Полная версия
Abay Yolu 1. Cilt
Abay tam anlamadı:
– Nasıl dedin, Baytas ağa? “Oyke abla” derken kimi kastediyorsun?
– E, Oyke ablanı bilmiyor muydun? Bu nasıl olur?
– Pekâlâ…
– Pekâlâ, “Oyke abla” dediğim kişi, benim şimdiki eşim. Bıldır alacakmış gibi yiğitlik edip, ülkeyi gezip, kızlarla gelinlerle eğlence düzenledim ya? Sonu ilginç oldu: Eve dönecek vakit gelmişti. O zaman anladım ki; “hanıma nasıl bakılır”, “ne diyerek yaklaşılır” bilgim de yok, yüzüm de yok… Bunun üzerine kasten, kendim köye dönmeden bir iki gün önce arkadaşlarımı göndermiştim ve yüzünün heybeti sönsün diye yazdığım “hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye…” şiirimi onlara söylettirmiştim. O şiirin ilk satırı, o gün deyim gibi oldu, dedi…
Abay da, Cumabay da anlatılan hikâyeyi merakla dinledi. Kendisi şair olan yiğit ve yakışıklı Baytas’a, biri yaşlı diğeri çocuk olan iki yol arkadaşı da kıskançlıkla ve beğeniyle bakıyordu. Oyke adlı yengesi de, Baytas’ın şarkıyı eğlenceyi seven arkadaşları da Abay’ın gözünde canlandı. Duyduğu konuşmaların hepsini keyifle, arzuyla dinleyen çocuk, eskiden Baytas ile sırdaş, sohbettaş olmasa da meraklandı, bu sohbetin sonunun ne ile biteceğini bilmek istedi. Baytas’ın yaşıtıymış gibi şakalaşmasından faydalanarak:
– Peki, öyleyse, Oyke ablana hangi yüzle söyledin Baytas ağa, diyerek sözü yapıştırıverdi.
Baytas bu çıkışa güldükten sonra büyüklenerek baktı ona:
– Hangi yüzle söyleyecektim? Biçare kadın arzu hâlini uzaktan şarkıyla söyleyişine dayanabilir mi? Gelir gelmez, önümde bitiverdi, atımın yularını alıp bağlayıverdi, dedi ve Cumabay’a bakarak göz kırptı.
Abay ses çıkarmadı. İçinden “beni kandırıyor yahu” diye geçirdi…
Bu konuşma, yolcuların sabahtan beri sert gidişi yüzünden Naymankökün yavaş yavaş yorulduğu vakitlere denk gelmişti…
Çocuk, obaya ulaşma sabırsızlığına ve üç günden beri yaşadığı heyecanlı hâline yeniden büründü, tekrar topuklamaya yöneldi. İki yoldaşı:
– Hey, bırak diyorum, çocuk! At çatlatacaksın!
– Yapayalnız uzaklaşıp giderek düşmana yem olacaksın, deyip hızını kesmek istedi.
Fakat şehirden ve şehirdeki kasavetlendirici yatılı medreseden yeni kurtulan, artık evine ve obasına ulaşma telaşıyla yanıp kavrulan çocuk o sözleri dinlemeye meyletmedi. Büyükleri de korkutan Esembay, hatta uğrular bile, Abay’a o kadar yabancı ve soğuk görünmedi. “Uğru dediğin de ne? Onlar da kendileri gibi bu ülkenin insanları işte!” “Hepsinin elbiseleri ve eyer takımları kir pas içinde!” “Elleri sopalı olur böylelerinin de…” “Uğrular, hepten sarı kelle(!) olurmuş bazen de…”
Abay’ın uğrular hakkında işittiği bunlara benzer pek çok söz vardı böyle.
