
Полная версия
Özbek Edebiyatı Yazıları
Rusya’nın Türk yurtlarındaki bu uygulamaları, 1917 Bolşevik Ekim devriminden sonra Sovyet döneminde de eskisinden daha şiddetli bir şekilde devam etmiştir. Türkistan Türkleri, Sovyet döneminde ise “Komünistleştirilerek Ruslaştırılmak” istenmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulamalar, bugün Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek, Karakalpak, Uygur, Nogay, Tatar, Başkurt dediğimiz Türkistan Türkleri arasında Rusya’ya karşı haklı tepkilere sebep olmuştur. Bağımsızlığını kaybeden, ekonomik olarak sefalete mahkûm edilen ve aynı zamanda millî ve dinî inanç ve değerleri aşağılanan Türkistan Türkleri, sadece 1870-1917 yılları arasında, bu uygulama ve sömürgecilik politikalarına karşı üç yüzden fazla isyan hareketi başlatmıştır. Bütün bu isyan hareketleri, “Dükçi İşan” isyanı gibi kanlı bir şekilde bastırılmış, milyonlarca Müslüman Türkistan Türkü, bu isyan hareketleri sırasında hayatını kaybetmiştir. Sadece 1916 yılında meydana gelen isyan sırasında hayatını kaybeden insan sayısının bir milyondan fazla olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde 1918 yılında başlayan ve 1932 yılına kadar aralıklarla devam eden ve kısa bir süre Türkiye’den giden Enver Paşa’nın da liderlik ettiği “Korbaşı İstiklâl Hareketi” (Basmacılık Hareketi) sırasında yüzlerce köy, kasaba ve şehir ateşe verilmiş, iki milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, bütün Türkistan cehenneme çevrilmiştir. Çolpan, 1921 yılında yazdığı “Yangın” şiirinde Türkistan’ın bu hâlini şu mısralarda dile getiriyor:
“Şunday kette bir ölkede yanmagen,Yıkılmagen, talanmagen üy yokmı?Bir köz yokmı kanlı yaşı tammagen,Bütün köŋil ümidsizmi, sınıkmı?”Aynı yıllarda Türkiye’de de istiklâl mücadelesi verildiğini, yani Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğünün aynı zaman dilimi içinde aynı kaderi paylaştığını da göz önünde bulundurmak lâzımdır.
Böyle bir dünyaya gözlerini açan ve kurşuna dizildiği 1938 yılına kadar ülkesi Türkistan’ın istiklâl ve hürriyeti için mücadele eden ve bütün eserlerinde istiklâl ve hürriyet fikrini terennüm eden şair Çolpan’ın babası, kumaş ticareti yapan ve çevresinde aydın bir şahsiyet olarak tanınan Süleymankul Molla Muhammed Yunusoğlu’dur. Medrese eğitimi görmüş, mürettep divan sahibi babasının da sanat ve edebiyatla ilgilenmesi ve evinde şair ve yazarları misafir etmesi gibi hususlar, Çolpan’ın da şair olarak yetişmesinde birinci derecede etkili olmuştur.
Süleymankul, oğlunun, bütün Türk dünyası ile beraber Türkistan’da da gittikçe güçlenen Ceditçilik hareketinin tesiriyle çok iyi bir eğitim görmesini ister. Çolpan, önce Andican ve Taşkent medreselerinde eğitim görür. Bu medreselerde Fuzûlî, Nevâyi, Mevlânâ, Sa’dî, Hâfız, Ömer Hayyam gibi Türk ve Fars klasik şairlerinin eserlerini okur. Aynı zamanda Andican’daki Rus okuluna da devam eder. Burada çok iyi derecede Rusça ve İngilizce öğrenir. Çok iyi bir medrese eğitimi almış olan Çolpan, böylece genç yaşta Doğu ve Batı kültürlerini kendi asıl kaynaklarından öğrenir. Çolpan, yine bu dönemde hiç Türkiye’ye gelmemesine rağmen Türkiye Türkçesini de öğrenir, Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi yenileşme devri Türk şair yazarlarının eserlerini okumaya ve Servet-i Fünûn gibi sanat ve edebiyat dergilerini takip etmeye başlar. Bu arada kendisi de “Aşk” adlı şiiri gibi bazı eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazar.
