
Полная версия
Bulgaristan Türkleri Edebiyatında; Hiciv ve Mizah
–Ne oldu be evladım, niye yatıyorsun orada çamurun ortasında? Dedi bir ihtiyar dökülmüş dişleri arasından.
– A be dedeciğim, sen insan mısın? Bense seni fenerli sandım. Der dermez kendimi kaybetmişim. Yeniden çamura yuvarlanmışım. Uyandığımda kendimi sıcak bir odada buldum. Meğer beni kaldırıp ihtiyar evine götürmüş. Gözlerimi açtığımda hala titriyordum.
İhtiyar gülümseyerek:
–Yeter artık korkma! Dedi. Biz bu köyde hepimiz fenerle geziyoruz. İki ay öncesi halk savetimiz sokaklara elektrik ağını genişlettiydi. Ama o günden bu güne daha telleri bağlayıp ta cereyanı salmadılar.
Ta o zaman acı acı gülümsedim. Lakin içimdekini yalnız ben biliyordum.
Mümün ÇAKIROF- ( ÇAKIRDİKEN) “Dostluk”, gazete, “Rende”, hiciv ve mizah sayfası, Razgrat, 1966, sayı N:21 (29 Kasım 1969)
II. MİZAHİ ŞİİRLERMizahi şiirler Bulgaristan Türkleri Edebiyatının temel dallarından birini teşkil etmektedir. Kökleri Türk Edebiyatının bin yıllık tarihine dayanır. Bulgar Devleti şekillendikten sonra yaratılan Edebiyatımızın şiir dalı ile paralel var olup halk edebiyatından da esinlenerek varlığını günümüze kadar sürdürdü. Mizahi şiir dalında en iyi örnekler veren yaratıcıları şunlardır:
Aliosman Ayrantok, Mehmet Müzekka Con, Sabri Demir. Hasan Karahüseyin, Mülazım Çavuş, Şaban Mahmut, Mehmet Murat, Lütfi Demir, Niyazi Hüseyin, Ali Pir, Baki Ali, Naci Ferhat, Faik İsmail, Niyazi Ahmet, Mustafa Mut-kov, Ali Durmuş, Nevzat Halit, Turhan Rasi, Selim Hasan, Memiş Mustafa, Mümin Bekir vs.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Türkçe basında yer alan en başarılı birkaç mizahi şiirin kaynaklarını verelim: Sabri Demir, “Yeni Hayat” sayı:7, 1966, “Bana Sakın Görünme”, Hasan Karahüseyin, “Yeni Hayat”, sayı:3 1966 “Herifin Birine”, Mehmet Con, “Yeni Hayat”, sayı:6,1966 “Gelin”, Ali Durmuş, “Yeni Hayat” sayı: 9, 1969 “Ayşe Nasıl Memur Oldu”, Mehmet Murat, “Yeni Hayat” sayı:6, 1966, “Serbest Güreş”, Lütfi Demir, “Yeni Hayat”, sayı:4 1966, “Dalkavuk”, Nevzat Halit, “Yeni Hayat” sayı: 1, 1969, “Baba Kesesi”, Mülazım Çavuş, “Yeni Hayat”, sayı: 10, 1986, “Ceza”, Mustafa Mutkov, “Hak ve Özgürlük”, sayı:2, 1993 “Kaşık İçin Umut”, vs.
