bannerbanner
Kardeş Sesler 2019
Kardeş Sesler 2019

Полная версия

Kardeş Sesler 2019

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Çok kararsızdım, daha önce böyle bir durumda kimseden yardım istememiştim. Öyle bir durumdaydım ki düzelmek dahi istemiyordum. İyi olmak ya da böyle kalmak istemiyordum. Ne kadar anlamsızdı bütün bunlar. Bir insan nasıl iyi olmak istemezdi ki? Düşünmeyi bırakıp gönder butonuna bastım.

Mesajı göndermemin üzerinden on dakika geçmesine rağmen yanıt gelmedi. Saat gece yarısını geçmişti. Belki de uyumuştur, diye düşündüm.

Bir yandan bu durum beni rahatlatmıştı. Yardım isteyen bendim ama artık mesaja cevap vermemesi için dua ediyordum. Kimseyi istemediğim gibi yalnız kalmak da istemiyordum. Nasıl bir saçmalıktı bu? Sürekli kendimi suçluyordum.

Dünyadaki milyarlarca insandan daha iyi imkanlara sahiptim. Bir çok insan karnı aç yatmak zorunda kalırken benim buzdolabım yiyecek doluydu. Aklıma, her gün işe giderken Hacettepe acil servisinin az ilerisindeki parkta gördüğüm adam geldi. Kendimi onunla kıyasladım. Her gün aynı yerde, üzerinde bir battaniye ile uyuyordu. Hep merak ederdim, nasıl bir hikayesi var, diye. Acaba gerçekten sokakta yatmak dışında başka çaresi olmayan bir insan mıydı yoksa iş arkadaşlarımın dediği gibi, böyle insanlar bizden daha mı zenginlerdi? Daha da önemlisi yetkililer neden bu adamın her gün, Ankara ayazında sokakta yatmasına izin veriyorlardı?

Cevap ne olursa olsun o adamın şu an soğukta, belki aç bir şekilde yattığı gerçeğini değiştirmiyordu. Ben ise sıcacık evimde, istemediğim kadar çok yiyeceğim oldu halde mutlu değildim. Benden kat be kat zor durumda olan insanlar bile hayata tutunurken ben sahip olduklarımla bir türlü yetinemiyordum. Ne kadar bencildim.

Bir şey olsun istiyordum. Tamam, iyi olmak istemiyordum. Ama bir şey olmalıydı. Bu durumdan kurtulmak da istemiyordum, böyle kalmak da. Ne istiyordum ben, yahu!

Derken zil çaldı. Hemen yerimden kalkıp kapının yanındaki ahizeye vardım. Ekranda güvenlik personeli Ali Rıza Beyi gördüm. Kısa bir tereddütten sonra konuşma tuşuna bastım.

“Buyur, Ali Rıza Bey.” dedim sesimin normal çıkmasına çaba göstererek. Uzun süredir ağzımı dahi açmadığım için sesim çatlamıştı. Fark eder etmez öksürerek boğazımı temizledim.

“Kusura bakmayın rahatsız ettim. Bir hanımefendi geldi, sizi görmek istiyor.” dedi. Ali Rıza Bey’in hemen çaprazında duran kadını henüz fark ettim. Bu kadın, doktorum Rukiye Hanım’dı. Onu görmeyi hiç beklemediğimden küçük bir şaşkınlık yaşamıştım. Mesajıma cevap vermemişti ama evime kadar gelmişti. Ne düşüneceğimi bilmiyordum.

Titreyen ellerimle tekrar konuşma tuşuna bastım.

“Hanımefendiyi tanıyorum, içeri alabilirsin.” dedim. Ali Rıza Bey, ‘Tamam’ anlamında başını salladı ve görüntü kesildi. Görüntü kesildiği halde, hipnotize olmuş gibi siyah ekrana bir süre daha bakmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra da kapı çaldı. Kalbim sanki yeterince hızlı atmıyormuş gibi daha da hızlı atmaya başladı. Sadece Rukiye Hanım ile değil, herhangi bir insanla yüz yüze görüşmekten çekiniyordum. Fakat kadın buraya kadar gelmişti. Bir bahane de bulamazdım, evde olduğumu biliyordu artık. Çaresizce kapıyı açtım.

