. Yarın akşam saat altıda size orada intizar edeceğim. Her türlü tedbiri aldım. Korkacak bir şey yoktur. Baki mülakat nurum…

Kenan mektubu aldı. Okudu. Yüzünde bir neşe ve sevinç parıltısı belirdi. Kalbi şiddetle çarptı. Çünkü Meliha’nın güzel sözlerini işitiyordu. Yalnız zihnini meşgul eden cihet bu davete ne suretle iştirak etmek kaziyesi idi. Aslında böylelikle Meliha konuşup anlaştığı şeyleri, vermiş olduğu sözleri yok sayıyordu. Fakat her şeyin bir de olumsuz taraflarını düşünmek gerektiğinden, Kenan da bu hususta zihnini yormaya çalıştı. Ya eniştesi bu mülakattan haberdar olur da, verdiği sözü suistimal ettiği için onu yalıdan kovarsa? Yarım saatten ziyade düşündü. Nihayet her türlü tehlikeleri göze aldırarak Meliha’nın arzusuna iştirake karar verdi. Hicran elemiyle mahvolmaktan ise, ona varmayı, ölmeyi cana minnet bildi. Ertesi akşam yalıya girerken kapı aralığından görünen Meliha’ya başı ile bu davete iştirak edeceğini bildirdi.

Gece oldu. Zulmet bütün dehşetiyle kâinatı istilaya başladı. Etraftaki ses seda yavaş yavaş sükûta ermiş, selamlıktaki adamlar o günkü meşakkat sebebiyle yerli yerine çekilmişti. Kenan vakit geçirmek için elindeki kitabı okumaya çalışıyor; fakat gözleri bir türlü karşısındaki asma saatten ayrılmıyordu.

Saat beş buçuğu gösterdi. Kenan’ın kalbindeki heyecan artmaya başladı. Uşakların kâmilen uyuyup uyumadığını anlamak üzere selamlığı bir daha gözden geçirdi. Lambayı söndürüp ufak idare kandilini yaktı. Ayakta hiçbir fert yoktu. Yavaş yavaş merdivenden indi. Ufacık bir gürültü bile olmamıştı. Bahçeye inince geniş bir nefes aldı. Hareme doğru teveccüh eyledi.

Meliha yarım saatten beri Kenan’ın vüruduna intizar ediyordu. Karşıdan hafif bir ayak sesi işitince dışarıya çıktı. İki sevdalı kavuştular.

Kenan heyecanını teskin edip de etrafına bakındığı zaman yabancı değil, fakat vücudu orada şüpheyi andıran bir kadın yüzü gördü. Birdenbire fena hâlde ürktü. Bu kadın Meliha’nın dadısı idi. Bütün sırlarına vâkıftı. Her şey onun elindeydi. Meliha, Kenan’ın telaşını görünce işi anlattı. Çocuk müsterih oldu.

Oradan harem cihetine geçtiler. İki saatten ziyade konuştular. Verdikleri karar mucibince on beş günde, nihayet ayda bir kere görüşeceklerdi. Zaten selamlıkta Kenan’ın bütün hizmetleri dadı kalfaya havale olunmuş bulunduğundan, lüzumu zamanında bu güzel bir vasıta olabilirdi. Bu âşıkane buluşmalar Kenan’ın İstanbul’a gidiş tarihine kadar vukuatsız devam etti. Son gecesi pek acıklı ve hüzünlü geçmişti.

Dördüncü Kısım

Saim Bey düşündüklerini bir dereceye kadar uygulamaya koyduğundan dolayı pek memnun ve müsterih görünüyordu. Çünkü küçükten beri elinde büyümüş, arzusu doğrultusunda terbiye görmüş zeki, kabiliyetli ve hayırsever Kenan’ı kendisine damat etmeye hayli zamandan beri niyet etmişti. Bu arzunun gerçekleşmesini temin için iki tarafın birbirine muhabbetinin olup olmadığını anlamak lazım geliyordu. Tesadüf Saim Bey’i buna da vâkıf edince artık fikrini lazım gelenlere, ezcümle Meliha’ya talip olanlara açıktan açığa beyan etmekte bir beis görmüyordu.

