
Полная версия
Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi
Ağarahim ciddi bir sorunu çözmenin rahatlığıyla derin bir nefes aldı. Kafasında dönen düşüncelerle bir baktı ki Gazah’a varmış. İlerideki uçak heykeline vuran gün ışığı onu kanatlı bir güneşe benzetmişti. Ağarahim bu uçağı ilk pilotun anısına diktiklerini biliyordu. Sağolsun Gazahlılar, işle güçle uğraşmalarına rağmen ölmüş yiğitlerini unutmuyorlardı. Anıtın başlangıcında yol ayrımı vardı. Sola dönen yol geniş asfalttı. Ta Gazah’ın içine giriyordu ve bu yol Ağarahim’i Bakü’ye götürüyordu. Sağa doğru ayrılan yol köy yoluydu. Bu yolda uzakta ot kümesine benzer bir şey vardı ama yaklaşınca bunun arkasına ot yüklenmiş bir araç olduğu anlaşıldı.
Yol ayrımına varınca Ağarahim teybi kapattı, hızı azalttı, ayrımın başlangıcındaki aracın yanından geçerken ani bir ses duydu. Ciguli sallandı, sağ yandan ön kapının camı kırılarak parçalar koltuğun üzerine döküldü. Ağarahim bu sesten, bu sallanmanın sebebini anlamamıştı. Daha sonra böbreklerine bıçak saplanmış gibi beline bir ağrı saplandı. Eli ayağı titredi. Freni güçlükle çekerek arabadan indi.
Ciguli’nin sağ ön kapısı eğilip içeri girmiş, sağ feneriyse kırılmıştı. Ağarahim korkudan kalbine inecekmiş gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Zayıf, genç bir çocuk donup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçmişti. İnsan ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’in belindeki ağrı hâlâ dinmemişti. Kolları, bacakları sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu. Boğazı düğümlü:
“N’aptın, kardeşim?” dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:
“Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.” dedi.
Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti ya da korkudan büyümüştü. Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bile olmuştu. Fakat, beli hiçbir zaman böyle ağrımamıştı. Böbreklerinin bu şekilde ağrıması, sırtının bu tarz zonklaması ilkti. Sırtındaki ağrı nefesini kesiyordu. Güçsüz kalan bedenini ne olursa olsun dinlendirmeye ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu güçsüz gencin yanında bunu yapmayı gururu kaldırmıyordu. Ne desin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söyleseydi yoksa çocuğu tekme tokat dövse miydi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı? Bu ot dolu araba nerden çıkıvermişti? Şeytana benzeyen bu iti nasıl görememişti?
Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.
Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazar değerse, kazadan, belâdan korur seni!” diye tembihlemişti. Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu ama Pervane’nin uyarısını dikkate almadığı için şimdi pişman olmuştu.
Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarını ayarladı.
“Kör müydün? Geldiğimi görmedin mi?” dedi. Genç adam yutkunarak.
“Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot da izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....” adam cesaretini topladı. Ağarahim’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok.” dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı: “Düzelir düzelir, yeter ki ölüm falan olmasın!” dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle işlek bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiç değilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filan savunurdu.
Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı sonra büyücek gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:
“Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.” dedi. Ağarahim olmaz anlamında kafasını salladı.
“Polis çağıralım.”
Genç yalvarmaya başladı:
“Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli bile olmayacak. Tüm masrafları da karşılayacağım.”
Ciguli’nin daha önceki Ciguli olmayacağı fikri aklına geldiğinde Ağarahim`in damarlarındaki kanı dondu sanki. Ağarahim, öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi fakat neden sesinin çıkmadığını bir türlü anlayamadı. Kendi güçsüzlüğünden dolayı ağlamaklı oldu.
“Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’de olmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”
Pörtlek gözlü gencin yüzünde mahzun bir ifade oluştu; Korktuğu gözlerinden belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki:
“Döv, söv, vur, öldür, haklısın, ama…”
“Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat ben götüreceğim Bakü’ye.”
Ağarahim’in susması çocuğu biraz daha cesaretlendirdi.
“Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Bir belâdan yeni kurtuldum. İkinci belâyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki?
Gidelim mi polis falan gelmeden? Genç yük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerede olduğunu kestiremeyen insan gibi sersemlemişti. Ot arabasının peşinden gidip gitmemek konusunda kararsızdı. Beklese miydi acaba? Ama neyi bekleyecekti? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecekti. Belki, bu şeytana benzeyen çocuk Cigulu’yi sahiden yaptıracaktı. Polisi beklemek gereksizdi. Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?
