bannerbanner
Nisgil
Nisgil

Полная версия

Nisgil

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

– Bakın, bu arı da sonbaharın gelişine sevinmemiş. Demek ki ben yalnız değilim!

Kollarını göğsünde çapraz bağlayınca göğüsleri dikleşti. Nina bu hâliyle çok daha güzel görünüyordu. Kafasını indirip kendi göğsüne bakması ile ellerini indirmesi bir oldu. Nina elinde olmadan yaptığı bu hareketten utanmıştı.

Samad Bey:

– Arı, gülün etrafında polen aramıyor. Şimdilik sadece geziniyor. Daha önce aldığı polenler için güle teşekkür ediyor. Dikkatli bakın, yedi defa döndükten sonra buradan uzaklaşacak.

Nina şaşırmıştı. Dikkatli bir şekilde arıyı izlemeye başladı. Geçekten de dördüncü turdan sonra arı oradan uzaklaştı. Üç turu daha önce yaptığı anlaşılıyordu. Hayranlıkla Samad Bey’e bakmıştı. Demek ki tüm canlılar karşılıklı olarak birbirlerine, bir şekilde minnet duygularını gösteriyorlardı. O günden sonra Nina doğa olaylarını ve doğadaki diğer canlıları daha dikkatli bir şekilde gözlemlemeye başladı. Okulun diğer öğretmenleri, Nina’daki bu değişikliğin Samad Bey’den kaynaklandığını anlamışlardı.

Nina, sürekli Samad Bey’den söz ediyor hatta onun ev adresini bile biliyordu. İyi bir matematikçi olmasının yanında Rus dili gramatiğini iyi bilmesi, felsefeye ilgi duyması, zeki bir aydın olması nedeniyle Samad Bey sürekli gündemdeydi. Bu olaylar tahminen Nisgil’in bulunmasından on dört ay önce olmuştu. Nisgil’in babasını aramaktan yorulmayan köyün kadınları dedikodularına bir tarih de uydurdular: Güya Samad Bey, Nevruz Bayramı’nda matematik öğretmeninin evinden çıkarken görülmüştü. Tabii ki kimin gördüğünü kimse bilmiyordu…

***

Askerî birlik komutanı Andrey Topçi’nin Sohvoz başkanına başvurması boşuna oldu. Çünkü, Tiflis’e taşınmaya hazırlanan Salman ailesi, komutanı kapı önünden geri döndürerek ev eşyalarını toplamak istiyordu. İlave belgelerle uğraşmak istemiyordu.

Üsteğmenle birlikte muhasebe odasına girdiğinde, muhasebeci elindeki büyük çotkosunu17 yan çevirerek taşları bir tarafa itti. Sanki çalışmasını bitirdiğini göstermek ister gibi bir yüz ifadesi vardı. Başkan bir adım daha ileri giderek: “Vayennilerin18 samana ihtiyacı varmış! İyi de bunu nasıl bilebilirdik?” dedi ve alaycı bir şekilde dudağını büktü.

Muhasebeci, üsteğmenin ve başkanın ellerini sıkarak masanın üstünde duran sarı kağıdı eline aldı. Sanki böyle bir olayı bekliyormuş gibi sakince devam etti:

– İki gün önce, devlet sınır birliklerine yardım etmek için yeni bir emir geldi. Bu evraka dayanarak işlem yapabiliriz.

Üsteğmen kâğıdı eline alarak inceledi ama Azerbaycan dilinde yazıldığı için hiçbir şey anlamadı. Muhasebeci iki cümle ile durumu özetleyerek sordu:

– Samanı temin edebiliriz ama karşılığında ne vereceksiniz?

Komutan omuzlarını silkerek bir şeyleri olmadığını anlatmaya çalıştı. Muhasebeci biraz düşündükten sonra gülümseyerek:

– Size vereceğimiz ot ve saman karşılığında bize yakacak verme imkânınız var mı?

– Bizde yakacak yok ki!

– Var! Aras Nehri kıyısından topladığınız odunlarla takas yapalım. Biz de odunları köy nüfusu arasında paylaştırırız. Böylece kışın soğuğundan köylüyü korumuş oluruz.

