
Полная версия
Gönülden Gönüle
Abdal Murat gülümseyerek:
“Öyleyse.” dedi. “Pirin yardımcı, bahtın açık olsun. İnşallah bir değil, birkaç tane kar kurdu bulursun da birisini bizim Duğlu’ya verirsin. Aşağıda acı acı dert yanıyordu, akça pakça bir nesne görürse içine baygınlık geldiğini söylüyordu. Şu kurttan bir tane yutarsa civanlaşır, sürüsüne bakacak çobancıklar üretir!”
Geyikli:
“Sen eğlenegör.” dedi. “Ben bir kurt bulursam yapacağımı bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım. Buraya niçin geldiniz?”
Bu suale Abdal Murat cevap verdi:
“Alçak gönüllülük edip bize yoldaş olursan Kırkpınar’a ineriz. Bir iki lokma alırız, sonra alpları dinleriz. Onlar tan yeri ağaralı taban tepip yürürler, bizimle dertleşmek isterler.”
Geyikli, yine Arapça bir muvafakat cümlesi savurdu:
“Allere’si vel’ayn!”
Duğlu da ayağa kalkarken mırıldandı:
“Âmin, âmin, âmin!”
ALPLARIN DERDİ
Ay, fezada dolaşmaktan yorulmuş da şânı âsümanisile mütenasip bir tevakkuf noktası arıyormuş gibi Uludağ’ın zirvesine yaklaşmış, o mualla noktada gümüş bir top gibi parlamaya başlamıştı. Şen ruhlu abdallar ve vakur alplar Dede Musa’nın misafiri sıfatıyla Kırkpınar’a inmişler, bir dere kenarına gelişigüzel oturmuşlardı. Çömezler, yeşil çimenler üstüne demet demet kül pidesi, bir çanak tereyağı ve bir külek taze bal koyarak mehtap altındaki kır sofrasını ikmal etmiş bulunuyorlardı. Geyikli Baba’nın sürüsündeki mevzun boyunlu, dilber bakışlı geyikler de uzandıkları yerde geviş getirerek o güzel sahneye tam bir dağ çeşnisi veriyorlardı.
Muhtasar lakin iştihaâver olan yemek yenilip buz gibi sular içildikten sonra o bezmin riyaset mevkisinde bulunan Geyikli Baba müzakereyi açtı:
“Dileğiniz nedir yiğitler? Kulağımız sizde.”
Akça Koca bir-iki öksürdü:
“Üçümüzün de tasası başka. Yaşça ben bunların büyüğüyüm. Önce kendi yüreğimdekini söyleyeyim: Ben yapılan işleri beğenmiyorum!”
Geyikli, Karlık’ta kar kurdu arayan ve bu muhayyel böcek hakkında yarı mizahi malumat veren latifeci adam vaziyetinden çıkmıştı. Gayet abus, bir hâkim gibi abus idi. Diğer abdallar da yüzlerine tunçtan bir örtü almış gibi ağır ve pür vekar bulunuyorlardı.
Akça Koca’nın sert ve müşteki bir sesle ortaya attığı mevzu üzerinde dört abdalın gözleri mütecessisane açıldı. Geyikli’nin ağzından mütehayyir bir sual fırladı:
“Neyi beğenmiyorsun ve niçin beğenmiyorsun?”
“Dili dilimize, dini dinimize uymayan ne idiği belirsiz çocuklardan çeri düzülmesini beğenmiyorum. Ha tavşandan tazı çıkarmak, ha Rum’dan çeri yapmak! Sonra ortada bir sürü ayrılışlar, büyüklükler, küçüklükler, karmakarışık işler var.”
“Peki bu işleri beğenmiyorsun. Ne yapmak diliyorsun?”
“İşin biçimsizliği işte orada ya! Hem beğenmiyorum hem ağız açamıyorum.”
“Neden açamıyorsun? Akça Koca’yı dinlemeyecek Türk yurdunda kulak mı var? Sen sesini çıkar, irili ufaklı herkes kulak kesilir.”
“Belki öyledir. Fakat benim görüşüm yanlışsa, bu çeri işi hayırlıysa o vakit ters söz söylemiş olmaz mıyım?”
“Demek ki Çandarlı’nın yaptıklarını hoş görmüyorsun.”
