
Полная версия
Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi
Sonunda meydan bitti. Şeppeli kaldırım boyunca dizilmiş ıhlamurların altındaki çim alanı da çok iyi bir şekilde geçti. Ayağını kaldırıma koyduğundaysa birden durdu: öyle bir hâle gelmişti ki, bir metre öteye gidecek gücü bile kalmamıştı. Böylece, bir ayağı “çim” de, diğeri kaldırımda takılıp kaldı.
Memme’nin pencereleri tam yanıbaşında, başının üzerindeydi ama Şeppeli Memme’yi yardım için çağırmadı. Zaten, çağırmak istese de sesi çıkmazdı. Ayrıca, kendisi hiç umrunda değildi, beyninde sadece deminki düşünce dönüyordu: Orada, yukarıda bir şeyler olmuştu. Kim bilir Memme ne hâldeydi? Oyle bir hâldeydi ki, karşılamaya dahi çıkamıyordu.
Şeppeli’yi tepeden tırnağa kadar ter bastı. Başı döndü. Bavul elinden düştü. Bir şekilde sepetleri kaldırıma koymak, çabucak yukarıya çıkarak ne olduğunu öğrenmek istedi. Bu arada birileri kaldırıma çıktı. Durup Şeppeli’ye baktı. Sonra, arkasından çıkan kadının (!) kolundan tutarak, hızla adımladı.
Şeppeli bu şişman şapkalıyı Profesör Mehmetali’ye, Memme’nin kendisi gibi gencecik kayınpederine, benzetti. Ama buna inanmadı. Daha doğrusu, Profesörün onunla karşı karşıya gelerek en azından öylesine bir merhaba bile demeden geçip gideceğine inanmak istemedi. Şeppeli ona baktı ve onun Profesör Mehmetali olduğuna dair bir şüphesi kalmadı.
“Profesör! .. Oğlum! ..”
Sepetler devrilerek düştü, kavunlar kaldırıma dağıldı. Ama Şeppeli’nin gözünde kavun filan yoktu:
“Zemfira, kızım! .. Oğlum! .. Dünür! ..
Korkunç bir tehlikeden kaçıyormuş gibi hızla uzaklaşan dünürlerinden Şeppeli’nin aklında ebediyen iki şey kaldı: kumaş mağazasının vitrininin ışığında, profösörün sinirli elinde parlayan siyah çerçeveli, mat camlı gözlük; bir de gittikçe geriye dönerek “dyadya Buratino” ya bakan Zemfira’nın uzaklaştıkça yanağından akan göz yaşları.
Düşünceli düşünceli, yeniden eşyaları alarak ikinci kata çıktı. Kapı açılır açılmaz konuşmaya başladı:
“Profesörle gelinimin öyle gitmesi beni yıktı. Galiba aranızda bir şey olmuş. Şimdilik onu sormuyorum. İlk önce bana söyle bakalım, dayının bildiği Memme misin, yoksa Mursakulu’nun anlattığı Memme mi? Bak! Kem küm yapma kuzum. Bir kere söyle, ya öleyim ya da dirileyim. Şu an benim canım yarım! Gerçekten açıkça söyle! Mursakulu o haberi söylediğinden beri yine dudaklarım titriyor. Eğer sen suçsuzsan, doğru yolda yürüyorsan, isterse bir felç daha vursun umrumda olmaz. Vallahi, şimdiye kadar nasıl yaşadıysam yine aynı keyifle yaşarım! Eğer kalbin kirlenmişse onu da, dediğim gibi açıkça, utanmadan söyle; ben de işimi bileyim oğlum. Çiftliğe haber vereyim, mezarımı kazıp hazırlasınlar, gidip içine gireyim, üzerimi kapatsınlar. Zaten, doğduğumdan beri, felekten tokat yemişim. Daha gençken, tecrübesizlikten hesaplamada yanlış yapmıştım, beni sorguya alıp, “Devletin malını çalıyorsun.” dediler. Bir o feleğin tokadı değdi, ağzım eğildi; öz amcamın kızı, nişanlım, benden yüz çevirdi. O eğrimi Oruç düzeltti. Sonra da sen düzelttin. Beni yaşatan sensin, sen ! Sen benim aydınlık dünyamsın! Eğer Allah korusun, sende bir sorun varsa daha benim değilsen, daha benim yaşamamın ne anlamı var ki?