İsmail Gaspıralı’nın Türkistan’da hızla yayılan Ceditçi fikirleri, Müftü Mamudhoca Behbûdî, Münevver Kaarî, Abdullah Avlânî, Abdurrauf Fıtrat, Hamza Hekimzade Niyazi, Abdullah Kâdirî gibi yenilikçi şair ve yazarlar gibi Çolpan’ı da etkiler. Bu şair ve yazarlar şiir, roman, tiyatro eserlerinde ve gazetelerdeki yazılarında, Rusya’nın işgali altındaki Türkistan’ın istiklâline kavuşması, kendi kaderine kendisinin hükmetmesi, cehalet ve sömürülmekten kurtarılması, ekonomik kaynaklarını kendisinin kullanabilmesi ve zenginleşmesi, millî ve dinî değerlere sahip çıkılması, Cedit mektepleri gibi yeni açılan okullarda çağın gerektirdiği yeni bilgilerin öğretilmesi, millî tarih ve millî dile sahip çıkılması, Türkiye ve diğer Türk yurtlarıyla ilişkilerin geliştirilmesi gibi bugün de önemini koruyan konuları işlerler.
Çolpan, 1917-1918 yıllarında Orenburg’da Başkurdistan Millî Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeki Velidî Togan’ın sekreteri olarak çalışır. Aynı dönemde toplanan istiklâl kurultayına katılır. Bütün Türkistan temsilcilerinin katıldığı bu kurultay, 27 Kasım 1917 günü Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilân etmiş, ancak bu cumhuriyet üç ay sonra, 1918 yılı Şubat ayında başkent Hokand şehrinin kızılordu tarafından top ateşine tutularak on binden fazla insanın bir gecede öldürülmesi suretiyle yıkılmıştır. Bunun üzerine bütün Türkistan’da “Korbaşı Hareketi” adı verilen ve bütün Türkistan’a yayılan büyük isyan hareketi başlamıştır. 1932 yılına kadar süren ve Enver Paşa ile beraber birçok Osmanlı subayının da içinde yer aldıkları bu isyan sırasında Türkistan âdeta yerle bir edilmiş, yıkılmadık köy ve şehir kalmamıştır. Çolpan, bu isyan sırasında yaralananların tedavi edildiği Kızılay sahra hasta-hanelerinde gönüllü olarak çalışmıştır.
Çolpan, bu istiklâl ve hürriyet mücadelesinin devam ettiği 1920-1922 yıllarında Türkistan’ın yakılıp yıkılmasından duyduğu üzüntüyü, istiklâl ve hürriyet fikirlerini “Gözel Türkistan”, “Köŋil”, “Yangın”, “Buzılgen Ölkege”, “Men ve Başkalar”, “Emelniŋ Ölimi”,“Küz”, “Kozğalış” gibi yeni Türkistan şiirinin en lirik eserleri olarak kabul edilen şiirlerinde terennüm etmiştir. Onun bu yıllarda yazdığı şiirleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra edebiyat ders kitaplarına alınmış, yeni yetişen Özbek gençleri için millî heyecan ve şuur kaynağı olmuştur.
Çolpan, eserlerinde, Türkistan’la beraber diğer Türk yurtlarının meselelerine de yer vermiş, bilhassa şiirlerinde, Türk dünyasının 1920’li yılların başlarında içinde bulunduğu vahim durum ve bu arada Türkiye’deki Millî Mücadele/İstiklâl Harbi ile ilgili duygu ve düşüncelerini “Tufan” şiirinde olduğu gibi heyecanla terennüm etmiştir. Aynı şekilde Talat Paşa’nın Berlin’de, Cemal Paşa’nın Tiflis’te, Enver Paşa’nın da bugün Tacikistan sınırları içinde yer alan Belcivan’da Ermeniler tarafından şehit edilmesinden duyduğu üzüntüyü de “Belcivan” adlı şiirinde ifade etmiştir.
1913 yılından itibaren yazdığı şiirlerinde “Mirzakalender”, “Andicanlik” ve “Çolpan”(Tan Yıldızı) imzalarını kullanan şair, millî “Korbaşı Hareketi”nin kızılordu tarafından kontrol altına alınıp ve nihayet tamamen tasfiye edildiği yıllarda, kendini tamamen sanat faaliyetlerine vermiştir. Önce gazete ve dergilerde, sonra kitap hâlinde yayımlanan şiirlerini “Uyganış”(1922), “Bulaklar”(1924) ve “Tan Sırları”(1926) adlı eserlerinde toplamıştır.
