
Полная версия
Gönülden Gönüle
Duğlu Baba, şimdi ineklerini terhis ediyordu. Parmağıyla verdiği bir işaret, altı hayvanı harekete geçirmiş ve gösterilen istikamette dörtnala koşturmuştu. Kucağında taşıdığı buzağı da aynı hızla kafilenin ardından gidiyordu.
Duğlu, bu hüneriyle daima övünürdü. Hayvanlarını anlamak, bir insan derecesine yükseltmekten büyük bir neşe, daimî bir sevinç duyuyordu. O, bütün ruh sahiplerinin meratibi mütehalife dairesinde kabili terbiye olduğuna inanmıştı. Terbiye görmeyen, idraki tenmiye edilmeyen insanları, hassasiyetçe yükseltilen hayvanlardan aşağı tutardı ve tabiatın zulmüne uğradıkları kanaatiyle kendi hayvanlarına insanlardan daha fazla bağlıydı. Onları bir işaretle yeme, suya ve uykuya sevk edebilmekle fıtratın buhlünü tamir ettiğine inanırdı.
Duğlu’nun bu yoldaki sayini, didinmesini Ahu Baba’ya karşı rekabet suretinde de sayanlar vardı. Hâlbuki Uludağ’ı meva ittihaz eden bu iki aziz, hayvanları insanlara takrip vadisinde hemmeslek olsalar bile yekdiğerine rakip tanınmaktan çok uzak bulunuyorlardı.
Her ikisi de derin bir feragati nefs içinde yaşadıkları için ruhen cüce yaratılanlara has olan kıskançlık gibi duygulardan tamamen yoksun yaşıyorlardı. Zaten hayvanlara muhabbet ciheti bertaraf olunursa, Duğlu’yla Geyikli arasında büyük bir meşrep farkı vardı. Duğlu, harp işlerine sade duayla ve harbin kızgın demlerinde muhariplere ayran dağıtmak suretiyle iştirak ederdi. Geyikli’yse bizzat muharipti. Beslediği geyiklerden birine bindiği gibi süvarilerin önüne düşer, düşman saflarını dehşet içinde bırakırdı.
Bu hakikati pekâlâ bilmekle beraber Abdal Murat, Duğlu’ya takıldı; ineklerin, aldıkları işarete ittiba ederek aşağı doğru koşmaya başlamaları üzerine:
“Duğlu!” dedi. “Ahu Baba şu kerameti görse imrenirdi. Dağ sığırını adam etmiş bırakmışsın.”
Duğlu, ciddi bir lisanla cevap verdi:
“Sığırı adama çevirmekten ne çıkar! Kendim adam olmalıyım. Hâlâ nefsimi körletemedim. Aş kokusu alınca burnum uzuyor, eli ayağı düzgün bir nesne görsem gözüm ışılıyor!”
“Ya Ahu nicedir, acep ermiş midir yoksa o da senin gibi ham mıdır?”
“İçyüzünü Allah bilir ama mertebesi ali görünür.”
Abdal Murat da ciddileşti. Kendini bilmezlerin rakip sandığı şu iki ibadet ve feragat ehli adamdan birinin diğeri hakkındaki hüsnü şehadetinden duygulandı. Akça Koca’ya dönerek:
“Abdallar da…” dedi. “Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar.”
Ne Akça Koca ne arkadaşları, şimdiye kadar böyle bir tahlili nefse, tahlili ahlakiye lüzum görmemişlerdi: Abdal Murat’ın şu sözleri üzerine gayriihtiyari bir düşünce geçirmeye başlamışlardı. Evet; onlar da dedeleri, babaları ve bütün Türk muharipleri gibi kendilerinden yüksekleri, kendilerinden kuvvetli olanları kıskanmamışlar, doğruluktan zerre kadar inhiraf etmemişler, yalan söylememişler, hiçbir yerde ve hiçbir sebeple ikiyüzlülük göstermemişlerdi.