Halk içindeki büyüklerin ağzından duyduğu bu tür konuşmaları unutması mümkün değildi elbette. Bilakis “hiç olmazsa bir kere o eşkıyalarla karşılaşsam, düşmana saldırış şekillerine baksam” diyerek içinde yaşattığı bir merak da vardı çocuk gönlünde…
İşte “Karavıl tepesi şu, gizli deresi bu” denen Esembay ve Nayzatas bölgeleri ise, Abay’ın kendi obasının çok bilinen yerleşim yerleriydi. İlkbahar ile güz vakitlerinde, yılda iki defa, Kunanbay obaları bu yerlere gelir yerleşir, uzun süre yaşar, hayvanlarını otlatır da giderler. Şurada görünen yamacın her yanı kısrak bağı, oba yerleşimi, koyun ağılı. Hepsi de o kadar tanış, o kadar yakın… Bıldır soğuklar başladığında, koyunlar kırkılırken, şehre okumaya gittiğinde tam da buradan, Esembay’dan yola çıkmıştı. O zaman birlikte tay mahmuzladığı, aşık oynadığı yaşıtı çocuklarla koşarak yarıştığı, gülüp oynadığı en sonuncu sıcak mekân burasıydı. Kış boyunca obasını ve halkını özlediğinde aklından çıkmayan son günleri tam da bu Esembay’da geçmişti.
Öyle olunca “burada harami var, uğursuz yer, belalı yer” şeklindeki sözlerin hiçbiri gönle tesir etmiyordu. Masum engin kırlar, yemyeşil mekânlar, ak yulaflı şahane ülke aklına düştüğünde gözleri puslanır, hüzünlenirdi. Bütün çevredeki geniş dünyaya, özellikle, kendisinin doğduğu bu sahraya, taşına toprağına çok büyük ve sıcak bir akrabalık hissiyle, şefkatle bakıyordu. Israrla, özlemle seviyordu. Aralıksız bir şekilde, sertleşmeden, aynı kalıpta eserek vuran şahane ılık yel ne kadar da huzur vericiydi. Bu yel ile canlanıp, duygulanıp, gölün yüzeyi gibi kıpırdayıp çalkalanan al kızıl kahve renge bürünmüş yulaf ile diken kırları… Kır değil, sanki deniz gibiydi! Bu kırlıktan gözünü alamadan, doyamadan ve ses çıkarmadan gözünü dikerek uzun uzun baktı. Gücü yetse, bu yerleri öcü gibi görmek, ürkerek bakmak bir yana, kucağını açarak sarıp sarmalardı. Okşaya okşaya “ben seni özledim. Başkaları ‘kötü yer’ dese de, ben böyle söylemedim. Koynuna tıktığın uğru muğruların da dursun, hiçbir şeyini yabancı görmedim” diye bakar gibiydi…
Yeniden atını ökçeledi, ayağını yerden kesip uçarcasına uzaklaşıverdi. Olmayacak oldu. Baytas:
– Arkasında kalıp, büküm dönen arabacı gibi daha ne kadar sarsılacağız. Bu zulmü çekene kadar, Cumeke, gel biz de atları serbest bırakalım, dedi ve kır atı su gibi akıtmaya yöneldi. Cumabay da zoraki mahmuzladı.
Bir müddet sonra Abay bunları karşıladı, üçü birlikte uzun uzun yarışır gibi gitmeye başladı…
Koruluktan çıktıkları sabahtan beri duraksamadan koşturan üç binek atı, terinden kan damlar şekilde üçüncü günün akşamüstü ikindi vakitlerinde, Kölkaynar’daki Kunanbay obasına, Abay’ın öz annesi Uljan’ın oturduğu obaya geldi…
Kölkaynar, suyu bol billur bulakları olmakla birlikte yaylaya nispeten geniş bir yerleşim yeri değildi. Boyun, Şınğıs’a yaslanarak sıralanan üç dört obası buraya yerleşmişti.