Çolpan, Türkistan Özbek şiirine yepyeni, tabiî ve lirik bir duyuş tarzı getiren bu eserleriyle, 20. yüzyılda eser veren Sovyet şairleri de dâhil olmak üzere bütün Özbek şair ve yazarlarını etkilemiştir. Onun bu etkisi, günümüz Özbek edebiyatında eserler veren genç şairler üzerinde hâlâ tesirini devam ettirmektedir. Çolpan’ın millî sembolizmin örnekleri olarak kabul edilen eserleri, aynı zamanda dönemin sosyalist proleter edebiyat taraftarları ile Marksist eleştirmenlerin de şiddetli tepkisini çeker. Gazete ve dergilerde aleyhinde şiddetli tenkit yazıları yayımlanır. Bu eserlerinden dolayı Çolpan, “millî burjuvaziye hizmet etmek, milletçilik(milliyetçilik) yapmak, Sovyet sistemine ve millî ve dinî değerleri inkâr eden sovyet ideolojisine itibar etmemek”le suçlanır.
Bilhassa 1927 yılından itibaren hakkındaki suçlamalar artar. Devamlı gözaltında bulundurulur, birkaç defa kısa süreli olmak üzere hapsedilir, böylece kendisine gözdağı verilmek istenir. Şiir yazması yasaklanır. Kendisine hiçbir yerde iş verilmez, âdeta açlığa mahkûm edilir. Kısa sürelerle liselerde edebiyat öğretmeni olarak çalışır. Tercüme faaliyetlerinden kazandığı para ile hayatını sürdürmeye çalışır. Bu dönemde Shakespeare’in “Hamlet”ini, meşhur Rus şairi Puşkin’in “Dubrovski” adlı manzumesi ile “Boris Godunov” adlı tiyatro eserini, Maksim Gorki’nin “Ana” adlı romanını Özbek Türkçesine tercüme eder. Yine bu sıkıntılı dönemde, duygu ve hayallerinden çok etkilendiği büyük Hint şairi Rabindranat Tagor’u da ilk defa Tükistan’da tanıtır.
Çolpan, 1930’lu yıllarda birçok defa sorguya çekilir. 1932 yılında Rus Sovyet yazarı Maksim Gorki’nin başkanlığında toplanan I. Sovyetler Birliği Yazarlar Kurultayında ilân edilen karar gereği sovyet ideolojisine ve Komünist Partisine hizmet etmeyen hiçbir eser, edebiyat eseri sayılmaz ve yayımlanmaz. Bu tür eserlerin sahibi olan şair ve yazarlar da “halk düşmanı” (vatan haini) ilân edilirler. Gazete ve dergilerde, bu sanatkârları aşağılamak ve halkın gözünden düşürmek maksadıyla kampanya başlatılır. Tutuklamalar başlar. Çolpan da 1934’de açık bir şekilde Özbek milliyetçiliği yapmak ve Özbek halkının sovyetleştirilmesine engel olmak suçundan dolayı tutuklanır. Bir süre sonra serbest bırakılır. Tüm baskı ve tehditlere rağmen fikirlerinden taviz vermez, haysiyet sahibi bir şair olduğunu gösterir. Nihayet 13 Haziran 1937 tarihinde “Millî İttihad” adında, Sovyet inkılâbına karşı gizli bir teşkilâtın üyesi olmak suçundan dolayı yeniden tutuklanır. On altı ay devam eden tutukluluğu sırasında, sovyet ideolojisini benimsemedikleri için tutuklanan Abdurrauf Fıtrat, Abdullah Kâdirî, Atacan Hâşim, Gazi Âlim Yunusoğlu gibi millî şair ve yazarlarla birlikte çok ağır hakaret ve işkencelere maruz kalır.
Sorgulamalar sırasında, Millî İttihad teşkilâtına üye olmak ve sovyet rejimi aleyhinde faaliyetlerde bulunmak, Türkistan’ın istiklâli için savaşmak, Korbaşı/Basmacı millî istiklâl hareketini desteklemek, Sovyet hükûmetini aldatmak, Türkperestlik (Türkçülük) teşkilâtının liderleri kabul edilen Feyzullah Hocayev ve Turar Rıskulov’un çevresinde faaliyetlerde bulunmak, şiirlerinde Sovyet ihtilâline karşı milliyetçiliği methederek göklere çıkarmak, sovyet rejimini yıkmak üzere dış güçlerle işbirliği yapmak ve gençlere milliyetçilik ruhu aşılamakla suçlanır.