“Kendim için değil, bizden sonra gelecekler için hoş görmüyorum. Can çıkmadıkça huy değişmez derler. Ya kan değişir mi? Koca Çandarlı hiç oralarda değil. Her gün bir ‘yasa’ düzüyor. Başı büyüktür, bilgiçtir filan ama şu çeri işinde adımı ters attı sanıyorum. Aslan yuvasına böcek dolduruyorlar, yarın bizim çocuklarımız bunlarla nasıl bağdaşır?
Bu iş bana ağır geliyor. Sizin görüşünüz keskindir. Beni kandırın. İçimden şu üzüntü gitsin. Yarın öbür gün savaşa gideceğiz. Tanrı biliyor ya, şu çeri işini düşündükçe elim ayağım eksiliyor, isteğim azalıyor. Eğer benim görüşüm doğruysa söyleyin. Çandarlı’yla da Alettin’le de göğsümü gere gere karşılaşayım. Yaptıkları işi yine kendilerine bozdurayım. Ben yanlış görüyorsam yine söyleyin içim ferahlasın, güle güle savaşa gideyim.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli, Konur Alp’a döndü:
“Yiğit yoldaş, senin dileğin ne?”
“Benim sıkıntım da aşağı yukarı Akça Koca’nınkine benziyor. Ben de Rum kızlarının Türk erlerine, hem de alp oğlu alplara nikâhla avrat oluşuna içleniyorum. Kendi kavmine, kendi kabilesine yâr olmayan bu eksik eteklerden Türk’e ne hayır olacak sanki? Çok düşündüm, bu sırra aklım ermedi. Bir patavatsızlık etmemek için sesimi kısıyorum. Lakin yüreğim yanıp duruyor. Bir Türk’ün Rum kızı aldığını işitince içime ateş düşüyor. Bence yılanı gebe etmek, Rum kızlarından döl almaktan daha iyi. Hiç olmazsa onun rengi belli, zehiri belli. Bunların her şeyi karışık! Sizden akıl alırsam belki içim rahatlaşır. Ya bu işte hayır var der susarım yahut Rum kızı alınmasını yasak ettirmek için uğraşırım.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli şimdi Abdurrahman’a soruyordu:
“Ya sen babayiğit, neden huylanıyorsun?”
“Benim huylandığım filan bir şey yok. Ben artık evlenmek istiyorum. Bana kimi yakıştırırsanız zahmet edip dünür olun diyeceğim.”
“Âlâ. Şimdi biz anlaşalım. Ne dersin bakalım Ahi Musa?”
Abdal Musa, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, tab’an filozoftu. Hikmeti eşyayı tamik etmekten zevk alırdı. Bütün ömrünü müteselsil “niçin”ler içinde geçirmişti. Alpların zahiren safdilâne, hakikatte milliyet perverâne olan kaygılarını can kulağıyla dinlemiş, derin derin düşünceye dalmıştı.
Geyikli’nin suali üzerine ağzını açmadı. Parmağıyla Duğlu’yu gösterdi.
Ahu Dede, onun iptida küçükten başlanarak fikir toplamasına taraftar olduğu zehabıyla sualini Duğlu’ya tevcih etti. Hâlbuki, o düşünmek istiyordu, silsileimeratip kaydında değildi.
Duğlu, kendine ciro edilen suali kabul ederek:
“Akça Koca da Konur da.” dedi. “Yanılıyor, yapılan işler doğrudur.”
“Neden doğru?”
“Atıldığımız yol, hem geniş hem uzun. Bu yolda gelişigüzel yayılırsak izimizi kaybederiz, sesimizi birbirimize duyuramayız. Yeniçeri düzmek o sebeple lazımdır. Bu çeriler bizim izimizi doldururlar. Onların asıllarını düşünmek boş şey. Benim hayvancıklarım, Geyikli’nin ahuları söz anlar olduktan, asıllarını unutup bize ısındıktan sonra devşirmeleri adam etmek güç mü?
Konur Alp tasası büsbütün hava! Mahsulü yetiştiren tohumdur. Tarla, çorak olmasın da ne olursa olsun. Mesele tohumun temiz olmasıdır.”
“Abdurrahman’ı evermek için kimi münasip görürsün?”