GÜLPEMBE (Galip MEHMET)Benim adım ah Gülpembeİş ararsan hiç yok bendeDedi kodu oh çok bendeİş ararsan hiç yok bendeAlem işte ben gezideYeni yeni aşk dizimdeDurmam efem hiç sözümdeYeni, yeni aşk dizimde.Mini etek oy belimde“Yandım Anam”, vay dilimdeCümle erkek hep peşimdeYandım Anam”, vay dilimde.Galip Mehmedof “Ziya”, gazete, hiciv ve mizah, sayfası, ”Kirpi”, Silistre 1968 N: 114
BANA GÖRÜNME DE KİME İSTERSEN GÖRÜN (Sabri Recep DEMİR)Pek üstün akıllıdır, her dilde anılırBizim Hoca Nasreddin ama oda yanılırŞu evlenme işinde lakin o devirlerdeÖnceden koklaşmalar sevişmeler nerede?Kızı analar görür, dünürcüler istermişÇocuk ısrar ederse, bazen gösterirlermişAma ancak şu kadar, kapı aralığındanO da yüz göz örülü, kızın bu kılığındanNasıl anlayacaksın abla mı kız kardeş mi?Kaşı gözü nicedir, acep uygun bir eş mi?Fazlası şer’an yasak nikâh kıyılmayıncaDüşünür uzun boylu bizim Nasreddin HocaYaşı da ilerliyor, artık evlenmek gerekGüvenir Allah’ ına, ikbalime diyerekHakteala emriyle, peygamberin kavliyleNikâhları kıyılır ve sabırsız haliyleNe hayallerle bekler o gerdek gecesini.Bir de gelin hanım atınca peçesiniAman Allah, ne görsün! Maymundan daha beterHemen peçeyi örter, bir buz gibi ter dökerAllah’ım, der, ne ettim, günahım ne bu iş,Koskocaman bir burun, kama gibi iki diş.Ne kaşı var, ne kirpik, gözler şaşı mı şaşı,Ve bu görünüşüyle yaşı anamın yaşı.Nasreddin’e o gece yıl kadar uzun gelirSabaha nasıl çıkmış, bunu ancak o bilirO zamanlar kaçgöç var hanım sorar erkendenHısım akrabamız kim, kime görüneyim ben?Hoca merhum ne desin? Aman sakın, hiçbir günBana, der, görünme de kime istersen görün!Sabri Demirov, 1965, Sofya, “Yeni Hayat”, dergi, Sofya, 1965, N:7
BABA VE OĞUL (Fahri Tahir TEKULUS)Ey babam, canım babamBüyüktür benim tasamİş yok, para yok, aşk yokBu mudur normal yaşam?Bak televizyon klipeGidiyoruz binmiş cipeİş yok, para yok, aşk yokÇare mi gitmek ipe?Yürü babam, ha yürüİnsanlar olmuş sürüİş yok, para yok, aşk yokÇürü babam sen çürü!Nedir bunda kerametKalmamış hiç merhametİş yok, para yok, aşk yokVarsın kopsun kıyamet!Fahri Tahir, 2001, Kırcaali, Şiir, 1 Kasım 2001 tarihinde, Niyazi Hüseyin Bahtiyar’ın arşivinden alındı.
NE YAZIK (Suna A. YILMAZ)Elimde olmadan tutuldum aşkaBeni yerden yer attı ne yazıkTattığım bu duygu her şeyden başkaZamanla ok gibi battı ne yazık.Yaşı olmuş altmış, aklı havadaYeni yetme gibi, çapkın hovardaBıraktı sonunda beni de dardaBeni yedeklere kattı, ne yazık.Ona inanmakla geldim oyunaAdam dersin şöyle, baksan boyunaÇekmiş olsa gerek kendi soyunaBeni düşünmeden sattı ne yazık.O, kendine hayran, kendine âşık,Sanki sütten çıkmış bir akça kaşıkHayatı düzensiz, karmakarışıkPıtraklı belaya çattı ne yazık.Bazen entel olur, bazen de kazakÖzü de sözü de edepten uzakTatlı sözleriyle kurup ta tuzakGidip başkasıyla yattı, ne yazık.1994, Dobriç (Tolbuhin)
Şiir, 3 Kasım 2014 tarihinde Müellif tarafından Şaban M. Kalkan’a gönderilmiştir
III. FIKRALARFıkralar en çok sevilen edebi türlerden biridir. Kökü halk edebiyatına dayanır. Hiciv ve mizah istifade edilerek olaylar nükteli olarak anlatılır. Fıkralar Hiciv ve Mizah edebiyatımızda önemli bir yer tutar. Fıkralar kısa yazılır, çok okunur. Onları içerik olarak ikiye ayırıyoruz:
Siyasi fıkralarSosyal fıkralarEn önemli fıkra yazarlarımız: Ahmet Tımış, Hasan Karahüseyin, İsmail Cambaz, Yusuf Kerim, Bahri İbrahim, Kazım Memiş, Salih Baklacı, Mehmet Bekir, Mustafa Bayramali, Aliş Sait, Mustafa Çete, Celil Yunus, Dinçer Haliçov, İbrahim Beyrullah vs.
Siyasi fıkra örneği:VAHŞİ-EHLİ(İsmail CAMBAZ)Türkiye maliye ministri (bakanı) Ferit Melen, bu yıl vergilerin yükseltilmesi dolayısı ile malların fiyatlarının da pahalanacağı hakkında ki söylentileri yalanlamak için söylediği bir nutukta, ”Bazı malların fiyatlarında değişiklik olacaktır, fakat bu zamlar vahşi olmayacaktır”, dedi.