Ve nihayet tam yetmiş beş yıl önce, 1938 yılı Ekim ayının 4’ünü 5’ine bağlayan gece, Taşkent hapishanesinin avlu kapısından çıkan kapalı kamyonlar, toprak yolun geceden daha karanlık toz bulutu içinde şehrin kuzey-doğusuna doğru homurdanarak yol alırlar. Kimleri, nereye, niçin götürdükleri bilinmeyen bu kamyonlar, saatlerce yol aldıktan sonra, nihayet köpek ulumaları arasında bir köyün çıkışından kıvrılarak bir tepeye tırmanır. Burası harman yeri gibi düzlük bir yerdir. Vakitse, gece yarısını çoktan geçmiştir. Halka hâlinde sıralanan kamyonların ışıkları ortadaki meydanı gündüz gibi aydınlatmaktadır. Ardından, kaç kişi oldukları bugün bile meçhul olan paçavralar içindeki, dayak ve işkenceden çökmüş, ölmekten beter hâle getirilmiş bir bölük talihsiz adam kamyonlardan indirilir.
Kamyonların ışığı altında hakaretlerle meydanın ortasına sürüklenen bu talihsiz insanlara ellerine tutuşturulan kazma-küreklerle birer çukur açmaları emredilir. Tutuklandıkları tarihten iki yıl sonra ilk defa zindan dışına çıkarılan bu insanlar, vatanları Türkistan’ın “musaffâ, begubâr” serin havasını teneffüs ederek kendilerine verilen emri yerine getirirler. Peki, ya sonra? Sonra hepsi birden açtıkları çukurların başında diz çöktürülür. Ve ardından hepsinin ensesine birer kızıl kurşun sıkılır. Gecenin ağarmaya yüz tuttuğu sırada gözlerdeki “çolpan” parıltıları söner ve iki yıldan beri Taşkent zindanlarında, Özbeklerin ifadesiyle “it körmegen azablarnı çekgen”, yorgun, bitkin, ölmeden öldürülmüş, çürütülmüş olan bedenler birer birer vatan toprağına karışır. Ve aynı gün öğle saatlerinde toplanan âdil(!) sovyet mahkemesi, geceden beri çoktan soğumuş olan bu bedenleri idama mahkûm eder.
Kızıl kurşunların katlettiği bu talihsizler, Türk oldukları için, ısrarla Türk olduklarını söyledikleri için, Türk milletini sevdikleri için, Türkçe duyup, Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe yazıp Türklük bilimine hizmet ettikleri için, Türkistan’ın Türk yurdu olduğunu söyledikleri için, Uluğbey’in, Nevâyi’nin torunları oldukları için, hür ve müstakil bir Türkistan’ı hayal ettikleri için, Allahsızlaşmayı, ahlâksızlaşmayı, ruslaşmayı, sovyetleşmeyi, sömürülmeyi, Lenin’in peygamber, Stalin’in dâhi olduklarını kabule yanaşmadıkları için “halk düşmanı” ve “vatan haini” ilân edilerek kurşuna dizilen Türkistan ziyalılarıdır.
Türkistan’ın ruhu ve sızlayan vicdanı olan bu talihsizler, şair, yazar, gazeteci, edebiyat tarihçisi, dil profesörü, fikir ve devlet adamı Abdurrauf Fıtrat, şair ve yazar Abdülhamid Süleyman Çolpan, Aybek, Âdil Yakuboğlu ve Cengiz Aytmatov’un üstat olarak hürmetle yâd ettikleri roman ve hikâyeci Abdullah Kâdirî, dil profesörü Gazi Âlim Yunusoğlu, edebiyat tarihçisi Atacan Hâşim ve daha kim bilir kimler!..