Kunanbay’ın kendi obası ile yakın akrabalarının obalarından oluşan bu obalara “Kunanbay obaları” deniyordu…
Debisi az olan bulağın kıyısına yakın aralıklarla konan obaların evleri de, peş peşe böğüren hayvanları da, insanları da bu geç vakitte yüksek sesle ağlaşır gibiydi. Evlerin tandırlarından çıkan ve birbirine karışarak çoğalan tütünleri tek vücut olarak gökyüzüne yükselen mavimsi bir pus gibi obaların üstünde yayılıyordu. Ürüyen itlerin, mal güderken naralar atan çobanların, meleyen koyun ve kuzuların gürültüleri birbirine karışıyordu. Akşam suyunu içmeye gelen kalabalık yılkı sürüsünün koşuşma gümbürtüsü ile ara sıra gürleyerek kişnemeleri ve tozu dumana katmaları olsun, günlük çalışması bitince eyeri çözülüp serbest bırakılan ve sürüsünü aramaya koşan genç aygırların kişneme sesleri olsun, hepsi de Kölkaynar’a yerleşen bu obaların akşam saatlerindeki meşgalelerini bildirir gibiydi. Çocuğun alabildiğine özlediği görüntü işte buydu…
Biniciler bulağın tam yanına, en yakınına yerleşen obaya doğru ilerledi. Beş adet ak kiyiz evden oluşan çok evli bu oba Abay’ın iki annesi Uljan ile Ayğız’ın obası idi.
Bu obaların insanları, obaların kenardaki evlerinden uzaklaşarak akşam yayılımı için batı tarafına doğru otlağa çıkan kısır koyunların içinden geçen ve ortadaki büyük evlere doğru gelen üç atlıyı çabuk tanıdılar. İlk görenler, birbirine bağlanan koyunları avlunun ortasında sağan kadınlardı.
Önlerine önlük takmış, eteklerini kıvırarak bellerine dolamış, kovalarını ellerine almış vaziyette binicilere bakan kadınlar:
– Şehirciler! Şehirciler geliyor, diye bağırmaya başladılar. Yaşlı bir kadın:
– Şu Abay! Abay ya! Kurban olayım sana! Anasına söyleyeyim, dedi. Genç bir yenge de:
– Evet ya, Telğara4 bu… Canım efendim, bu o… Telğara! Ablama söyleyeyim, dedi ve büyük eve doğru seğirtti…
Annesi Uljan da, Baytas yola çıktıktan sonra, özlediği evladının geleceği vakti hesaplamış ve obaya bugün ulaşacaklarını tahmin etmişti. Kırkına yeni giren ve biraz semizleşen sarı saçlı, kızıl yanaklı baybişe5 deminki seslenişlerin hepsini işitmişti. Uljan hemen evin başköşesinde oturan kaynanası Zere’ye haber verdi, yaşlı kadının sağını solunu düzeltti ve çabucak dışarı çıkıverdi.
Kulağı uzun zamandan beri iyi duymayan ninesinin en sevdiği torunu Abay idi. Onu aklından çıkarmaz, duasından eksik etmezdi.
Atlılar evin önüne geldiğinde, o büyük ev ile doğu tarafına kurulan konuk evi arasında, kendilerini bekleyen bir grup insan olduğunu gördüler. Deminki analardan başka, yengeler, komşu evlerin kadınları, nadiren ev dışına çıkan yaşlılar, bu obanın bütün evlerinden çıkıp gelen çocuklar da buradaydı. Obanın büyükleri de her yandan yüksek sesle konuşa konuşa akarcasına bu heyecanlı gruba doğru geliyordu.
Birisi, iki yoldaşını geride bırakarak o topluluğa doğru gelen ve onlardan erken inen Abay’ın atını alıp gidiverdi. Çocuk, kalabalığın içinde en önce kendi annesini gördü ve ona doğru yürüdü. Annesi uzak sayılmayacak bir mesafeden seslendi:
– Ey, gözümün nuru! Canım oğlum! Öbür yanda baban duruyor… Önce ona selam ver, dedi.
Abay annesinin işaret ettiği tarafa bakınca hemen görüverdi. Babası Kunanbay, yanındaki iki üç kişiyle birlikte uzak sayılmayacak bir yerde, konuk evinin dışında duruyordu. Uygunsuz bir şekilde arada kalan çocuk, annesinin bu kadar serinkanlı duruşunun sebebini anladı ve çabucak babasına doğru döndü. Baytas ile yorga Cumabay da, çok uzak sayılmayacak bir mesafede indiği atlarını yedeklerine almış vaziyette yaya yürüyerek Kunanbay’a doğru gidiyordu. Fakat iri yapılı, kır sakallı, bomboz suratlı Kunanbay’ın gözü bunlarda değildi. Arkalarından Azrail kovalar gibi at koşturan dört beş süvari obaya doğru geliyordu. Hepsi de şişman vücutlu olan atlılar varlıklı kodamanlara benziyordu. Bunlar, Kunanbay’ın önceden haber göndererek davet ettiği ve bugün beklediği kişiler olmalıydı. Gözü onların üzerindeydi.