Koridorun loş ışığı altında yüzünde hiçbir duygu belirtisi olmadan, sakin bir şekilde karşımda duruyordu. İki elinde de kahve vardı. Sitenin biraz yukarısında bulunan kahveciden aldığını hemen anladım. Neden kahve almıştı ki?

“Hangisini sevdiğini bilmiyordum bu yüzden kendi sevdiğim kahveden aldım. Umarım beğenirsin.” dedi ve izin dahi istemeden içeri daldı. Geçebilmesi için kenara çekilmek zorunda kalmıştım.

Lambaları yakmamıştım. Odayı aydınlatan tek şey dışarıdan gelen, gecenin solgun ışığı ve binanın koridorundan gelen ışıktı. Kapıyı kapatmadan önce Rukiye Hanım’ı gözlerimle takip ettim. Elindeki kahveleri masaya bırakıp lambaları yaktı. Sonra koluna taktığı, daha önce fark etmediğim çantasını eline indirip masanın üzerine bıraktı. Sonra da paltosunu çıkarıp sandalyelerden birinin üzerine bıraktı.

Neydi bu şimdi? Hiçbir şey anlamamıştım. Kapıyı kapattıktan sonra olduğum yerde kalıp Rukiye Hanım’ı izledim. Çantadan bir poşet çıkardı. İçinden plastik bir saklama kabı ile yiyecek birkaç ıvır zıvır çıktı. Üstünkörü gördüğüm kadarı ile kabın içerisi tropikal meyveler ve çeşitli yeşillikler doluydu. Çok geçmeden bu salatayı hatırladım ve bu durum beni tebessüm ettirdi. Çünkü bir seansımızda ona bu konudan bahsettiğimi hatırlamıştım. Anneme bu salatayı yapmış olduğumu ve onun bunu beğenmediğini söylemiştim. “Bu malzemeler aynı anda yenir mi hiç?” diye sitem etmişti annem. Fakat ben seviyordum işte. Kimi insan midesiz olduğumu düşünse de ben seviyordum, önemli olan da buydu. Kahve ile birlikte yediğimde ayrı bir memnun oluyordum. Fakat bana annemi hatırlattığı ve kendimi kaygılı hissettirdiği için uzun süredir yememiştim. Çünkü bana annemi hatırlatıyordu. Annemin yokluğunu hissettirecek her şeyden kaçıyordum. Bir salatadan bile korkacak kadar zavallıydım.

Poşetten salata dışında birkaç konserve yemek daha çıktı. Hiç tereddüt etmeden mutfak dolaplarımı karıştıran Rukiye Hanım, getirdiği yiyecekleri masaya hazırladı. Saatlerdir yemek yemediğimi tahmin etmiş olmalıydı.

“Hadi durma orada, bize çatal getir.” dedi sabırsız bir ses tonuyla. Hemen kendime gelip çekmeceden iki çatal çıkardım. Birini Rukiye Hanım’a verip karşısındaki sandalyeye oturdum.

Kahvaltı dahi yapmamıştım ama hiç iştahım yoktu. Kendimi olabildiğince zorlayıp salatadan yemeye başladım. Rukiye Hanım’dan azar işitmek istemiyordum.

Arada bir ona ‘Neler oluyor?’ der gibi kaçamak bakışlar atıyordum. Fakat önemsemiyordu. Bir süre boyunca hiç konuşmadan yemekleri yiyip kahvelerimizi içtik. Sonra masayı toplayıp bulaşıkları yıkadı. Ben hâlâ sandalyede oturuyor, hiç konuşmuyordum. İşini bitirdikten sonra yanıma gelip bana baktı. Bakışlarını üzerimde hissetsem de ona bakmıyor, ellerimle oynuyordum. Eğilip kucağımdaki ellerimden birini tutu ve kendine çekti. Karşı koymadan ona uydum. Beni ayağa kaldırıp koltuğa götürdü.

Yan yana koltukta oturuyorduk. Ellimi hiç bırakmadığı gibi diğer elimi de tutup avuçlarının arasına aldı. Ellerimi sımsıkı tutuyor, gözleri gözlerime anaç bakışlar attığını hissediyordum. Fakat ben onun yüzüne dahi bakmıyordum. Bakışlarım duvara kilitlenmişti. Tek elini ellerimden çekip yanağıma getirdi. Elleriyle ona bakmaya zorladı. Şimdi göz gözeydik.