Bu nutuktan sonra bazı malların fiyatlarında şöyle değişiklikler yapıldı. Metre küpü 40 kuruş olan suyun fiyatı 80 kuruşa, 45 kuruş olan hava gazı 60 kuruşa, 26 kuruş olan elektrik 99 kuruşa çıktı. Umumiyetle malların fiyatında yüzde 20 den, yüzde 100 bir artış oldu.
Haklı Ferit Melen. Bunlar tamamıyla ehli, normal artış. Zira vahşi olmaları için hiç değilse, yüzde 500 veya 1000 artmaları lazım.
İsmail Cambazof, 1963, Sofya, “Yeni Hayat”, dergi, Sofya, 1963, N: 3
Sosyal fıkra örneği:TÜTÜN TARLASINDA (Mustafa Bayramali HASAN)1.
Adam, şerbete azıcık daha fazla koy şu amonia selitre gübresini de tütünlerimiz boylansın.
Olmaz karı, akşama mastikayı neyle soğutacağım?
2.
– Kızım, gölde suyun azaldığını görmüyor musun?
– İşletmenin arabaları ile getireceğiz baba.
– Başkanın, brigadirlerin ahbaplarından ( yöneticilerin dostlarından) sıra bize gelince, tütün dikimi biter, kızım.
Mustafa Bayramalief “Yeni Işık”, gazete, hiciv ve mizah sayfası, ”Topuz”, Sofya, 1967, N: 67 (3 Haziran 1967)
IV. MİZAHİ HİKÂYELEREdebiyatımızda hikâyeye paralel olarak mizahi hikâye de XX. yüzyılın ikinci yarısında yer aldı. Bugüne kadar yapılan edebiyat tarihi araştırmalarına göre bizde ilk mizahi hikâye yazarımız Yusuf Kerim’dir. Bu dalda daha sonra birçok yazarımız kalem oynattı. Onları eserleri ve kaynakları ile sayalım:
Yusuf Kerim, “Yeni Hayat”, sayı: 1, 1965, “Hep Sülmanız’’, Mehmet Bekir, “Antoloji”, 1964, “Sihirli Mektup”, Kazım Memiş, “Yeni Hayat”, sayı: 6, 1966 “Her İşin Usulü Varmış”, Naci Ferhat “Yeni Hayat”, sayı:8, 1966, “Telden Tele”, Faik İsmail, “Yeni Hayat”, sayı: 10, “Arkan Sağlam mı?”, Yusuf Ahmet, “Yeni Hayat”, sayı:3, “Kumandan Halime”, Ahmet Tımış, “Yeni Hayat”, sayı:8-9, “Yuva Tamiri”, Sayit Kerim, “Rodoplardan Yankılar”, 1968, “Tahta Ayşe”, Süleyman Gavaz, “Yeni Hayat”, sayı:5, 1967, “Tranzistör”, Sabri Con, “Yeni Hayat” sayı:7, “Kedi Gözü”, Halit Aliaosman, “Yeni Hayat”, sayı:6, “Dışı Forma İçini Sorma”, Hüseyin Kösev, “Hak ve Özgürlük”, sayı:2, 1993, “Deli Mariya”, vs.
GEL KISMET, GEL(Mehmet BEKİR)Kel Mahmut’ un ikizi Leylâ yirmi yaşıma bastığı halde bir türlü koca bulamıyordu. Pek öyle çirkin de değildi. Etli butlu, boyu postu yerinde bir kız. Amma yok mu şu açgözlü babası! Anasından emdiği sütü bile hesaba katarak, yüklüce baba hakkı istiyordu. Eve gelen dünürcülerin hepsi, Kel Mahmut’un is-teklerini duyunca: „ Allah daha hayırlı bir kısmet versin!“ duasıyla çekilip gidiyorlar, bir daha evin semtine uğramıyorlardı. Fakat ümit kapısı kapanır mı hiç? Leylâ da, anası da, babası da, her zaman kapı çalındıkça, yerlerinden sıçrıyor kulak kabartıyor, “Görücüdür“ diye bekliyorlardı.