Baytas ile Cumabay yaklaştığında Abay da babasının yanına kadar gelmişti. Üçü birden, her kafadan bir ses çıkarırcasına selam verdi. Kunanbay döndü, çabucak selamlaştı ve kısaca hâl hatır sordu. Oturduğu yerden kalkmadı. Oğlunu yanına da çağırmadı. Az bir süre Abay’ı süzdükten sonra:
– Oğlum, boyun uzamış, akıl baliğ olmuşsun efendim! Molla oldun mu? Bilgin de boyun gibi büyüdü mü, diye sordu. İstihza mıydı, şüphe miydi? Yoksa gerçekten bilmek mi istiyordu?
Çocuk, aklının yettiği günden bugüne kadar, eski püskü kışta güneşin durumuna bakan yaşlı sığırtmaç gibi babasının yüzüne baka baka, onu tanıyarak büyümüştü. Babası da bu oğlunun çok sezgili oluşunu diğer evlatlarından üstünlüğü sayardı. Abay, utanmayı, cevap vermemeyi bağışlamayan baba mizacını iyi biliyordu. O, sabırlı ve uysal görüntüsüyle:
– Şükürler olsun, baba, deyip biraz durdu ve “ders tamamlanmasa da, at geldikten sonra, hazretin iznini ve duasını alıp döndüm” dedi.
Aynen yetişkin bir adam gibi söylediği bu sözler çocuğun önceden hazırladığı cevabıydı…
Babasının yanında duranlar; Maybasar ile onun ulağıymış. Maybasar, Kunanbay’ın üvey annesinden doğan kardeşiydi. “Dört kumalı” akrabaların analarının birinden doğmuştu. Kunanbay bu yıl, kendisi Ağa Sultan6 olduktan sonra, Maybasar’ı Tobıktılara İdari Başçavuş tayin etmişti.
Maybasar Abay’ın cevabını beğenerek:
– Kendisi hepten ağırbaşlı olmuş, diyecek oldu, Kunanbay onun sözünü tamamlatmadan Abay’a:
– Git, annelerinin tarafına var, onlarla da selamlaş oğlum, dedi…
Abay’ın beklediği de buydu. Kendisini bekleyen, bütün hareketlerini uzaktan izleyen, kendi aralarında konuşup duran annelerine doğru döndüğünde, Abay yeniden kendi yaşına uygun sevinçli çocuk hâline bürünüverdi. Yorga Cumabay ise Abay’ın bugün kendisini nasıl korkuttuğunu anlatmaya başladı. Çocuk sabırsızlıkla öz annesine doğru yürüyüverdi. Cuma’nın hanımı, Kaliyka denen bir yengesi önden gelerek:
– Telğara! Kurbanın olayım Telğara! Cüsseli adam gibi delikanlı olmuşsun efendim, deyip boynundan sarıldı, yüzünden öptü. Başka bir yengesi, Izğuttı’nın hanımı Tobcan da öptü. Ondan sonra büyük kadınlar ve bu gruptaki büyük erkeklerin, ağabeylerin de bir kaçı öptü. Abay’ı gerçek çocuğa dönüştüren işte bu öpüşler idi. O, mahcup olup kızarmakla birlikte bu öpücüklerden kaçıp kurtulamadı. Ne karşı durabildi, ne uygun görebildi. Birçok büyük kadının gözleri yaş doldu, kimileri tutamadı, yanaklarından döküverdi…
Çaresiz sırasıyla önüne çıkan bütün büyüklerin kucağına girdikten sonra, sıyrılıp annesine doğru hızlandı. Abay’ın öz annesi Uljan ile ikinci annesi, güzel yüzlü Ayğız yan yana duruyordu.