“Çantamda, gerekli olan bütün evraklar hazır olarak duruyor. Tek yapmak gereken imzalamak. Biliyorum sen…” derken birden konuşmayı bıraktı. Neden bahsettiğini çok net anlamıştım. Ona tek kaşıma kaldırarak, bakmaya devam ettim.

“Affedersin, sözümü keseceğini düşünmüştüm.” dedi. Hafifçe tebessüm ettim. Tebessüm edebildiğime göre hâlâ bir şeyler hissedebiliyordum. Sözlerine ara vermeden devam etti. “Konuyu biliyorsun, bunu seninle sayısız defa konuştuk. Cevap verebilecek durumda mısın? Cevap vermek istemezsen sorun değil, dert etme.” diye sordu. İşte bu kadında en sevdiğim şey buydu; benden bir beklentisi yoktu. Beni hiçbir zaman hissettiklerim için yargılamamıştı. Fakat diğer herkes, “Ne kadar aptalsın! Hayatında her şey mükemmel. Rahatlığından böyle yapıyorsun. Çok bencilsin, hissettiklerin sadece kafanda. Hiçbir şeyin yok.” gibi şeyler söylüyordu. Özellikle de hiç ağlamadığım için bana inanmıyorlardı. Ama Rukiye Hanım, benim durumumda olan insanların kolay kolay ağlayamadıklarını biliyordu. Bu konuyu kendi içimde defalarca düşündüğümden hemen konuşmaya başladım.

“Daha önceden istememiştim. Çünkü özel bir üniversitede edebiyat öğretmeniyim ve bu durumun işimi etkilemesini istemiyordum. Fakat şunu fark ettim; neden bu kadar umursuyorum ki? Siz biliyorsunuz, defalarca intihara teşebbüs ettim. Haftalarca hastanede yattığım oldu. Hastanede beni ziyaret ettiğinizde bana bir soru sormuştunuz. Okula devam etmek istiyorsam eğer tanıdıklarınız aracılığı ile bu intihar olayını polise gitmeden örtbas edebileceğinizi söylediniz. Ben ise okula devam etmek istediğimi söyledim. Siz de benim cevabımdan memnun olmamış, intihara hazır olmadığımı söylemiştiniz. O gün size çok kızmıştım. Nasıl bir sağaltımcı, ne hakla hastasına böyle bir şey diyebilir, diye düşündüm. Hatta benim iyi olmamı istemediğinizi bile düşündüm. Fakat şimdi neyden bahsettiğinizi çok net anlıyorum. Eğer intihar düşüncesi içinde dahi geleceği düşünüyorsam…”

“İçinde hala yaşam umudu vardır.” diyerek cümlemi tamamladı. Bu durum beni bir kez daha gülümsetti. Gözlerine yardım istercesine bakıyordum. Bir cevap verecek durumda olmadığımı anlamış olacak ki hemen harekete geçti.

Ellerimi bırakmadan ayağa kalktı.

“Araç aşağıda hazır bekliyor. İmzaları orada atarsın.” dedi.

“İşim ne olacak?” diye sordum.

“Bu durum siciline işleyecek. Çalıştığın üniversite dekanı ile görüştüm. Klinikten çıktıktan sonra işine devam edemezsin. Fakat şimdi bunları düşünmeni istemiyorum. Çünkü orada ne kadar kalman gerektiğini, ne zaman çıkacağını bilmiyoruz. Olduğun durumda ne kadar terapi görürsen gör hiçbir etkisi olmayacak. Klinikten çıktıktan sonra yine terapiye devam ederiz. Klinikte ağır bir tedavi göreceksin. Sonrası bir daha kamuda çalışamayabilirsin. Fakat…”

“Bu bir sorun değil.” diyerek sözünü tamamladım. “Her şeyi yoluna girer, biliyorum. Koskoca dünya, yapabileceğim sonsuz iş var.” dedim. Bana ‘İşte benim oğlum.’ der gibi baktı.

Birkaç ay önce adını telaffuz edemediğim tanılar konulmuştu. Sadece anksiyetem olsa terapi ve ilaçlarla iyileşebilirmişim. Ama bu durumda kendimi kolay kolay kontrol edemiyordum. İşimi kaybetmek umurumda değildi.