Bu olayın ertesi günü Samad Bey eşi ile birlikte Yavuz Öğretmen’i ziyarete gitti. Nisgil’in doğum günüydü. Doğum evrakına 31 Aralık 1949 yazdırmışlardı. Yavuz Öğretmen bu tarihi seçtikleri için çok mutluydu. Çünkü eski yıl bitiyor yeni yıl geliyordu. Bu tarihte milyonlarca insan kutlama yapıyordu.

Yavuz Bey’in evinde de bayram şenliği vardı. Nisgil’le beraber evlerine hem yeni yıl hem de yeni bir ruh gelmişti. Çok mutluydular. Nisgil büyüdükçe, zekası, güzel huyu ve terbiyesi ile herkesi kendisine hayran bırakıyordu.

***

Andrey Topçi ve Nina Vladimirovna’nın bulundukları faytonun tekerleği, bölgedeki tek iki katlı ve bodrumlu sanat eseri gibi düzenlenen evin önünde yerinden çıktı. Her ikisi de ciddi bir kaza geçirmişlerdi. Aksi gibi yol da eğimliydi ve şiddetli bir yağmur yağıyordu. Aşağı inmek istediler ama ıslandıkları için tekrar faytonun tentesi altına sığındılar. Ancak bir tekerleği çıkmış ve yan yatmış olan faytonda oturmak zor oluyordu.

Faytonu kullanan asker, yardım almak için etrafı inceledi. Hemen yanı başlarında duran dut ağacından yapılmış işlemeli tahta kapının üstündeki tokmağı var gücüyle vurmaya başladı. Bir iki dakika sonra kapı açıldı. Samad Bey, Nisgil’in doğum gününden yeni eve geldikleri için üzerini değiştirmemişti.

Dışarı çıkar çıkmaz neler olduğunu hemen anlayarak aceleci bir şekilde:

– Çabuk içeri geçin. Bu yağmurun şiddeti kolay kolay azalmaz.

Nina Vladimirovna, çiçekli şemsiyesini açarak köşesine sığındığı faytondan indi. Kendilerini eve davet eden adamın akıcı bir Rusça ile konuşması, karı kocayı şaşırttığı kadar endişelendirmişti de… Her ikisi için de yabancı olmayan bu emredici ses tonu onları etkilemişti. Faytondan inerek içeri doğru yürüdüler.

Samad Bey misafirleri tanımıştı. Bu gelişin bir tesadüf olmadığını, altında başka maksatlar olabileceğini düşünse de onları evine davet etmekten çekinmedi. Ancak içinde farklı bir rahatsızlık oluştu. Herkes, askerlerin yerli halktan topladıkları haberleri KGB’ye gönderdiklerini biliyordu. Bunun sonucunda ya günahsız hapisler ya da Sibirya’ya sürgün…

Evdeki geniş odaların düzeni, sessizliği ve huzuru etkileyiciydi. Duvarın içine gömülmüş olan şöminenin dışarı taşan kısmında nakışlı demir bir kapı, onun üstünde ise kazanı ve çaydanlığı sıcak tutmak için konulmuş bir mermer, ilk bakışta insanda güzel duygular uyandırıyordu. Üç kişilik, kış aylarında salon olarak kullanılan bu küçük odanın ortasına serilmiş Revan Türklerinin el dokuma halısı hemen dikkati çekiyordu.

İki pencerenin arasına konulmuş gaz lambasının aydınlattığı bu odanın karanlık köşesinde, ilk bakışta seçilmeyen bir piyanonun bulunması Nina Vladimirovna’yı son derece şaşırtmıştı. Nina herkesle selamlaştıktan sonra davet beklemeden piyanoya doğru giderek elini tuşların üzerinde gezdirdi. Sanki piyanoyla konuşuyormuş gibi kendi kendine gülümsedi. Göğsüne kadar kaldırdığı parmaklarının gölgesi tuşları insafsızca altında saklayan kapağın üstünde tuhaf bir şekilde hareket etti. Piyanonun siyah kapağını yavaşça kaldırdı. O anda gaz lambasından süzülen zayıf ışıkta beyaz tuşlarının ışıltısı siyah piyanonun üstünde parladı.