Bu feci hadiseden önce, tutuklama sırasında Çolpan ve diğer bütün tutuklananların ev ve eşyaları müsadere edilmiş, eğitim çağındaki çocukları “halk düşmanı”nın evlâdı olmak suçundan dolayı okudukları okullarından atılmış, kurşuna dizildikten sonra aileleri Türkistan dışına sürgün edilmiş, tutukluların ise hapse mahkûm edilerek Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderildikleri söylenmiş ve ailelerine hiçbir zaman idam edildiklerine dair bir bilgi verilmemiştir. Aileleri, 1960’lı yılların ortalarına kadar hep onların Sibirya kamplarından dönüşünü beklemiştir. Bundan başka bu şair ve yazarların bütün eser ve fotoğraflarına da tutuklandıkları sırada el konulmuş, kütüphanelerdeki kitapları toplatılmış, hatta aleyhinde konuşmak maksadıyla bile olsa isimlerini telâffuz etmek yasaklanmış, isimleri antoloji ve edebiyat kitaplarından çıkarılmış, âdeta hiç yaşamamış sayılmışlardır. Bu müsadere ve imha sırasında Çolpan’ın son yıllarda yazıp yayımlayamadığı şiirleri ve “Keçe ve Kündüz” adlı romanının “Kündüz” kısmı da imha edilmiştir. Nitekim 1937’den sonra hazırlanan edebiyat tarihlerinde, bu yazar ve şairler hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.
Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde kısmî serbestlik dönemi başlamış, buna bağlı olarak 1957 yılında, Çolpan’la birlikte tasfiye edilen bu millî aydınların masum oldukları devlet tarafından kabul edilmiş, itibarları iade edilmiş, eserleri üzerindeki yasak kararı da kaldırılmıştır. Buna rağmen Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı 1980’li yıllara kadar söz konusu eserlerin yeniden yayımlanması ve üzerinde araştırma yapılması hakkındaki yasak otuz yıl daha devam etmiştir.
Özbekistan bağımsız olduktan sonra, 1991 yılında, Çolpan’ın bulunabilen şiirleri, yarısı kurtulabilen “Keçe ve Kündüz” adlı romanı ve tiyatro eserleri, “Yene Aldım Sazımnı”(Yine Aldım Sazımı) adıyla yeniden yayımlanabilmiş; Çolpan, Alişîr Nevâyi Özbekistan Devlet Ödülü ve “Müstakillik” madalyasına lâyık görülmüştür. Yine bağımsızlık döneminde “İstiklâl Kahramanları” ve “İstiklâl Fedaileri” ilân edilen Çolpan ve onunla beraber tasfiye edilen millî aydınların eserleri edebiyat ders kitaplarına dâhil edilmiş, edebiyat tarihlerinde ve diğer bütün eserlerde bunlar ve eserleri hakkında araştırma ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Bu arada, Çolpan’ın bağımsızlık ve vatan sevgisini terennüm ettiği “Gözel Türkistan”, “Kişen”, “Kozğalış” gibi şiirleri bestelenerek geniş halk kitleleri tarafından millî marş gibi heyecanla okunmuştur. Bugün Özbekistan’da birçok sokak, cadde, mahalle, kütüphane ve okul Çolpan’ın adını taşımaktadır.
(2016)
Bir Şairin Hazin Hikâyesi:
ÖZBEK ŞAİR OSMAN NÂSIR’IN HAYATI
Osman Nâsır, sovyet imparatorluğunun kurşuna dizerek, zindanlarda ve Sibirya’daki çalışma kamplarında çürüterek mahvettiği sayısı meçhûl Türkistanlıdan sadece birisidir. Eski rejimin “halk düşmanı” sayarak ölümle cezalandırdığı bu insanlar, son on beş-yirmi yıldan beri, Özbekistan’da olduğu gibi bütün Türk yurtlarında “istiklâl fidâiyleri”, “istiklâl kahramanları” olarak tebcil edilmektedirler. Bugün, millî şuuru temsil ettikleri için hayat hakları gaspedilen ve hemen hepsi toplumlarının aydın sınıfını oluşturan bu talihsiz insanların feci âkıbetleri hakkında eserler neşredilmektedir. Böylece Türk toplulukları, çok uzun bir ayrılıktan sonra nihayet kendi öz evlâtlarıyla kucaklaşabilmekte, onların adına istiklâl panteonları inşa ederek Rus olmadıklarını, ruslaşmadıklarını ve asla ruslaşmayacaklarını haykırmaktadır. Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takım Adaları’nda, sadece Ruslar için gözyaşı dökmüştü; Türk toplulukları da şimdi kendi evlâtlarının yasını tutmaktadır.