Ağarahim Ciguli’ye bindi. Neden bindiğini bilmiyordu. Çünkü çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle su arasında kalan hastalıklı bir adam gibiydi lakin ateş ne tarafta su ne tarafta bilmiyordu.
Ot yüklü araba yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından bakıp deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıp gidiyor galiba”. Ot aracı durdu, çocuk kafasını camdan çıkarıp Ağarahim’e el salladı ve Ağarahim Ciguli’yi köy yoluna doğru çevirdi.
Birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonra ana yoldan çıkıp dar toprak yola girdiler. Köyün adının yazılmış olduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim bir bakış atarak demir levhadaki yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahim nefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? Alpoud nedir yahu?”
Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk araçtan iner inmez direksiyon başında kalakalmış Ağarahim`e yaklaştı.
“Hoş geldin, kardeş” dedi. Sonra eve doğru dönerek seslendi:
“Anne, misafirimiz var!”
Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi. Evin balkonunda sedirin üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındaki eşarbı alarak başını kapadı.
“Kurban olurum ben o misafire!” diyerek zar zor sedirden indi.
İhtiyar kadın yaşlı bir erkek yardımıyla yürüyordu. Uzun, geniş eteği onun daha da kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`in yanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoş geldin!” dedi.
Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı hayatı boyunca “Alpoud” adlı bir köyün varlığından bile habersiz kalacak, şeytan suratlı bu çocuğa rastlamayacak, beyaz gömleğinin altından şişman göbeği belli olan sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti. Bunlar olmadan da hayatını rahatça devam ettirecekti. Bu insanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla başka bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok da büyük bir fark yoktu.
Kadının erkeği andıran esmer, yuvarlak bir yüzü vardı. Bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden daha sakin bir sesle:
“Eve geçsene kurban olduğum!” dedi.
Ağarahim dudaklarının arasından mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:
“Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!” dedi.
Gelin, elinde sandalyeyle odadan çıktı. Sanki içeride elinde sandalyeyle hazır bekliyordu. Sandalyeyi koşar adım getirerek armut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.
Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk ot yüklü aracının yanında durarak dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Yanında üç dört yaşında, keten kumaştan yapılmış bebeğini göğsüne bastıran bir kız çocuğu bu genç adamı süzüyordu fakat onu görmüyor gibiydi. Ağarahim kızın nereden çıktığını, nereden geldiğini görmemişti ama şimdi kızı düşünmenin hiç sırası değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırması gerekti.
Genç adam sigarayı yere atarak ayakkabısı ile ezdi. Yakınlarda yem yemekte olan tavukların üzerine yürüdü. Tavuklar, ayrılarak koşturup ahırın arkasına saklandılar. Çocuk hâlâ onların peşinden koşuyordu. Az sonra iki elinde birer piliçle geri döndü.
Ağarahim’in dili damağı kurumuştu. Araç kaza yaptığından beri içinde tüten bir ateş vardı sanki.
Çocuk piliçleri kestikten sonra Ağarahim:
“İçecek su var mıdır, biraz?” dedi.
Gencin büyücek gözleri parladı.
“İçecek için de yıkanmak için de var.” dedi. Koşa koşa giderek sürahiden bir bardak su koyup getirdi.
Ağarahim yüzünü yana dönerek suyu hızla içti. Su sanki içindeki koru söndürerek süzülüp gitti. Olsa bir bardak daha içerdi fakat istemedi. Bardağı çocuğa verirken içinden, “Sağ ol!” demek geçse de demedi.
Genç adam utanarak sordu:
“Adın ne, amca?”
Gencin “amca” demesi Ağarahim’i hiç mi hiç memnun etmiyordu. İçinden gelmese de adını söyledi. Çocuk bu tanışmadan çok memnunmuş gibi gülümsedi:
“Benim adım da Binnet.” dedi. “ Sen dinlen burada, ben usta aramaya gidiyorum. İnşallah köyde bulurum onu. İşinin eri olduğu için hep koşturmaca içerisinde. Sürekli oraya, buraya götürüyorlar. Bozuk arabaların anası. Kendi yapar, kendi boyar. Çok becerikli bir ustadır.” Ağarahim “Alpoud” adlı köyde becerikli bir ustanın olacağına inanmıyordu.
