![Tepedeki Ev](/covers_330/69429238.jpg)
Полная версия
Tepedeki Ev
Cate ile bu gezilere çıktığımızda sandalı halatla kıyıya bağlar, çimlere geçer, çalıların arasında oynaşırdık. Başka kadınlarla rahat hissetmezdim ama Cate ile rahattım. Biraz huysuzluğu kaldırabilirdi; tartışmalarda geri adım atmanıza da gerek kalmazdı. Meyhanede içki içmeye benzerdi; önünüze kaliteli içki koymalarını beklemezsiniz ama ne geleceğini de bilirsiniz. Cate oturup ona dokunmama izin verirdi. Sonra birileri görecek diye paniğe kapılırdı. Konuşmakla vakit kaybetmezdik; bu da bana cesaret verirdi. Benden söylememi istediği bir şey ya da vermemi istediği bir söz yoktu. “Oynaşmakla birbirimize sokulup kucaklaşmak arasında ne fark var ki?” diye sorardım bazen ona. Bu nedenle isteksiz olduğumuz bir iki defada birlikte çimlere uzanırdık. Sonra bir gün tramvayla başka bir yere gidip sevişmek için önceden plan yaptık. Bir keresinde buluşur buluşmaz fırtınaya yakalanmış, fırsatımızı kaçırıp randevumuzu ertelemek zorunda kaldığımız için sayıp sövmüştük.
Bir akşam Cate huzur içinde sigarasını içebilmek için koşarak merdivenlerden çıkıp yanıma gelmişti. O gün yatakta daha büyük bir zevkle sevişmiştik. Soğuk, yağmurlu havalarda gelip benimle vakit geçirmekten, kalıp birbirimizle sırlarımızı paylaşarak sohbet etmekten ne kadar hoşlandığını söylemişti. Şakalaşarak kitaplarımı okşayıp koklamış, kimse rahatsız etmeden sabah akşam odamda oturup oturamadığımı sormuştu. Ailesiyle birlikte yaşıyor, altı ya da yedi kişi bahçeye açılan iki odada kalıyorlardı. Yanıma geldiği tek gece oydu. Bunun yerine arkadaşlarımı görmek için geldiğim pastaneye uğramayı yeğlerdi. Ancak Gallo orada olsa da hepimiz onunla konuşsak da huzursuz olduğu belli olurdu. Artık eskisi gibi de gülmüyordu. O zamanlar hislerim konusunda bir kafa karışıklığı içindeydim. Kendimin diyebileceğim bir sevgilim olduğu için gurur duyuyor ama aynı zamanda da bakımsız ve görmemiş bir kadın olduğu için de utanç duyuyordum. Daktiloda yazmayı öğrenmek istediğini, ardından da büyük bir işletmede işe girip hamamda yıkanmaya parası yetebilene dek çalışmak istediğini söylemişti. Bazen sürpriz yapıp ruj alırdım ona; çok mutlu olurdu. İşte o zaman anlamıştım ki bir kadına bakabilir, onu eğitebilir, oturmasını kalkmasını öğretebilirsiniz ama o şık görünümünü oluşturmak için neler yapıldığına bu kadar yakından şahit olunca büyü bozuluyormuş. Elbisesi o kadar yıpranmıştı ki zar gibiydi, kolundaki çantanın da derisi çatlamıştı. Yaşadığı hayat ile amaçları arasındaki o büyük farkı görmek üzücüydü ama o ruju verdiğimde yaşadığı mutluluğu görünce Cate için hissettiğim tek hissin cinsel bir arzu olduğunu kesin olarak anlamıştım. Bazen sevişmelerimiz bile sıkıcı ve zevksiz olurdu. Tatmin olmadığını ve bu kadar cahil olduğunu görmek canımı çok sıkardı. Ara sıra ilerleme kaydettiğini görürdüm ama yine de çocuksu heyecanlara kapıldığı, birden krize girip o inatçı ve saf yüzünü ortaya çıkardığı çok olurdu; bunlar da benim sinirimi bozardı. Ona bir şekilde bağlı olduğumu düşünmek ya da zamanını harcıyor olduğum için ona borçlu olduğumu hissetmek hep içime dert olurdu. Bir akşam istasyon pasajının altında kolundan tutmuş odama çıkması için onu ikna etmeye çalışıyordum. Yazın son günleriydi ve ev sahibesinin oğlu ertesi gün çiftlikten dönecekti; o oradayken eve kadın getirmem mümkün olmayacaktı. Gelmesi için yalvarıp yakarmış, espriler yapmış, aptalı oynamıştım. “Yemem seni.” demiştim. Hiç oralı olmamıştı. “Söz, yemeyeceğim seni.” diye tekrarlamıştım. Bitmek tükenmek bilmeyen bu utanmaları beni çok sinirlendirirdi. Sonra koluma yapışıp, “Yürüyüşe çıkalım.” demişti.