Hâlbuki içine düştükleri yeni muhit, sık sık temas ettikleri halk, baştan başa kötüydü. Bu kanı bozuk halkın küçükleri, kendilerinden büyük olanların küçülmesine, zelil olmasına çalışıyorlar, büyükler de küçüklerin bir kat daha küçülmesi, yerlerde -aç ve çıplak- sürünmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Üç silahşor, harp ede ede dolaştıkları yerlerde neler, ne iğrenç rezaletler görmüşlerdi! Şimdi o müşahedelerini tahattur ederek insanlık namı hesabına sıkılıyor ve müttehit bir lisanı ruhla dua ediyorlardı:
“Ya Rab! Oğullarımızı, torunlarımızı bizim gibi temiz yaşat. Şu dilli solucanların kiri onların diline, eline ve yüreğine bulaşmasın!”
Abdal Murat, açtığı bahsin ika ettiği tesiri ruhiyi gördü. Akça Koca’nın omzuna elini koyarak:
“Koca.” dedi. “Geniş ol! Türk kanı ne sulanır ne bulanır. Onun kaynağı, yedi kat göğün de üstündedir. Hele biz yürüyelim.”
Beş Türk, Bakacak’tan ayrılırken, yükseklerden yere bakan kartallar gibi ufkun enginliğine göz gezdirdiler. Manzara cidden muhipti. Cenupta Kütahya, şarkta Söğüt dağları, garpta Gelibolu’ya kadar Boğaz ve İstanbul görünüyordu. Onlar ne şarka ne cenuba göz kaydırmayarak geniş bir tülbent gibi uzanan İstanbul Boğazı’na ve bir altın külçe gibi pırıldayan büyük şehre bakıyorlardı.
Uludağ’ın bu noktasından, bir adımda geçilecek gibi dar ve üzerinde uzanılıp yatılabilecekmiş gibi durgun görünen Boğaz iki abdalla üç alpın gözlerinde kuvvetli parıltılar yaratıyordu. Şuradan, şu yüksek noktadan uçmak, o sakin denizi bir hamlede geçmek, beyaz sarıklarına kendi kanlarından bir hilal işleyerek o nadide bayrağı, yıkılmaz bir zafer nişanı hâlinde büyük şehrin ortasına dikmek için içlerinde yakıcı bir arzu duyuyorlardı.
Alplar da Abdallar da bu arzunun heyecanı altında yürüyerek yükseldiler. Kırkpınar mevkisine geldiler. Yer yer kaynaklar, dağın bu en dilfirip noktasında birer elmas benek gibi yayılıyor, kıvrak ve berrak dereler, hâkî kehkeşanlar hâlinde ve seyyal bir iltima3 içinde akıp gidiyorlardı.
Duğlu, keskin gözleriyle ta uzaktan tanıdı:
“İşte!” dedi. “Ahi Musa, belli ki balıklara testere zikri öğretiyor.”4
Hakikaten de Abdal Musa, bir dere kenarında yüzükoyun uzanarak balıklarla meşgul bulunuyordu. İki çömez, mihrap önündelermiş gibi abdalın arkasında diz üstü oturarak derin bir murakabe geçiriyorlardı. Üçü de o derece mütefekkir ve kendi meşgale veya düşüncelerine o mertebe murtabıt bulunuyorlardı ki beş Türk’ün yanlarına yaklaştıklarından haberdar olmamışlardı.
Abdal Murat, sekiz-on adım uzaktan kuvvetli kuvvetli öksürdü:
“Öhö, öhö!”
Abdal Musa ve çömezlerde hareket görülmedi, güya uyuyorlardı. Bu sefer Duğlu seslendi:
“Merhaba erenler, merhaba su palazları!”
Abdal Musa, yattığı yerden başını çevirdi ve gülümsedi:
“Oo… Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Ehlen ve sehlen!”
Çömezler hemen kalktılar, ellerini çıplak göğüslerine koydular, derin bir tavrı ihtiram aldılar. Akça Koca’yla iki arkadaşı, Murat’la, Duğlu’ya yaptıkları gibi Abdal Murat’ın da önüne diz çöküp elini öptüler. Diğer iki abdal, kendilerinden mertebeten ali gördükleri Baba Musa’ya aynı suretle arzı hürmet ediyorlardı.