Parmaklarını yavaşça tuşların üstüne koyduğunda yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Heyecanı zirve yaptığında tuşlardan yükselen melodi kulaklarında çınladı. Gözlerini kapatmıştı. Tuşlara basmadığı hâlde kulaklarında çınlayan melodinin, çoktandır piyanoya duyduğu özlem nedeniyle olduğunu anlayınca gözlerini açtı. Tam karşısında duran Samad Bey, karşı odayı işaret ediyordu. Gülümsedi ve piyanonun başından ayrıldı.

Nina, az önce sessizce odada bir kanepede oturan çocuğu arıyordu ama o ayrılmıştı. Çocuğun odadan sessiz sedasız ayrılması ona garip gelse de çocuğun bu davranışını kültürlerinin bir parçası olarak düşündü. Doğu aile kültürünün yeni bir bölümünü keşfetmiş olmaktan mutlu olmuştu.

Odanın bütün köşelerinde duvarlara bir çıkıntı yapılmış, üstüne taşlardan yontularak yapılan şamdanlar yerleştirilmişti. Odanın temiz havasından ve odaya yayılan hafif mum kokusundan, şamdanların yeni yakıldığı anlaşılıyordu. Kışın bu ayaz zamanında oda çok sıcak olmasa da insanı üşütmüyordu.

Odanın tam ortasında bulunan masa ve etrafına dizilmiş sandalyelerin işlemeleri, çok nadir görülen oyma desenlerle yapılmıştı. Genel görünüm, içindeki antik mobilyalar ve halılar nedeniyle evin Sovyet döneminden çok önce yapıldığı anlaşılıyordu.

Kumandan ıslanmış frujkasını19 başından çıkarıp asmak için bir yer arayınca, yaşına göre çevik ve büyük görünen on iki yaşlarında yeşil gözlü bir çocuk furujkayı kumandanın elinden alıp köşedeki askıya koyarak aynı köşedeki sandalyenin üstüne oturdu. Şamdanlar iyice yanmaya başladığı için ortalık aydınlanmıştı. Ev sahibi misafirleri tekrar “Hoş geldiniz.” diyerek selamladı.

Nina, “Oho, tovariş uçitel!”20 diyerek ev sahibine elini uzatınca eşi iyice şaşırdı: “Bu ne güzel tesadüf Samad Abiloviç,” sözü komutanın dilinin ucunda kaldı. Öğretmenler şaşırmıştı. Nina, merakla eşine dönerek sordu:

– Siz tanışıyor musunuz?

Tam o anda, evin çarşaflı hanımı ve bir gencin içeri girmesiyle bu soru cevapsız kaldı. Birazdan çay sofrası hazır olmuştu. Gül kurusu çaylar, tatlı sohbet eşliğinde yapılırken vakit epeyce geçmişti. Misafirlerini merakla süzen matematikçi Samad Bey, bu misafirliğin tesadüf olmadığını, 1937 yılında zalim Stalin’in yaptığı gibi sürgün öncesi bir inceleme olduğu hissine kapıldı. Hatta olayları biraz daha düşününce bu duygusundan emin olup derinden bir “Ahhh!” çekti.

Çizgili bir çarşafı olan evin hanımı Rusça bilmediği için sohbete katılamıyor, çay servisi ile ilgileniyordu. Tam odadan çıkarken eşinden başka kimsenin duyamayacağı kadar yavaş bir sesle “Bozbaş21 yemeğim var!” diyerek cevap beklemeden odayı terk etti.

Hem ev sahibi hem de misafirler, altı yumurta büyüklüğündeki Tebriz piroğu22, çay, kuru üzüm, kesme şeker ve nabattan23 oluşan yiyeceklerin zamanın en zengin sofrası olduğunun farkındaydılar. Nabattan ve çaydan yayılan büyüleyici kokunun yanında sapsarı üzümün tadının güzelliği misafirler için yeni olduğundan bir müddet gözlerini sofradan ayıramadılar. Nina Vladimirovna piroğların ailede her kişi için ikişer tane olarak pişirildiğini anlamasına rağmen daha fazla dayanamayıp piroğlardan birini yedi. Öyle güzel bir tadı vardı ki çayının soğumasını beklemeden elini tekrar sofraya uzattı ve ikinci piroğu da aldı. Eşi de farkında olmadan aynı davranışı gösteriyordu.