“Sonrasında seni sinemaya götürürüm.” demiştim gülerek. “Param var.”
Buna biraz bozulmuştu. “Seninle paran için buluşmuyorum.”
“Ama ben seninle yatmak için buluşuyorum.” deyivermiştim. İkimizin de yüzü pancar gibi kızarmış, birbirimize dargın dargın bakmıştık. Sonra bunu söylediğim için kendimden utanmıştım. Söyledikten sonra hissettiğim haz ve özgürlük hissi ağır basmamış olsaydı daha sonra yalnız kaldığımda kendime duyduğum öfkeden oturup ağlayabileceğimi hissetmiştim. Cate’in yanaklarından yaşlar süzülüyordu. “Peki öyleyse, gelirim senle.” demişti kısık bir sesle. Sessizlik içinde kapıma kadar geldik. Koluma yapışıp omzuma yaslanarak kapıda durdurdu beni. Sonra geri çekilip “Hayır, sana güvenmiyorum.” diyerek kolumu çimdikleyip kaçıverdi.
O akşam onu son görüşümdü. Geri geleceğini düşündüğüm için kaygılanmayı gereksiz bulmuştum. Gelmeyeceğini anladığımda ise bana karşı sergilediği o sert tavır nedeniyle hissettiğim üzüntü çoktan yok olmuştu. Gündemimi yeniden Gallo ile diğer arkadaşlarım oluşturmaya başlamıştı. Kısacası insanın yarasını iyileştirirken duyduğu o hazla yaşamın tadını çıkarmaya, daha sonra bende alışkanlık hâline gelecek olan fırsatları bilerek ve isteyerek tepme huyumdan zevk almaya başlamıştım bile. Gallo dahi artık sözünü etmiyordu; edecek zamanı yoktu çünkü. Afrika cephesine subay olarak atanmıştı; böylelikle onu bir süre görmeyecektim. O kış onun tarım ve köy okulu planlarını unutuvermiştim. Tam bir şehirli olmuştum, sürdüğüm yaşamdan çok memnundum. Birçok insanın evini ziyaret ediyor, siyaset konuşuyor, tanıştığım yeni zevklerden haz alıyor, daha büyük maceralara atılıp işin içinden zarar görmeden çıkıyordum. Bilimsel çalışmalara atılıyordum. Yeni insanlarla görüşüp meslektaşlarımı tanıyordum. Birkaç ay sıkı çalışıp kendime bir gelecek hayal etmeye başlamıştım. Belirsizliğin üzerimize çöken gölgesi, çevremdeki insanların heyecanı, çıkması an meselesi olan savaşın korkusu günlerimizi daha da heyecanlı, atıldığımız maceraları daha da anlamsız kılıyordu. İnsan bir bakıyordu kendini bu heyecana kaptırıvermiş, sonra tekrar kendine gelivermişti. Hiçbir şey olmuyordu ama herkeste bir beklenti vardı. Kim bilir, belki yarın bir değişiklik olacaktı…
Ancak şimdi birçok değişiklik yaşanıyordu, savaş başlamıştı. Tüm akşam benim zavallı ev sahibeleri huzur içinde mışıl mışıl uyurken lambanın altında oturup bunları düşündüm. Tepelerde herkes sağ salim evlerine sığınmışken, kapı aralıklarından ışık sızmadığı sürece hava saldırısı sirenlerinin ne anlamı vardı ki? Cate de herkes gibi ormandaki evinde uyuyor olmalıydı. Geçmişte ona yaptıklarım hâlâ aklına geliyor mudur? O yaşananlar dün gibi aklımdaydı. Bu karşılaşmamızın kısa sürmesi ve karanlığın içinde olması beni rahatlatmıştı.