Çocuk balkona çıktı. Ahşap sedirin üzerinde uykuya dalmaya çalışan kadına bir şeyler söyledi. Kadın vaveyla çekerek elleriyle dizlerini dövdü. Genç adam balkondan inerken sabırsızlıkla:
“Hemen kızma anne, bilerek yapmadım ya.” dedi.
Binnet dışarı çıktığında Ağarahim armut ağacının gölgesindeki sandalyede oturuyordu. Avluya bakınca avlunun çok büyük olduğunu gördü. Avlunun açık tarafında kış balkonundan ve eski ahırdan başka yapı yoktu. Evin önünde kocaman, ucu bucağı görünmeyen bir bahçe, bahçenin içindeyse çeşitli ağaçlar vardı. Çiftliği andırıyordu. Ağarahim, “Bu kadar büyük bir bahçesi olan insanın muhtemelen parası da çoktur. Tavuğa, pilice bir bak hele, say say bitmez. İnek, manda, koyun, kuzu da var. Fakir değiller bunlar.” diye düşündü.
Gelin, üzerine temiz örtü serilmiş sehpayı Ağarahim’in önüne koydu. İnce belli bardakta çay getirdi. Bir kez bile olsun kafasını kaldırmadı, gözünün ucuyla da olsa Ağarahim’in yüzüne bakmadı. Ama Ağarahim gizlice ona baktı ve “Alpoud” adlı bir köyde böyle güzel gelinin olduğuna inanamadı. Esmerdi gelin. Dudaklarının rengi olgunlaşmış kirazı andırıyordu. Parlak, ışıl ışıl gözleri vardı. Tezcanlıydı, yürüdükçe göğüsleri kabarıyordu.
Gelin, kış balkonunun önünde çömelip otları yoluyordu. Ağarahim yan taraftan ona bakarken iç geçirdi. “Eğer bu güzel kadın Binnet’in karısıysa, yazık… O şeytana benzer herifin nesine tutulmuş ki?” Ağarahim’in aklına kendi eşi geldi. Zaten esmer olan teni biraz da morardı. “Keşke onu dinleseydim, keşke arabada bir tane muska bulundursaydım.” diye düşündü.
Küçük kız Cigluni’nin yanında durmuş ağlıyordu. Gelin işini yarım bırakarak çocuğun yanına gitti. Ciguli’nin ön kapısını yavaşça açtı. Çocuk hemencecik susarak arabaya binip direksiyonun arkasında oturdu. Ağarahim’in sinirleri tepesindeydi. “Sanki, dedelerinden kalmış yahu.” diye iç geçirdi.
Ağarahim çaya dokunmadı. Sıkıldı. Kalkıp Ciguliye yaklaştı. Araç gözünden düşmüştü. Bakmak dahi istemiyordu ona. Çocuğa baktı. Kız, bebeği dizinin üzerine koymuştu. İçerisi sıcaktı ama buna rağmen sessizce öylece oturuyordu. Çocuk biraz Binnet’e benziyordu, hele hele gözleri; kocaman, büyük kiraz kadardı. Kestane renkli, kısa saçları yavru kuzunun tüyü gibi kıvırcıktı. Dizinin üzerindeki oyuncak bebek de ilginç bir bebekti. Ağarahim hayatı boyu böyle oyuncak bebek görmemişti. Beyaz ketenden kafa yaparak küçük bir tahtaya monte etmişlerdi. Kocaman, sivri kafanın ortasına siyah kurşun kalemle ağız, burun, kaş göz çizmişlerdi. Bebeğin omuzları yoktu, her omuz yerinden bir çift kol sarkıyordu, üzerine el kadar, etek giydirmişlerdi. Ağarahim, nedense bu komik bebeği dudakları olgun kiraza benzeyen o gelinin yaptığını düşünüyordu.
“Nerelisin, anam, babam?”
Ağarahim ani sesten irkilir gibi oldu. Hemen geri döndü. Şişman kadın onun arkasında zar zor nefes alarak duruyordu. Ağarahim:
“Bakülüyüm.” dedi.
“Çalışıyor musun?”
“İnşaat Üniversitesinde öğretmenim. Fizik öğretmeni …”
“Allah esirgesin seni.” Kadın galiba ayakta durmaya zorlandı. Ellerini yere yaslayarak çayırlıkta oturdu. “Anan, baban hayatta mı?” dedi.