Bir gün böyle, iki gün böyle, derken haftalar, aylar, seneler gelip geçti. Nihayet bir pazar sabahı kapı yine tıklatıldı. Anası, babası ve Leylâ cama üşüştüler, baktılar. Kız hafif bir çığlık kopardı:
–-Vay ana, ben bu adamı tanırım. Geçen hafta Cımbız Hurilerin düğününde peşime takılmıştı. Başka biriyle usul, usul yanıma sokularak: „Ben onun gerdanına bir leblebi koyarım. Leblebinin yuvarlandığı, yere kadar da sarı lira dizerim“, demişti.
Eh, öyleyse hiç şüphe yok, delikanlı, Leylâyı düğünde görmüş, beğenmıiş, sevmiş, arkasından koşmuş, evi öğrenmiş, nihayet kapıya dikilmiş, kızı istemiye gelmiş.
Hepsi sevinçten dolup taştı. Ana, küçük kıza bağırdı:
Fatme, koş kapıyı aç, bir adam geldi, içeri misafir odasına al, koş!.. Sonra kocasına dönerek:
– Şapşal şapşal bakıp durma… Sen de git, kendine biraz çeki düzen ver. Bu kıyafetle misafir karşısına çıkılmaz, dedi.
Kel Mahmut giyinmeye gidince, Leylâ ile anası misafir odasının kapısına gelerek, anahtar deliğinden nöbetleşe, nöbetleşe gözletmeye başladılar. Yakışıklı bir adama, delikanlıya benzemiyordu. Otuz beşinde vardı. Alafıranga biçimi giyimine bakılırsa, kasabalı olmalıydı. Bir boydan, bir boya odayı arşınlıyor, tıknefes beygirler gibi başını sallıyor, ara sıra büyük bir gürültüyle burnunu çekiyordu.
Leylâ anasının kulağına fısıldadı:
– A… Bu herif sümüklü, ana!
Anası hemen tersledi:
– Sus kız… Nesi var adamcağızın? Biraz sümüklü de olsa ne çıkarmış? …
Tam bu sırada Kel Mahmut geldi. Karısı ile kızını paylayarak kovdu, kapıyı yavaşça açıp içeri girdi. Misafir ayaktaydı. Ev sahibini görünce, koştu, iki büklüm bir selâm çaktı. Kel Mahmut misafirin selâmını kurula kurula alırken, bu defa hiç aldanmadığına emindi. Karşılıklı oturdular. Misafir yutkundu, utangaç bir tavırla tırnaklarına baktı, bir öte, bir beri kıpırdandı. Nihayet derin bir nefesten sonra başladı:
– Mahmut aga, seni rahatsız etmekten maksadım…
Kel Mahmut bu müşteriyi de elden kaçırmamak için büyük bir nezaketle muhatabının sözünü kesti:
– Rica ederim, niye rahatsız olayım. Burasını eviniz gibi bilin, her zaman gelebilirsiniz, başımızın üstünde yeriniz var…
Misafir hiç ummadığı bu nezaket karşısında şaşırdı, sustu neden sonra kendini toplayarak sözüne devam etti:
– Ne de olsa, insan gayet lüzumlu, gayet mahcubiyetle ziyarette bulunduğu taktirde, âdeta .. . derin bir mahcubiyet..
Kel Mahmut yine adamın lâfını ağzından aldı:
– Estağfurullah, hiç sıkılma kardaş. Dedim ya, bu işler utanmakla olmaz. Hepimizin başından geçmiştir.
– Acaba maksadımı anlatabiliyor muyum bilmem, ama
– Anlıyorum, peki anlıyorum. Güle güle, birlikte yaşarsınız inşallah. Allah hastalık, dert yüzü göstermezse .. .
– Yok, canım, hastalıktan yana korkma. Ben kendime gayet iyi bakarım.
– Senin menfatınadır, oğlum.
Misafir biraz durdu, burnunu çekti, düşündü ve tereddütle sordu:
– Kendisini görebilir miyim?
Kel Mahmut suratını ekşitti. Kızını yabancılara gösterilmesi âdeti değildi, amma reddetmek de istemedi:
–-Hele biz aramızda pazarlığı yapalım da, görmen kolay iş .. dedi.
Misafir yine biraz düşünerek sordu:
– Hastalıklı mı?
– Amma da dedin ha! Anasından doğdu doğalı burnu bile çilememiştir. Sapasağlamdır maşallah.
– İyi cinsten mi?
– Cinsine, sülâlesine diyecek yok. Namusludur, tertemizdir.
– Ağır başlı mıdır?
– Kuzu gibidir. Ne dersem onu yapar, eline ayağına çeviktir.
– Çalışkan demek?