Sonraki birkaç gün boyunca, Torino’da işe gidip eve dönerken, bir yandan da Belbo ile konuşurken hâlâ bunları düşünüyordum. Bir gün yine meyve bahçesine inmiştim ki tekrar sirenlerin sesi işitildi. Uçaksavar ateş etmeye başladı. Bombaların şiddetiyle sarsılan odamıza çekildik hepimiz. Patlamalardan saçılıp çevreye ıslıklar eşliğinde düşen parçalar ağaçların arasından işitilebiliyordu. Elvira tir tir titriyordu, ihtiyar annesi ise sessizliğe bürünmüştü. Ardından önce motorların gürültüsü, peşinden de başka patlamalar duyuldu. Odanın penceresi hiç sönmeyen kıpkırmızı bir ışıkla parlıyordu; içeri kör eden, alevleri andıran bir ışık saçılıyordu. Saldırı bir saatten fazla sürdü. Son patlamalar işitilirken dışarı çıktık. Gözlerimizin önünde Torino’nun tüm vadileri alev alev yanıyordu.
III
Ertesi sabah bir grup insanla, uzaktan gelen gürültü ve patlamaların eşliğinde kasabaya döndüm. İnsanlar kucaklarında bohçalarıyla oradan oraya koşturuyordu. Sokaklardaki asfaltta delikler, her yerlere saçılmış yapraklar, bazı yerlerde de su birikintileri vardı. Kasaba şiddetli bir dolu fırtınası atlatmış gibiydi. Patlamalardan kalan son yangınlar günün aydınlığında kıpkırmızı parlıyor, çatır çatır yanıyordu.
Okul her zamanki gibi ayaktaydı. Kasabadaki zararı gidip görmeye can atan ihtiyar Domenico beni telaş içinde karşıladı. Tehlikenin geçtiğine işaret eden sinyal sesinden sonra gün doğmadan zaten çıkıp gezmişti çevreyi. Herkesin saklandığı delikten çıktığı, öğrenci ya da öğretmenlerden birinin açtığı kapının aralığında cayır cayır yanan yangından parlayan ışığın sızdığı, içecek bir şeyler alıp arkadaşlarını tekrar görebildiği için sevindiği o saatlerde çıkmıştı. Geceyi geçirdiği sığınakta olup bitenleri anlattı bana. O gün derslerin tabii ki işlenmeyeceğini de söyledi. Hatta tramvaylar bile durmuştu; faciaya yakalandığı yerde içleri boş, kapıları açık öylece duruyorlardı. Tüm telleri kopmuştu. Sanki gözü dönmüş ateşten bir kuşun kanatları değmiş gibi duvarlarında yanık izleri vardı. “Mahvolmuş sokaklar. Etrafta da kimseler kalmamış.” deyip duruyordu Domenico. “Sekreterimi daha görmedim. Fellini’yi de. Kimseden haber alamıyoruz.”
Bisikletlinin biri gelip ayaklarını yere dayayarak yanımızda durduktan sonra Torino’nun tamamen harap olduğunu söyledi. “Binlerce insan öldü. İstasyonu yerle bir ettiler, dükkânları yakıp yıktılar. Radyoda bu akşam yine geleceklerini söylediler.” deyip arkasına bakmadan basıp gitti.
“Amma da konuştu.” diye mırıldandı Domenico. “Fellini de neyin peşinde anlamıyorum. Şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı.”
Sokağımız gerçekten de sessiz ve bomboştu. Okul bahçesindeki ağaçlar köy bahçelerinde olduğu gibi eski duvarın üstünü kaplıyordu. Dışarıda işitilen günlük telaşelerin sesleri, tramvayın takırtıları, konuşma uğultuları bile buraya gelemezdi. Koşuşturan oğlanların ayak seslerini işitmiyor olmak bana eski günleri hatırlattı. Gecenin karanlığında, şu an sakinliğe bürünmüş göklerin altında bu evlerin acımasızca yıkılıp harap edildiğine inanmak güçtü. Domenico’ya Fellini’yi aramak istiyorsa gidebileceğini, bekçi kulübesinde onları bekleyeceğimi söyledim.