Çocuk topluluğun arasından çıktığında yapmacık bir şekilde gülen Ayğız:
– Hay kötü kadınlar! Oğlumuzun yüzünde öpecek yer de bırakmamış, her yerine tükürük bulaştırmış efendim, dedi ve Abay’ı gözünden öptü.
Sıra öz annesine geldiğinde, o öpmedi. Sımsıkı sarılıp bağrına bastı ve alnından koklayıverdi. Abay’ın babasındaki serinlik çoktan beri annesinin de sevimli mizacı olmuştu. Çocuk bundan fazlasını beklemiyordu. Fakat anasının bağrına basışında Abay’ın yüreğini hızlı hızlı attıran başkaca büyük bir yakınlık hissedildi. Bu ana kucağıydı!.. Uljan oğlunu çok tutmadı:
– Ninene git, orada, diyerek, büyük evin kapısına doğru döndürüverdi. Yaşlı ninesi Zere, bastonuna dayanmış bir hâlde:
– Seni sünepe! Önce bana gelmedin de babana gittin ha! Seni sünepe, diyerek kızıyordu. Torunu kucağına geldiğinde ise “seni sünepenin” ardından alelacele “göz bebeğim, gösterişsiz kuzum… Abay’ım, canım…” diye dudağını titreterek ağlamaya başladı…
Ninesinin kucağında büründüğü ruh hâliyle büyük eve giren Abay, karanlık çökünceye kadar orada kaldı. Anneleri ona kâh kımız, kâh söğüşlenmiş soğuk et, kâh çay sunarak dayatıp verse de çocuğun boğazından bir lokma dahi geçmedi. Doğru dürüst bir şey de içmedi. Gün boyu çektiği açlığı unutmuş gibiydi.
Yemek verirken, alışkanlıkları olduğu üzere anneleri ve yengeleri çocuğa:
– Obayı özledin mi, en çok kimi özledin?
– Molla oldun mu?
– Okulu bitirdin mi, gibi soruları tekrar tekrar sordular. Abay başka sorulara doğru dürüst cevap vermedi. Sadece “kimi özledin” diye sorduklarında:
– Ospan nerede? O nerde dolaşıyor, diyerek kendi küçük kardeşini, afacan Ospan’ı birkaç defa sormuştu.
Uljan önce Abay’ın bu sorusunu cevapsız bırakmış, arkasından bir daha soruverince:
– E, dolaşıyor işte, akılsız sünepe! Bugün burada huzur bırakmadığı için, ninenle ikimiz kovup çıkardık, derken ninesini işaret etti.
Ninesi kendisiyle ilgili bir hususta konuşulduğunu görüp:
– Ne diyor? Ne diyorsunuz, işitmedim, dedi. Abay, Ospan’ın durumunu sorarak yüksek sesle konuştu:
– Nine, efendim! Bıldır böyle değildin… Kulağına ne oldu, niye işitmiyorsun, diye sordu. Herkesin ortasında otursa da mecburen yapayalnız kalarak soyutlanan ninesine acıdı, yanlamasına sarılarak dizinin üstüne uzandı.
Ninesi söyleneni anladı ve azıcık sesini yumuşatarak:
– Ey oğlum! Ninendeki kuru gövde de olmasa, ne endamı kaldı şu hayatta, dedi, kendisinin alıştığı derdine kederine yönelir oldu. Torunu onun bu içlenişine kıyamadı:
– Kendiliğinden iyileşir mi? Tedavi edilse nasıl olur, diye sordu.
Evdekiler de, ninesi de sadece boş boş güldü.
Yaşlı babaannesi gülerken “torununun keyfi kaçmasın” diye arzular gibi yaparak:
– Okuyup üflense, bazen açılıyor. Okuyup üflemek iyi geliyor, dedi… Ayğız durur mu? O da gülerek lafa karıştı:
– Okunup üflenecekse, şu oğlun molla olup geldi ya! Okutup üflet ona, dedi.
– Okuyup üflesin, okuyup üfleyiversin torunu.
– Biçare ihtiyarın gönlüne bu da bir destek yahu, diyen evdeki büyükler ve özellikle yengeler, Abay’dan içtenlikle bir şeyler umut eder gibiydiler.