Sohbet uzadıkça uzadı. Epeydir odanın köşesinde bir minderin üstünde bağdaş kurarak oturan çocuk odanın kapısına gitti. Sonra geri gelerek babasının kulağına bir şeyler fısıldadı. Babası çocuğa ters ters bakınca çocuk gerisin geriye yerine gitti. Nina’nın kulağına “fayton” sözü gelince, tekerleğin onarıldığını anladı.

Nina hemen ayağa kalktı ve gözlerini sofradan ayırmadan “Gitme vakti geldi!” diyerek eşine işaret etti.

Tam o anda evin hanımı içeri girerek masanın üstündeki boş bardakları elindeki gümüş tepsiye dizdi. Samad Bey’in kulağına eğilerek: “Yemeğim hazırdır. Misafirleri gönderme!” dedi. Misafirler ayağa kalkmışlardı ama gözleri masanın üstündeki Hemedan kilinden yapılmış, Tebrizli nakkaşlar tarafından güzel bir şekilde işlenmiş tabakların içinde duran piroğlara bakıyordu. Nina, gurur meselesi yapsa da eşi bu piroğları yemek istediğini belli etmişti. Kadın, buna meydan vermemek için hemen eşinin koluna girerek onun masadaki piroğları almasını engelledi. Tatlı bir gülümseme ile Samad Bey’e bakarak:

– Samad Bey, her şey için teşekkür ederiz. Hanımefendiye teşekkürlerimizi iletin lütfen. Bizi çok güzel ağırladınız.

– Nina Hanım, bizim için şerefti. Hoş geldiniz. Kapımız her zaman dostlarımıza açıktır.

Odayı terk etmek için kapıyı aralayıp öbür odaya geçince burasının biraz daha az aydınlatıldığını ve kokusunun farklı olduğunu hissetti. Nina, odaların büyüklükleri ve aydınlatmalarının yanında kokularının da birbirinden farklı olduğunu anlamıştı. Odalara sinmiş bu kokuları daha önce hiçbir yerde almamıştı. Duvara iki tane tablo asılmıştı. Bu resimdekilerden birisi Samad Bey’di ama diğeri ya kardeşi veya babasıydı.

Odadaki tüm eşyalar antik olduğu kadar düzenli bir şekilde yerleştirilmişti. Nina için matematikçi, eşi için ise muhasebeci olan Samad Bey, nazik bir ifade ile akşam yemeğinin hazır olduğunu söyleyerek misafirlerinin yemeğe kalmasını rica etti. Tam o anda Nina duvarın ortasındaki aynanın yanında duran, krem renkli küçük dolabı gördü. Bu dolap bir zaman evinden çöplüğe attırdığı dolaptı. Şaşkınlıktan Nina’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gerçi odada bulunan bütün dolaplar ton farkıyla aynı renkteydi ama bu dolabın kendisine ait olduğundan emindi. Bir an yanıldığını düşünerek biraz daha dolabı inceledi ama içinden: “Hayır yanılmıyorum, bu dolap benim çöplüğe attırdığım dolap!” dedi.

Biraz ilerleyince mutfağın duvarına mozaikle işlenmiş bir resim gördü. Daha önce böyle bir eser görmediğini hatırlayınca bunun nadir bir sanat eseri olduğunu anladı. En cahil insan bile bu resme bakınca bir anlam çıkarabilirdi. Resimde, bir gün içinde yedi çeşit gıdadan daha fazlasının zararlı olduğu anlatılmak isteniyordu. Resimde, altı ayrı yerde faydalı yiyeceklerle beraber bir tane de zararlı yiyecek resmedilmişti. Yedinci bölümde ise birbiri ile uyuşmayan yiyeceklerin resmi vardı. Bu bölüm ilk bakışta daha dikkat çekiciydi. Bal peteği ile Şahtahtı kavunu o kadar güzel işlenmişti ki sanki birbirini iten mıknatıslar gibi duruyordu. Buradaki meyvelerin baş harfleri, Arap alfabesiyle yan yana dizildiğinde “Birlikte yemeyin!” şeklinde bir ifade çıkıyordu. Bu yazıda yedi günlük takvimin beşinci gününe denk gelen Cuma orucunun faydalı ve vacip olduğunu gösteren yazı ise ev sahibinin inançlı biri olduğuna işaret ediyordu.