Kırkpınar sularında nihayetsiz bir mülahaza mevzusu bulan; kaynakların mütevali ter taneleri gibi toprağın pinhan mesamatından zerre zerre çıkışında hilkatin binbir sırrını sezen, alabalıkların sersem bir ok gibi ileri geri oynayışlarında, aşağı yukarı çıkıp inişlerinde kudreti fatıranın rengin inceliklerini gören bu filozof mizaçlı dede, alplarla Abdalların el ele verip yanına gelmelerindeki sebebi anlamak ister gibi bir müddet düşündü, iptida alpların yüzüne baktı:
“Burada savaş yok. Alplarla Abdallar neden birleşiyor?”
Akça Koca cevap verdi:
“Bizim bir kaygımız var. Sizinle hâlleşip kendimize yol çizmek isteriz. İzninle Geyikli’yi de bulalım, önünüzde yüreğimizi açalım.”
“Ha, anladım. Sofranın ayağı aksamasın diyorsunuz, Geyikli’yi de istiyorsunuz. O, Karlık’ta!”
Akça Koca, Murat’la Duğlu’ya baktı. Onlar, bulundukları yerden kendilerine iltihak etmekte tereddüt etmemişlerdi.
Biri o günkü gazasının mahsulü olan yılanları atarak, öbürü hayvancıklarına ruhsat vererek dağın şu yüksek yerine kadar gelmişlerdi.
Abdal Musa, fartı vekar ile müştehirdi. Ne emir ne şehriyar tanırdı. Feleğe boyun eğmez, hiçbir devletliye ehemmiyet vermezdi. Yalnız alplarla -harp oldukça- selamlaşır, Abdallarla da tesadüf ettikçe bir nebze konuşurdu. Gazaya gitmediği zamanlar Kırkpınar balıklarından dersi hikmet alırdı.
Böyle bir adamı; şu kapısız, bacasız, altı çemen, üstü gök olan hücrei itikâfından kaldırmak hayli müşküldü. Birlikte Geyikli’nin yanına gitmek mi yoksa Geyikli’yi ona davet ettirmek mi münasipti?
Akça Koca, bu husustaki tereddüdünü bir bakışla Abdal Murat’a anlattı, o da bir göz işaretiyle sükût tavsiye ettikten sonra tahta kılıcına dayanarak:
“Ya Musa!” dedi. “Bize ‘buyur’ etmedin. Yoksa gelişimiz hoşuna mı gitmedi?”
Abdal Musa, sitemkâr bir lisanla:
“Haşa.” dedi. “Başım üstünde yeriniz var. Lakin buyur diyecek yerimiz yok. Bastığın yeşil kilime oturmak için benden izin mi bekliyorsunuz?”
Abdal Musa bu sözü söylerken ratıp çemenleri işaret ediyor ve henüz ayakta duran beş misafiri, oturmakta teahhur gösterdiklerinden dolayı tahtie etmiş oluyordu. Misafirler, bu ihtar üzerine onun etrafına çevrelendiler ve Abdal Murat bahsi tazeledi:
“Şu yiğitler, bizimle görüşmek istiyorlar. Geyikli bulunmazsa meclis tamam olmaz. Onu bulmak için Karlık’a yücelsek nice olur?”
Abdal Musa biraz düşündü:
“Ahu.” dedi. “Alçak gönüllüdür. Üç alpla üç abdalı ayağına götürmez, kendi lütfedip gelir.”
Ve cevap beklemeden çömezlerden birine emir verdi:
“Şurada kor vardı, biraz getirin.”
Ekmek tabhı için yakılan kömürden üç kızıl parça, iki dakika sonra abdalın önüne getirildi. Koca Musa, hırkasının bir tarafından bir avuç pamuk çıkardı, bir taş parçası üstünde getirilmiş olan ateş parçalarını pamuğun içinde koyarak çömezin diline tutuşturdu:
“Bunu Karlık’a iletin, Ahu Baba’ya verin. Cevap verirse getirin, kendi gelirse ardında yürüyün.”5
Duğlu ile Murat mütebessim, Akça Koca ve arkadaşları mütehayyirdi. O kıpkızıl ateşin pamuğu yakmaması muharipleri hayret içinde bırakmıştı, Abdal Murat’ın tahta kılıçla gösteregeldiği marifetler, şu keramet yanında pek kuru kalıyordu; suyun ateşi söndürmemesi, ateşin de pamuğu yakmaması âdeten muhal olduğuna göre Abdal Musa pek parlak bir hüner göstermiş oluyordu.
