bannerbanner
Tepedeki Ev
Tepedeki Ev

Полная версия

Tepedeki Ev

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

“Dün akşam şarkı söylediğini duymadım.” dedim. “Gelmeyip Torino’da kaldığını düşündüm.”

“Dino!” diye seslendi çocuğa. Kabukları dışarı attı, sonra tabağı çocuğun eline tutuşturup içeri gönderdi.

Çocuk gittikten sonra gülmesi kesilmişti. “Diğerlerinin yanına gitmeye ne dersin?” dedi.

“Çocuk senin oğlun, değil mi?” diye karşılık verdim.

Ağzını açmadan bana öylece baktı.

“Evlendin mi?”

Sertçe başını salladı. Bu huyunu da hatırlıyordum. “Seni ilgilendirir mi bu?” dedi.

“Yakışıklı çocukmuş. Sağlığı da yerinde gibi.” dedim.

“Torino’ya götürüp okutuyorum.” dedi. “Hava kararmadan buraya dönüyoruz.”

Ay ışığında onu net bir şekilde görebiliyordum. Değişmemişti ama aynı zamanda da başka biri gibiydi. Kendinden emin ve soğukkanlı bir edayla konuşuyordu ama kolundan tutup onu yakaladığım günler sanki dün gibiydi. Üzerinde köylerde giydikleri kısa etekten vardı.

“Sen şarkı söyleyenlere katılmıyor musun o hâlde?” diye sordum.

Az önce de yaptığı gibi kasılarak gülümsedi, sonra aynı şekilde başını geriye attı. “Şarkılarımızı dinlemeye mi geldin? Pastanene geri dönsene sen.”

Son zamanlarda öğrendiğim bir gülümsemeyle, “Şapşal.” dedim. “Hâlâ o eski günleri mi düşünüyorsun?”

Alışık olduğum o alımlı dudaklarını hatırlıyordum ama artık daha sert, daha küçük duruyorlardı. Çocuk yeniden bahçeye çıkınca Belbo havlamaya başladı. “Belbo, gel buraya.” diye seslendim. Dino yanımızdan geçip içeri koştu.

“İnanmayacaksın ama bu köpek benim tek dostum.” dedim.

“Senin değil o.” dedi.

Esprili şekilde benim hakkımda her şeyi bilip bilmediğini sordum. “Bense senin hakkında bir şey bilmiyorum.” dedim. “Şimdiye dek nasıl bir yaşam sürdün? Neler yapıyorsun? Gallo’nun Sardinya’da yaşamını yitirdiğini biliyorsundur herhâlde.”

“Ciddi olamazsın!” dedi dehşet içinde. Olayın nasıl geliştiğini anlatınca neredeyse ağlayacaktı. “Demek savaş böyle bir şey.” dedi. “Deli çocuk.” Kendinde değildi sanki; kaşlarını çatmış yere bakıyordu.

“Sen neler yaptın peki?” diye sordum. “İstediğin gibi ayakçı olabildin mi?”

Yüzünde yine alaycı bir ifade belirdi. Bunun beni ilgilendirmediğini söyledi tekrar. Karşı karşıya dikiliyorduk. Elini tuttum. Geçmişimizi küçümsediğimi düşünmesini istemiyordum. Nazikçe bileğine dokundum. “Bana nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatmayacak mısın?” dedim.

Aptala benzer ihtiyar bir kadın çıkıverdi içeriden. “Kim o?” diye sordu.

Cate gelenin ben olduğumu söyledi. Kadın gelip benle sohbet etmeye başladı. O sırada ay batmıştı.

“Dino diğerlerine takılıp gitti.” dedi Cate.

“Üzerindeki o denizci kıyafetini neden çıkarmıyorsun?” diye sordu yaşlı kadın. “Sonra çimlerde arkasını batırıyor, biliyorsun.”

Cate kadını yanıtladıktan sonra ben de ay hakkında yorum yapıp konuşmaya devam ettim. Birlikte çayırlara doğru yürümeye başladık. Şarkı sesleri kesilmiş, artık kahkaha sesleri geliyordu. O kısa yürüyüşümüzde az önce gördüğüm ihtiyar kadının Cate’in ninesi olduğunu, evin de Le Fontane adında bir meyhane olduğunu öğrendim. Savaş çıkınca müşterilerin ayağı kesilmişti tabii.