“Yalnız kalacak, yine endişe duyacaksın. Hatta yine atak geçireceksin. Belki işler sandığından daha kötü olacak. Ama sorun değil. Bunların hepsi tedavi sürecinin bir parçası. Güven bana, iyileştikten sonra düşünürsün geleceğini. Şimdi düşünmen gereken hiçbir şey yok. Her şey yolunda.” dedi ve benden cevap beklemeyerek beni kapıya sürükledi. Bir yandan sandalyeye gelişigüzel bıraktığı kabanını alıyor, bir yandan da konuşuyordu. “Evini, işini ya da herhangi başka bir şeyi dert etmene gerek yok. Sen iyileşmene bak.”

Konuşmasının sonunda aklımda hiçbir soru işareti kalmamıştı. Hayatım hakkında en ufak bir karar dahi veremeyecek durumdaydım.

“Dünya ona baktığın kadardır. İstersen iyi, istersen kötü olur. Hayatın da aynı şekilde. Mutlu ya da mutsuz olmak bir karardan ibarettir. Sen karar verecek durumda değilsin. İstediğin kadar kendine inan, içindeki diğer senler buna izin vermeyecek. Kendini iyi olmaya zorlama artık, rahat bırak. Klinikte ihtiyacın olan her şey sana verilecek. Hiçbir çaba sarf etmene gerek yok. Herhangi bir ihtiyacın olursa doktorlarına iletmekten çekinme. Oradaki herkes sana yardım etmek için var.”

Anahtarlarımı ve kişisel eşyalarımı Rukiye Hanım’a teslim edip son kez evime baktım. Ait hissettiğim tek yer burasıydı. Bir an önce iyileşip evime dönmek istemeyi istemek için sabırsızlanıyordum. Evimle vedalaştıktan sonra Rukiye Hanım’ın beni sitenin önünde bekleyen araca götürmesine izin verdim.

Artık kalbim bir saat öncesi kadar hızlı atmıyordu. Farkında olmadan, geçirdiğim atağı atlatmıştım. Kalp ritmim düzene girmeye başlamış, nefes alış verişlerim sakinleşmişti. Artık ne istediğimi biliyordum; uyumak. Kendimi tamamen bırakıp dinlenmek, hiçbir şey düşünmemek istiyordum. Öyle de oldu.

Yıllarca bir şey olsun istedim. İyi ya da kötü bir şey değil. Sadece bir şey olsun istemiştim. İnsanlar bunu anlamamışlardı. Çünkü kendimi şartladığımı düşünüyorlardı. Onlara göre mutluluk sadece bir seçimdi.

Mutluluğun bir seçim olduğuna tamamen inansam da bazı durumlarda kontrol insanın elinde olmuyor. Bazen de mutsuz olmak isteyebilirim. Mutlu olmayı istemek bu kadar yüceltilirken mutsuz olmayı istemek neden sürekli dışlanıyor, hep sorguladım. Ben mutsuz olma hakkımı da istiyorum.

İyi olmak istemiyordum. Bir şey olsun istiyordum. Beni hayata yeniden ikna edebilecek bir şey. Tedavim ne kadar sürecek, nasıl bir süreç geçireceğim, klinikten çıktıktan sonra beni nasıl bir hayat bekliyor olacak; hiçbir fikrim yoktu. Ama bir şeyler değişecekti, buna emindim.

Bugün, klinikten çıkalı dört ay oldu. Kendimi neredeyse öldürecek olduğuma inanamıyorum. Tamamen iyileşmesem de çok büyük yol kat etmiştim. Artık zihnimi kontrol edebiliyordum. Bundan sonrası için klinikte yatarak tedavi görmeme gerek kalmamıştı. İlaçlarımı alıyor, düzenli olarak Rukiye Hanım ile görüşüyordum. Bir gün tamamen sağlığıma kavuşacağıma inanıyorum.

Önümde duran kâğıt yığınına bakıyorum. Üzerinde çalıştığım roman sonunda bitmişti ve bilgisayara geçirilmeyi bekliyordu. Daha sonra, anlaştığım yayınevine gönderecektim. Saatin çok geç olduğunu fark ettim. Kâğıtları olduğu gibi bırakıp koltuğa uzandım. İşimi bitirmenin tatlı yorgunluğu ile uyuyakaldım.