– Çalışkan! Hiç üşenmez. Güçlü kuvvetlidir. Hani bir lâf var, arabaya koşsan, manda gibi çeker. Ama sen bir namuslu, kültürlü adama benziyorsun, onu köle gibi kullanman yakışmaz. Sana nur topu gibi. . .
– Aman, Mahmut aga, hiç can sıkma, gül gibi bakarım ona.
– İnanıyorum, oğlum, inanıyorum dedik ya, ama her şeye rağmen hatırlatayım da, ne olur ne olmaz.
– Günde kaç kilo süt verir?
–—Ne sütü?
– İneğin günde kaç kilo süt verir?
Kel Mahmut bu tepeden inme soru karşısında kekeledi:
– N-n-ne, i-i- ineği b-b-be?
– Affedersin… Ben… Satılık bir ineğin olduğunu işittim. Buraya onun için geldim…
Kel Mahmut, hızla ayağa kalktı. Kafasının iki yanından kazan kulpu gibi dışarıya doğru fırlayan iki kocaman kulağı kıpırdanmaya, daha sonra bıyıkları kelebek kanatları gibi pırpır etmeye başladı. Öfkesinden ateş püskürüyordu. Misafiri kolundan yakalayıp, kapı dışı etmesi bir oldu. Boğazında kalan bir lokmayı kursağına indirmek istiyor gibi, adamcağızın ense köküne iki yumruk basarak, bağırdı:
–-Ulan, terbiyesiz, satılık inek bitişik komşuda. Oraya git!
Sonra kendi kendine:
Seninle iki saat boşu boşuna kafa patlattığım için asıl inek benim! İnek değil, öküz, öküz! . . Dedi.
Mehmet BEKİROF, 1962, Sofya, Tuğrul Deliorman, “Hikâyeler- 1962- 1963”, derleme, Narodna Prosveta yayınevi, Sofya, 1963
FAKİR DELİKANLI ARANIYOR(Sabri M. CON)Kadın, günlerdir kendini yiyip didiniyor, kızı hakkında ağzına geleni savuruyordu:
–Vay huuu! Bu kızın aklını karıncalar didiklemiş be! Ne din tanıyor, ne iman. Aman Allahım, bunu da bana evlât diye mi verdin? Biz onu at damına çekiyoruz, o ise eşek damına kaçıyor. Vay benim kara kaderim!…
Kızı direnmekte ısrarlıydı:
– Yeter artık, anne! Boğazıma kadar doydum sizin bu peynirli lâflarınıza. İstemiyorum! Hayır, istemiyorum!
– Ama kızım, siz dünküsünüz, aklınız ermez. Sen uluyu dinle! Uluyu dinlemeyen ulur kalırmış. Bilsen, biz sizin kadarken, böyle bulguru pilâvı bol hanelere kul olmak için Allaha yalvarırdık, Allaha! Oğlanın ne eksiği var sanki? Evleri han gibi, parası pulu var. Soylarının evvelden ezelden adları şanları var. Dumbaz Hasanlar denildi mi, herkes babasının adını işitmiş gibi olur. Az mı çırakları, çobanları var adamların? Haydi, şimdi kızım, razıyım deyiver!
– İnat etme, anne. Ben o haneye gelin olursam, mutlu olmam.
Kadın tekrar kibritlendi:
– Kafa, kafa değil, sanki kelek, karpuz. Sen öyle bilirsen biz de böyle biliriz. Sen orada kuş sütüyle besleneceksin, kızım. Bu kötü mü?
– Vallahi, anne, anla beni! İstemiyorum. Ben bu Dumbaz Hasan’ın oğluna yastık arkadaşı olamam. Ha, şimdi sen geçenlerde onlarda neler gördüğünü tekrar anlat da her şeyi kendin anla!
– Ne gördükse gördük ama kusurlu bir şey görmedik ki! Şöyle, damadımız olacak oğlan efe gibi sigarasını yakmak için kalkıp kibrit bile aramıyor, oturduğu yatağın baş, ucunda elektrik sobasının düğmesini çevirip sigarasını yakıyor. Sonra da kendisini serinletmek için kalkıp pencereyi açmak zahmetine bile katlanmıyor. Yine başucunda bulunan elektrikli pervaneyi salıveriyor. Bir yandan televizyonu açtı mı, seyreden olmasa da onu gün boyunca çalıştırıyor. Hatta, içeceği birayı soğutmak için buzdolabının yanına bile varmıyor. İçerdeki çeşmeyi bir çeyrek saat açtı mı, tamam. Bira buzlanıyor. Yedikleri içtikleri de bol mu dersin! Yedikleri bir yana, yemedikleri çöp sepetine. Işıyan lâmbaları gündüz bile kapatmıyorlar. Yanan derdine yanar deyip boş veriyorlar. Yine de bizi pire ısırdı demiyorlar. Bir sözle, bolluk içinde yaşıyorlar, kızım, bolluk!