Abay bu sözlere içten içe öfkelendi. “Okuyup üfleme, içimlik muska yazma ve kaside okumanın” halkın benimsediği türden mollalık alışkanlıkları olduğu doğruydu… Çocuk gönlüne çok iğrenç görünen falcılık, büyücülük gibi işlerle uğraşan baksıya eşdeğer mollalar ve hocalar da az değildi. Abay bunu hatırladı. Kendi durumunu hicveder gibi azıcık gülümsedi ve aniden doğrularak ninesinin başını ellerinin arasına aldı. Fısır fısır fısıldayarak artarda bir şeyler söyledi. Oradakiler alabildiğine esnemeye başlarken “başına dualar okuyor” diye söyleştiler. Bunun üzerine Abay, tecrübeli bir molla gibi diz çöktü, yüzünü astı, ellerini kaldırdı:
“Yüzü gül, gözü mücevher, Hem yakut gibi, lebi ahmer 7,Hem gerdanı kardan, bihter 8,Kaşınız kudret, bileği inceler…”Diyerek, kimsenin anlamadığı şiiri yüksek sesle okudu, söyleyiş tarzını da “Tebâreke” suresini okuyan mollalar gibi uzattıkça uzattı:
“Sizinle karşılaşsa bir kez yiğitler,Seyre dalarlar, kendinden geçer.Gider kuvveti, yumulur gözlerNiye felç gibi, tutmaz olur dizler?”Diyerek yaklaştı. Gözünü yumup dudaklarını kımıldatarak ninesinin kulağını açtı ve “pü-üf” deyiverdi. Bu, kendisinin bu yıl ilkbaharda Nevaî ve Fuzulî’yi okuduğu günlerde yazdığı bir şiirdi. Oturanlar daha hâlâ rehavet içindeydi. “Hakikaten dua okudu” diyenler, şüphe duyanlardan daha çok idi. Çocuk onların hâlini bildiğinden, dalga geçer gibi aldatıverdikten sonra, sesini netleştirip sertleştirmeye başladı. Tekrar gözünü yumup, suratını asıp, Kur’an okuyan molla gibi, ileri geri sendeleyerek:
“Uçan boz serçe sığınır inanarak,Basarsın ayağını sıkılaştırarak,Yaşlı ninem işitmez, inanıversin,Vereyim şiirimi içten şifalayarak.”Deyip yaklaştı ve tekrar “pü-f-f” deyiverdi. Evdekiler şimdi anlamıştı ve şamatayla gülüştüler. Son şiir sırasında söyleneni duyabilen ninesi de torununun niyetini anlamıştı. Ses çıkarmadı, mutlulukla gülümsedi ve torununun başını kaldırıp arkaya iterek alnından kokladı…
Abay gülmüyor, dalga geçer gibi bakıyordu. Ninesine yapışırcasına yaklaştı:
– Nasıl, kulağın açıldı mı, diye sordu. Ninesi:
– E, iyi oldu. Umutların gerçek olsun oğlum, diyerek teşekkür etti…
Büyükler çocuğun bu mizacına bir şaştı, bir güldü, nihayet hayran kaldılar. Herkesin gözü kendisine dikilince kara simalı çocuk mahcup oldu, yüzü kızardı. Lakin gözünde şimşek gibi yanan ateş fark edilebiliyordu. Uljan’ın bu çocuğunda, diğer çocuklarının çehresinden başkaca bir ihtiras ve şuur ateşi var gibiydi.
Uljan, sevimli olmakla birlikte tenkitçi bir anaydı. Oğlunun deminki mizacını bir süre düşünerek oturdu. Bu yıl boy atan oğlu, mizacı bakımından da olgunlaşmış gibiydi. Uljan herkesle birlikte gülmemişti. Oğluna dikkatle baktı, önce bir “hah!” etti:
– Oğlum efendim! “Şehirden mollalık getireceksin” diye düşünürken, hısımlarına mı çektin sen, diye iğneledi.
Bu söz, büyüklerin hepsi için çok manidar idi. Deminki muzip çocuğun mizacını tam olarak ortaya koyar gibiydi, evdeki kalabalığı tekrar güldürüverdi. Uljan’ın kimi kastettiğini anlayanlar:
– Tabii, sivri dilli!