Bu yazıda, Özbek şair Osman Nâsır’ın sadece hayat hikâyesi tespit edilecektir. Şairin KGB arşivinde bulunan dosyası, Özbek araştırmacı Prof. Dr. Naim Kerimov tarafından Sovyet imparatorluğunun dağılmasından hemen sonra, 1994 yılında bir ibret belgesi olarak yayımlanmıştır. Söz konusu dosya, bu yazının da esasını oluşturmaktadır. Şiir, destan ve tiyatro türlerinde yazdığı telif eserleri ve Rus edebiyatından yaptığı tercümeleriyle genç yaşında çok geniş bir şöhretin sahibi olan şairden bugüne kadar Türkiye’de hiç bahsedilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Özbek şiirinin yaşayan temsilcilerinden Abdullah Âripov, samimi bir imanla bağlanıp hizmet ettiği sovyet rejimi tarafından gencecik yaşında susturulan Özbek Türkçesinin bu yeni ve güçlü sesini, “ulu şiir sanatının gözlerinden süzülen şebnem, kahkahaya dönüşemeden dudaklarımızda ebediyyen donup kalan yarı tebessüm” olarak tarif etmektedir. Şair Osman Nâsır’ın hikâyesi, henüz tanımaya başladığımız sovyet rejiminin karanlık yüzünü biraz aydınlatması bakımından da önemlidir.
Ailesi, çocukluğu ve öğrenim hayatı
Özbek sovyet edebiyatının ikinci nesil şairlerinden olan Osman Nâsır’ın bugünkü Özbekistan’ın Fergana vadisindeki şehirlerinden Namangen’de, Çukurköçe mahallesinde 1912 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Şairden bahseden kaynaklar, fakir bir çiftçi olan babası Memethoca’nın, Osman Nâsır henüz dört yaşlarındayken 1916 yılında vefat ettiğini haber vermektedir. Annesi, babasının vefatından kısa bir süre sonra, çırçır fabrikasında işçi olarak çalışan Nâsırhoca Mâsadıkov ile evlenir. Osman Nâsır, yedi-sekiz yaşlarından itibaren halk koşuklarını, efsane ve masalları öğrenir, Özbek şairlerinin şiirlerini okur, annesinden halk hikâyeleri dinler. Aile, 1921 yılında Hokand’a taşınır.
Osman Nâsır 1921 yılında, Polatcan Kayumov’un 1918 yılında açtığı Yeŋi Hayat mektebine kaydolur ve çok kısa süre içerisinde de okuyup yazmaya başlar, sınıfının önde gelen öğrencilerinden biri olur. Sol eliyle yazdığı için öğrenciler de, öğretmenler de ona “Çapakay” adını takarlar. Ancak ailedeki huzursuzluk, Osman Nâsır’ın mektebe düzenli bir şekilde devam etmesine imkân vermez. Üvey babasının razı olmaması üzerine bu mektebin dördüncü sınıfından ayrılır. Artık hemen her gün evde hakaret işitmekte, dayak yemektedir. Sonunda evden kovulunca, bir süre sağda solda sığıntı olarak yaşamak zorunda kalır.
Osman Nâsır, daha sonra yetim çocuklar için açılan Darüşşafaka adlı mektepte yatılı olarak okumaya başlar. Bu mektepte derslerin bir kısmı Rusça olarak okutulmaktadır. Kısa sürede Rusça öğrenerek Rus ve Özbek öğretmenlerin dikkatini çeker. Öğretmenlerinin yardımıyla Özbek ve Rus yazarların eserlerini durmadan okur. Osman Nâsır’ın okuduğu yıllarda yetimhanede Sanayi-i Nefîse adlı bir de sanat klübü kurulur. Burada, öğrencilere yeni şarkılar öğretilir. Coğrafya derslerini, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslara esir düşmüş Suphi Efendi adlı eski bir Türk zâbit okutmaktadır. Suphi Efendi, derslerin dışında öğrencilere, diğer Türkçe şarkılarla birlikte “Türk elinin dağı taşı ağlıyor”, diye başlayan bir şarkı öğretir, Türk-İngiliz savaşı, Türk kumandanları, Türk sanatı ve edebiyatı hakkında konuşmalar yapar. Öğrenciler tarafından diğer öğretmenlere nazaran daha çok sevilen birisidir. Ancak dışarıda kendisine anarşist gözüyle bakıldığı için hakkında sık sık dedikodular çıkarılır.