O sabahı, yakın zamanda yapılacak olan denetleme için sınıf defterini güncellemekle geçirdim. Hesaplamalar yapıp raporlar yazdım. Ara sıra başımı kaldırıp koridor ile boş sınıflara göz gezdirdim. Cansız bedenleri yatırıp, yıkayıp cenaze için kıyafet giydirip hazırlayacak kadınları düşündüm. Her an gökyüzü gürül gürül motor sesleriyle inleyebilir, göklerden üzerimize kıpkırmızı alevler yağabilir, okuldan geriye yalnızca devasa bir delik kalabilirdi. Önemli olan yalnızca hayattı, hayatta kalabilmekti. Bu sınıf defterleri, okullar, cesetler çoktan önemini yitirmişti.
O sessizliğin içinde çocukların adlarını mırıldanırken kendimi dualar eden yaşlı kadınlar gibi hissettim. Kendi kendime gülümsedim. Çocukların yüzleri canlandı gözümün önünde. Aralarında dün akşam ölen var mıydı? Hava saldırılarının ardından, gündelik yaşamlarının bu olağanüstü olaylarla tamamen altüst olup okulların tatil olmasını beklerkenki o neşeli heyecanları, akşamları sirenlerin beni serin odamda yatağıma rahatça uzanmış şekilde yakaladığında hissettiğim o hazzı anımsatıyordu. Çocukların suçluluk duygusundan ve farkındalıktan yoksun bu hâllerine nasıl gülebilirdim ki? Bu savaş süresince hiçbirimizde kalmamıştı o farkındalık çünkü hepimiz için bu ürkütücü olaylar günlük yaşamın bir parçası, rutinleşen tatsız olaylar hâline gelmişti. İnsanın bu olayları, “Savaşın içindeyiz.” diyerek ciddiye alması daha da kötüydü çünkü bu sefer de çevrenizdekiler aklınızı yitirdiğinizi düşünürlerdi.
Ancak ne olursa olsun o gece ölenler olmuştu. Binlerce olmasa da birçok insan hayatını kaybetmişti. Hatırı sayılır miktarda hem de. Kasabada kalan insanları düşündüm. Cate’i düşündüm. Her akşam tepeye çıkmayacağını kabullenmiştim. Bunu o gün bahçede birilerinin söylediğini duymuştum; gerçekten de sirenlerin çaldığı o akşamdan bu yana şarkı söyleyen yoktu. Ona söyleyecek bir şeyimin olup olmadığını sordum kendime. Onda beni korkutan bir şey mi vardı? Asıl özlediğim o karanlıktı, o ev ile ormanın havası, gençlerin cıvıl cıvıl sesleri, tüm bu yeniliklerdi. Belki de Cate o akşam söylenen şarkılara eşlik bile etmemişti. “Başlarına bir şey gelmediyse bu akşam gelirler.” diye düşündüm.
Telefon çaldı. Arayan, öğrencilerden birisinin babasıydı. Derslerin gerçekten de iptal olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Dün akşam yaşananların ne kadar korkunç olduğunu söyleyerek devam etti. Peki ya hocalar, müdür bey? Herkes iyi miydi? Acaba oğlu fizikten geçebilecek miydi? Savaşın acı gerçekleriymiş işte! Sabırlı olmalıymışız hepimiz. Yardıma muhtaç ailelere anlayış gösterip yardım etmeye devam etmeliymişiz. Saygı ve özürlerini sunarmış.