Çıranın ışığı merdivenlere düşünce bir şimşek çaktı. Birkaç saniye ile peş peşe çakan şimşeğin ışığı ortalığı süt gibi aydınlattı. Çocuğun elindeki çıranın ışığı şimşeğin güçlü ışığı karşısında çok zayıf kalmıştı. Tsunamiden sonra denizde meydana gelen dalgalanma gibi çıranın ışığı önce çekildi, sonra bir canlının yaşama aşkı gibi gür bir şekilde parladı. Daha sonra veda şarkısı okuyormuş gibi yana eğilerek lambanın duvarlarına sarıldı. Sanki şimşek, ışığının karşısında acizliğini anlamıştı. Yerden fışkıran çeşme suyunun kaynaması gibi ışığı yükseldi ve söndü. Siyah bir is, lambanın iç duvarlarına yapıştı.

Etraf zifirî karanlık olmuştu. Merdivenlerin başında duran evin hanımı yavaş bir sesle: “Ragif!” diye seslendi. Ana oğul, çakmak taşını fitilin yanında birbirine ne kadar sürdülerse de fitil tutuşmadı. Evin hanımı birkaç denemeden sonra ümitsizce:

– Bu fitil bir daha yanmaz, diyerek belini doğrulttu.


III. BÖLÜM

Komşu köyde bulunan Rus okulunda, Azerbaycanlı olarak Kabil’den başka hiçbir öğrenci yoktu. O da beşinci sınıftan sonra bu okula geçmişti. Çar ve Sovyetler Birliği’nin tarihini, rejimin kurallarını, yönetim metotlarını iyi bilenler bile beşinci sınıfın üstündeki çocukların her biri için askerî bölümde özel bir şube olduğunu akıllarına getirmemişlerdi. Buraya seçilen çocuklar yetenekli, özel becerilere, derin analiz gücüne, keskin bir hafızaya sahip, inatçı, duyarlı, sakin olduğu kadar sert tavırlı ve nihayet fikirlerinden dönmeyecek kadar kararlı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Dahası, Kabil henüz daha alt sınıftayken beynine, gerçek bir Sovyet vatandaşı olmanın yolunun askerî doktor olmaktan geçtiğini yerleştirmişlerdi.

O ise babası ve komşuları Samad Bey de dâhil olmak üzere akranları ile yaptığı sohbette askerî doktor olma kararını kendisinin aldığını söylüyordu.

İran, Türkiye, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’da görevlendirmek üzere bütün alanlarda istihbaratçı yetiştirmek için genç ve yetenekli insanlar arasından seçim yapmak üzere Kafkasya’daki bütün askerî birliklerde özel şubeler oluşturulmuştu. Bu şubelerin ikinci bölümleri bu eğitimler için görevliydi.

Elbette yeni yetişen genç Sovyet vatandaşları, kendileri hakkında karar verecek olan rejimin planlarından habersizdiler. Kabil de etrafında olanlardan habersiz bütün gücünü ilim ve eğitime vermişti.

Rus okulu ile köyün arası dört beş kilometre vardı. Köyün öğrencileri askerî birlikteki konsere davet edilmişti. Geri döndüklerinde Kabil ile Nisgil tesadüfen yol arkadaşı olmuştu. Her ikisi de 9. sınıfta okuyordu. Bu yolculukta yol kenarında bulunan bütün ağaçlar, onların üstündeki kuş yuvaları, meyvelerin tadı, irili ufaklı bütün çalılar onların gözlerine farklı görünüyordu.