Bu havadisten, bu karardan en ziyade muzdarip olanlardan birisi de Saim Bey’in biraderi Daim Bey idi. Zira Meliha’ya talip olanların içinde en kıdemlisi ve en heveskârı bu adam idi. Daim Bey’in bu arzusu, kızın hüsnü cemalinden, nezaket ve terbiyesinden değil, büyük bir servete varis olacağını düşünmesindendi. Saim Bey, biraderinin ve biraderzadesi Sadık’ın ne meşrepte, ne tıynette insanlar olduğunu pek çok kereler tecrübe etmiş olduğu hâlde, bu konuda edilen talep ve teklife nezaketi sebebiyle bütünüyle ret cevabı vermemişti. Onlara da kızının henüz evlenecek yaşta olmadığını bahane olarak ifade etmişti. Bu nazikane cevapların ne gibi maksatları içerdiğini düşünmeyen; daha doğrusu bu cevapların ne manayı ifade ettiğini anlamak istemeyen Daim Bey, bu yumuşak cevap ve tavırlardan kızın kendi gelini olacağına kesin gözüyle bakmış; dolayısıyla her gördüğü yerde de Meliha’yı “Küçük gelinim!” hitabıyla rencide etme cesaretinde bulunmuştu.

Daim Bey’in yalnız bir cihet şüphesine sebep oluyordu ki, o da biraderinin Kenan’a karşı alenen izhar eylediği pederane muamele idi. Gerçekten kalbinde merhametten, şefkatten, insaniyetten eser olmayan bu kabil adamlar, bir çocuğa karşı nasıl davranılması gerektiğini ve onun içindeki aşka dair beslediği samimi duyguları anlayamazlar. Saim Bey, Kenan hakkında nasıl bir muhabbet besleyebilir ki? Bu cihetin tetkiki lazım gelecek olursa derhâl hükmolunur ki, Saim Bey’in Kenan’a karşı sergilediği pederane muamele sadece onun iyi bir insan olmasındandı.

Daim Bey, tabiatının daima fesada mail olması cihetiyle, derhâl böyle bir hükümde bulunamazdı. O daima işin fesat cihetini düşünüp hayal ederdi. Hususuyla az zamandan beri Kenan’a eskisinden kat kat fazla iltifatlar, teveccühler edilmeye başlandığını görünce büsbütün telaşa düşmüştü. O zaman meseleye daha dikkatlice bakmaya mecbur olmuştu. Nihayet biraderinin Kenan’ı damat etmek fikrinde bulunduğuna ve bu sebepten kendisine cevap verilmediğine hükmetti. Daim Bey’in bunu fark etmesi, yedi sekiz seneden beri hayal ettiği şeyin sekteye uğradığını düşünmesi, onun bütün planlarını zir ü zeber eylemişti. Şimdi bu arzusunu sekteye uğratan sebeplerin ortadan kalkması için gayret sarf etmesi gerekiyordu. Fakat meseleyi ilk önce kesin anlamak lazımdı. Bu sebepten Daim Bey bir gün özellikle de bunu anlamak için yalıya gelmişti. Birçok havadan sudan olan muhabbetlerden sonra kelamın mecrasını Meliha’nın istikbali cihetine tebdil ederek dedi ki:

“Birader! Meliha artık maşallah büyüdü, on dört yaşını buldu. Kendinize kimi damat edeceğinizi hâlâ tayin etmediniz mi?”

“Kaç oldu söylüyorum birader, Meliha daha küçüktür. Yirmi yaşından evvel onu mümkün değil evlendirmem.”