O andan itibaren telefon hiç susmadı. Öğrenciler, meslektaşlarım, sekreter ardı ardına aramaya başladı. Fellini saklandığı delikten arayıp telefonu benim açtığımı duyunca, “Çalışıyor musun sen?” dedi şaşkınlıkla. Hoşnutsuzlukla dudağını büktüğünü telefonun diğer ucundan görür gibiydim. “Hayır ama bekçi kulübesinde kimse yok. Tatile çıktığımızı mı sanıyorsun sen? Çık gel çabuk. Domenico’ya yardım et.” deyip telefonu kapadım. Sonra dışarı çıktım. Artık yapabileceğim başka bir şey yoktu. Dün yaşananların ardından bunların hepsi gülünç geliyordu. Sabahı, güneşin altında yıkıntıların arasında dolanarak geçirdim. Etrafta dolaşan insanlar da vardı, öylece dikilip bakınanlar da. İçi dışına çıkmış evlerden dumanlar yükseliyordu. Yolların kesiştiği noktalarda trafik vardı. Yukarıdan, yıkılan duvarların üstünden yırtılan halı parçaları ve kurusun diye asılmış çamaşırların üzerine güneş vuruyordu. Harabelerin yenisini eskisinden ayırmak güçtü. Nedense yağan bombaların aynı yere iki defa düşmeyeceğini düşünüyordu insan. Kan ter içinde kalmış meraklı bisikletliler ayaklarını pedallarından indirip dikiliyor, harabelere bakıyor, sonra başka yıkıntıları keşfetmek üzere bisikletine atlayıp tekrar yola düşüyorlardı. Bu meraklarının kaynağı hiç kuşkusuz yoldaşlarına körü körüne duydukları anlamsız sevgiydi. Yangın kalıntıları olan bir kaldırıma masalar, şilteler ve kırık mobilyalar yığılıyordu. Hepsini yaşlı bir kadın bir başına taşıyıp getiriyordu. Toplanan insanlar yalnızca izliyordu. Hepimiz ara sıra kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakıyorduk.
Askerleri görmek tuhaf geliyordu. Birlikler hâlinde ellerinde kürek, başlarında çelik kasklarla dolanıyorlardı; sığınaklardan yıkıntı toplamaya, enkazın altından ölü ve dirileri çıkarmaya gittiklerini anlamak zor değildi. Bunu görünce insanın onları yüreklendirip “Hadi, ne olur acele edin!” diye seslenesi geliyordu. Aramızda, “Zaten başka bir işe yaradıkları yok ki.” diyorduk; savaşı kaybettiğimizden o kadar emindik. Ancak biz ne kadar acele etmelerini istesek de askerler ağır ağır yürüyor, oyuntuların arasından dolana dolana geçiyor, hatta dönüp yıkılan evlere bile bakıyorlardı. Yanlarından güzel bir kadın geçtiğinde koro hâlinde ona selam veriyorlardı. Zaten kadınların hâlâ var olduğunun yalnızca askerler farkındaydı. Kent devamlı karmaşa içinde ve alarm durumunda olduğu için bir süredir kimsenin kadınlara dikkatini verdiği yoktu. Yazlık elbiselerini de giyseler, gülücükler de saçsalar peşlerine takılan bile olmuyordu. Bunun altında yatan nedenin de savaş olduğunu tahmin etmiştim. Gerçi bir süredir kadın meselelerinde bana karşı bir tehlike söz konusu olmadığı için benim açımdan bir sorun yoktu. Bu tür arzulardan tamamen yoksun olmasam da hayallere kapılmıyordum artık.
Bir pastaneye geçip diğer müşterilerin kısık sesli konuşmaları eşliğinde gazete okumaya başladım. Ne de olsa gazeteler basılmaya devam ediyordu. Savaşın zorlu bir iş olduğunu ama bunun bizim savaşımız olduğunu, kendi inanç ve emellerimiz için verdiğimiz bir mücadele olduğunu, tutunabileceğimiz tek varlığımız olduğunu yazmışlardı. Söylenene göre Roma’ya da bomba düşmüş, bir kilise yerle bir edilmiş, bir de mezarlık harap edilerek ölüye büyük saygısızlık edilmişti. Bu olay, yaşayanlar ile ölüler arasında bir bağın kurulmasına yol açmış, tüm dünya medeniyetlerini ayağa kaldıran amansız olaylar dizisinin sonuncusu olmuştu. Yapılan bu son saygısızlığın bizi gayrete getireceği yazıyordu. Daha da kötüye varılamayacak bir noktaya gelinmişti. Düşman çaresizliğe kapılmaya başlamıştı.