Bu yolu defalarca aileleri ile birlikte gitmişlerdi ancak şimdi her şey daha farklıydı. İki genç, dersleri ile ilgili konuşuyorlardı. Nisgil, Kabil’in kendi okullarından ayrıldığından beri çok değiştiğini fark etmişti. Konu doğa olaylarına geldi.

Nisgil:

– Bana göre rüzgâr doğanın konuşma tarzıdır. Yağmur ise öksürük ilacıdır. Rüzgâr yavaşça eser, bazen hızlanır. Öksürük rüzgârı alınca kendisini tutamaz. İşte o zaman yağmur imdada yetişir. Rüzgâr ne kadar hızlı eserse essin, üstüne yağmur yağınca sakinleşir.

Nisgil, bütün bunları Samad Bey’in tatlı sohbetlerinden duymuştu. Şimdi ise kendi düşüncelerini anlatıyordu. Daha sonra sohbet ders dışına çıktı. Kabil, “Uzak Sahillerde”24 romanından söz ederek kendisini romanın kahramanı Mehdi Hüseyinzade gibi gördüğünü söyledi. Ancak Sovyet okullarında genelde barış anlatılıyordu. Bu nedenle kimse savaş olacağına inanmıyordu. Nisgil de bu romanı merakla okumuştu. O da Anjelika gibi sevmek istiyordu ama kaderinin ona benzemesini istemiyordu.

“Uzak Sahillerde” filmi onların bir dahaki görüşmeleri için bir bahane oldu. Onlar da gizli görüşmelerini her cuma günü akşam saatlerinde kütüphanede yapmaya karar verdiler. Bu karara göre ertesi gün kütüphaneye giderek “Uzak Sahillerde” kitabının bazı bölümlerini beraber okuyacaklardı.

Ertesi gün Kabil kütüphanenin kapısında heyecanla bekliyordu. Ancak kütüphanenin kapısında antika bir siyah kilit görünce içinde tuhaf duygular uyandı. Sanki bu kilit, onların gitmek istedikleri hayat yoluna vurulmuştu. Ortalarda kütüphaneci de yoktu. Biraz bekledikten sonra Nisgil’in de gelmediğini görünce pişmanlık içinde evine doğru yürümeye başladı.

Bir dahaki görüşmeleri bir ay sonra oldu. Birlikte kütüphaneye gittiler ama orada okumak için fırsat bulamayacaklarını anlayınca akıllarına bir fikir geldi: kitabı çalacaklardı. Ancak bu fikir içlerine sinmiyordu. Biraz düşündükten sonra “Uzak Sahillerde” kitabını çalmak zorunda olduklarını anladılar. Çünkü iri siyah gözlü, her zaman gülümseyen kütüphaneci Sedaget Hanım, okuyucuların aldıkları kitapları okuyup okumadiklarini sorarak kitabın bir haftadan fazla kalmasina izin vermezdi.

Rus Diki’ndeki kütüphanenin bütün duvarlarında pencereler vardı. Onlardan iki tanesi Aras Nehri’ne bakıyordu. Kitapla beraber pencerenin karşısında oturarak ortalığın biraz kalabalıklaşmasını beklediler. Karşı karşıya oturmuşlardı. Kitap okuyorlardı ama aslında birbirlerini süzüyorlardı. Sessizlerdi. Kaç gündür çiseleyen yağmur birden sağanak hâline döndü. Pencereden dışarı baktılar, hiçbir şey görünmüyordu. Az sonra bir karaltı seçildi. Omuzlarına attığı kepeneğin içinde tepede durmuş Aras’ın karşı kıyısını seyreden bu adam çoban Amid’di.