“Savaş biraz daha uzarsa deden her şeyini satıp köprü altlarında yaşamaya başlayacak.” dedi yaşlı kadın.

Evin arkasında toplanan grup bu sefer daha küçüktü. Fonso, başka bir adam, bir de iki kız vardı. Bir ağacın altında toplanmış, uzanabildikleri dallardan elma topluyor, gülüşerek katur kutur elmaları yiyorlardı. Dino çayırların kenarında durmuş onları izliyordu.

Cate yanlarına gidip onlarla sohbet etmeye başladı. Ben de yaşlı kadınla evin gölgesinin altında kalmayı yeğledim.

“Geçen akşam daha fazla insan vardı.” dedim. “Herhâlde gelmeyip Torino’da kalmak isteyenler oldu.”

“Hepimizin motorlu arabası yok.” dedi yaşlı kadın. “Kimisi akşama kadar çalışıyor. Zaten tramvaylar da artık çalışmıyor.” Sonra bana bakıp alçak bir sesle, “Tepemizdeki emir verenler rezil insanlar. Pis faşistler. Bizi hiç düşündükleri yok. Kimlerin eline düştük.” diye mırıldandı.

Fonso’ya uzaktan el salladım. O da bir şeyler bağırarak bana el sallıyordu. Ağacın altındakiler bağrışıp çağrışıyor, birbirlerinin elinden elmalarını kapıp kaçıyorlardı. Cate bize doğru döndü.

Dışarıdakileri evden çağırmaya başladılar. Karanlıkta kapının biri açılmış, “Vakit geldi Fonso.” diye seslendi biri.

Sonra hepsi, kızlar, gençler ile çocuk koşarak yanımızdan geçip gözden kayboldular.

Yaşlı kadın iç çekerek uzaklaşmaya başladı. “Ah şu insanlar keşke anlaşabilse. Didişip duruyorlar ama onlara göre hava hoş tabii. Olan bize oluyor.”

Cate ile ben yalnız kalmıştık. “Radyoyu dinlemeye gelmiyor musun?” dedi.

Birlikte birkaç adım attıktan sonra birden durdu.

“Faşist değilsindir umarım.” dedi.

Ciddiydi ama gülmeye başladı. Elini tutup küçük bir kahkaha attım. “Hepimiz değil miyiz, sevgili Cateciğim?” dedim nazikçe. “Faşist olmasak hepimiz canımızı hiçe sayıp bombalarla ayaklanırdık. Olan biteni izleyip olayların seyrini değiştirmeye çalışmayan herkes faşisttir.”

“Hayır, değil.” dedi. “Doğru zamanı bekliyorlar. Önce savaşın sona ermesi gerek.”

Kırgın ve öfke doluydu. Elini tutmaya devam ettim.

“Eskiden bilmezdin bunları.”

“Sen de herhâlde kayıtsız kalıp harekete geçmeyenlerdensin. Peki ya arkadaşların?”

Arkadaşlarımı bir süredir görmediğimi söyledim. Kimisi evlenmiş, kimisi de taşınıp gitmişti. “Martino’yu hatırlıyor musun? Düğününü meyhanede yaptı.”

Birlikte Martino’ya güldük. “Herkesin başına geliyor.” dedim. “Aylarınızı, yıllarınızı birlikte geçirirsiniz, sonra bir bakmışsın biri işinden olmuş, diğeri taşınıp gitmiş. Her gün yüzünü gördüklerini tanımaz hâle gelmişsin.”

Cate bunun suçlusunun savaş olduğunu söyledi.

“Savaş yeni bir olay değil ki.” dedim. “Bir gün kendini yapayalnız bulursun. Çok da kötü bir his değil.” Bunun üstüne beni baştan aşağı süzdü. “Zaman zaman tekrar birini bulursun.”

“Senin için değişen bir durum yok ki. Yapacak bir işi olmayan, yalnız kalmak isteyen sen değil misin?”