Artık mutsuzluktan korkmuyordum. Çünkü bana mutlu olmanın değerini hatırlatıyordu. Bir şeyler oluyordu ve olmaya devam edecekti. Bunu bilmek benim için yeterliydi.


(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)

MODERN KÖLELİK

Köleliğin tarihi çok eskilere uzanır. Özellikle Eski Mısır ve Yakın Doğu’da çok yaygın olarak görülen bu sistem, savaşta esir düşmüş kölelerden, yakınları tarafından para için satılan çocuk kölelere kadar zalimce köleleştirilen, sayısı hiç de az olmayan insanları barındırır. Köleler, diğer insanlara göre çok daha aşağı statüde kabul edilmekteydi. Dolayısıyla herhangi bir özgürlükleri olmadıklarından hukuki ve sosyal açıdan da bir hakları yoktu.

19. Yüzyıla kadar sıkça devam eden bu korkunç durum, günümüzde dünyanın hemen her yerinde yasaklanmıştır.

“Bu can sıkıcı geçmişi bırakıp bugüne gelelim. Günümüzde kölelik sona ermiş, her insana, bağlı olduğu devlet tarafından eşit haklar verilmiş, insanlar artık hukuki açıdan özgürleşmişlerdir. Mutlu son…” demeyi çok isterdim. Fakat bu durum şu an bile devam ediyor olabilir. Hatta bu kölelik düzeninin mağdurlarından biri de siz olabilirsiniz. “Yoo, ben gayet özgür bir bireyim. İstediğimi yapıyorum. Hayatıma kendi seçimlerime göre yön veriyorum.” dediğinizi duyar gibiyim. Üzgünüm ama yanılıyor olabilirsiniz.

Biz istemesek dahi bir şekilde içine düştüğümüz, farkında olmadığımız bir düzenin etkisi altında kalmış olabilir miyiz?

Kölelik denildiği zaman çoğu insanın aklına ilk gelen, bir insanın fiziki olarak esir alınması ve çalıştırılmasıdır. Fakat bu kadarla kalmadığı çok aşikar.

Öncelikle kendimize şu soruyu soralım; “Özgür müyüz?” Özgürlük, herhangi bir koşulla sınırlanmaya, zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu, idi. Peki, biz gerçekten herhangi bir koşulla sınırlanmadan, zorlanmadan, kısıtlanmadan düşünebiliyor, davranabiliyor muyuz?

Şimdi bana göre olası olan bir durumdan bahsedeceğim.

Küçük bir kasabada yaşayan bir adam düşünelim. Bu adam küçükken ailesinin zoruyla yıllarca okula gitmiş. Asıl istediği meslek çiftçilik olmasına rağmen daha çok para kazanabileceği farklı bir dala yönelerek istemediği bir daldan mezun olmuş ve bir işe girmiş.

Günün birinde bir kadınla tanışıp evlenmiş ve iki çoğu olmuş. Çocuklara bakmak, evin masraflarını karşılamak derken kendini unutan adam yıllarca istemediği bir işte çalışmaya devam etmiş. Yıllar yılları kovalarken bu durum böyle devam edip gitmiş.

Şimdi özgürlük kavramına tekrar dönelim. Bu adamın nelere bağımlı olduğunu (nelerin kölesi olduğunu) inceleyelim. Bir baba olarak çocuklarına karşı sorumluluğunu yerine getirmelidir, buna bir sözüm yok. Fakat bu uğurda kendi hayatını hiçe sayması kabul edilebilir bir durum mudur? Çiftçiliği severek, isteyerek, zevk alarak yapacağını düşündüğü halde bu hayalinden vazgeçip, daha çok para kazanabileceği, istemediği bir işe girmiştir. Bu durumda adam köle, efendisi ise paradır. Çalıştığı şirketteki düzene uymak zorunda olduğu için belli tabuların dışına çıkamamıştır. Bu durumda da patronu, adamın efendisi olmuştur. Sermaye sahibi patronunun rahatı için istemediği, inanmadığı bir düzene uymak zorunda olmakla kalmayıp ona dayatılan, zorunlu gibi gösterilen ihtiyaçlar, ihtiyaçlar arttıkça gelen daha çok para kazanma hırsı, yapılan zamlar, süslü ünvanlar; onu daha iyi bir köle haline getirmeye başlamıştır. Farkında olmadığı gibi bu düzenden zevk almaya bile başlamıştır.