Alplar, bu akıl alıcı manzarı irfan önünde küçüldüklerini hissediyorlardı. Onlar; ne dağların heybetli irtifasından ne suların öldürücü dalgalarından ne kalelerden akıtılan kızgın ateşlerden ne zehirli oklardan ne keskin kılıçlardan korkarlardı. Lakin suyun boğacağını, zehrin öldüreceğini, okun deleceğini, kılıcın parçalayacağını, ateşin de yakacağını bilirlerdi.
Ömürlerinde görmedikleri ve işitmedikleri bir hâl olmak üzere, ateşin yakmak, pamuğun da yanmak kabiliyet ve hasiyetini kaybettiğine şahit oluyorlardı. Bu harikai marifet hepsini lal etmiş, ebkem etmişti.
Fakat Abdal Musa, kayıtsızdı. Yaptığı iş alelade bir şeymiş gibi sakindi. Muharipler, onun mütevazıyane sükûnetinden bilhassa mütehayyir oluyorlardı. Başka biri bu işi yapsa gururundan ağzı kulaklarına varır, kendisini takdir ettirmek için bakışıyla herkesi zorlardı. Baba Musa, hiç de oralarda değildi, ne çalım satıyor ne göz süzüyordu.
Muharipleri düşündüren bir nokta daha vardı. Pamuk içindeki ateş, acaba neye delalet ediyordu. Revişi hâle göre Abdal Musa, Geyikli Dede’ye mektup göndermiş oluyordu. Bu garip mektubun meali neydi?
Şu müşahede, alplarla abdallar arasında bir ayrılık daha tespit ediyordu. Alplar, yekdiğerine bu şekilde haber salmaz, salamazlardı. Onlar, düpedüz konuşurlar, anlaşırlardı. Abdallar ise işte başka bir lisan kullanıyorlardı.
Üç muharip, birbirinin yüzüne hayran hayran bakarlarken Abdal Murat:
“Yiğitler!” dedi. “Şaşmayın. Buna dede dili derler, anlayana ne mutlu!”
Abdurrahman dayanamadı:
“Doğrusu ya, biz anlamadık. Acep siz anladınız mı?”
“Biraz!”
“Bize de anlatsanız!”
“Anlatayım: Ateş kuvvettir. Pamuk, yumuşaklıktır. Benim anlayışım doğruysa Ahi Musa, yerinde coşmayı, yerinde susmayı bildiğini söylüyor.”
“Ne çıktı bundan?”
“Onu Geyikli anlar.”
Duğlu, hiçbir şey ifade etmeyen bu tefsir üzerine söze karıştı:
“Attın Koca Murat, attın. Alpları da kandıracaktın. Dede dilini sen bu kadar mı anlarsın!”
Abdal Murat kızmadı:
“Haydi ben yanlış anlamış olayım. Doğrusunu sen söyle.”
Duğlu, kemali ciddiyetle:
“Onu…” dedi. “Ahi Musa bilir!”
Abdal Murat bilaihtiyar güldü:
“Vay ayrancı, vay!” dedi. “Bu akılla mı kervana katılıyorsun? Deredeki balıklar da ancak bu cevabı verir. Ferasetin şu dağdan bile yüksekmiş. Aklınla yaşa.”
Abdal Musa, kendi eseri irfanı hakkındaki münakaşayı işitemiyor gibiydi. Gözlerini yere eğmiş, yün hırkası içinde büzülmüş, düşünüyordu. Abdal Murat’ın iri sesle konuşmaya başlaması üzerine tahayyülatından ayrıldı:
“Bizim çömez.” dedi. “Keklik gibi seker. Neredeyse Karlık’a varmıştır.”