“Haklısın.” dedim. “Yalnız kalmayı seviyorum.”

Bunun ardından Cate kendisinden söz etmeye başladı. Çalıştığını söyledi. Otelde garsonluk yapmış, fabrikada ve tatil köyünde çalışmıştı. Şimdi de her gün bir hastaneye yardıma gidiyormuş. Geçtiğimiz yıl da Nizza Sokağı’ndaki eski ev yıkılmış, herkes ölmüştü.

“O akşam seni üzdüm mü, Cate?” diye sordum.

Bana baktı. Anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarında. Nezaketen tekrar sordum: “Evli misin, değil misin?”

Sessizce başını salladı.

“Benden daha hovardalar da varmış.” diye düşündüm. “Oğlan senin çocuğun mu?” diye sordum.

“Öyleyse ne olacak?” diye yanıtladı.

“Utanmıyor musun peki?”

Eskiden yaptığı gibi omuz silkti. Güldüğünü sandım ama boğuk, kısık bir sesle, “Konuyu kapatalım artık Corrado. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, sana hâlâ Corrado diye hitap edebilir miyim?” dedi.

Bunu duyunca üzüntüm biraz azaldı. Cate’in benle tekrar yüz göz olmak istemediğini fark ettim. Ne de olsa kendisine ait bir yaşamı vardı, bu da ona yetiyordu. Eski günlerdeki gibi tutku ile utanç arasında kalıp bu hislerini dışa vurmasından korkuyordum aslında.

“Şapşal.” dedim. “İstediğin gibi hitap edebilirsin.”

Belbo yanıma sokuldu. Elimi boynuna attım. O an herkes çene çalarak bağıra çağıra evden çıkıp geldi.

V

Haziran sona erdi. Okullar kapalıydı; ben de tüm vaktimi tepede geçiriyordum. Güneşin altında ağaçlı yokuşlarda dolanıp durdum. Le Fontane meyhanesinin arkasında geniş tarlalar ile üzüm bağları vardı. Oralara sık sık gider, korunaklı çukurlarında yabani çiçek ve yosun arayışına çıkardım, tıpkı çocukken bitkileri araştırıp bilimini çalışırken büyük bir hevesle yaptığım gibi. Kenarlarında sinsice yabani bitkilerin büyümeye başladığı sürülmüş tarlaları, köşklere ve bahçelere yeğlerdim. Le Fontane ormanın kenarında bulunduğundan yeri benim için çok uygundu. Sabahları da akşamları da Cate ile karşılaştığım olurdu ama kendimiz hakkında konuşmazdık. Zamanla Fonso’yu ve çevredeki diğer adamları tanımaya başladım.

Fonso ile şakalaşıp didişirdik. Henüz genç bir oğlandı; on sekizine dahi basmamıştı. “Söz konusu savaş olunca buna hepimiz dâhiliz.” dedim. “Sen yirmine, ben de kırkıma basınca çağıracaklar bizi. Sicilya’da nasıl ayakta durduğumuzu sanıyorsun?”

Fonso bir mühendislik firmasında getir götür işlerine bakıyordu. Her akşam annesi ve kız kardeşiyle gelir, sonra bisikletine atlayıp yanımızdan ışık hızıyla ayrılırdı.

Esprili ve alaycı üslubu olan bir gençti. Çok çabuk heyecana kapılıyordu.

“Sana söz: Beni çağırırlarsa gittiğim yeri havaya uçuracağım.” dedi.

“Sen de aynısın. Savaşın etkilerine maruz kalınca diğerlerinden bir farkın kalmayacak. İnsanlar anca kendi canı yanınca uyanıyor.”

“Savaşa çağrılan tüm delikanlılar sadece kendilerini uyandırmakla kalsalar fena olmazdı aslında.” dedi Fonso.

Fonso geçen yıl gittiği akşam okulunda istatistiğe, gazetelere ve güncel gelişmelere ilgi duymaya başlamıştı. Torino’da çalıştığı yerde Fonso’nun gözünü açan birileri vardı galiba. Savaş hakkında bilmediği yoktu; devamlı da bahsini ediyordu. Soru sorar, sonra yanıtını dinlerken konuşanın sözünü başka bir soruyla bölerdi. Bilimsel konulara, ilkelere de merak salmış, bunlar hakkında da büyük bir hevesle konuşurdu.