Şeppeli Memme’den kötü bir cevap duymak korkusu ile, kendisi de farkında olmadan zamanı uzatıyordu. O kanapede, Memme’yse kanapenin karşısında boydan boya dizilen kitap dolaplarının tam ortasından yatak odasına açılan kapının arasında, sandalyede oturup, başını göğsüne doğru eğerek, aralıksız sigara içiyordu. Onun yanında yatak odasında üzerine yeşil ipek örtülmüş çift kişilik kanepe, bir açık dergi ve Zemfira’nın renkli portresi görünüyordu. Eskiden Bakü’ye gelip Zemfira’yı burada bulamadığında, onun yerine canlıymış gibi duran bu portreyi öpüp okşardı. “gelininin” omuzlarına dağılmış sarı saçları arasında beklenmedik bir tezatla gülümseyen simsiyah gözlerine bakıp kafasını sallar, “Seni gidi hınzır şey seni…” derdi. Bu sözleri öylesine bir şeyler söylemek için demiyordu. Bu sözlerin arkasında büyük bir anlam vardı.
Profesörün ailesiyle tanıştıktan bir hafta sonra Zemfira çiftliğe, “dyadya Buratino”ya bir mektup yazmıştı. Şeppeli mektubu Pericihan’a gösterdi. Zemfira’nın Memme ile nikâh kıydırmak için onlardan, yani Pericihan’la Şeppeli’den izin istediğini anlattı.
Pericahan müstakbel gelininin apayrı bir dünyanın insanı olduğunu ilk bakışta fark etmişti. Zemfira’nın kayınvalidesi ile kendi dilinde serbest konuşamaması, çok zaman Memme’nin aracılık yapması bir yandan; gelinin müzik okulunda artistlik okuması, kayınvalidesinin önünde yüzünü öteye çevirerek oturması, kıvıra kıvıra yürümesi, onu umursamaması da bir yandan Pericihan’ı memnun etmiyordu. Ancak daha sonra, Memme’nin Zema’yı çok sevdiğini görerek her şeyi kabul etti. Hatta bir kez Şeppeli’yle Zemfira ile ilgili konuşurken gülümsedi ve “Çok tatlı…” dedi. “Yeter ki oğlum mutlu olsun, ben gelinimin ne söylediğini anlamasam bile, kaldırabilirim.”
Şeppeli Pericihan’ın gelininin dilini öğrenmek istemediğini hissetti.
Mektup ve nikâh konusuna dayanamadı. Bastı yaygarayı: “Allah’ım, beni öldür de bu günleri görmeyeyim! Bu nasıl bir gelin?! Daha parmağına yüzük takalı bir hafta oldu, nişan yok, düğün yok, bu nikâhtan mı bahsediyor?! Elalem ne der?! Bir de neden Memme kendi değil de, bu yazıyor sana, yahu ?!”
Niçin Memme’nin değil de, gelinin yazdığına Şeppeli de anlam veremiyordu. Ama nikâhın ne için gerektiğini biliyordu. Bu konudan mektupta da bahsedilmişti fakat Şeppeli henüz o kısmı çevirmemişti. Pericihan’a, Bakı Sovyet’i metrosu civarında Memme’ye bir odalı ev vermek istediklerini anlattı. Hem de şehir dışında, ıssız bir yerde, beşinci mikrorayon denilen yerde vermek istiyorlarmış. Gençlerse, Zemfira’nın yazdığı gibi, Baksovyete bunu yutturmak, nikâh kağıdını sunarak iki odalı ev almak istiyorlardı. Zemfira’nın yazdığı gibi, “Nikâh cüzdanı elimde olsa, Memme’yi alıp kendim giderim Bakü Sovyet`ine , para bile veririm.”
Zemfira mektubunda şöyle yazıyordu: “Çok zorlanırsam, hamile olduğumu söyleyeceğim. Bunun içinse nikâh gerek.” Şeppeli ilk önce bu sözleri Pericihan’a söylememeyi düşündü. Ama farkında olmadan, mektubun ahengine kapılıp hamile olduğumu söyleyeceğim” sözlerini de çevirdi. Bunu duyan Pericihan şoka girdi. Tüm gece söylendi durdu. “Hanım köylü” oğlunu kınadı durdu.