“Kendi gibi ünlü bir yiğidin kızını.”
Geyikli, Abdal Murat’a eğildi:
“Sen ne dersin kardeş?”
“Ben şu iki yiğide hak veririm. Aslan izinde tavşan yürüyemez, kaplan koynunda kurbağa yakışık almaz. Cinsi cinsine, dengi dengine. Bu sözüm Abdurrahman’a da cevap!”
“Sıra sende ya Musa!”
Abdal Musa, zeki gözlerini açtı, alplarla abdalları ayrı ayrı süzdü:
“Bilmem dedi, hiç rast geldiniz mi? Bazı adamlar kırmızıyı tanımaz, siyahı görmez, yeşili seçmez.8 Bizim alplar o adamlara benziyorlar. Yalnız beyazı görüyorlar, başka boya tanımak istemiyorlar. Kendileri kâhil olduğu için biraz da haklıdırlar. Ağaç ihtiyarlayınca aşı tutmaz olur. İnsanlar da kâhil olduktan sonra yenilikleri kolay kolay kabul edemezler.9 Hâlbuki şu çeri işi ve yapılan öbür işler, Zeyd’in, Amr’in, Ali’nin, Veli’nin ela gözünün hatırı için değil, milletin hayrı için yapılıyor. İşte burasını unutmamalı. Sonra da şunu bilmeli ki renk bir değildir. Çeşit çeşittir. Her rengin yakışık aldığı yer vardır. Ayağa yeşil, başa sarı yakışmaz, insanların yaşayışı da tıpkı renkler gibidir. Yerinde değişmelidir.
Biz Türkler yeryüzünde büyük bir değişiklik yapıyoruz. Temeli sarsılmış, sıvası dökülmüş, çatısı eğilmiş bir evi çökmekten kurtarmaya savaşıyoruz. Bu çürük çatı ‘rub’u meskûn’dur, şu geniş toprağın üstüdür. Eğer başladığımız büyük işi kendi başımıza başarmak istersek çabuk yoruluruz, çabuk tükeniriz. Çünkü iş büyük, ırgat az. Hâlbuki yıkılmaktan kurtarmak istediğimiz büyük yapı salt bizim değil. İçinde yüz türlü millet var.
Konur Alp’a da nice din ulularının, nice ulu hakanların kendi asıllarından olmayan kadın aldıklarını, onlardan çocuk yetiştirdiklerini söyleyeceğim. Daha dün, Gazan Han’a büyük Rum tekfurunun kızı nişanlanmadı mı, o kız da Hakan’a güvenip bize çalım satmadı mı? Daha evvel Abak da Hülâgu Han da tekfurun kızına nişanlanmamışlar mıydı?10
Abdurrahman’ın kaygısı öbürlerinden büyük iken kimse aldırmadı. O dava sudan geçildi. Hâlbuki evlenme işi yaman iştir, baştan savma cevapla o işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lazım. Zira gönüle uyup, hevâ ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek yine başkadır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum kızı almak var, çadır ardında sadak (ok torbası) hazırlayacak, at sırtında yay taşıyacak hatun almak var!
Gelişigüzel kız almak, onu beğenmeyince bir daha ve bir daha almak, sonra topunun ayağındaki bağı çözüp yerine yenilerini getirmek bize kolay görünür. Hâlbuki bu, hüner değildir, erlik de değildir. Alınan kadın, döşekte kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncaya dek bırakmamak gerek. Kısır olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. Öyleyken o da kovulmaz, sürülmez. Köşeye oturtulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurrahman’a ne çeşit kadın yakışık alır?”
Abdallar bu suale cevap vermediler. Evvelce fikirlerini söyledikleri cihetle bu bahis üzerinde tekrar ağız açmayı istemiyor gibiydiler. İki alpsa bu meselede bitaraf bulunuyorlardı. Kendileri yaşlarını, başlarını almışlar, unlarını eleyip eleklerini çengele asmışlardı. Artık harpten başka bir şey düşünmüyorlardı. Abdurrahman’ın kendilerini dinlemeyip bulacakları kızı almaya razı olmayıp abdallara müracaat etmesine de biraz kızıyorlardı. Onun gibi bir yiğidin yine kendisi gibi yiğit kızı almasını -Duğlu’nun da söylediği veçhile- gayet tabii buluyorlardı.