Hayatımız, biz doğduğumuzda içinde bulunduğumuz sistem tarafından çoktan belirlenmiş olabilir. Bu durumda; yanlışlarımız, doğrularımız, sınırlarımız önceden belirlenmiştir. Bu yargılar bizimmiş gibi benimseriz onları. Bu yargılara aykırı bir güdü duyduğumuzda kendimizi hatalı hissedebiliriz.

Doğar, okur, çalışır ve ölürüz. Bence kimse bize ne istediğimizi sormuyor ve hayatımız bu rutinlere bağlı olarak ilerliyor. Olur da durumun farkına varırsak bu sefer de çok geç olacaktır. Artık mecburiyetlerimizin ve kaybetmek istemediklerimizin kölesi olmuşuzdur.

Küresel şirketlerin para uğruna, insanların sağlığını ve isteklerini hiçe sayarak gerçekleştirdikleri ürün ve hizmetleri de bu düzene ayak uyduruyor olabilir. Bu durumda paranın kölesi olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Kısaca köle düzeni, varlığını farklı isimler altında eskisinden daha güçlü bir şekilde devam ettiriyor olabilir.

“Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler.” demiştir Charles Bukowski. Bence bu söz, durumu çok net bir şekilde açıklamaktadır.

Şimdi hikâyenin aksi durumunu düşünelim. Eğer kahramanımız kendi istediği yoldan gitseydi mutlu olamayacak mıydı? Kat be kat mutlu olacağına eminim. Belki diğerine göre daha zor bir hayatı olacaktı ama sonuçta özgür bir birey olacaktı. Belki kimsenin kölesi olmayacak, inanmadığı bir hayatı yaşamak zorunda kalmayacaktı.

Eğer kölelik düzeni olmasaydı çok daha mutlu olacağımızın bariz bir gerçek olduğuna inanıyorum. En nihayetinde özgür olacaktık. Peki ya o zaman her şey yolunda mı olurdu?

İnsanlara para karşılığı bir şey yaptırılamayacağından işçi diye bir sınıf olmayacaktı belki de. Sanayi gücümüz gelişmeyecekti. Devletlerin bir işlevi olmayacaktı.

“E zaten hepimiz özgür ve mutluyuz. Ne gerek var sanayiye ya da devlete?” diye düşünmeden edemiyorum. Fakat bu durumda araba, elektrik, telefon gibi insan hayatını kolaylaştıracak icatlar var olmayabilirdi. Olmasaydı da özgür bireyler olarak kalsaydık daha mı kolay olurdu acaba hayatımız?

Benim vardığım sonuca göre kölelik düzeni hiçbir şekilde kabul edilemeyecek kadar zalim bir düzendir. Fakat insanların her konuda, koşulsuz özgür olması da sağlıklı bir çözüm olmayacaktır. Bu yüzden eşitlik değil, adaletin olması gerektiğini düşünüyorum. Herkese ihtiyacı olan kadarı verilirse kimsenin bir üstünlüğü olmaz, değil mi? Kimsenin kölesi olmak zorunda kalmayız.

İnsanoğlunun özgür yaratıldığına inanıyorum. Ali, Mehmet’e kimi sevmesi gerektiğini, neye inanması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiğini söyleyememeli. İnsanoğlu da sanat gibi, hep özgür olmalı…


(AYB Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi 2019)

EMİNE ÇOLAK

1968’de Malatya’da doğdu. Orta öğrenimimi Malatya’da tamamladı. Altı çocuk annesidir. Ankara’da esnaflık yapmaktadır. Şiir ve denemeler yazmaktadır. Yazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır.


Denemeler:

DUVAR VE KÖRLÜK

KAPİTAL BABA / OĞLU NOEL

ÜZÜM VE İNSAN

SORGU


Şiirler:

GECELER

GELME

USTA

VEDA

YAR SANA GELESİM VAR

DUVAR VE KÖRLÜK

Bir ara gözlerimi kapatıp yürümeye çalışıyorum. Başaramıyorum. Görmeseydim yürüyebilirdim. Gözlerimi kapatıp yürümek anlamsız geliyor bana. Eğer saklamıyorsa bedenimi ne anlamı var. Mesele gördüklerim değil. Görünmeyeni arayışım. Yürüyebilirim gözüm ama açık ama kapalı.