Osman Nâsır, mektebin ikinci kısmında okurken diğer derslere göre edebiyata daha çok ilgi göstermeye başlar. Sanayi-i Nefîse’nin faaliyetlerine iştirak eder. 1927 yılında komsomol (Sovyetler Birliği Leninist Komünist Gençlik Teşkilâtı) üyesi olur. Aynı yıl şiirler yazmaya başlar. Bu yıllarda Hokand’da bulunan şairler zaman zaman mektebe davet edilir, öğrencilerle edebî sohbetlerde bulunurlar. Meşhur şair Hamza Hekimzâde Niyazî de birkaç defa mektebe gelerek Ekim ihtilâli hakkında yazdığı şiirlerini okur. Osman Nâsır, bu sohbetlerden birinde, kendi şiirlerini Hamza’ya gösterir, şairin takdirini kazanır. Hokand’daki mekteplerde düzenlenen çeşitli toplantılarda şiirlerini okudukça şair olarak şöhret kazanmaya başlar. Mektepte çıkarılan Bizniŋ Közgü adlı duvar gazetesi de (sonraları birkaç sayı dergi olarak da çıkarılmıştır) öğrencilerin edebî faaliyetlerine sahne olması bakımından önemlidir. Öğrencilerin şiir ve yazıları bu gazetede neşredilir. Osman Nâsır’ın da ilk şiirleri bu gazetede çıkmıştır. Şiirlerinde önce Osman imzasını kullanan şair, daha sonra Osman Nâsırî imzasını kullanır.
Osman Nâsır, bu mektepteki öğrenciliği sırasında, mektep arkadaşı şair Emin Umerî ile birlikte, Yeŋi Fergana gazetesinin edebiyat sayfası sorumlusu Sâbir Abdullah’la dost olurlar. Bir gün bu iki şair arkadaş, klâsik edebiyat eserlerini okuyabilmek için Sâbir Abdullah’tan yardım isterler. Artık hafta sonu tatili olan cuma günlerini, Sâbir Abdullah’ın evinde klâsik şiir okumakla geçirirler. Firdevsî, Sa’dî, Nevâî, Babür, Mukîmî, Furkat gibi diğer klâsiklerle birlikte Fuzûlî’nin şiirlerini de okurlar.
Osman Nâsır, 1929 yılı baharında lise eğitimini tamamlar, diplomasını alır. Diploma ile birlikte mektep idaresi tarafından mezun olan öğrenciler hakkında tanzim edilen “tavsifnâme”de (= sicil evrakı), Osman Nâsır hakkında şu bilgiler verilmiştir:
“1925 yılından 1927 yılına kadar öğrenciler tarafından çıkarılan duvar gazetesi ve derginin yazarları arasında yer aldı. 1927 yılından 1928 yılına kadar komsomol grubunun sekreterliği ve öğrenci konseyinin başkanlığı görevlerini üstlendi. 1927 yılından mezun oluncaya kadar edebiyat klübünün başkanı oldu.”
Osman Nâsır’ın okuduğu bu okul, Eğitim Bakanlığı’nın önem verdiği kurumlardan biridir. Bu sebeple mezun olan öğrenciler, özel bir tahsisatla Sovyetler Birliği’nin tamamında geziye gönderilirler. Osman Nâsır’ın da dâhil olduğu öğrenci grubu, bu imkândan istifade ile Leningrad ve Moskova’ya gönderilir. Bu gezi sırasında, Leningrad’da iken İnkılâb Kahramanlarıge adlı şiirini yazar. Geziden döndükten sonra, “Ey dâhiy, mübârek yüziŋni kördim” mısraıyla başlayan Lenin Saganasıda adlı şiirini yazar. 1929 yılı Haziran ayında mektepten mezun oluncaya kadar edebî çevrelerin tanıdığı genç bir şair olarak şöhret kazanır. Mezun olduktan sonra Hokand’daki okuma-yazma kurslarında öğretmen olarak çalışmaya başlar. 1929 yılında, Özbekistan’ın 1932 yılına kadar başkenti olan Semerkand’da, Kızıl Kalem derneği kurulur. Bundan sonra başka şehirlerde de bu edebiyat derneğinin şubeleri açılmaya başlar. Semerkand’dan sonra ilk şube Hokand’da açılır. Yeŋi Fergana gazetesi bünyesinde kurulan Kızıl Kalem’in yazı heyetinde Osman Nâsır da bulunur.