Ben konuşurken araya girdi. Benim de bu ülkenin bir vatandaşı olduğumu söyleyip harekete geçmeye hazır olup olmadığımı sordu.

“Onun için el becerikliliği gerek.” dedim. “Genç olmak gerek. Aylak aylak dolanmanın bir anlamı yok. Bunun tek yolu vahşetten geçer. Savaştayız ne de olsa.”

Fonso ise buna gerek olmadığını söyledi. Faşistlerin ödü kopuyormuş. Savaşı kaybettiklerini biliyorlarmış. İnsanları artık silahlandırmıyorlarmış bile. Kaçıp kalabalığın içinde kaybolmak, “Buyurun, siz devralabilirsiniz artık.” demek için fırsat kolluyorlarmış. Devrilmeye hazır bir iskambil kulesi gibilermiş âdeta.

“Öyle mi dersin? Böyle giderse her şeylerini kaybedecekler. Ölene kadar mücadele etmeye hazırlardır.”

Diğer adamlar, kadınlar ve Cate’in ninesi bizi dinliyordu.

“Rezil olduklarını söylüyorsa öylelerdir.” diyerek itiraz etti bizi konuk eden kadın. “Doğrusunu bilir o. İnan sen ona!”

Le Fontane meyhanesindeki herkes benim öğretmen ve bilim insanı olduğumu bilirdi. Bana büyük saygı gösterirlerdi. Zaman zaman Cate bile karşımda uysallaşırdı.

“Bu hükûmetin de elbet sonu gelecek.” dedi ihtiyar adam.

“İşte tam da bu yüzden gelmiyor aslında. Herkes sonunun geldiğini söylüyor ama kimse harekete geçmiyor.”

Herkes sessizlik içinde bana baktı.

“Ancak ölüm paklar onları.” dedim. “Sonra dizginleri ele geçirebiliriz. Savaşa buradan, evimizden devam edebiliriz. Artık kimse ikna edemez onları. Adam olmazlar. Hareket etmeye cüret ederlerse onları patlamaya hazır bir bombanın beklediğini bilirlerse susarlar ancak.”

Fonso iç çekip lafımı bölmeye hazırlanıyordu.

“Sen yapar mıydın peki?” diye sordu Cate.

“Hayır.” dedim. “Hiçbirimiz yapamazdık.”

Cate’in ihtiyar ninesi bize sitem dolu gözlerle bakıyordu. “Sizler…” dedi. “Bunların nelere mal olduğunu bilemezsiniz. Böyle vicdanınıza ağırlık yapmanın kimseye faydası yok. Bu insanlar da elbet bir gün ölecek.”

Bunun üstüne Fonso ona insanların nasıl orduya çağrıldığını anlattı.

Artık her akşam Le Fontane meyhanesine gidiyor, diğerleriyle birlikte radyoyu dinliyordum. Benim yaşlı ev sahibeleri Londra’ya gitmeme izin vermiyordu. “Yasak.” dedi Elvira. “Yoldan duyarlar seni.” Hava saldırıları sırasında ormanda dolanmamdan da şikâyetçilerdi. Torino’da yine korkunç bir saldırı olmuştu. Ertesi gün ikisi meyve bahçesinde bir bomba parçası bulmuşlardı. Çapanın ucu kadar keskin ve ağır görünüyordu. Beni yanlarına çağırıp bu parçayı gösterdiler. Kendimi tehlikeye atmamam için yalvardılar. Ben de yol üstünde birçok han olduğunu, gerek kalırsa oralara sığınabileceğimi söyledim.

Le Fontane meyhanesine bu defa gündüz gidiyordum; yeni bir maceraya atılıyormuş gibi bir hiş oluşturdu bu bende. Yokuşu tırmanıp bir zamanlar taş döşenmiş olan ıssız yola çıktım. Zirveden birkaç adım uzaktaydım. Çevremde hep ağaçlı yokuşlar vardı. Yolun arabalar, yürüyenler ve bisiklet sürenlerle dolu olduğu zamanlar geldi aklıma. Şimdi yürüyen bir kişi görmek bile zordu.