“Ağabeyim var.”
“ O da mı çalışıyor?”
Ağarahim:
“Evet.”dedi. Bu cevabın yetersiz olduğunu, bu şişman kadının onun kardeşinin öyle herkese muhatap olacak biri olmadığını anlasın diye devam etti:
“Üst görevde çalışıyor.” dedi.
“Allah daha üstleri nasip eylesin!”
Ağarahim anladı ki bu şişman kadın ona bir şeyler söylemek istiyor. Bir niyeti var bu kadının yoksa şişman vücudunu sürükleyerek avlunun o ucundan bu tarafına gelmezdi.
“Evli misin, yavrum?”
“Evet. Bir de çocuğum var. Beş yaşında …”
İhtiyar kadın Ciguli’ye doğru bakarak iç geçirdi.
“Şansı yok Binnet’in. Doğduğundan beri başı hep belâda. On yaşına kadar hastalıkla filan geçti. Ölür diyorduk, yaşamaz ama ölmedi. Ölmedi ama adam akıllı da büyüyemedi. Kurban olduğum Allah. İllaki bir bildiği var. Elâlemin çocuğu okudu, iş güç sahibi oldu. Bu çocuğun kafası derse de yatkın olmadı. Önünde de bir baba yoktu ki dövsün sövsün okutsun. Binnet beşindeydi babası göçüp gittiğinde. Çiflikte çalışıyordum. Şafak sökmeden işe gider, güneş batınca dönerdim.”
Ağarahim birden ne düşündüyse Binnet’in yaşını sordu. Kadın aklından bir şey hesaplıyormuş gibi duraksayarak:
“Büyük oğlum Efendi kırkında. Onun küçüğü kız, evlenip köye gitti. Dört çocuğu var. Kız, Efendi’nin üç yaş küçüğü. Kızla Binnet’in arasında üç yaş fark var.”
Ağarahim’in hesabına göre Binnet otuz beş yaşındaydı. “Cüceye bak, benden üç yaş büyük ama bana amca diyor. Minyon diye genç duruyor.” Kadın gökyüzüne dönerek ah çekti. Ağarahim kadının yarıya kadar beyaz perde inmiş gözünün kaybolduğunu ve muhtemelen diğer gözünün de kör olacağını düşündü.
“Bunları yarı aç, yarı tok büyüttüm yavrum. Şimdi emekli oldum, ayda yirmi üç manat maaş alıyorum. Onu vermeseler de geçiniyorum. Benim masrafım ne kadar ki? Efendi çiflikte traktor şoförü. Evi ayrı ama beni de unutmuyor. Allah benim ömrümden alsın, ona versin. Kızdan da razıyım. Ancak bu çocuk… İhtiyar kadın başındaki yemenisinin ucuyla gözünün yaşını sildi. Bacaklarımda romatizma var. Can havlindeyim. Bu çocuk da diğer taraftan ömrümü yedi bitirdi.” dedi.
Kadının derdini, sitemini dinleyecek hâli yoktu Ağarahim’in. Kalbinin yumuşayacağından, Binnet’e acıyacağından korkuyordu. Kadından uzaklaşmak istedi fakat kadın onun niyetini anlıyormuş gibi burnunu çekip konuşmaya devam etti:
“Bir yerde tutturamıyor çocuk. Gah çiflikte çalıştı, gah demiryolunda. Sonra Efendi alıp götürdü yanına, traktör kullanmayı öğretti ona. Ordan da kaçtı. Uzun süre serseri serseri dolaştı. Askere gitti, orada da şoförlük yaptı. Döndüğünde çiflikte eski bir araç verdiler. Akıllanmıştı, işiyle uğraşıyordu. Büyüdü sandık, evlendirdik. (Kadın kafasıyla gelini işaret etti.) O helâl sütemmişi aldık ona. Bir kızları doğdu. Şu senin arabadaki… Gelin, ikinci çocuğa hamileyken Allah Binnet’e belâ gönderdi. Arabayı devirdi. Kaza yaptı. Esnaf kandırmış. Çocuk da genç ya heves etmiş, lahanayı doldurmuş araca, sürmüş taaaa Ermenistan’a. Kurban olduğum Allah da gözden çıkardı sanki bunu. Araba uçmuş derenin dibine kadar. Esnaflardan birinin kolu kırılmış, birinin bacağı sakatlanmış, kendisininse burnu dahi kanamadı. Binnet’i tutukladılar. Bir yıl aldılar içeri. Çocuk içeriye düştükten sonra gelinin gözündeki yaş dinmedi. Sabah akşam ağlayıp duruyordu. Naptıysak sakinleşmedi. O kadar üzüldü ki sonunda çocuk zamanından önce ölü doğdu. Hem de erkek çocuk…”
Ağarahim, sırtı dönük hâlâ ot yolan geline baktı ve gelinin kendisinden nefret ettiğini düşündü. Galiba bu şişman kadın da ondan nefret ediyordu. Belki de onu Allah’ın gönderdiği ceza filan sanıyorlardı. Ağarahim az kalsın kadına dönerek “Anne, ben suçsuzum, günahım filan yok, kötü biri de değilim. Eğer kötü biri olsam, polis çağırır oğlunu polise verirdim.” diyecekti.