Geyikli, alpların da abdalların da sükût ettiklerini görünce yine kendisi söze başladı:
“Eski bir kıssayı hatırladım. Horasan’da bu kıssayı çok söylerler. Baba, oğlunu evermek isteyince yiğit oğlan sormuş:
‘Baba çün meni everim dersin. Mene layık kız nece olar?’
Baba cevap vermiş:
‘Sen yerinde durmadan durmuş ola; sen karakoç ata binmeden evvel o binmiş ola; sen kâfir eline varmadan o varmış, sana baş getirmiş ola!11 Bizim yiğit yoldaş için işte böyle bir hatun bulmalı, hemen kutlulayıp baş göz etmeli.’ ”
Abdurrahman, geniş bir tebessümle:
“Öyleyse.” dedi. “Yaya kaldım. Böylesi kadın bizim elimize değil düşümüze bile girmez.”
Geyikli, vakarını muhafaza ederek ağır ağır cevap verdi:
“Ben böyle diledim fakat hüküm bahtındır. Biz ne dersek diyelim, ezelde nasibin neyse önüne o çıkar.”
Duğlu, kemali heybetle bağırdı:
“Kengeş (müşavere) bitti. Artık yârenlik başlayacak.”
Alplar da abdallar da gülüştüler ve başka şeylerden bahse başladılar. O günün en mühim mevzusu, yurdu genişletmek ve her gün biraz daha genişleyen yeni yurda yerleşmek meselesiydi. Oğuz Türkleri’nin yeni yurda verdikleri ehemmiyet pek büyük olmakla beraber, her yeni alınan yer, şarkta, göz görmez el ermez uzaklıklarda kalan asıl yurdun hicranını tazeleyen bir vesile oluyordu.
Babalarından, dedelerinden eski yurdun melali ziyamı tevarüs eden alplar ve abdallar, aziz bir hayal hâlinde şarkı düşünmekten hâli kalamazlardı.12 Bu hayal ve bu tahayyül, kendi aralarında millî efsanelerin, millî vakaların sık sık yâd olunmasını intaç ederdi.
Ay, zirveden ayrılarak Kırkpınar kaynaklarında yıkanmak ister gibi o sahaya temayül etmişti. Kendisi suya girmekten ürküyor gibi yüksekte duruyor ve ancak aksini derelere, membalara atarak çeşit çeşit cilvei raks, cilvei ziya yaratıyordu. Yedi Türk; süslü, canfeza bir serinlik içinde ve bu dilrüba işvei mahitap altında yâdı mazi ile gönül eğlendiriyordu.
Söz ebesi Abdal Musa’ydı ve eski Türk’ün yüksek vatanperverliğini anlatarak Hunların ilk emiri meşhur Mete’yi misal getiriyordu:
“Mete yurt için, yurdun çiğnenmemesi için neler çekti ne ağular yuttu. Düşmanlar onun yurduna saldırmak için bahane arayıp duruyorlardı. İptida Mete’nin göz bebeği kadar sevdiği atını istediler. Bu at saatte bin fersah -dört bin kilometreden fazla- yol alırdı.
Mete, tek Türk’e zarar gelmesin diye atını feda etti. Düşmanlar işi azıtarak Mete’ye ‘Karını gönder.’ dediler. Bütün beyler, bu edepsizliğe kızdılar, kurultayda tolgalarını atarak bağırdılar.
‘Harp, harp!’
Mete gözünün yaşını yüreğinin ateşinde kuruttu, yüzünün sarartısını tolgasının gölgesinde sakladı, beylere cevap verdi:
‘Ben yurdumu aşkım için çiğnetemem. Varsın karım da yurduma feda olsun.’
Yurt için yurttan atılan kadın düşman sınırının kenarında kendine kıydı, orada yine kendi yurdunun bir köşesine gömüldü, düşman bu sefer Türk toprağından bir parça istedi. Kurultay, harp olmasın diye razı oldu.