Şeppeli çok pişmandı. Nasıl olur da, mektubun o kısmını çevirirdi? Acaba şimdi ne yapsa, nasıl bir çözüm bulsaydı? Memme ile Zemfira geniş bir ev almak için mutlaka birilerini kandırmak zorundaydılar. Bunda ciddi bir şey yoktu, kabahat sayılmazdı. Bunu anlayabilirlerdi. Eğer Zemfira bu kadar açık ve rahatca bunu yazdıysa, bunu da anlamak gerekti. Çünkü Zemfira, özgür ruhlu bir kızdı. Peki bunları Pericahan’a nasıl anlatabilirdi?
Şeppeli postaya gitti. Profesörün evini arayarak Zemfira’yı telefona çağırdı. “Bakı Sovyetinden başka, Pericihan anneyi de kandırmayı başarırsanız iş düzelir, yani nikâh kıydırıp Pericihan anneden saklayın.” dedi.
Nikâh kıyıldı, daire alındı, profesörün parasıyla çeyizlik oturma odası ve yatak odası aldılar. Ama Zemfira, Şeppeli’nin söylediği gibi Pericihan anneden biraz çekindi. Sırf korktuğu ve çekindiği için “dyadya Buratino”yu karşılayarak, boynuna sarılıp onu öptükten sonra, gözkırparak sordu: “Yalanımızı öğrenmedi değil mi?” Şeppeli her defasında Bakü’ye geldiğinde gelinini evde görmediğinde portreyi öperken dediği: “Seni gidi hınzır şey!” sözlerinin arkasında bu olay duruyordu.
Gençlerin mutluluğu için bir şeyler yaptığı zaman Şeppeli daha önce hissetmediği duyguları yaşardı. Bu yüzden bazen duygulanır, gözlerindeki yaşı gizlice silerdi. Bazense duygularını paylaşmak için birilerini arar, bulamadığı zaman da iş arkadaşına anlatmaya başlardı:
“Mursakulu, ne düşünüyorum biliyor musun? Aile, çoluk çocuk hepsi boş, bazen bir yabancıya bile iyilik yaptığında bir bakarsın gelip senin öz oğlun kadar yakının oluvermiş. Örneğin, Zemfira… Benim neyim ki? Hiçbir şeyim! Ama aradaki sevgiye, saygıya bak! ..
İş arkadaşının “Evet…”, “Hımm…” gibi belirsiz geçiştirmelerinden bıkarak köye, zaman bulup Pericihan kadının yanına gidiyordu.
“Bizim Mursakulu’ya dert anlatmak yerine kör bir kuyuya laf anlatmak daha iyi!”, diyerek devam ediyordu: “Benim inanacım şu Pericihan, insan insana derman olur.” diyordu.
Bu fikirlerini Bakü’ye gidince Memme’nin yanında da söylüyordu:
“Sen doğru yoldasın, yavrum. Sen herkese içinden geldiği gibi yardım ediyorsun, iyilik yapıyorsun. Senin yanına gönderdiğim herkesi tedavi ettin, iyileştirdin. Bir süre sonra bir baktın ki, hepsiyle arkadaş olmuşsun. Bundan başka ne isteyebilirsin ki? Haksız mıyım yavrum…
Şeppeli böyle konuşurken, Memme pek tepki vermiyordu. Sadece bazen, Şeppeli “Haksız mıyım, doğru söylemiyor muyum?”, diye ısrarla sorduğunda Memme hafifçe gülümsüyor, ve onu onaylıyordu. Bu arada adam kendini tutamayıp ona sarılıyor, “Benim doktorum! Yavrum! Gözümün nuru! diyordu. Sonunda, Memme’yi de duygulandırdığını görünce onu rahat bırakıyordu.
Bu gün o hislerden uzaktılar. Birisi kanepede, öteki sandalyede oturup mutfağa kadar tüm pencerelerinin ardına kadar açık olmasına rağmen, havasız kalan dairede “temizlik”, “lekelilik”le ilgili düşünüyorlardı. Memme’nin suskunluğu, yorgun ve içine kapanık hâli Şeppeli’yi gittikçe daha çok korkutuyordu. Memme’den kötü bir yanıt, Mursakulu’nun çiftliğe götürdüğü habere uygun tek kötü kelime duyarsa, tüm hayatının birden anlamsızlaşacağını, “Memme” adlı aydınlık dünyasının mahvolacağını düşündükçe Şeppeli’nin sesi titriyordu.