Amid’in yaşamını, taşıdığı sırları yazan olsaydı kitaplara sığmazdı. Bu iki genç nereden bilsinler ki bu gördükleri adam, “Uzak Sahillerde” kitabındaki yenilmez adam Mehdi Hüseyinzade kadar canlı yiğit “yakın sahillerdeki” adamdı. Bu iki kahraman arasındaki tek fark birinin Alman faşizmine, diğerinin Rus faşizmine karşı savaşmalarıydı. Bu iki genç nereden bilsinler kendi tarihleri sahteleştirilmiş, kimlikleri unutturulmuş, kahraman evlatları bir şekilde yok edilmişti…

Nahçıvan’da Sovyet egemenliğinin kurulması bölge için büyük tehlike yaratmıştı. SSCB ile Türkiye’nin ilişkilerinde oluşan her gerilimden ustalıkla faydalanan Ermeniler, Nah-çıvan Özerk Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlamak için her türlü hileye başvurdular. Mantıksız olarak iddia ediyorlardı ki Nahçıvan isminin sonu “van” ile bittiği için bu torpaklar onlara verilmeliydi. Yani bir zaman sonra utanmadan Tayvan için de bunu iddia etmeleri mümkündür. Çünkü onun da sonu “van”la bitiyor. Ermeniler, Nahçıvan’a ait bu konudaki bilgileri halktan gizlemeye çalışsalar da bu mümkün olmuyordu. Bunun sonucunda 1930’un ilk günlerinden başlayarak Nahçıvan MSSR’de Sovyetler aleyhine isyanlar başladı. Nahçıvan’ın dağlık bölgelerinde bu isyanlar daha uzun süreli olarak devam etti.

İsyanların en güçlü üyeleri Keçili ve Nahacir gruplarına katılmışlardı. Gaçay da isyanların ilk gününde Nahacir grubuna katılmıştı. Nahçıvan bölgesinde ordu olmamasından istifade ederek Sirab, Erezin, Ebregunus köylerinin de isyancı gruplara katılmasını sağladı. Keçili, Şahbuz isyancı grupları da onlarla birleşmişti.

Bolşeviklere karşı isyan eden gruplardan birisi de Şahbuz kazasında başlayan Keçili İsyanı’ydı. Yirmi bir yaşındaki Gaçak Guşdan Harekâtı kısa zamanda genişledi. Genç yaşında millî özgürlük uğrunda mücadele eden Guşdan, yedi yıl boyunca Keçili’yi saran dağlarda yaşadı. Hükümetin ajanlarına ve tüm korkulara karşı yolundan dönmedi. Bir müddet sonra da Gaçay’la dost oldular.

Gaçak Guşdan’ın adamları Kolanı’dan epeyce uzakta kurdukları pusuda artık orta yaşlara gelmiş olan Gaçay’ı yakaladılar. Gaçay, direnmeden teslim oldu. Amacı Guşdan’la tanışmaktı. Bu nedenle kendisini yakalayanların sorularına cevap vermedi. Gaçay’ın gözünü bağlayarak onu bir mağaraya götürdüler. Gözleri açıldığında etrafı iyi göremiyordu. Nihayet keçi yağından yapılmış mum ışığında etrafı görmeye başlayınca kendisini seyreden Guşdan’ı gördü. Her ikisi de birbirlerinin adını duymuşlardı. Biraz sohbetten sonra Guşdan:

– Senin keskin nişancı olduğunu duymuştum, neden ateş etmedin?

– Dost kapısına güç vermeye geldiğim için!

– Demek bize katılıyorsun!

– Çünkü sen oldun değirmenci, çağır gelsin Köroğlu buğdayı!..

Aynı gün sohbet bu kadarla bitti. Gaçay’ın bu gruba katılması isyancıları daha da heveslendirdi. Aras Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Nahçıvan’ın Ermeni Taşnaklardan korunması ve özerk statü kazanması için aktif olarak çalışan Gaçay, Behbud Bey Şahtahtılı’nın en yakın silah arkadaşı olmuştu. O, gizli karargâhı Batabat Gölü’nün sağ tarafındaki ormanda kazılmış olan mağarada bulunan isyancı grubun tek bilgili üyesiydi. Onu Gaçak Guşdan’a sevdiren önemli olaylardan birisi de siyasî yönden akıllı olmasıydı. Gaçay, genç yaşından beri Sosyalizm ideolojisine yürekten inanıyordu. O zamanlar, Behbud Bey Şahtahtılı ile sohbetlerinde Orta Doğu’yu cehaletten kurtarmak için Marks ve Engels’in teorilerinin Arap diline çevrilmesi ile ilgili konuşmuşlardı. Neriman Nerimanov’un “Varoşlardan devrime” çağrısına ilk cevap verenlerden birisi Gaçay oldu.