Fakat Mete, atını ve karısını yurt için feda eden Mete, bir dolu bulutu gibi karardı ve gürledi:
‘Yurt kimsenin malı değildir! Mezarda yatan babalarımızın, kıyamete kadar doğacak çocuklarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Yurdumuzdan bir karış yer vermeye kimsenin hakkı yoktur. Artık harp edeceğiz. İşte ben atımı düşmana sürüyorum. Arkamdan gelmeyen tıpkı yurt düşmanı gibi ölecektir.’ ”
Abdal Musa yurt sevgisinin bu beliğ misalini anlattıktan sonra sözü tesanüt lüzumuna intikal ettirdi:
“Türk’e çok yara açtı, bizi de yurdumuzdan ayırdı ama Cengiz’in büyüklüğü inkâr olunmaz, onun el birliği işinde verdiği öğüt ne kadar güzeldi! Bilmem işittiniz mi? O yüce adam öleceği zaman dört oğlunu başına topladı. Sadaktan bir ok çıkardı ve kırdı. Sonra birçok ok daha çıkararak birleştirdi: ‘İçinizde bunu kıracak var mı?’ dedi. Dört demir bilek o bir deste oku kıramadı. O vakit Cengiz, unutulmaz öğüdünü verdi: ‘Siz dedi, bu oklara benzersiniz. Birleşirseniz kimse sizi sındıramaz. Birleşmezseniz tek bir ok gibi ayrı ayrı kırılırsınız.’ Türk, bu öğüdü unutmamalı, el birliğinden ayrılmamalı.”
Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiçbir zaman unutmadıkları bu nasihatleri Abdal Musa’nın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı. Dil birliği, din birliği, yurt birliği gibi el birliği de onlar için çok kıymetli ve çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekâttı. Mamafih, yeni bir şey işitiyorcasına Abdal Musa’yı dinliyorlar ve toprağa karışmış analarının aynı meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı.
Abdal Musa’dan sonra Murat ve Geyikli harp menkıbeleri anlattılar, tatlı tatlı konuştular. Ay, Kırkpınar’dan uzaklaştığı zaman Akça Koca izin istedi:
“Bize ruhsat, yerimize dönelim. Sizi yorduksa hoş görün. İçimiz ferahladı. Tasalı geldik, tasasız dönüyoruz.”
Geyikli Dede:
“Maasselâme!” dedi.
Abdal Musa:
“İşini, aşını, eşini bil!” darbımeselini tekrarladı.
Abdal Murat sadece: “Uğurlar olsun.” cümlesiyle veda eyledi.
Duğlu:
“Ben sizinle bileyim. Gaziler Yaylası’nda size birer ayran sunarım. Geyikli’nin soğuk kımızı hazırlanıncaya kadar bizim ayran Kevser sayılır.” diyerek alplara arkadaşlık edeceğini anlattı. Biraz sonra üç alpla Duğlu, Kırkpınar’dan ayrılmıştı. Kuvvetli bir mehtabın tenvir ettiği yollardan Uludağ’a iniyorlardı. Dağa çıkışları gibi inişleri de muhipti. Mesafeler yine bu heybetli adımlar önünde kısalıyor, düz yerler ve meyilli noktalar, aynı huşu içinde siliniyor, önlerinden sanki kaçıyordu. Gaziler Yaylası’nda biraz durdular; üçer dörder çanak ayran içtiler ve sonra mükrim ayrancıya veda ederek yola revan oldular. Bursa önündeki çadırlı karargâha geldikleri zaman güneş doğuyordu.
NENOFAR’DAN TEOFANO’YA
Güzel Çocuk!
Mektubunu, iyi bir satıcı rolü yapan dadının elinden mücrim bir vesika gibi aldım ve memnu bir eser gibi gözden geçirdim.
Bir Türk evinde Rumca mektup! Çok sevdiğini sık sık söylediğin saçlarımdan kuru bir ağaç dalına asılmak için ne güzel vesile!
Bilmem, Rumca bir mektubun tıpkı bir Rum gibi iğrenç göründüğü temiz ve mağrur bir muhitte yaşadığımı niye düşünmedin? Yoksa beni canından bezmiş, dünyadan usanmış, ölümüne susamış bir talihsiz sandın da öbür âleme gitmeme lütfen zemin ihzar etmek mi istedin?