Meyve ya da içecek bir şeyler alabilmek umuduyla bahçede oyalandım. Yaşlı kadın bana kahve, şeker ve bir bardak su ikram etti. Para ödemek için bahanem olsun diye şarap siparişi verdim. Oraya o saatte Cate’i görmek için gitmemiştim hatta özellikle görmeyi amaçladığım kimse yoktu. Cate de tesadüfen orada olsaydı işten işe koşturuşunu izler, ona Torino’da neler konuşulduğunu sorardım. Genelde oralarda dolanmamın asıl nedeni ormana yakın olduğumda ve içine girdiğimde hissettiğim o zevkti. O tanıdık masa, alıştığım o yüzlerin arasında, temmuzun acımasız ve sonu gelmeyen o sıcak güneşinin altında uzatılan izin günlerimi geçirmekten büyük mutluluk duyuyordum. Bir keresinde Cate pencereye çıkıp, “Sen miydin gelen?” dedi ama aşağı bile inmemişti.

Oğlu Dino’nun ise bahçede ve evin arkasında olmadığı zaman yoktu. Okullar kapanınca ona ninesi bakmaya başlamıştı. Çevrede gezinmesine izin verir, yüzünü fanilayla siler, yemeğe çağırırdı. Dino ilk akşam gördüğüm o benzi atmış şaşkın çocuk değildi artık. Etrafta koşuşturuyor, taşlar atıyor, ayakkabılarını eskitiyordu. Zayıf ve afacan bir çocuktu. Nedense ona acıyordum. Ona baktığımda Cate’in bana önceden duyduğu öfke, o deneyimsiz bedeni, o günlerin utancını anımsıyordum. Anna Maria ile meşgul olduğum yılda olmuş olmalıydı. Yalnız kalmış, küçük düşürülmüş, kendini koruyamayacak hâle gelmişti demek. Bir şekilde başına gelmişti işte; belki bir dans partisinde, belki de çayırlıkta nefret ettiği bir adamla olmuştu. Belki de zavallı bir adamın tekiydi ya da belki mahallenin yakışıklısıydı. Yoksa bunun sorumlusu azmış bir zamparanın teki miydi? Kim olduğunu bana söyler miydi acaba? O gün o istasyonda yollarımız ayrılmasaydı belki de bu çocuk doğmamış olacaktı.

Dino’nun saçı gözünün önüne düşüyordu, üzerinde de yamalı bir kazak vardı. Bana devamlı okulundan ve defterlerinden söz eder, bunlarla övünürdü. Ben de onun kadar çeşitli konuda çalışmadığımı ama yine de zamanında biraz çizim yaptığımı anlattım ona. Küçük taşlar, fındıklar ve ender rastlanan bitkiler çizdiğimi anlattım. Onun için de bir şeyler çizdim. O gün beni tepeye kadar takip etti, birlikte yosun topladık. Yosunların arasındaki çiçekleri keşfetmekten büyük zevk alıyordu. Tepeye bir dahaki çıkışımızda büyütecimi getireceğime söz verdim. Bunu duyar duymaz bana büyütecin ne kadar büyüttüğünü sordu.

“Şu mor çiçekleri görüyor musun?” dedim. “Hepsi gül kadar, karanfil kadar büyüyecek.”

Eve doğru yola koyulduğumuzda beni koştur koştur takip ediyordu. Büyüteci görmek için eve kadar gelmek istedi. Konuşması açık seçikti; sözcükleri yutmadan, kekelemeden, karşısında yaşıtı varmış gibi kendinden emin şekilde konuşuyordu. Bana hitap ederken bu kadar resmî bir dil takınması gerekmediğini, benle de annesiyle konuştuğu gibi konuşabileceğini söyledim.

“Sen de annem gibi misin?” dedi birden. “Savaşı kaybetmemizi mi istiyorsun?”

“Sen savaşı seviyor musun?” diye yanıtladım.