Karlık, malum olduğu üzere Uludağ’ın zirvesini teşkil eden iki sivri tepenin eteğidir. Kırkpınar mevkisi (1800), Karlık (2000) metre irtifadadır. Yaz mevsimleri Bursa’ya kar taşıyan katırlar, buraya kadar gelirler ve hamulelerini bu mürtefi noktadan tedarik ederler. Kırkpınar’dan Karlık’a kadar uzanan mesafe çıplak bir irtifadan ibarettir. Dağın eteğini seyyal bir şerit, oynak bir zincir hâlinde çevçeveleyen Agraslar, Karaoğlanlar, Deliçaylar hep Kırkpınar’dan nebean eder. Karlık’a doğru çıkıldıkça ne çimen ne su görünür. Tedricî bir fazlalıkla yalnız kar kümelerine tesadüf olunur. Yamaçlarında seksen kadar küçük mağara vardır. Vaktiyle İstanbul keşişleri tarafından hücrei riya, hücrei cer olarak kullanılan bu irili ufaklı kaya kovukları Keşiş Dağı’nın Türk elinde ihtidasından sonra kar mahzeni hâline ifrağ edilmişlerdir.
Geyikli Baba, işte bu 2000 metre irtifada bulunuyordu ve Abdal Musa’nın garip davetnamesini orada alacaktı.
Ateşle pamuğu, bir hamlei marifetle imtizaç ettiren Baba Musa, çömezinin seriüsseyr olduğunu söylemekte yanılmamıştı. Alplarla Abdallar gönderilen davetnamenin meali hakkında henüz bir fikri salim edinemeden ve aralarında uzun boylu muhavere cereyan etmeden çömez göründü. Hızlı adımlarla çıplak kayalardan sekerek iniyor ve elinde bir toprak kâse taşıyordu. Çömez, Baba Musa ile misafirlerin oturdukları yere gelince derin bir rükû hareketi yaptı ve elindeki çanağı Abdal Musa’ya uzattı. Çanak, yarısına kadar süt doluydu.
Alpların da iki Abdalın da gözleri dört açıldı. Hayran hayran Geyikli Dede’nin gönderdiği cevaba bakıyorlardı. Gelen cevap da giden mektup gibi tuhaftı. Pamuk içindeki ateşe karşı yarım çanak süt! Mektup çapraşık bir lügat; cevap karışık bir muammaydı.
Abdal Musa, zirveden gelen süte şöyle bir baktıktan sonra:
“Duğlu!” dedi. “Sen sütten iyi anlarsın. Bu ne sütü?”
Ayrancı Baba çanağı aldı, içindeki mayiye göz gezdirmekle beraber burnunu da yaklaştırarak kokladı ve cevap verdi:
“Halis geyik sütü.”
Abdal Musa, bu cevap üzerine bir nebze düşündü ve müteakiben yerinden fırladı:
“Koca Ahu!” dedi. “Bizi haptetti. Kalkın yanına gidelim, gönlünü alıp buraya getirelim.”
İki abdalla üç alp, Baba Musa’ya imtisalen kalktılar, zirve istikametinden yürümeye başladılar. Kırkpınar’daki lâyezal yeşillikle zirvede ve eteklerinde görünen kar, tabiatın rengin bir cilvei tezadı, şuh bir melabei sanatı gibiydi. Yerde, gökte durmadan işleyen o gizli el, burada da zıt işler yapmış, ötede yeşil ve dilrüba bir sahne vücuda getirirken beride beyaz ve soğuk bir köşe resmetmişti.
Altı yoldaş, manzaradaki tahavvüle lakayıt zirveye tırmanıyorlardı. Kuytu yerlerde beyaz bir bohçaya, yamaçlarda lekesiz bir perdeye benzeyen karlar, hiçbirini alakadar etmiyordu. Abdal Musa’dan maadası Geyikli’ye giden mektupla onun gönderdiği cevabın mefhumunu düşünmekle meşgul bulunuyordu.
Abdal Murat, yolun yarısında dayanamadı:
“Hoş gör ya Musa!” dedi. “Bu anlaşmayı biz anlamadık. Ne söyledin, ne söyledi?”