Evet güzel çocuk. Bana Rumca kâğıt göndermek ve hele bu kâğıdı gizli vasıtalarla yollamak beni haşmetpenah zevcimin yanında töhmet altına sokmak demektir. Atanais’in elma hikâyesini elbette bilirsin. O güzel vasilisa,13 zevcinin gönderdiği bir nadide elmayı âşığına yollamış, o da bilmemezlikle elmayı İmparator’a hediye ederek mahrem bir gönül macerasının meydana çıkmasına sebebiyet vermişti. Senin mektubun o meşum elmadan daha muzır! Çünkü Atanais, Kudüs’e seyahatle mezardan kurtulmuştu. Benim, Rumlarla muhabere ettiğimin anlaşıldığı gün, henüz yürümeye ve babasının silahlarıyla oynamaya başlayan oğlum Süleyman öksüz kalacaktır.
Sakın bu sözlerimden telaşa düşme, gönderdiğin mektubun ele geçmesi ve beni de öbür dünyaya göçürmesi ihtimalini düşünüp titreme. Koynumda gizli bir mektupla kocamın koynuna girmek elimden gelemeyeceği ve buraya geldim geleli doğrulukla, açık sözlülükle ve temiz özlülükle benliğimde kâmil bir ünsiyet hasıl olduğu için daha dadın odamda karnını doyururken mektubunu kocama gösterdim.
Ay, yüzün mü sarardı? Mektubunu görür görmez haşmetpenahın gazaba gelip beni yerlere attığını mı zannettin? Aman korkma, zehabım da tashih et. Kocam Rum prensi değil, Türk ulusudur. Harp sahnesinde hakiki bir ejder, kendi yuvasında tam bir melektir. Bu, onun için bir meziyet değildir. Çünkü her Türk aynı meşrep ve aynı kuvvettedir. Şu sizin ismi var, cismi yok Agamemnonlarınız, Aşilleriniz, Herkülleriniz, celadette, hamasette, erkekliğe ait herhangi bir meziyette zevcimin de arkadaşlarının da kâ’bine varamaz. Tamamen ciddi olarak söylüyorum ki evimizdeki at uşakları sizin mitolojik kahramanlarınızdan daha yüksek insanlardır. Onları masal gibi okuduk, bunları birer hakikat olarak temaşa ediyoruz.
Affedersin, bahsi biraz değiştirdim. Mektubu zevcime verdiğimi söylüyordum, değil mi?
Evet, verdim ve emri üzerine aynen okudum, harfiyen de tercüme ettim. İşin gücün olmadığı için mektubunu malûmatfüruşâne kaleme almışsın. Zevcim, birçok noktaları istizaha mecbur oldu. Mesela, “Kaldıralık Boğazı”14 hadisesini Sabinlerin kaçırılmasına benzetmişsin. Meleknihat zevcim, bu teşbihe müstenit sözlerini dinlerken sordu:
“Sabinler kim?”
Hocamızdan vaktiyle öğrendiğim kadar bu eski hikâyeyi anlattım. Romüs, Romülüs efsanesini, Sabin kızlarının kaçırılmasını ve şimdiki Roma şehrinin eski hâlini uzun uzun söyledim. Zevcim bütün bu sözleri kemali ciddiyetle dinledikten sonra:
“Tuhaf şey dedi, bizim Bozkurt, Roma’da dişi kurt olmuş. Demek ki Türk masalları gün batan yerlerde de söyleniyor. Roma dediğin yer rimpapanın oturduğu şehirdir. Biz ona Kızıl Elma deriz.”
Burada nasıl yaşadığımı, tantanamın, debdebemin yerinde bulunup bulunmadığını, zevcime tenimi mi, yüreğimi mi verdiğimi soran satırları dinlerken kuvvetli erkek gülümsedi:
“Ya imreniyor ya merak ediyor.” dedi. “Herhâlde duygulu kız!”
Ve sonra iri ela gözlerini ebedî malikânesine, benim yüreğime tevcih ederek sordu:
“Bu kız güzel mi?”
Cevap verdim:
“Son derece!”
“Huyu nasıl? Titiz mi, uysal mı?”
“Huyu da yüzü gibi güzeldir. Çalışkandır, elinden her iş gelir.”
“Öyleyse onu bir Türk’e verelim. Er nasıl olur görsün, tasadan kurtulsun.”