– Anladın mı şimdi anne? Bana bu kadar söz yetti de arttı bile. Anlayana sivrisinek…
–Ben sana kraliçe gibi yaşayacağını anlatmaya çalışmıyor muyum be kızım! Sen neden bunun tam tersini anlıyorsun?
– Hayır, anneciğim, olacaksa bana bir fakir çocuğu olmalı. Fakir olmalı ki, ekmeğin, suyun, elektriğin ve her şeyin kıymetini bilsin. Bu nimetlerin kıymetini bilen benim de kıymetimi bilir elbet. Anladın mı? Bir hoş olsalar, hani bir kuş olsalar, uçacaklar da oğlunun omzuna konacaklar ama nerde? Hiç imkânı yok bu işin.
Ya Bircan? Sorar mısınız? O, atı almış, aşmış Üsküdar’ı bir kere. Ne anadan oldum der, ne babadan. Bir varmış, bir yokmuş, onun da anası, babası ya varmış, ya yokmuş. Gelenler geliyor, gidenler gidiyor da bir o kıpırdatmıyor saçının bir telini. Ana baba ah edip ağladıkça, o, vah edip gülüyormuş kıs, kıs. Demezler mi, Edirne çeşmesinden su içmiş adam, ardında ne bıraktıysa çekmiştir kırmızı kalemi üzerine.
Bir defasında çakır keyifli buldum Bircan’ı evinde. Düşüncesi yoktu. Derdi ise hiç yoktu. Sordum:
– Anan baban senin için yanıp kül oluyor. Onları gidip görmek istemez misin?
Dobra, dobra cevap verdi:
– Nesini göreyim onların? Görmek istediğim zaman şu çekmecedeki fotoğrafa bakıp görüyorum onları. Baksana, hep öylece genç, genç bakıyorlar.
–Helâl sana Bircan! Sen de hep böyle genç kalırsın, inşallah.
Sabri Mehmet CON 1991, Gorna Hubavka, Tırgovişte Öykü, 2 Mayıs 1996 tarihinde müellif tarafından Şaban M. Kalkan’a gönderildi.
V. FEYLETEONLARMizah edebiyatının feyleton türü Bulgaristan Türkleri Edebiyatına XX. yüzyılın ikinci yarısında girdi. Gerçek bir olayı hiciv ve mizah katarak öykü biçiminde anlatmak. Bulgaristan Türkleri edebiyatına, araştırmacıların ortak fikrine göre Türkçe ilk feyleton 1960 yıllarında Mehmet Bekir tarafından yazıldı. Bu dalda başarılı yazarları kaynakları ile dile getirelim:
Faik İsmail, “Öteden Gelen Kalem”, “Yeni Hayat” sayı:6, 1965, Ahmet Tımış, “Aptaldan Paşa, Tahtadan Maşa”, Yeni Hayat”, sayı:5, 1965, “, İsmail Yakup, “Yazık Hindilere” “Yeni Hayat” sayı:5 1965, İsmail Cambaz, “Bakar Kara”, “Yeni Hayat” sayı:7, 1965, Yusuf Ahmet, “Yalabık Zehra”, “Yeni Hayat” sayı:4, 1966, Yusuf Kerim, “Yeni Hayat”, sayı:2, 1977, Feyleton dalında eser veren diğer yazarlar: Sait Kerim, Cemal Mehmet, Salih Baklacı, Yunus Hasan, Enver İbrahim, Şevket Feyzullah, Ali Pir, Celil Yunus ,İsmail Çavuşev vs.
AMMA DA ALDANDIK HA(İsmail YAKUP)Brigadir(kooperatifte yönetici) Ahmet sıcak yatağından kalktığı vakit tanyeri ağrıyordu. Göbeğini kaşıya, kaşıya pencereye vardı. Perdeyi aralayıp dışarı bakınca keyfi birden bozuldu. Her taraf bembeyaz olmuştu.
Kar! Diye haykırdı telaşla. Kar!