“Hapisten yeni çıktı gariban. Çok yalvardık, ondan sonra çiftlik eski püskü bir traktör verdi ona. Araç da zaten eski. Her tarafı yapıldı. Bazen bozuluyor, günlerce yapılmıyor. Sabah erkenden Binnet dedi ki, ‘Anne bugün pazara gideyim de ineğe, mandaya ot alayım.’ Dedim ‘Gitme çocuğum…’ içime girdi sıkıntısı ya başına bir şey gelecek, belâ da peşini bırakmıyor zaten. Gitti, böyle oldu. Gece de kötü rüya görmüştüm. Şimdi ne yapacak, nasıl edecek bilmiyorum. Parası, pulu da yok ki onun… Ağarahim’in sabrı hepten tükendi. Zaman geçti. Güneş evin avlusundan uzaklaşarak dağın tepesine dikildi. Az sonra diğer dağın arkasına çekilecekti.
Kadın kocaman, kütüğe benzeyen bacaklarını sürükleye sürükleye eve doğru gidiyordu. Ne demek gerekiyorsa, misafire demiş, kalbini boşaltmıştı. Artık gerisini bir Allah bir misafir biliyordu.
Tüte tüte, horlaya gürleye avluya bir “Moskiviç” girdi ve Ağarahim’in yanında durdu. Binnet araçtan indi:
“Şükürler olsun, Ejder’i buldum.” dedi.
Ejder “Moskiviç”in kapısını açarak bacaklarını salladı. Öylece oturduğu yerde Ağarahim’e bakarak yüz yıllık arkadaşmış havasıyla gülümsedi ve Ağarahim, Ejder’in ön tarafta ikisi altta, biri üstte toplam üç tane dişinin olduğunu gördü. Alnı kırışık, avurtları çöküktü. Maviye benzeyen, baygın gözlerinde sinsi bir tebessüm vardı. O da Binnet gibi minyon olduğu için onun da yaşını kestirmek imkânsızdı. Binnet ona doğru koştu.
“E insene be Allahsız!”
Ejder, kapıdan tutarak kalktı. Ağzında buz varmış gibi dilini zorlukla oynattı.
“Misafirimiz, hoş gelmiş.” Öne doğru yürüyerek Ağarahim’e el uzattı:
“Sıkma canını kardeş, ben hemen....”
Ağarahim, burnuna votka kokusu gelince Ejder’in neden öyle konuştuğunu anladı.
Ejder:
“Oğlum, araç bu mu?” diyerek Ciguli’ye doğru yöneldi.
Binnet çocuğu arabadan indirdi, koltuğa dökülmüş cam kırıklarını temizledi.
Ejder bir elini beline koyarak dikkatlice Ciguli’ye, Ağarahim de onun Moskviç’ine baktı. Moskviç çürümüştü. Paslıydı. Ne arka koltuk vardı ne de kapıların camı. Yolda giderken muhtemelen içeride yeller esiyordu. Ağarahim’in gözü Ejder’i tutmadı. Onun iyi bir usta olmasına, Alpoud adlı köyde becerikli bir usta olacağına inanmadı.
Ejder, Ciguli’nin darbe almış tarafına geçince dikkatlice arabayı gözden geçirdi. Daha sonra Binnet’e dönerek:
“Oğlum, o kadar da ciddi bir şey değil. Valla bak, şimdi bunun canına okuyacağım.” dedi ve çayırlıkta iki bacağını uzatarak oturdu. Dur bu sig.. sigaarayı içeyim… Bir Aurora yaktı.