Marifetli ihtiyar, yegâne mameleki olan hırkasının göğsünü kavuşturdu:
“Anlaşılmayacak şey değil ama ağzımdan işitmek istiyorsunuz. O hâlde söyleyeyim. Ben pamuğa ateşi sarıp Geyikli’ye şaka yaptım, şu manayı anlattım: ‘Biz himmeti pir ile insanın ruhuna tahakküm ederiz. Ziyaretimize gelmek şanınıza noksan vermez.’ O bana geyik sütü göndermekle şu cevabı vermiş oldu: ‘Ben vahşi mahlukatı hükmüme ram eyledim, onların sütü ile gıdalanıyorum. Siz benim ziyaretime gelin!’ Zevilervaha ve bilhassa tab’an vahşi olanlara nüfuz etmek cemadata tahakkümden daha yüksek bir iş olduğu için Ahu Baba bizi ilzam etmiş oldu. O sebeple ayağına gidiyoruz.”6
Alplar, hakkalinsaf söylenirse, o muhabere ve şu muhavereden hiçbir şey anlamamışlardı. Onlarca, ateşi pamuğa sarmak bir hüner, geyik sütü sağmak ise alelade bir işti. Koluna güvenen, yerinde aslan sütü de sağabilirdi. İş, ateşi yakmaz bir hâle getirmekteydi. Binaenaleyh Abdal Musa’nın Geyikli’yi yüksek görmesi tuhaflarına gidiyordu. Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri şeylerdendi. Alplar, harbin silahla kazanılacağını, hastalığın ilaçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Abdallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından ileri geliyordu.
Doğrusu abdallar da birer cihangirdi. Kimi Horasan’dan, kimi İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anını bir tecrübe ve bir müşahedei arifaneyle geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet vardı. Taşıdıkları muharip ruhuyla muhite intibak ettikleri gibi zekâlarındaki yükseklik, tecrübelerindeki genişlikle de hem muhit oldukları insanların fevkinde yükseliyorlardı.
Alplar, işte bu saik altında olanlardan fikir alıyorlar ve onlara itimat besliyorlardı.
Musa Dede’nin gösterdiği hüneri beğenmekle beraber ona verilen manayı ihata edemiyorlardı. Şu kadar ki ince eleyip sık dokumaya da lüzum görmüyorlardı.
Abdal Murat’la Duğlu, bittabi alplar gibi düşünmüyorlardı. Onlar, Baba Musa’yla Geyikli arasındaki dervişane cilvenin inceliğini anlamışlar ve Geyikli’ye de hak vermişlerdi. Bütün hüneri, tahta kılıcıyla Rum kafası parçalamaya ve iri yılan öldürmeye inhisar eden Abdal Murat iki dedenin şu mücavebesine hayran ve Duğlu da aynı suretle gıptakârdı. Binaenaleyh Musa’nın verdiği izahatı dinledikten sonra her ikisi boyun kırarak mırıldanmışlardı:
“Geyikli haklı. Hepimiz elini öpsek yeri var.”
Ahu Baba, üç abdalla üç alpı, karlı bir sahada ve bir sürü geyik arasında kabul etti; elini öpenlerin omuzlarını okşayarak iltifatta bulundu ve içlerinden Abdal Musa’yı muhatap ittihaz ederek:
“Ne dersin ya Ahi!” dedi. “Nice demdir ararım, bir kar kurdu bulamadım.”
“Bir zayıf mahluk için bu zahmet neden?”
“Şu büyük suyu geçip karşı yakada mızrak parlatacak ilk yiğit için arıyorum.”
“Ne olacak?”
“Kurdu bir çanak kımıza koyacağım ve onu o yiğide sunacağım. Yeryüzünde kimse öyle bir kımız içmedi.”
“Tat mı verir?”
“Hayır; soğutur fakat Kevser gibi soğutur!”
Alplar yekdiğerinin yüzüne bakıştı. Geyikleri yerinde at, yerinde inek gibi kullanan, taşıdığı altmış okka sıkletindeki kılıçla, kütle kütle Rum halkının rüyasını yıldırımla dolu mahşerlere çeviren bu bahadır dedenin, uzun günlerini bir kar kurdu bulmak için şu soğuk tepede geçirmesine apaçık izharı hayret ediyorlardı. Mahaza, onun, bu bilgisi yüksek ve bileği çelik adamın o kurdu bir muharibe hediye vermek için araması da hoşlarına gidiyordu. Suyu Kevser gibi soğutacağını söyleyen şu kurt, bir nevi zafer mükâfatı oluyordu.