Yüzünde gururlu bir ifade belirdi. “Ben de asker olup Sicilya’da savaşacağım.” dedi. Sonra burada da çatışma olup olmayacağını sordu.

“Zaten var.” dedim. “Saldırı sirenlerinden korkuyor musun?”

Hiç korkmadığını söyledi. Bombaların düştüğü yerleri görmeye bile gitmişti. Tüm uçak motorları ve modellerini biliyordu zaten. Tam üç tane bomba parçası toplayıp bunları evde saklıyordu. Bir çarpışmanın ardından ertesi gün meydana gidip tüfek fişeği toplanıp toplanamayacağını sordu.

“Fişekler kim bilir nereye gidiyordur.” dedim. “Ama savaş meydanlarında artakalanlar yalnızca mermi kovanları ve ölülerdir.”

“Çöllerde akbabalar vardır.” dedi. “Onlar ölüleri gömer.”

“Gömmez, yerler.” diye düzelttim. Dediğime güldü.

“Annen biliyor mu asker olup savaşmak istediğini?”

Bahçeye girmiştik. Cate ile yaşlı kadın ağaçların altında oturuyorlardı.

Dino kısık bir sesle, “Annem savaşın aşağılık bir şey olduğunu söylüyor. Her şeyin suçlusu faşistlermiş.”

“Anneni seviyor musun?” diye sordum.

Büyük adamların erkek erkeğe sohbetlerde yaptığı gibi yalnızca omuz silkti. İki kadın da gelişimizi izliyordu.

O günlerde Cate’in Dino ile vakit geçirmemi tasvip edip etmediğini bilmiyordum. Ancak yaşlı kadının kesinlikle hoşuna gidiyordu. Ne de olsa çocuğu oyalayarak onu bir yükten kurtarıyordum. Cate, Dino’nun çevremde dolanıp çiçek toplayışını, elimden büyütecimi kapışını hayretle izliyordu. Bazen Dino’yu yanıma çağırırken büyüklerine saygıda kusur eden çocuklara takınılan o otoriter tavrı benimsediğimi fark ettim. Ardından koşup annesine çizdiği resimleri ya da topladığı çiçek parçalarını gösterdi. Uzaktan Cate’e seslenerek çiçeklerle ilgili bir kitap getireceğimi söyledim. Cate Dino’yu tutup saçını düzeltti, sonra ona bir şeyler söyledi. Neredeyse Cate’in yanımızda olmamasını yeğliyor gibiydim.

Sonunda Cate’in oğlunu kıskandığı kanaatine vardım. Bir akşam bana bakarken gözlerinde bir küçümseme ifadesi sezdim. “Canını mı sıkıyorum, Cate?” dedim kısık sesle ve esprili bir edayla. Şaşırarak yere baktı, sonra alçak bir sesle, “Onu da nereden çıkardın?” dedi kekeleyerek. Normalde bu tür konuşmaları kısa keserdi.

“İkimiz de meraklı çocuklar gibi eğleniyoruz sadece.” dedim. “Ne de olsa öğrenmenin yaşı yoktur.”

Cate çoktan başını kaldırmış, bahçenin diğer ucuna doğru bağırarak sesleniyordu.

Kısa bir süre sonra, “Senin kadınlar bizimle konuşarak seviyeni düşürdüğünü biliyorlar mı?” dedi. “Akşamları yanlarına döndüğünde onlara buraya geldiğini söylüyor musun? Senle evlenmek isteyen o çirkin cadının adı neydi? Elvira mı?”

Bunların hepsini ona şaka olsun diye anlatmıştım. “Ne oluyor sana böyle?” dedim. “Seni, buradaki herkesi sevdiğim için geliyorum buraya. Ormanda, yollarda dolanmayı sevdiğim için. Seninle aramdaki ilişki, bu tepelerle olan ilişkimden farksız.”

“Peki bundan Elvira’nın haberi var mı?”

“Bunun Elvira ile ne ilgisi var?”

“Elvira köpeğinin annesi.” dedi sessizce. “Senden tüm gün nerelere gittiğinin hesabını vermeni beklemiyor mu?”

“Elvira aptalın teki.”