Hemen gömleği, pantolonu, pamukluyu sırtına geçirerek dışarı attı kendini. İlk soluğu sokağın öteki ucunda ki evde aldı.
–Tık, tık, tık
–Kim o?
–Agronum yoldaş, çabuk kalk, kar yağıyor kar.
Haberi duyunca agronom Mehmet de attı kendini dışarı. İkisi birdn koşmaya başladılar koştular, koştular başka bier evin penceresine dayandılar.
–Tık, tık, tık
–Kim o?
–Zooteknik yoldaş, kar yağıyor kar!
Zooteknik Ali donca, gömlekçe fırladı dışarı. Üçü birden koşmaya başladılar. Koştular, koştular başka bir evin penceresine dayandılar.
–-Tık, tık, tık
–– Kim o?
–– Muhasebeci yoldaş, Kar yağıyor kar!
Yine bir koşu
Koştular, koştular diğer bir pencereye dayandılar.
–-Tık, tık, tık
–-Kim o?
–-Başkan yoldaş, Kar yağıyor kar!
Demeye kalmadı, başkan şampanya tıkacı gibi fırladı dışarı.
Artık birin ikin sokaklarda belirmiş olan kooperatorlar (kooperatifte çalışanlar) yöneticilerin başkanın ardı sıra koştuklarını görünce:
–-Başkan sabah jimnastiğine çıkarmış adamlarını, dediler.
Bazıları ise:
–-Hayır be! Dediler. Spartakiyada sözünü duyduğunu yok mu? İşte ona hazırlanıyorlar.
Koşucular aynı hızla kooperatif avlusundan geçtiler ve kançelaryaya daldılar. .Öyle bir kalkıp inmeyle bir solumak soluyorlardı ki, zannedersen onlarca şimendifer bir araya toplanış. Başkan da demirci körüğü gibi bir kalkıp bir inen, göbeğini iki elle tutarak kesik, kesik konuşmaya başladı:
–-Derhal! Umum seferberlik ilan ediyorum! Kançelaryada, iş hanede, fermada kimse kalmasın. Herkes mısırların, pamukların kuruculuğu yarıda kalmış fermanın başına. Haydi Marş! Yaşar, sen okula koş. Müdüre söyle, talebeleri mısır tarlasına göndersin. Yarın biz de ona lazım oluruz. Haydi, çabuk ol. Tam bu anda hademe İbrahim girdi içeriye:
–-Breh! Dedi, ellerini ovuşturarak, amma da kırağı düşmüş ha! Kar gibi!
–-Hııı? Sahi mi be? Diyerek ötekiler mıhlanıp kaldılar. Sonra hep beraber pencereden baktılar. Gözlerine inanamıyorlardı. Gerçekten de kırağı düşmüştü. Henüz doğan güneşin ışıkları altında par, par parlıyordu. Az sonra eriyip gitti.
Başkan derin bir iç çekti:
–-Tüüüuu, amma da aldandık ha! Yazık hani, bu kadar koştuk, telaşlandık. Hadi herkes işine baksın. Seferberliği kaldırıyorum, dedi ve bir sigara yaktı, sakin, sakin solumaya başladı.
İsmail YAKUBOF, 1968, Krumovgrat, “Yeni Işık”, gazete, hiciv ve mizah sayfası, “Topuz”, gazete, Sofya, 1968, N:116 ( 28 Eylül 1968)
ÖLEC EKMİŞ(Ali Rıza Hasan)Bahçe peykesine bir oğlan ve kız oturuyorlar. Tanışmadıkları belli. Oğlan bir hayli düşünüp öteye beriye kıpırdadıktan sonra:
–Af edersiniz Sizden bir ricada buluna bilir miyim? Diye kıza döndü.
–Lütfen
– Bakın, ben öleceğim. Beni bir defacık öpmenizi istiyorum. Dedi oğlan ciddiyetle.
–Sizi öpersem ölmeyeceksiniz, öyle mi? Diye kurnazca sordu kız.
– samimi olmamamı istiyor musunuz?
–Evet!
–Öpseniz bile yine öleceğim. Dedi genç ve derin br göğüs geçirdi.
–Faydası olmayacaksa niçin Sizi öpeyim?
–Faydası olmayacak ama ne kadarsa içim ferahlayacak ve olacakları daha sakin karşılayacağım. Bu kadar güzel bir kız insanı öperse gözleri ardında gider mi hiç?