“Baban, rahmetli Oruç o kadar iş yaptı, çalıştı, çabaladı. İşçilerle beraber, tozun, toprağın, çamurun içinde tütün ekerek, çiftliği genişletti, dört yüz koyunu yirmi bine ulaştırdı. İşbilmezler hayvanları kurda kaptırmasalar, baban şimdi bile aynı şekilde devam ederdi. Sen Oruç’un oğlusun! Ben senin yanlış yola sapacağına inanmıyorum. Sen kim, rüşvet kim?! Rüşvet öyle bir çirkef ki, adamın yürümesini değiştirir, bakışlarını bile etkiler! Otuz yılda kafamdaki saç teli kadar şahit oldum bunlara. Yıllar önceden tanıdığım biri vardı; pörtlek gözlü, göbekli bir adamdı. Bir defa rica etti, arabasını yıkattırdı bana ama giderken “Sağol, teşekkür ederim!” bile demedi. Peşinden bakıp Mursakulu’ya dedim ki, bu adam her kim ise midesine düşkün biri bu. Mursakulu bana kızdı. Aslında konu onun göbeği değildi. O adamın davranışı beni çok rahatsız etmişti. Nerede araba görsem, o adam gözümün önünde canlanır, gelip dururdu önümde. Geçen yıl bir baktım, Mursakulu gelip masamın önünde durmuş bana bakarak kafasını sallıyor. “Ne oldu, neden kafanı sallıyorsun?” diyorum… Ne dese iyi? “Hani o adam vardı ya, sana arabasını yıkatan. O sahiden boğazına düşkün biriymiş. Sen bayağı insan sarrafıymışsın, Şeppeli!” Meğerse, o adam Mursakulu’nun özbeöz amcasının torunuymuş. Kuzeninin bölgede saygınlığı var, sözünü dinlerler diye düşünüp yanına gitmiş. Böbreklerini tedavi ettirebilmek için kendisine tatil ayarlamasını istemiş ama adam Mursakulu’dan yarısı kendisi, yarısı tatili ayarlamak için iki yüz kırk manat istemiş. Bu işler için bir iki kişiyi yedirip içirmek gerek demiş. Neyse…
Şeppeli derin nefes alarak biraz sustu.
“Allah kimseye yaşatmasın o kadar kötü insana dönüşmeyi!” diye düşünceli düşünceli ekledi: “Yedirip içirir misafir de edersin. Sevindirmek, mutlu etmek de olur. Biz de insan içinde yaşıyoruz. Ben kendim mektup yazıyorum, sana hasta gönderiyorum. Buradan, Bakü’den dönerken bir kutu tatlıyla beni andıklarında ben de mutlu oluyorum. Ancak öyle rezillik etmek, hastadan para istemek olur mu?! Bilmiyorum, kim demiş o haberi Mursakulu’ya, neden söylemiş. Tek bildiğim, Oruç’un oğlu öyle şeyler yapmaz! Benim Memmem hastanın boğazına yapışıparak “Ver!” demez! Demez!.. Sabah evden çıkınca Pericihan’a: “Mursakulu’nun saçmalamasına inanma. İnsanların içinde böyle üzgün üzgün dolaşma!”, dedim. Zavallı annen zamanında baban için çok üzüldü. Sen sağ ol, okul bitince çalışmaya geldin. Bak zavallı annen neler çekti! Oruç’a, bir milyon ceza kestiler. Bakü’den geldiler, bütün dosyaları incelediler, aradılar, taradılar. Mursakulu’yla biz, gelenlerin aslında bunların kendi adamları olduklarını daha sonradan öğrendik. Gelenler ortalığı öyle bir karıştırdılar ki, değil Mursakulu felek dahi olayı çözemezdi. Bir milyon ceza kestiler Oruç’a, herkes dedi ki, yemiş, götürmüş, canavarmış, yırtıcıymış. Vefat edene kadar masumiyetini, suçsuzluğunu kanıtlamak için mektup yazdı… Oruç’un tek derdi vardı, o da sendin! Ben sana kurban olurum! Baban korkuyordu. Ona yaşatılanları görüp de intikam hissi ile yanlış yollara sapmandan korkuyordu. Mektubun başında da sonunda da yazıyordu: “Memme’yi size emanet ediyorum.” Zavallı, göremedi! Memme’sinin doktor çıktığını, nasıl iyi bir doktor olduğunu bilmedi bile gariban Oruç! Ancak Oruç’un ruhu her şeyi görüyor! Görüyor, Mem-me! Başını kaldır, yüzüme bak, duyduklarımın yalan olduğunu söyle. Ben bilmek istiyorum. Seni işten atmışlar. Hangi gerekçeyle çıkarmışlar? Benim her şeyi net öğrenmem lâzım. Öğrenip çiftlikte herkese anlatmam lâzım. Anlatayım da sen lekelenme, şu lanet iftiradan kurtul…
Memme konuşmuyordu.