Tabiidir ki ben bu sözü latifeye hamlettim. Fakat zevcim, mütemmim izahatıyla ciddi konuştuğunu anlattı:
“Lülü!” (Zevcim bana Nenufar yahut Türklerin dediği gibi Nilüfer demez, Lülü diye hitap eder.) “Rum kızları mezbeleye düşmüş güle benziyorlar; onları çöplükten birer birer kurtarmak istiyorum. Güzel bir kız için, en şerefli yastık bir Türk’ün göğsüdür. Şu senin Teofano’yu da miskin, korkak ve sarsak bir Rum’un karısı olup ölünceye kadar üzüntü çekmekten kurtaralım, kadın kıymeti bilen ve erkek kıymetini de karşısındakine bildirebilen bir babayiğite verelim.”
Senin güzel yüzün o dakikada gözümün önüne geldi. Zevcimin uzaktan gördüğüm arkadaşlarını da aynı zamanda düşündüm ve birer birer gözümün önünden geçirdim. Belki kızarsın, belki darılırsın. Lakin sana muhabbetim her türlü mülahazaya galebe ettiğinden zevcime bilâihtiyar şu cevabı verdim:
“Teofano’yu mesut ediniz. Ben de minnettarınız olurum.”
Zevcim bu cevap üzerine emretti:
“Öyleyse kendisine yaz. Bir gün buraya gelsin, seninle görüşsün, anlaşsın. İşine gelir ve kabul ederse münasip bir arkadaşa onu nikâh ederiz, bizim gelinimiz olur.”
Ben vallahi sevindim. Zevcimi Kaldıralık’ta ilk gördüğün gündeki zevki ruhiyi yeni baştan hisseder gibi oldum. Bence, bir Türk’ün karısı olmak, Olimp’in zirvesinde oturduklarına vaktiyle inandığımız riyakâr, yalancı, zani ve müfteri hudalarla hembezm olmaktan daha büyük bir mazhariyettir. Binaenaleyh, zevcim bu fikrini, bu lütufkâr ve belki rehakâr fikrini derakap sana tebliğe müsaraat ettim. Dadını biraz daha alıkoyarak kalemi elime aldım, şu mektubu yazmaya başladım. Mektubunu dinleyen zevcim, benim cevabımı görmek istemedi, dilediğimi yazmakta beni hür bıraktı. Bu müsaadenin tazammun ettiği itimat, benim için ne büyük şereftir!
Güzel Teofanocuğum, şimdi beni dinle. Fakat kilisede falsolu bir erganun dinler gibi esneyerek değil, bir seher rüzgârının gül yapraklarına fısıldadığı teraneyi dinler gibi dinle. Bülbüllerin yekdiğerine okudukları şiiri kalbi dinler gibi dinle. Çünkü benim sözlerim de bir şiirdir ve bu şiir, kör Homer’in bir dilim ekmek alabilmek için kapı kapı dolaşıp okuduğu efsanevi şiirler, süslü yalanlar değil. Her kelimesi hakikat denilen İlahi membalardan alınmadır.
Teofano! Elbette hatırlarsın. Sen ve ben, güya terbiye görmek için Bizans Sarayı’na gönderildiğimiz zaman bir sürü malayaniyat arasında felsefe dersi de almıştık. Hocamız, Pisagor’dan “Pythagoras”, İksenefon’dan “Xenophanes”, Eflatun’dan, Sokrat’tan bahsederken sen esnerdin, ben gülerdim. Elea Mektebi, İtalya Mektebi, Yunan Mektebi15 gibi taksimat, bizi ya uyutur ya güldürürdü. Hocamız, uzun ve kirli sakalını sıvazlaya sıvazlaya ve çapaklı gözlerini bizim terü taze yüzlerimizde yıkaya yıkaya akliyunu anlatırken başımızı kaşır, hissiyyûnu söylerken birbirimizi çimdiklerdik.