“Ama burada bizimle geçindiğin kadar iyi geçiniyorsun oradakilerle de.”

“Kıskanıyor olamazsın, değil mi Cate?”

“Kimi kıskanacakmışım? Güldürme beni. Fonso’yu mu kıskanacağım?”

“Fonso daha çocuk.” diye bağırdım. “Onu neden karıştırıyorsun şimdi?”

“Sana kalırsa hepimiz çocuğuz zaten.” diye karşılık verdi. “Tıpkı köpeğin gibi.”

O akşam ondan daha fazla bilgi koparamadım. Fonso, kızlar ve Dino geldi. Sohbet edip birbirimizi dinledik. Biri şarkı söylemeye başladı. Aramızda yeni yüzler de vardı. Fonso’nun tanıdıkları olan evli bir çift içiyordu evleri bomba saldırılarında yıkılmıştı. Dino’nun uyku vakti gelince o kaçıyor, Cate de onu yatağa yatırabilmek için peşinden koşuyordu. Karanlıkta herkes peşine düşmüştü. Sonra biri, “Corrado!” diye bağırdı. Herkes bir ağızdan, “Corrado!” demeye başladı. “Bu ada kim tepki verirse söz dinleyip yatağına gidecekmiş!” dediler.

VI

Cate tekrar bahçeye çıkar çıkmaz peşinden gittim. Henüz farkına varmamıştı. Belki de yine Elvira hakkında konuşacağımı düşünmüştü ki bana küçümseyici bir bakış atarak durakladı.

“Corrado diye sesleniyorlar.” dedim.

Şaşkınlıkla bana baktı.

“Benim adım.” dedim.

Ona özgü o kendinden emin tavırla başını geriye attı. Gölgede kalmış masada toplananlara baktı. “Git başımdan! Şimdi görecekler bizi.” diye fısıldadı panikle.

Dönüp yanına geçtim. Yürümeye başlamıştık ki hafif bir sesle, “Onun adının Corrado olduğunu bilmiyor muydun?” diye sordu.

“Ona neden o adı verdin?”

Yanıt olarak yalnızca omuz silkti.

“Kaç yaşında Dino?” dedim. Birden durdu.

Kolumdan tutup “Sonra konuşalım. Şimdi bunları düşünüp kendimi üzmek istemiyorum.” dedi.

O akşam bol bol savaş ve saldırı sirenleri hakkında konuşuldu. Fonso’nun arkadaşı Arnavutluk’ta yaralanmıştı, şimdi de artık herkesin duymaya alıştığı şeyleri anlatıyordu. “Sırf bir yastığa başımı koyabilmek için evlenmek istiyordum.” dedi. “Şimdi onu da aldılar elimden.” Eşi araya girip “Merak etme, tarlalarda uyuruz.” dedi. Bense yaşlı kadının yanına oturmuş sessizce Cate’i inceliyordum. O akşam sanki yeni biriyle tanışmıştım, onu şu zamana dek tanıyamamış olduğumu hissettim. Onunla her konuştuğumda bir öncekinden daha da kör, ondan daha da uzakmışım âdeta. Dino adını Corrado’nun kısaltması olarak kullandıklarını tesadüfen öğrenmem bile bir ayımı almıştı. Dino’nun yüzü neye benziyordu? Gözlerimi yumup kafamda canlandırmaya çalışsam da o an yüzünü anımsayamadım.

Birden ayağa fırlayıp bahçeye yöneldim. “Seninle geleyim mi?” diye sordu Cate ayağa kalkarak. Birlikte yürümeye başladık. Kendimi kötü hissediyordum. Tüm dünyam başıma yıkılıyordu sanki. Hava saldırıları sırasında tepesi sallanmaya başlayan bir sığınaktaymışım gibi hissediyordum. “Yapabileceğim çok şey vardı.” diye düşündüm.

Bir süre karanlıkta öylece yürüdük. Cate de sessizliği bozmuyordu. Koluma sarılıp benden destek alarak yanımda yürüyordu. “Tut beni Corrado.” dedi sessizce. Ağırlığını bana vererek yürüyebilmesi için tuttum onu. Sonra durduk.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3