Konuşanların arasında tanıdığım şen şakrak, şişman bir müşteri vardı. Savaşta çoktan galip geldiğimizi söylüyordu. “Çevreme baktığımda ne görüyorum biliyor musunuz?” diye bağırarak konuşuyordu. “Tıka basa doldurulmuş trenler, büyüyen toptan ticaretler, kara borsa ve para. Oteller tam gaz çalışmaya, işletmeler ve çalışanlar da aynı şekilde çalışıp harcama yapmaya devam ediyor. Pes eden ya da zayıf düştüğümüzü söyleyebilecek olan var mı? Ne varmış üç beş ev yıkıldıysa? Bir önemi yok bunların. Hem hükûmet zararları ödüyor zaten. Üç yılda bu noktaya gelebildiysek eminim biraz daha dayanabiliriz. Ne de olsa hepimiz yataklarımızda ölmeyi göze aldık.”
“Bu olanlardan hükûmet sorumlu tutulamaz.” dedi bir başkası. “Başka bir hükûmet olsa şimdi kim bilir nerelerde olurduk.”
Oradan ayrıldım. Bunların hepsini önceden de duymuştum. Dışarıda, caddedeki ihtişamlı malikânelerden birinde çıkan büyük yangın sönmeye başlamıştı. Ciddi hasarlar vermişti köşke. Uşakları dışarıya şamdanlar, koltuklar taşıyorlardı. Güneşin altına mobilyaları yığıyorlardı; aynalı masalar, büyük sandıklar gelişigüzel dizilmişti. Bu gösterişli eşyalar pahalı bir dükkânın vitrinini süsleyebilecek cinstendi. Birden eski günleri hatırladım. O evler, o akşamlar, o sohbetler, benim o ani öfke patlamalarım. Gallo bir süreliğine Afrika’ya gitmişti, bense Enstitü’ye okumaya gidiyordum. Bilimsel çalışmaların her vatandaşın hayatında yer etmesi gerektiğine ve laboratuvarları, kongreleri, profesörleri ile akademik bilim camiasında da bir gereksinim olduğuna hâlâ inandığım bir yıldı. Büyük maceralara atıldığım umut dolu bir dönemdi. Aynı zamanda Anna Maria ile tanışıp onunla evlenmek istediğim yıldı. Babasının asistanı olacaktım. Seyahatlere çıkardım. Evinde koltuklar, kırlentler vardı. Bunlar sohbetlerinde tiyatrodan, dağcılıktan söz eden insanlardı. Anna Maria kurnazlığıyla içimdeki köylüye nasıl hitap edebileceğini çok iyi bilirdi. Benim diğerlerinden farklı olduğumu söyleyip köy okulu planımı överdi. Ancak Gallo’dan söz ederken ona karşı mesafeli olduğu anlaşılırdı. Çok söylemeden konuşmayı ben Anna Maria’nın yanında öğrenmiştim. Bir de çiçek göndermeyi. Kış boyunca devamlı birlikte bir yerlere giderdik. Dağda kaldığımız bir akşam beni yatak odasına çağırmıştı. O andan itibaren dizginleri ele geçirip beni parmağında oynatmaya başlamış, hiçbir güven duygusu sağlamadan beni sefil bir köle gibi kullanmaya başlamıştı. Her gün yeni bir kaprisiyle beni sınar, yaptıkları karşısındaki sabrımı görünce de bununla alay ederdi. Ancak ben de bu yaptıklarına haklı olarak tehditler ve öfkeden deliye dönmüş bakışlarla karşılık verince suspus olup çocuk gibi ağlamasını da bilirdi. Beni anlamadığını ve onu ürküttüğümü söylerdi. Bunların hepsine bir çözüm getirmek için onunla evlenmek istemiştim. Ona akla gelebilecek her yerde evlilik teklifi yapmıştım: merdivenlerde, dans partilerinde, kapı aralıklarında. Gizemli bir edayla bana yalnızca gülümserdi.