Ağarahim arkasını Ejder’e çevirerek Binnet fısıldadı:
“Bu galiba sarhoş.”
“Bu salağın sarhoş olmadığı zamanı yok ki. Şarap fabrikasında işçilik yapıyor hergün hergün içiyor. Ama ne kadar içerse içsin hep bilinci açık. Tezcanlı adam, çok kişinin işini az zamanda yapar. Yoruldum demez. Çok becerikli bu, çok. Sen merak etme, bir saate kalmaz yapar bitirir.”
Ejder, sigarayı içine çekip dirseğine yaslanarak ayağa kalktı.
“Lan!..Binnet! Bu benden mi bahsediyor yoksa? Doğru… Sarhoşum… Oğlum, ben Ejder’im ya…Bir kova içerim ama kurşunu geçiririm. Misafire söyle. Yumruğunu göğsüne vurdu, “Ben Ejder’im.” Binnet gülümsedi:
“Dedim yahu.”
“Haydi git, bir kova su getir, ciğerim yanıyor.”
Binnet su getirmeye gitti. Ejder parmağını diliyle ıslatarak sigaraya bastırdı. Sönen sigarayı omzunun üstünden atarak:
“Kardeş, Ejder’in olduğu yerde gönlünü ferah tut. Yepyeni yapacağım aracını. Yeniden doğmuş gibi. Binnet benim akrabam, biliyor musun? Ne iş yapsam, tek kuruş almam. Akraba akrabadan para almaz. Para ne ki oğlum?” Çenesini kaşıyarak Ciguli’ye baktı. Sonra kafasını çevirerek köyün çıkışındaki dağa baktı. “Şu dağı görüyor musun?” dedi. Onun adı Göyezen. Duydun mu? Ucunun nasıl dik olduğunu gördün mü? Mızrak gibi. Hep çıkayım oraya diyorum zaman bulamıyorum bir türlü.
Binnet’in getirdiği suyu Ejder çenesine, göğsüne dökerek keyifle içti. Ağarahim dudaklarını yaladı ama su istemeye utandı.
Ejder:
“Ya Allah!” diyerek Moskviç’in yük kısmından paslı bir levye çıkardı. Sanki yıllarca dokunulmamış, yağmurun altında, çamurun içinde kalmıştı. Tahta çekiç çıkardı. Dizlerini yere koyarak, kolu Ciguli’nin ezilmiş kanadının altına koydu. Bir çekti iki çekti. Diğer taraftan tahta çekiçle bir vurdu iki vurdu ve ezik kanat kırılarak bir karış uzunluğunda delindi. Ejder durdu.
“Peeh! N’oldu la buna?” dedi. “Lanet olası kâğıttan sanki. Niye delindi bu yahu?”
Ağarahim, sinirli sinirli Binnet’e baktı. Araç kaza yaptığında bile bu kadar üzülmemiş, kızmamıştı. Az daha Ejder’in kolundan tutup öteye itecekti.
Ejder kenara çekildi. Levyeyi, çekici yere attı.
“Oğlum, ellerim niye titredi benim? Binnet biraz su getir bakayım.”
Binnet tekrar eve doğru koştu. Ejder de yeniden çayırlıkta oturdu.
“Düzelecek, sabırlı ol!” dedi. O delinmiş yere aldırma. Yapacağım, yepyeni olacak. Ben hep kocaman arabaları yaptım. Moskiviç filan… Cigulu ilk kez yapıyorum. Düşünme şimdi.... Ejder’in olduğu yerde keder de neyin nesi?” dedi. Bunları derken Ağarahim’den çok kendisini teselli ediyordu.
Binnet bir elindeki ağzına kadar votka dolu kalın bardağı ve diğer elindeki domatesi Ejder’e verdi. Ejder bardağı bir eline aldı, domatesi öteki eline. Dudakları titreyerek bardağa baktı.
“Elli iki yaşındayım, otuz iki yıldır bununla arkadaşlık yapıyorum. Lan ben şu ölümlü dünyada o Göyezen’in tepesine çıkabilecek miyim? İçimde kalır. Orada da içmem lâzım.” Sonra gökyüzüne baktı: “Allahım, anam babam sana kurban olsun affet Ejder’i. Zaten Ejder’in suçu yok, biliyorsun. Olsa da, küçük günahlar, onları da içmeyenlere yükle.” dedi.