Oğlan bir defa daha göğüs geçirdi.
Biraz sonra:
–Öyleyse, Sizi öpeyim. Dedi kız ve bayağı uzunca oğlanı öptü.
Araya bir hayli sükunet gidi.
–Size, can sıkıcı olmazsa, neden öleceğinizi bana söyler misiniz?
– Bakın, bunu bilmiyorum.
– E… Ne zaman öleceksiniz?
– Bunu da bilmiyorum.
Bir hayli, ikisi de birbirlerine bakıştılar. Sonra birden bire kahkaha ile gülmeye başladılar.
Ali RİZA 1993, Silistre “Gülmece”, hiciv ve mizah dergisi, Silistre, 1993, N: 1
A BE MURAT NE BU SURAT(Celil YUNUS YENİKÖYLÜ)Bizim Suhodol (Yeniköylü) köyünde biri var, adı Murat. Çobanlık eder. İşine diyecek yok. Her çoban gibi o da sabahın erken saatinde sürüyü önüne katar, kıra bayıra çıkar. Akşamın geç saatinde döner. Güz, kış mevsimleri geçti, ilkyaz gelince koyunlar kuzuladı. Muradın sürüsünde kendinin de birkaç koyunu var. Bir kaç da kuzu sahibi oldu. Bilmem neden ama onun kuzulan iriydi. Gün, hafta dersen koyunların yanı sıra kuzuları da meraya çıkardı, çayır aldırdı. Muradın kuzulan herkesin göz okuna dokunmaya başladı. Bir gün Aptulla aga gelip Murada demiş.
İyi cins koyanların var. Hiç olmazsa kuzulardan birini satılık etsene, damızlık büyütürüm.
Murat şöyle cevap vermiş:
– Hiç satmadım, şimdi de satılık etmem. Diyeceğim, bir şey var. Razı gelirsen belki bu iş olur. O senin eşek sana kalsın. Kodiğj1 getir bana, al git kuzunu.
Aptulla aga razılık (rıza) gösterir. Pazarlık baş başadır. Aptulla ağa kodiği bırakıp, kuzuyu alıp gider. Üç beş gün geçer geçmez kuzu Aptalla ağadan yok olur. Öte arar, beri arar bulamaz. Murada gidip:
–Nerede kaldı bu kuzu. Bizim mahalle sürüsünden ayrılıp size gitmesin, der. Murat başını atar.
Muradın altı, yedi yaşlarında bir oğlu var. Boydaşlarıyla güreş yapmayı sever. Bir defasında yenilince seyircilerden biri şakadan tutturur:
–Sen babana söyle de sana tavuk, kuzu kessin, yedirsin. O zaman bak kimse yenebilecek mi seni.
Saklıyı küçükten öğren derler ya. Muradın oğlu da dilinden düşürüvermiş: Hadi hadi, babam bana geçen akşam bir kuzu kesti. Ben onu yiyeyim de göreceksiniz nasıl tıkızla-nacağım.2
Kulağı delik olanlar kayıp olan kuzunun aslına vardılar. Bu olay köye dağılır. Muradın foyası meydana çıktı. İşi anlayan Aptulla aga Murada varıp:
A be Murat, sende ne hu surat, der ve kodiği alıp döner.
Celil YUNUSOF, “Ziya”, gazete ,”Kirpi”, adlı hiciv ve mizah sayfası, Silistre, 1969, N: 16
VI. TAŞLAMALAREdebi tür olarak 1960 yıllarında Bulgaristan Türkçe basının Hiciv ve Mizah sayfalarında yer almaya başladı. Halk Edebiyatının etkisi ile yazılı basında gelişerek şekillendi. Yazar birkaç satırla alaycı bir üslup ile yanlış bir olayı tenkit eder. Başarılı taşlama yazarları arasında şu isimleri sayabiliriz: İbrahim Beyrullah, Nihat Behçet, Ahmet Tımış, Nevzat Halit, Turhan Rasi, Mehmet Bekir, Aliş Sait, Latif Karagöz,
(Ali DURMUŞ)OLMADI“Benim” dedi kaldırdı başOlmadı bir yapıya taş.TAŞLADIDün yazmaya başladıBu gün rasgeleni taşladı.YORULMADANİşler karım hiç durmadanBen dişlerim yorulmadan.“Yeni Işık”, “Topuz” adlı hiciv ve mizah sayfası, gazete, Sofya, 1970, N:13 (31 Ocak 1970)