Ona göre istenilen siyasî kuruluşu halk kitlelerinin isyanı ile yıkmak mümkündü. Ancak devrim insanların bilincinde olmazsa onu yaşatmak mümkün değildi. Hatta yüz yıl yaşasa bile bilinç altlarına hakim olmayan siyasî ideolojiler yıkılmaya mahkumdu. Bolşeviklerin, Nahçıvan’ın millî oluşumunu Ermenileştirmek, bu olmazsa Kremlin’in isteği ile Ermenistan’la birleştirmek konusu ortaya çıkınca, Gaçay’ın yüreğindeki sosyalizm aşkı nefrete dönüştü. Çarlık Rusya’nın halkları karşı karşıya getirerek kendi imparatorluğunu koruma siyasetinin Bolşevikler tarafından daha acımasız bir şekilde uygulanması, Gaçay’ın Bolçeviklere duyduğu nefreti her gün artırıyordu.

Behbud Bey Şahtahtılı’nın Tiflis’te intihar ettiği haberi Gaçay’ı derinden sarsmıştı. Bu olayı Bolçeviklerin siyasî cinayeti olarak görse de içinden isyan etmekten başka bir yol görünmüyordu. Gaçay’a göre; kendi prensiplerinde ısrarlı olan, güçlü bir siyasî iradeyle karşısındakini hayran bırakan, her koşulda yarınlara ümitle bakan, korkusuz ve cesur Bebud Bey Şahtahtılı intihar etmezdi.

Gaçay, isyancı gruba katıldığı günden beri Gaçak Guşdan Harekâtı’nın yakında biteceğini görüyordu. Düşmana karşı acımasız olan bu genç millî mücadele arkadaşları ile o kadar samimiydi ki her an bir ihanetle suikasta kurban gidebilirdi. Ayrıca isyancı grubun gelecek için düşünülmüş, stratejik bir planı yoktu. Ermeniler de bu durumdan istifade ederek gruba yanlış bilgiler vererek onları yönlendiriyorlardı. Moskova’ya gönderdikleri raporlarda ise bu isyanların bastırılması için Nahçıvan’ın Ermenistan’la birleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Ancak isyan iyi bir liderden yoksun olduğu için halktan yeterince destek alamıyordu.

Gaçak Guşdan ile Gaçay’ın son görüşmesi Batabat’ta-ki gizli mağarada oldu. Küçük gölden yaklaşık olarak yetmiş seksen metre uzaklıktaki yamaçta kazılan bir tünel sığınağa çevrilmişti. Burası yaklaşık elli kişinin yaşayabileceği şekilde düzenlenmişti. Yazın sıcağında bile bu mağaradaki insanlar üşüyordu. Bu nedenle içeride sürekli soba yakıyorlardı. Mağaradan çıkan dumanların dikkati çekmemesi için yan taraftan içi oyulmuş boru şeklindeki uzun çınar ağaçları uç uca dizilerek dumanın dışarıya çıkması sağlanıyordu.

İki dost, sobanın başında oturup olan biteni konuştular. Gaçak Guşdan, durumun gergin olduğunu bilse de moralini bozmuyordu. Ancak Gaçay’ın sorularının bitmeyeceğini anlayarak sordu:

– Doğrusunu söyle bakalım, durumumuzu nasıl görüyorsun?

Gaçay:

– Su testisi su yolunda kırılır, diyerek gülümsedi.

Gaçak Guşdan:

– Atasözünü örnek verme zamanı değil. Sen kendi fikrini söyle.

– Şu anda Bolşeviklerin durumu bizden daha kötü. Bu kıtanın neredeyse dörtte üçünü işgal etmişler, yine de gözleri doymuyor. Ancak verdikleri sözleri yerine getiremiyorlar. Milyonlarca insan onların sözlerine inanarak perişan oldu. Şimdi bu sözlere inananlardan birazcık kaygı duyan insanları “vatan haini” olarak ilan ediyorlar.

На страницу:
3 из 4