Aynı yıllarda, Basmacılık Hareketi Fergana vadisinde eski şiddetini kaybetmiş, fakat Hokand Muhtariyeti’ni yıkarak binlerce insanı katleden sovyet hükûmetinin sömürgecilik siyasetine karşı birleşen son direnişçiler, uzak köylerde arada sırada da olsa ortaya çıkmaktadırlar. Halkın bu harekete olan rağbetini tamamen sona erdirmek için Özbek Devlet Sinema Stüdyosu’nun görevlileri bir propaganda filmi hazırlamak üzere 1929 yılında Hokand’a gelirler. Film ekibinin çalışmaları, Osman Nâsır’ın ilgisini çekince, okuma-yazma kursundan ayrılarak Moskova’daki sinema enstitüsünde okumak hevesine kapılır. 1929-1930 öğretim yılında, Moskova’da Kinematografi Enstitüsü’nün Senaryo Bölümü’nde okumaya başlar. Fakat Moskova’nın şiddetli soğuğuna tahammül edemeyen şair, sık sık hastalandığı için birinci sınıfın sonunda, Temmuz ayında Hokand’a dönmek zorunda kalır. 1930-1931 öğretim yılında, Hokand’da, köy öğretmenleri için açılan kurslarda yeni alfabeye göre dil ve edebiyat dersleri verir. Hokand’a döndükten sonra, Moskova’da bizzat tanıdığı Vladimir V. Mayakovski’nin tesiri altında şiirler yazar, kurs öğretmenliğinin yanı sıra şehir tiyatrosunda da edebî danışman olarak çalışmaya başlar.
Osman Nâsır, Fergana vadisinde Basmacılık Hareketi’nin kontrol altına alınması ve bastırılması dolayısıyla 1929 yılında Zafer adlı ilk tiyatro eserini yazar. Eser, şairin halk düşmanı ilân edildiği 1937 yılına kadar Hokand şehir tiyatrosunda aralıksız sahneye konulur. Aynı yıllarda, kolhozlaştırma ile ilgili olarak Düşman (1931) piyesini ve yeni rejimden memnun olmayanları söz konusu ettiği Soŋgi Kün (1932) piyesini yazar. Nezircan Halilov (1930) adlı eseri de kaleme aldığı diğer bir piyesidir.
Osman Nâsır’ın çocukluk yıllarında Mukîmî, Furkat, Zevkî gibi büyük Hokandlı şairler vefat etmiş olsalar da, edebiyat çevrelerinde onların tesirleri hâlâ devam etmektedir. Mukîmî ve Furkatların halefleri arasında Aşurali Zâhirî’nin ayrı bir önemi vardır. A. Zâhirî, kâmus ilmine vâkıf olup Leningrad’daki şarkıyatçılar tarafından da tanınan yüksek kültür ve malûmat sahibi birisidir. Bu şahıs, lisede Osman Nâsır’ın hocası olmuştur. Meşhur roman ve hikâyeci Abdullah Kahhar, Serâb adlı romanında, Muradhoca tipiyle Aşurali Zâhirî’yi, eserdeki merkez kahramanlardan biri olan Seydî ile de Osman Nâsır’ı anlatır. Romanda, Zâhirî ile Seydî, gizli bir teşkilâtta buluşurlar. Teşkilâtın gayesi, “kızıl bayrak ornıge kök bayrak tikiş”tir. Osman Nâsır’ın 1929 yılı sonbaharında, eğer sinema öğrenimi görmek üzere Moskova’ya gitmek yerine Hokand’da kalmış olsaydı, Aşurali Zâhirî ile birlikte gizli teşkilât üyesi olmaktan dolayı tutuklanacağı rivayet edilmektedir. Nitekim 1929 yılı Kasım ayında, Zâhirî ve yirmi kadar insan, “Bâtır Gepçiler” teşkilâtını kurmak suçundan dolayı hapsedilirler. Tamamen iftiradan ibaret olmasına rağmen tutuklanan şahıslar, ağır ceza ile Moskova-Volga kanalı inşaatına gönderilirler ve ancak inşaatın tamamlanmasından sonra Özbekistan’a dönebilirler.