Alplar ani bir hâhişi ruh içinde o mükâfata nefislerini namzet yapıvermişlerdi. Üçünün de yüreği, büyük denizi geçen ilk yiğit olmak için titriyordu. Dünyada kimsenin içmediği o bir çanak kımızı içmekle, içebilmekle ünlerinin bir parça daha yükseleceğini düşünerek âdeta sabırsızlanıyorlardı.
Bir alp için bu, gayet tabiiydi. Harple zaferle alakadar olan her şey, onları tahrik ve tahriş ederdi. Şimdi de Geyikli Dede’nin kar kurdu ile soğutacağı kımıza imreniyorlardı. O şarabı millîyi, işitilmemiş şekilde soğutulmuş olarak ve hakkı zafer hâlinde içmek için İstanbul sahillerine geçmek mi lazımdı? Onlar, senelerden beri zaten bu emelle bikarar bulunuyorlardı. Bakacak’tan, birkaç saat evvel ayrılırken bile aynı hülyanın takatşiken tazyikini ruhlarında hissetmişlerdi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün mutlaka bu işe teşebbüs edecekler, atlara yol vermeyen o durgun ve derin dereyi nasıl olsa geçeceklerdi.
Akça Koca ile arkadaşları bu düşünce ile bulundukları yerden Boğaz istikametine gözlerini çevirmişlerdi. Küme küme bulutlar, alaca renkli turna sürüleri gibi Bursa’nın üzerinde uçuşuyor, ufuktan uzaklaşmak isteyen güneşin göğsünden dökülen kıvrak hatlar, İstanbul’un ve Gelibolu’ya kadar Boğaz’ın üstünde oynaşıyordu. Cenuptaki Kütahya, şarktaki Söğüt Dağları, boyunlarını kaldırarak Boğaz’dan geçecek ilk Türk dilaverini güya seyre hazırlanıyordu.
Geyikli Baba, alpların bakışındaki ateşli iştahı, hasretengiz heyecanı anladı:
“İmrendiniz, değil mi?” dedi. “O hâlde ölmeye, çabuk kakırdamamaya bakın. Şu suyu aşın; karşıda at oynatın. O vakte dek ben de bir kar kurdu bulur, kımızı hazırlarım. Kevser’i yeryüzünden içmek daha tatlı olur!”
Duğlu sordu:
“Kar kurdunu çocukluktan beri duyar dururum. Lakin ne kendini gördüm ne bulanı tanıdım! Acemlerin Hüma’sı gibi bu da ismi var cismi yok bir şey olmasın?”
Geyikli, yüzünü ekşitti, o nadide kılıcını dizleri üstüne uzatarak ağır ağır cevap verdi:
“Ben boşuna mı çığlara parmak atıyorum. Kar kuyularını karıştırıyorum. Kurdun varlığına inanmasam onu bir yiğite adar mıyım?”
Duğlu, tarziyekâr bir sesle hemen atıldı:
“Celallenme kardeş!” dedi. “Sözümde dokunacak bir şey yok. Ben kar kurdu görmedim, göreni de görmedim. Öğreneyim diye sordum. Nicedir o mübarek?”
Alplar, muhavereyi can kulağıyla dinliyorlardı. Kurt, Türk’ün çok iyi tanıdığı bir hayvandı. Millî şarkılarda, millî destanlarda, bozkurdun ismi daima zikrolunurdu. Hatta kurdun millî hikâyelere bu kadar karışmış olmasına hürmeten Türkler, yemişlere ve ağaçlara musallat olan kurtlara böcek demeyi tercih ederlerdi. Atılgan, yerine göre hassa ve pençesine mutemet cesur bir mahlukun, bir kiraz tanesinin dar ve kapalı kucağında miskince tagaddi eden yahut bir ağaç kabuğunda yuva tutan cılız, renksiz ve kıymetsiz hayvancıklarla hemnam olmasını hoş görmezlerdi.