Aslında önemli olan yolun beni nereye götürdüğü. Enginlere mi? Dağlara ya da çöllere belki de bir duvar çarpacak alnıma ve burnuma. Acı verecek belki. Yol engine giderse mesele yok. Kâh yürür, kâh otururum. Devam edebilirim. Dağlar çıkarsa önüme sorun etmem, çetin tırmanışta yalnız kalırsam seslenirim dağlar yankılanır, kendimi yalnız hissetmem, bana arkadaş olur. Çöl ise yoluma çıkan, kuma seraplar çizerim avuturum kendimi. Kavurur yakar çöl sıcağı, susuz kalabilirim ama bir umut bulurum seraptan geçebilirim çölü.

En kötü seçenek duvardır. Ruhsuz, sevimsiz, duygusuz. Konuşsam yankısız, sabit ve umutsuz. Sadece yaslanıp ağlayabilirim, gözüm açık ya da kapalı önemsizleşir. Ne başlangıçtır ne son, soğuk duygusuz lanet bir duvardır işte. Ben gözlerimi kapatmadan yürümek istiyorum. Engine yol almak.

Hedefler çizerim kendime ileri daha ileriye. Yürürken rüzgârın şarkısını dinlerim ağır adımlarla. Yağmurun damlaları düşerken saçlarıma hissedebilmek rahmeti bereketi, her yağmurda yıkanıp arınabilmek toprak gibi. Bir duvarı karşıma almak, bu istemediğim bir durum. Duvar üretmenin sonu tüketmenin başlangıcıdır. Arada bir arkama bakmak da isterim. Görmek bıraktığım izleri, ileriyi görmek hedefimi önüme koyarken, her adımda vazgeçiş sebeplerimi hatırlamak isterim.

Bir yazı okumuştum. Koşu bandında yürümek insanın psikolojisini bozuyormuş. Beyin her adımda ilerlediğini görmek istermiş. Koşu bandında yürürken gözlerin gördüğü manzarayla aynı kalınca yol, yürürken ilerlememiş olmak beyne zarar veriyormuş ve bu ruh sağlığını bozuyormuş.

“Yürüyün ama açık alanda duygularınızı da yürütün, beyin sabitlenmeyi sevmez.” Diyordu uzman. İşte önümde duvar olunca ilerletmez, bedenime, duygularıma ve beynime sınır koyar. Umutsuzlaştırır. Kapatma gözlerini, aç duvarın arkasını, hayal et ya da yık o duvarı. İşte o zaman bir çıkış bulabilirsin.

Dört duvar arası yalnızlık öldürür diyorlar. Evet, doğru. Ufuksuz, umutsuz, hayalsiz yaşamaktır. Bazen sınır olur duvar ülkelere. Bir gün gelir yıkılır duvar ve özgürleşir insan. Kapısı olmayan ev ya da bahçe gibidir gözlerimi kapatmak. Çiçeğini, ağacını, dumanı tüten bacasını göremeden içinde yaşayanı nasıl hayal edebilirim.

Duvar körlüktür gözlere. İnsanın kendi elleriyle ördüğü. Ve yine sadece kendisinin yıkabileceği.


(AYB Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 2018)

KAPİTAL BABA / OĞLU NOEL

Mezopotamya ananın bir oğlu olur. Adını kapital koyar. İsim babası büyük büyük dede Plautos ve Mamon’dur.

Kapital oğul öyle oburdur ki emek, emek üretilen her seyi çabucak yer bitirir. Doymak nedir bilmez. Asırlarca Mezopotamya ananın biriktirdiği ne varsa yer yutar. Ana çaresiz en çok sevdiği kızı Anadolu’dan yardım ister. Halden anlayan müşvik kızı anasını kırmaz, dağlardan, denizlerden gelen misafirlerine çok ikramlar yapar, onları misafir eder. Niyeti kendini tanrıça sayan kızlarını, tanrı ilan eden oğullarını, kıramayan yumuşak kalpli Mezopotamya ananın yükünü hafifletmektir. Bunu gören Kapital obur oğul Anadolu kızın yanına gelir, bir plan yapar. Niyeti Mezopotamya ananın elindeki azalan hazinelerine başka diyarlarında üretip elde ettikleri ne varsa onları da ekleyip yemektir. Gözü doymaz Kapital kendini Tanrı ilan eder. Planını uygulamak için harekete geçer.