Bu durum üç yıl böylece devam etmişti. Sonunda intiharın eşiğine gelmiştim. Ancak uğruna ölünecek biri değildi. Bunun ardından bilime, topluma ve bilim enstitülerine olan hevesimi yitirmiştim. Sanki yeniden bir köylüye dönüşmüştüm. O yıl savaş daha çıkmamıştı, (O zamanlar savaşın işleri yoluna sokabileceğine hâlâ inanıyordum.) bu yüzden öğretmenliğe başvurup şimdi sürdürmekte olduğum yaşama başladım. Artık bu çiçeklerden, kırlentlerden gülümseyerek söz edebiliyorum ama en başta bunları Gallo’ya anlatırken acısı hâlâ çok tazeydi. Üzerinde üniformasının olduğu bir gün, “Hepsi çok saçma. Bunlar er ya da geç hepimizin başına geliyor.” demişti. Ancak “başımıza geliyor” dediklerinin şans eseriyle oluşmadığının farkında değildi. Aslında Anna Maria’yı özlediğim için değil, tüm kadınların bende artık aynı tehlike hissini uyandırdığı için acı çekmeye devam ediyordum. Bu düş kırıklığına her geçen gün biraz daha sığınıyorsam bunun nedeni, bu düş kırıklığının artık benim için bir gereksinim hâline gelmiş olmasıydı çünkü aslında bu düş kırıklığının peşinden her zaman koşmuştum, yalnızca Anna Maria ile birlikteyken değil.
Darmaduman olmuş malikânenin önünde dikilirken bunları düşünüyordum. Caddenin ilerisinde, ağaçların arasından, yaz mevsimini yaşayan o yeşil, yüksek tepelerin sırtı görünüyordu. Akşam olmadan neden oralara kaçmayıp da kasabada kaldığımı sordum kendime. Sirenler genelde akşamları öterdi ama geçen gün Roma’da öğle vakti ötmüştü. Savaşın ilk günlerinde sığınağa inmeyip kendimi sınıfta kalmaya zorlamış, titreye titreye bir aşağı bir yukarı yürümüştüm. O zamanların hava saldırıları gülünecek boyuttaydı. Şimdikiler çok daha büyük ve korkutucu ölçüdeydi; artık sirenlerin çığlığı bile beni paniğe sokmaya yetiyordu. Akşama kadar kentte kalıyorsam kesinlikle bunları deneyimlemek için değildi. “Kalburüstü” dediğimiz o şanslı insanlardan oluşan kesim kırsallarda veya sahil kenarlarındaki köşklerine ya çoktan taşınmış ya da şimdi taşınıyorlardı. Oralarda yaşamlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Köşklerine göz kulak olup çıkabilecek yangınlardan eşyalarını kurtarma görevi ise hizmetçilerine, uşaklarına, yani yoksul kesime kalmıştı. Hademelere, erlere, mühendislere kalmıştı. Sonra onlar da akşam olunca ormana, meyhanelere kaçarlardı. Fazla uyumazlardı ama bol bol içerlerdi. Sayıları onu bulabilen gruplar hâlinde bir deliğe sığınıp birbirleriyle dalaşırlardı. Bu insanlara dâhil olmadığım için kendimden utanıyordum. Onlarla caddelerde karşılaşıp sohbet etmek isterdim. Ya da belki göze aldığım o küçük tehlikeden zevk alıyor, hâlihazırdaki yaşamımı değiştirmemek için kılımı kıpırdatmıyordum. Yalnız olmak, dönüşümü bekleyen birilerinin olmaması hoşuma gidiyordu.
IV
O akşam ay ışığının eşliğinde eve dönüp akşam yemeğimi yedikten sonra tam da yaşlı ev sahibelerimin istediği gibi meyve bahçesine geçip onlarla sohbet ettim. Elvira’nın bakımından sorumlu olduğu on beş yaşındaki Egle adlı liseli kız, komşu evden çıkıp gelmişti. Okulların kapanmasının gerektiğinden söz ediyor, çocukları hâlâ kente gitmek zorunda bırakmanın suç olduğunu söylüyorlardı.
“Peki ya öğretmenler? Bakıcılar?” diye ekledim. “Tramvay görevlileri? Meyhanelerde çalışan kadınlar?”
Bu esprilerim Elvira’yı rahatsız ediyordu. Egle ise gözlerini kısarak bana bakıyordu.
“Söylediklerinde ciddi misin?” diye sordu. “Yoksa bu akşam da yine espri havanda mısın?”