Bu nükteyi, birçok Türk’ten daha iyi bilen Geyikli’nin, kar yığınları arasında gayri meri ve hatta meçhul bir hayat yaşayan bir böceği kurt olarak tarif etmesi, ona müstesna bir mahiyet izafe ederek günlerce ele geçirmeye uğraşması ve hele onu en şerefli bir iş görecek olan bir Türk muharibine adaması meraklarını tahrik ettiğinden verilecek izahatı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Geyikli Dede, üç alpın ve üç abdalın bariz bir merak içinde kar kurdu için malumat beklediklerini görünce tatlı tatlı anlatmaya koyuldu:
“Aradığım kurt, Kudretullah’tan garip bir numunedir. Ulu Tanrı, o küçük mahluka ne süs ne kuvvet vermiştir. Bilseniz şaşarsınız. Bu kurdun esrarını ne Ebu Ali Sina ne Eflatun anladı. Gelip geçen hükema, ulema ve bütün dehriler (filozoflar) kar kurdunun bir âlem, akıllara hayret veren bir âlem olduğunu söylerler!”
Akça Koca esnedi. Diğer alplar da ellerini ağızlarına götürdüler. Abdal Murat:
“Görüyorsun ya Geyikli.” dedi. “Kar kurdu masalı uyku getiriyor. Ulemayı, hükemayı bırak da şu böcek nicedir, onu anlat.”
Geyikli, iri gözlerini hiddetle açtı ve derakap tehevvürünü yenerek mırıldandı:
“Men lem yezük, lem ya’rif!”
Duğlu, iki elini havaya kaldırarak bağırdı:
“Âmin!”
Abdallar gülüştü, alplar mütehayyirane bakıştı. Kar kurdu mevzusu bahsolunurken Geyikli’nin birdenbire dua okuması, Duğlu’nun âmin demesi ve sonra gülüşmeleri hayretlerini mucip oldu. Bu ağırbaşlı bilgiçler, bu çelik yürekli ihtiyarlar, dağ başında şakalaşmaya mı girişmişlerdi?
Abdal Murat, onları hayrette bırakmamak için anlatmaya lüzum gördü:
“Ben Geyikli’ye ‘Sözü kısa kes.’ dedim. O da gençliğinde ders görmüş ya, o günleri hatırladı, hocasından aldığını bize sattı, Arapça bizi azarladı.”
Akça Koca sordu:
“Ne dedi?”
“ ‘Sağır, davuldan ne anlar.’ dedi.”
“Ya Duğlu, niçin âmin okudu?”
“Türk meclisinde Arapça yakışmaz, demek istedi.”
Geyikli, altmış okkalık kılıcını, hafif bir sopa gibi sağdan sola çevirdi:
“Bu soğuk horata yeter.” dedi. “Dinleyecekseniz söyleyeyim yahut siz söyleyin ben dinleyeyim.”
Alplar bir ağızdan yalvardılar:
“Hele sen söyle!”
“Kar kurdu, bazı bilgiçlerin dediğine göre dut tırtılı (ipek böceği) gibi kırk ayaklıdır. Sırtında kırk benek vardır, her benek ayrı bir boyadadır. Böyle bir deri ne kaplanda ne yaban kedisinde ne de başka bir hayvanda görülmüştür. O çeşit çeşit beneklerin bu küçük cüssede parlaması akıllara şaşkınlık verir, gözleri kamaştırır.
Kurdun gözleri de acayiptir. Zümrüt taşı gibi yeşildir, pırıl pırıldır. Lakin bazen görülür, bazen görülmez. Var mıdır, yok mudur, fark edilmez. Ama vücudu gayet mevzundur.”
Akça Koca sordu:
“Bu hayvancık salt su mu soğutur?”
“Hayır! Onun hassaları çoktur. Suyu Kevser gibi soğutmasına gelinceye kadar daha neleri var neleri!”
“Söyleyin de biz dahi öğrenip şad olalım.”
“Bu kurdun en büyük hassası piri, civan etmesidir. Bir adam erkekliğini tüketse, amelden kalsa; bir hatun hayzü feyzden kesilip işe yaramaz olsa bu kurdu yemekle biemrillâh tazeleşirler, çiftleşmeye, döl alıp vermeye derman bulurlar. Gençler, kar kurdunu yeseler, pazıları çelik, bilekleri demir kesilir; kolları bükülmez, sırtları yere gelmez olur. Sizin anlayacağınız bu mübarek kurt değil, iksiri azamdır. Sönmüş yürekleri ateşlendirir, kurumuş kaynakları yeni baştan canlandırır. Onun gözleri keskinleştirdiği de rivayet olunur.”7