Anadolu kadın, misafirleriyle meşgul olduğu bir gün, Kapital oğul (Antalya) Demre’de şaman tohumu serpilmiş bir avuç toprak alır torbasına gizlice koyar. Niyeti kendine bir oğul yaratmaktır. Torbasına koyduğu şaman tohumlu toprakla Kostantiniy ‘ye sarayına gider kapıyı çalar. Orada misafir olur, gözlem yapar yiyip yutacağı ne var araştırır. Kiliseye gider orada ateşli bir tartışma yapılmaktadır. Kapital eline bir tuğla alır havaya kaldırır”, işte toprak su ateş birleşince ne güzel olmuş, neden tartışmayla vakit harcarsınız üretin, Baba oğul kutsal ruh üçü bir arada güzel oldu”der. Kilise yetkilileri “ evet güzel oldu “deyip Kapitali tebrik ederler. Toplanan piskoposların amacı yeni dinin figürünü belirlemek ve bir üçlü işaret tesbit etmektir. Kapitalin üçlü benzetmesi onlarda bir çağrışım yapar teslis işaretini oluştururlar. Kapital tuğlayı alır şaman tohumu serpilmiş toprağı koyduğu torbasına onu da koyar, yola çıkar Mısıra gider.

Eski roma ordusundan Persli bir askeri bulur. Tanrı Apollo’nun kızı Myra’yı sorar, Persli asker Myra’nın gece tanrısıyla savaştığını karanlığı yendiğini söyler. Tarih(25 aralıktır). Aynı güne denk gelen yıllarda Amon’ ra’nın annesi bu mağarada onu doğurmuş, Tanrının oğlu olarak saraya götürmüştür. Pers’li asker anlatmaya devam eder”aradan uzun yıllar geçer Myra’nın kutsadığı bu mağaraya soğuk bir gece çobanlar sığınır ateş yakıp ısınmak isterler, mağarada bir ışık yanmaktadır. Meryem oğlu İsa ‘yı doğurmuştur, (25 Aralık)” Persli asker hikayesini bitirir. Kapital hemen Mısır sarayına gider yetkililerle görüşür, onlara bir takvim yaprağı bırakır (25 Aralık), kutsal gece yazılıdır, sarayın hoşuna gider, kutlamalar yapar. Sonra bir kiliseye gider oraya da bir takvim yaprağı bırakır, (25 Aralık)yazmaktadır.

Kapital oğul planını çok beğenir, ata biner yola devam eder. Önüne kum çıkar deveye biner. Sıcak canını sıkar bunaltır, Finlandiya’ya gider. Çok soğuk bir hava üşümeye başlar bir evin bacasından evin içine iner, bacadan inen Kapital Tanrı ‘yı gören anne kız korkar, Kapital Tanrı onlara korkmalarına gerek olmadığını söyler. Dışarıda Ren geğiklerine koşulmuş arabasını gösterir. Torbasında şaman tohumu serpilmiş önce ısınan, sonra üşüyen, bacadan inerken nemlenen, tohumdan bir çam filizi yeşermiştir. Finli şaman aileye çam filizini verir ona iyi bakmalarını söyler. Finli şaman aile çam filizini kapıya diker. Kapital tanrı çam ağacına iyi bakarlarsa gelecek yıl oraya hediye bırakacağını söyler, Ren Geyiğine koşulmuş arabasına biner NEW YORK’a gider. Ağaca bir takvim yaprağı bırakmıştır, (25 Aralık).NEW YORK’ta mola verir. Şaman tohumu serpilmiş torbasında kiliseden aldığı tuğla, Finli kadının ocağında gizlice aldığı kül, içine birkaç dolar katarak otel odasında bir hamur yapar, artık kendine bir yardımcı yaratmış, oğlu Noel karşısındadır. Kapital Tanrı kendine bir çete kurar, başına da oğlu Noel’İ görevlendirir, çetesine bir isim koyar, Kapitalmilis gücü.

На страницу:
2 из 3