Şimdi o derslerden birini hatırlıyorum. Felsefe muallimi bir gün “Arhitipos, Archetype.” tabirini anlatıyordu. “İlk şekil nedir?” diye kendi kendine bir sual soruyor ve cevabını da yine kendi vererek tam bir saat çene oynatıyordu. Bu uzun bahis sırasında küçük bir mud-hike geçmişti. Eflatun’un mu, başka bir filozofun mu, her kiminse ortaya attığı “Afto, to, kalon-bizzat iyi.” nedir sualine hocamız cevap isteyerek iptida -yaşça küçük olduğun için- sana hitap etmişti.
“Cevap veriniz.”
Sen “Afto, to, kalon; afto, to, kalon!” diye bir müddet mırıldandın ve cevabı yapıştırdın:
“Oynamak!”
Hocanın çapaklı gözleri biraz bulandı ve bana döndü:
“Siz söyleyiniz.”
“Uyumak!”
Hoca, kitabını alıp, cübbesini toplayıp pis bir çehreyle savuşmuştu. O zamandan beri, bu masum mudhikeyi sık sık tahattur ederim ve şu “Afto, to, kalon”un ne olacağını düşünürdüm. Kaldıralık Boğazı’nda, hayatımın o dönüm noktasında bütün hislerim, bütün fikirlerim, bütün kanaatlerim değiştiği gibi idrakim de genişlemiş olacak ki o meşhur sözün ihtiva ettiği düşündürücü sualin cevabını derin bir imanla ve şüphe yok ki büyük bir isabetle buldum:
“Bizzat iyi, bizzat güzel, bizzat muhteşem, Türk’tür.”
Evet çocuğum! Eflatun Türkleri bilseydi, onların meziyetlerini, kıymetlerini tetkik ve tamik edebilmek şerefini kazansaydı “afto to kalon” için ancak benim verdiğim cevabı kabul ederdi. Kâinat, felsefe dersinde gördüğümüz veçhile, bir hayalî muğfilse Türk bu her dem mütehavvil eşkâlü eşya arasında tek bir hakikati sabitedir. O büyük, her türlü büyüklüklerden büyük hakikatin gölgesinde yaşamak paha biçilmez bir bahtiyarlık ve o hakikatin kucağına yükselmekse muhayyel ilahelerin değil, ervahı tayyibenin de kıskanacağı bir saadettir.
Ben sana işte böyle bir saadet müjdeliyorum; kabul etmekte küçük bir tereddüt gösterirsen ahmaklık, körlük ve hayvanlık etmiş olursun.
Kelimelerim sana ağır gelmesin. Yarhisar tekfurunun kızı, Aydos hâkiminin kızına, çocukluklarının en tatlı seneleri birlikte geçmiş iki hemşirei ruhtan büyüğü küçüğüne, bir hakikati kabul ettirmek için her şeyi söyleyebilir.
Sen benden yalnız bir noktayı istizahta haklısın. Zaten mektubunda da ona temas etmişsin. Benim nasıl yaşadığımı, debdebe ve tantanamın yerinde olup olmadığını sorarak dolayısıyla Türk hayatının içyüzünü anlamak istemişsin.
Aynı muhitte doğup büyüdüğümüze, aynı terbiyei fikriyeyi aldığımıza göre beni meşhur ve mesut eden bir âlemin seni de teshir ve bahtiyar etmemesine imkân yoksa da cehlini izale için, ulvi meçhuller hakkında seni tenvir ve ikaz için gördüklerimi, öğrendiklerimi, anlayabildiklerimi söyleyeyim.
Bilmem ki sen, benim prensesliğimi ne şekilde tasavvur ediyorsun! Şüphe yok ki gördüklerine ve bildiklerine kıyasen benim hayatıma bir renk veriyorsun.
Mesela; Bizans Sarayı’ndaki prensler dairesi gibi bir daire, rengin dibalar, ipekli kumaşlar, kıymetli halılar serili sofralar, mermerleri üzerine pembe gül yaprakları serpilmiş koridorlar; mozaiklerle örtülü duvarlarında genç kızların gözlerini yere eğdiren manalı tablolar asılı salonlar; arkalarındaki gümüş zırhlar, ellerindeki altın kalkanlar ve omuzlarındaki iki tarafı keskin baltalarla, nazarrüba bir şekil alan bölük bölük muhafızların çevrelediği tahtlar ve bu tahtların ayak ucunda altın aslanlar, mineli altın kuşlarla müzeyyen yine altından mamul ağaçlar, altın orglar!