– Biytan, Şiytan9!
– Tonteke’nin yeğeniyim diyor yahu, diyerek Abay’ın akrabasını andılar. Oradakilerin aklına, Tontay’ın, ölüm döşeğindeyken “iyileşe iyileşe ayıp oldu hocaya mollaya, artık ölmezsek olmaz bu kadarı da” dediği de gelmişti. Abay:
– Anacığım! Şimdi baksı ya da büyücü kılığına bürünerek kuzu kürkü toplayacağıma, Tonteke’ye benzesem daha iyi olmaz mı? Ha” diyerek kendini savundu.
– Tamam, o hâlde! Olgunlaşmışsın oğlum, dedi annesi de.
Tam o anda Maybasar’ın ulağı girdi içeriye. Bu, demin, akşamüstü Kunanbay’ın yanında duran kaba sakallı, kara benizli Kamısbay idi:
– Abay! İki gözüm, baban seni çağırıyor, dedi.
Evdekiler ses çıkarmadı. Abay, deminden beri ortaya koyduğu serbest, hareketli, çocukça mizacından sıyrıldı, kendisini toparladı. Sessizce oradan çıktı ve babasının oturduğu eve geldi…
Konukevi annelerinin evi gibi değildi, içi dışından da soğuk, sessizdi. Abay daha eşikten girerken, yüksek sesle, belirgin bir şekilde evde oturan büyüklere selam verdi. Büyükler de onun selamını sesli olarak aldı. İçeride çok adam yoktu: Kunanbay ile Maybasar ve Cumabay’dan başka, Tobıktı soyunun bu bölgedeki tanınmış büyüklerinden Baysal, Böjey, Karatay ve Süyindik vardı. Yine bunların yanına ilişen genç arkadaşı, Baysal’ın torun kardeşi, delikanlı Jiyrenşe vardı. Yaşı Abay’dan biraz büyük olsa da yaşıtıymış gibi dostça ilişki içindeydi.
Babasının az önceki akşamüstü konukevinin önünde beklediği kişiler bu büyüklerdi. Abay’ın çocukluğundan beri sezdiği bir hâl; babasının böyle kişilerle, özellikle tam da bu dört beş kişiyle, bir araya gelmesinin bölgede başlanacak büyük ve münferit bir işe işaret etmesiydi. Babası bunları kıdemleri dolayısıyla özel olarak çağırtmış gibiydi.
Bundan önce Abay, bu tür konuşmalara ne karışmış ne de bu konuşmaları dinlemişti. Bugün ilk defa özel olarak içeri alınıyordu. Bir an Abay, “bana bir şey mi diyecekler” diye düşündü ve etrafına bakındı. Fakat bu düşüncesini haklı çıkaracak hiçbir işaret bulamadı…
Abay gelip oturur oturmaz bu büyükler, ondan şehrin vaziyetini, kendisinin eğitim durumunu ve sağlığını sordu. Diğer büyükler içinde Abay’a özellikle ilgi gösteren kişi, hatip olan, parlak yüzlü Karatay idi. O, Abay’a bakarak Kunanbay’ın diğer çocuklarını da hatırlattı:
– Bu Iskak bir hârikulâde! Becerikli ve bir başka türlü uyanık sümsük, dedi.
– O evvelki hanımı Künke’nin elindeki mi, diye lafa karışan Böjey “doğru, rüzgâr gibidir” diyerek Karatay’ı tasdik etti.
– Evet! Doğru efendim, o ateşlidir, diyen Baysal da onların sözüne katıldı. Zikzak çizerek yapılan bütün bu konuşmalar esasında Kunanbay’a iltifattı.
Ses vermeden, boğazı düğümlenmiş gibi, beti benzi atmış hâlde oturan Kunanbay o sözlerden pek etkilenmiş değildi. Bilakis, orada olmayan oğlu hakkında yapılan övgüleri ters görmüş gibi başını çevirip Abay’a bakarak:
– Ondan her ne beklentiniz varsa, bu kötü karadan da umsanıza, dedi.