“Pekâlâ, mademki yirmi yaşından evvel evlendirmek fikrinde değilsiniz. Şimdiden nişan edebiliriz…”

“Nafile yoruluyorsunuz. Ben Meliha’yı Kenan’a vereceğim. Validesinin de vasiyeti bu merkezdedir. Fakat daha vakti var. Kenan rüştiyeyi tamam edince İstanbul’a gidecek. Tahsilini ikmalden sonra Cenabıhak kısmet ederse ikisi de baş göz edilecektir. Yani her hâlde Meliha yirmi yaşından evvel izdivaç etmeyecektir.”

Bu cevap Daim Bey’in fevkalade hiddet ve nefretine sebep oldu. Kenan’ın, mahdumu Sadık’a tercih edilmesini nefsince pek büyük bir hakaret addetti. Biraderinden o ana kadar gördüğü yardımı, insaniyeti ayaklar altına alarak şu suretle mukabelede bulundu:

“Kenan gibi kimsesiz, miskin bir çocuğun, kerimenizin her suretle saadetine vesile olacak Sadık’a tercih edilmesi bilmem kardeşlik şanından mıdır? İnsaniyet, akrabalık, yakınlık bunu mu gerektiriyor?”

“Rica ederim bana insaniyetten dem vurmayınız, sonra mahcup olursunuz. Mahdumunuza kerimemi vermek mecburiyetinde değilim vesselam.”

Daim Bey kalktı. Hafif bir selam vererek çıktı gitti. Zavallı Saim Bey’in hiddetinden kan beynine sıçramıştı. O sırada Meliha içeriye girdi. Pederinin yüzünü, gözünü kıpkırmızı görünce fena hâlde telaş etti. Amcası orada iken içeriye girmeyişi münasebetsiz latifelere meydan vermemek içindi. Pederinin boynuna atılarak dedi ki:

“Ne oldunuz babacığım, bir şeye mi hiddet ettiniz?”

“Senin amcana sıkıldım. Cebir ile seni oğluna almak istiyor.”

Meliha sapsarı oldu. Az kaldı bayılacaktı. Titrek bir seda ile cevap verdi.

“Muvafakat etmediniz ya babacığım?”

“Hiç mümkün mü evladım? Hiç kabil mi Meliha? Sadık iyi bir çocuk olsa bile, bu hareketimle ben ahdime vefasızlık etmiş olmaz mıyım?”

Meliha’nın yüreğine sular serpildi. Büyük bir minnetle:

“Teşekkür ederim babacığım.” dedi.

Daim Bey yalıdan çıkıp hanesine geldiği, vuku-ı hâli zevcesine anlattığı zaman, her ikisi de fevkalade müteessir olmuş, kabil olsa Kenan’ı boğmak derecelerine kadar varmışlardı. Fıtratın şeytanette ve melanette nadiren yarattığı bu iki vücut için onları öyle ümitsizliğe düşürüp, teessürle fikirlerinden vazgeçirmek, azimlerinden döndürmek ihtimali yoktu. Dolayısıyla Daim Bey’le zevcesi baş başa vererek hakikat-ı hâli de Sadık’tan gizli tutarak konuyu halletmek için derin düşüncelere daldılar. Tertip eylediği hile ve desiselerle… Daim Bey’in bir kat daha kurnazlığını arttıran zevcesi, evvela şöyle bir düşünce ortaya attı. Bir yolunu bularak zavallı Kenan’ı ortadan kaldırmak… Bu olmazsa sihir kuvvetiyle Meliha’nın kalbinde Sadık’a karşı bir hususi meyil uyandırmak. Ancak Daim Bey, Kenan’ın ortadan kaldırılması ve sihir kuvvetiyle bir şeyler yapılmasına pek de taraftar olmadı. O daha başka yolların denenmesini arzuluyordu.

İleri sürdüğü bu lanetli fikirlerini kocası benimsemeyince hanımefendi bir müddet sağ eliyle şakaklarını sıkıp dişleriyle, âdeta kan akıtırcasına dudaklarını ısırdıktan sonra, siyah gözlerinde parlayan şeytani kıvılcımlar Daim Bey’in nazarıdikkatini celp etmiş ve ettiği suale başka bir cevap almıştı:

На страницу:
2 из 4