“Savaş dediğin askerin işidir.” dedi Elvira’nın annesi. “Daha önce hiç böyle olmamıştı.”
“Hepimize düşen bir görev bu.” dedim. “Zamanı gelince herkese sırayla görevini yapmak düşer.”
Ağaçların arkasında ay batıyordu. Birkaç gün içinde dolunay olacak, hem gökyüzü hem de yeryüzü saçtığı ışıkla yıkanacak, beraberinde ise üzerimize yağacak daha fazla bomba getirecekti.
“Savaşın bu yıl biteceğini söyleyenler var.” dedi birden Egle.
“Bitmek mi?” diye çıkışıverdim. “Daha başlamadı bile.”
Birden durdum. Bir tepki verirler mi diye dikkatle dinledim. Yüzlerinde beliren şaşkınlık ifadesini fark ettim. Çok geçmeden Elvira kendine geldi, diğerleri ise sessizliğe büründü. “Biri şarkı söylüyor.” dedi Egle. Sessizliği bozduğu için içi rahatlamış gibiydi.
“Aferin onlara.”
“Sersemler.”
Ardından Egle’yi bahçe kapısına kadar götürüp uğurladım. Ağaçların arasında yapayalnız kalmıştım; yolu bulmakta biraz zorluk çektim. Belbo kendi yollarından birini takip ediyor, böğürtlen çalılarının arasında nefes nefese yürüyordu. Herkesin de yapacağı gibi ay ışığının altında nereye gittiğimi bilmeyerek dolanıyor, kendimi ağaçların arasında kaybediyordum. Torino, sığınaklar, saldırı sirenleri bir kez daha uzak diyarlara ait olağanüstü olaylar gibi gelmeye başladı. Gerçekleşmesini umduğum o karşılaşma, rüzgârın taşıyıp kulağıma getirdiği o sesler, hatta Cate bile gerçek değildi sanki. Mesela Gallo ile sohbet edebilmek için nelerimi vermezdim diye düşündüm o an.
Yola ulaştığımda aklım tekrar savaşa gitmişti bile. Savaşa ve boş yere yaşamını yitirenlere. Bahçede kimse yoktu. Evin arkasındaki çimliklerde şarkı söylüyorlardı. Belbo yokuşun yarısında dikilip kalmış olsa da kimse gelişimi fark etmedi. Puslu gölgenin altındaki pencere korkuluklarını, küçük taştan masaları ve aralanmış kapıyı görebiliyordum. Geçen yılın mısır koçanları ahşap balkondan aşağı sarkıyordu. Terk edilmiş bir mekâna benziyordu; ıssız bir köy evi gibiydi.
“Cate çıkıp gelirse öcünü almak için ağzına geleni söyleyebilir.” diye düşündüm.
Arkamı dönüp ağaçların arasına dalmak üzereydim. Cate’in orada olmamasını, Torino’da kalmış olmasını umuyordum. O an küçük bir oğlan çocuğu koşarak köşede belirdi ve aniden durdu. Beni görmüştü.
“Biri mi var orada?” diye seslendim çocuğa.
Kuşku dolu gözlerle bana baktı. Üstünde denizci kıyafeti olan, açık tenli bir çocuktu. Ay ışığının altında neredeyse komik görünüyordu. Önceki gece onu fark etmemiştim.
Kapıya yaklaşıp arkasından seslendim. “Anne!” diye seslendi o da. Elinde bir tabak sebze kabuğuyla Cate çıkıverdi kapıdan. Tam o an Belbo yuvarlana yuvarlana yanıma çıkıp gölgelerin arasına daldı. Çocuk ürküp Cate’in eteklerine yapışmıştı.
“Deli çocuk.” dedi Cate. “Korkacak bir şey yok.”
“Hâlâ hayattasın demek.” dedim Cate’e.
Elindeki kabukları dışarı atmak için korkuluklara yanaşmıştı. Aniden durup kafasını bana doğru çevirdi. Başını eskiden olduğundan daha yüksekte tutuyordu. Dudaklarındaki o alaycı gülümsemeyi tanıyordum. “Yürüyüşe mi çıkmıştın?” diye sordu. “Sırf yürüyüş yapmak için mi çıkıp duruyorsun böyle?”