Karatay, Kunanbay’ın bu oğlunu buraya çağırtacağını ve az önceki gibi yaparak bunlara tanıtacağını başkalarından önce anlamıştı. O, tecrübesiyle yumuşak başlılığa yönelerek Kunanbay’ın deminki simasına bürünüp Abay’ı anlatmaya başladı. Böjey ve Baysal’a bakarak:
– Sizler bunu sünnet ettirdiğinizde ne dediğini işitmiş miydiniz, diye sordu ve biraz güldü. Abay kendisinin çocukluktaki sığ davranışlarından birini böyle soğuk görünüşlü büyüklerin önüne sürmekte olan Karatay’ın yaptığından hiç memnun değildi. Utandı, sıkıntılanmaya başladı. Fakat durduracak gücü yoktu. Sonunda, yapabildiği; o çocuk kendisi değilmiş gibi sessizce donup kalmak oldu.
Karatay gülerek:
– Sünnet edildiğinde, zorlanarak ağlamış ve “ey Allah’ım, bu zulmü çektireceğine, niye kız olarak yaratmadın ki” demişti. O zaman annesi “ey akılsız oğlum, kız olsan çocuk doğurmaz mıydın, ondan da mı zor oldu ki” diye sorunca, bu, “eyvah, bir de bu mu vardı” demiş ve ağlamayı bırakıp, dişini sıkmıştı, dedi. Nihayet gülmeye başlayan diğer büyüklerle birlikte katıla katıla güldü.
Kunanbay bu sözleri işitmemiş gibi hiçbir tepki göstermedi. Onunla Baysal’ın yüzüne bakınca bunun gibi konuşmaların çok uzamayacağı anlaşılıyordu. Abay için uygun olan da buydu. Yoksa büyük adam gibi aralarına çağırıp, sonra da, ahmak çocuk yerine koyarak kendisine gülüşmelerinden memnun kalmayı düşünmüyordu…
Bu arada Ospan içeri girdi. Abay’ın küçük kardeşi! Obaya geldiğinden beri sorsa da göremediği, yaramaz olan, ele avuca sığmayan kardeşi.
O da selam vermeyi unutmadı. Fakat babası ile başka hiç kimseye bakmadan dosdoğru gelip Abay’ı kucakladı. En sevdiği akrabası; ağabeyi Abay idi. İkisinin arasında beş altı yaş fark vardı. Ospan gelince, o da kucağını açmış, yüzünden öpmüştü. Büyükler, bunların yeni görüştüğünü anlayarak hâllerini anlayışla karşıladı. Fakat sadece bir dakika sonra Ospan kendisinin haşarılığını göstererek itibarlı durumundan uzaklaşmaya başladı. Dizüstü oturan ağabeyinin boynuna sarıldı, kendine doğru çekti ve “neredeydin” diye soran Abay’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Söylediği sözler çok kötü ve ayıp sözlerdi. Bu sözleri, yandaki evde oturan ağabeyi Takejan’dan öğrenmişti. Özlediği ağabeyiyle ilk konuşması işte böyleydi.
Abay iğrenerek kulağını uzaklaştırdı:
– Of, ne diyorsun, deyiverdi. Ospan can havliyle atılıp tekrar sarıldı ve babasının tarafını göstererek:
– Söyleme, söyleme diyorum ona! Ona söyleme, dedi. Abay’ın ağzını açmasına fırsat vermeden sırtüstü yıkıverdi.
Abay bir yandan zoraki gülerken öte yandan mahcubiyet içinde kendisini toparlamaya çalışıyordu. İri vücutlu, bileği kuvvetli Ospan ondan önce ayağa kalktı ve bir daha sırtüstü yıktı. Bu da yetmezmiş gibi çabucak Abay’ın döşünü açtı, cebine sakladığı salyalı sert bir şeyi çıkararak onun çıplak göğsüne sürtüp attı. Abay iğrenerek Ospan’ın elinden kurtulmaya çalışıyordu…
Şu haşarı çocuk, büyük kişi gibi oturan öğrenciyi bir anda küçük çocuk gibi tartıştırıp çatıştırıvermişti.