Ejder bardaktaki votkayı yarıya kadar içti, ağızını ekşiterek domatesi ısırdı ve çiğnemeden yuttu.
Binnet, utandığı için Ağarahim’in yüzüne bakamıyordu. Ejder’i övmüştü. Ejder’e güvenmişti. Meğerse Ejder’in de beceremediği işler varmış. Binnet içinden, Ejder’e güç diliyordu ki Ejder de onu bu belâdan kurtarsın.
Ağarahim Ejder’le uğraşmıyor, kızgınlıkla Binnet’e bakıyordu. “Bu nedir Allah’ım, beni kimlerle muhattap ettin?” Ejder gömleğinin önünü açarak kemikleri çıkmış göğsünü kaşıdı. Atleti yoktu. Kaburgaları gözüküyordu, karnı neredeyse sırtına yapışmıştı.
Ejder “Ya Allah!” diyerek ayağa kalktı.
Ağarahim, Ejder’in Ciguli’ye yaklaşmaya cesaret edemediğini gördü.
Ejder levye ile çekici alarak:
“Başladık!” dedi ama tam da başlayamamış gibiydi.
Ağarahim onu bu belâdan kurtardı.
“Gerek yok.”
Sanki Ejder’in omzundan birkaç yıldan beri tırmanmak istediği Göyezen dağı kadar yük kalkmıştı ama o, yine de oralı olmadı. Şaşırmış gibi gözükmek istedi.
“Neden kardeş? Bırak da yapalım.”
Ağarahim öfkesini bastıramadı.
“Beceremediğin işi neden üstleniyorsun?” dedi. “Arabayı daha da mahvettin.” Binnet’e döndü: Adam ol biraz! Zamanımı niye alıyorsun sen burda? Sana kötülük mü yapmamı istiyorsun? Binnet mahzun mahzun bakan büyücek gözlerini dikerek öylece kaldı.
“Kötülük niye kurban olduğum? Hataydı oldu işte. Kardeşime haber gönderdim. Gelsin de bakalım n’apıyoruz.”
“Yarın Bakü’de olmam gerek. Anlıyor musun?”
“Ustaya ısınamadıysan götür Bakü’de yaptır maliyeti neyse ordan burdan bulur da veririm.”
Ağarahim arabanın ne kadar masrafının olacağını bilmiyordu. Fiyat söylemekten korkuyordu. Ya dediği ücret yetmezse?” Yine de bir fiyat verdi:
“Bin manat!” Ağarahim, Binnet’in yüzüne bakmadı. Şeklinin şemalinin ne hâle geldiğini bilemedi.
Ejder levyeyi, çekici yere attı.
“İnsaf yahu, bin manat da ne?”
“Ya ne sandın? Yepyeni araba, alalı daha dört ay bile olmadı.”
Ejder kafasını salladı.
“Oğlum, Allah korkun yok mu senin? O kadar parayı sokaktan mı buluyoruz?”
Söz Ağarahim’in ağzından çıkmıştı bir kere. Pazarlık yapacak hâli yoktu. Sert bir şekilde tekrar:
“Bin manat!”
Ejder balkona çıktı. Şişman kadının yanına oturarak kollarını sallaya sallaya konuşmaya başladı.
Binnet, Ağarahim’in önünde başını eğmiş sigara içiyordu.
Bir süre sonra kafasını kaldırarak korka korka sordu:
“Amca, anlaşalım mı?”
Ağarahim pazarlığa son vermek için sesini yükseltti:
“Son kez!”
Avluya kısa boylu, kilolu, al yanaklı bir adam girdi. Saçı sıfır tıraştı. Binnet’e zerre kadar benzemese bile Ağarahim’in içine Binnet’in Efendi dedikleri kardeşi bu olduğu hissi doğdu.
“Hoş geldin, yavrum” diyerek adam Ağarahim’in yumuşak elini taş gibi katı, sert elinin içinde sıktı. “Niye burda ayakta duruyorsun?” Balkona dönerek: “Anne, misafire böyle mi hizmet ediyorlar?! Sofranız, yiyecek, içecek nerde?!” Adam Ağarahim’in elini bırakarak balkona doğru gitti. Ejder kafasını sallayarak Efendi’ye bir şeyler söyledi. Kadın elini dizine vurarak üzüldüğünde Efendi sinirlendi.