“İlla ki, bir şey olmuş. Zemfira gözyaşları içinde gitti… Sense böyle suskun, sanki hiç o eski Memme değilsin…” Şeppeli yeniden başlayarak, kim bilir daha ne kadar konuşacaktı. Birden burnuna kötü bir koku geldi. Pencerelerin arkasında çınarların yaprakları hışırdadı, evde rüzgâr esti ve sabahtan valizde kalmış etin kokusu içeri yayıldı. Şeppeli Memme’den duyabileceği korkunç cevabı biraz daha ertelemek için fırsat bulmuş gibi, hemen kalkıp, koridora bıraktığı bavulu mutfağa götürdü. Yaklaşık yirmi kiloluk etin tamamen morararak bozulduğunu gördü fakat buna üzülmedi. Şu an çiftlikteki tek odalı dairesindeki malından, mülkünden de, son birkaç yılda, Memme için yetiştirdiği bahçeden de, Memme’nin düğünü için beslediği hayvandan da vazgeçerdi… Yeter ki, Memme Mursakulu’nun dediği Memme olmasındı…
Şeppeli çarşafa sarılmış eti omuzuna alarak avluya indi, evin meydan ve kafe tarafındaki yoğun ışığın, temizliğin tam tersi yönde; karanlık, pis bir avluda etrafa bakındı. Eti atacak uygun bir yer aradı. Leşi çöp tenekesine atacakken aniden bir kadın belirdi.
“Ne bu attığın? Ne kötü kokuyor!” Herhalde bekçiydi…
“Et?!.
“Tüm sivrisinekleri, kediyi, köpeği buraya mı toplamak istiyorsun ?!”
Buna benzer laflara devam ederek eti çöpteki kâğıt ve diğer ıvır zıvırla beraber çekerek Şeppeli’nin sırtına yükledi. Sonra da adamın boğazına yapışarak onu tenha, karanlık bir yere götürdü.
Kadın habire konuşuyordu. Üzerindeki güzelce temizlenmiş, ütülenmiş siyah takıma, gömleğe rağmen onun köylü olduğu kanısına vardı. “görgüsüz, kültürsüz köylü” gibi laflar sarfediyordu.
Eskiden Şeppeli gelir gelmez hemen onu banyoya sokan, “Yoldan geldin, bir duş al da rahatla…” diye ilgi gösteren, Şeppeli yıkanınca ona çay ikram eden, rus salatası yediren, votka içiren Memme, şimdi Şeppeli’nin eti omuzuna alıp çıktığını bile görmemişti. Ceketin yakasını kravatla birlikte avucunda toparlayıp çeken kadının ardından karanlığa gittiğinde de, eti kuyu gibi yutan derinliğe atarak döndüğünde de, sandalyede hareketsiz oturup sigara içen Memme’yi gören, Şeppeli’nin kulaklarında “Cahiller, eşekler!” diye bağıran kadının sesi çınlayıp duruyordu. Memme’nin omuzunda nasıl bir yük vardı ki, yol yorgunu adamın çabaladığını bile görmüyordu.
“Bana bak, sen kime güveniyorsun?!”
Şeppeli deminden beri, ilk kez burada kadının yüzüne baktı ve onun sorusu yerine, gözlerinin altındaki torbalara dikkat etti: “Evet, böbrekleri hastaydı.” Sonra aklına baska bir düşünce geldi: “Bu böbrek hastalığı ne biçim bir hastalıksa, bizim arkadaşı bile mahvetmiş. Bu sabah nasıl bağırdı bana! Hayatımda ilk kez bana bağırıyorlar, bir tek bugün. Sabah Mursakulu, şimdi de bu densiz! Ne istiyor bu benden? Eti öteye at dedi, attım …”
“Sağır mısın, dilsiz misin be adam?!”
Kadın ceketini nasıl çekiyorduysa, Şeppeli daha dayanamadı:
“Ne istiyorsun, be hatun ?!”
“Dilin de varmış … Bana söyle bakalım, hangi kata çıkıyorsun?”
“Diyelim ki, ikiye, eee?”
“İkide kimin dairesine?”
“Sana ne yahu, niye beni rahatsız ediyorsun?!”
“Bilmek istiyorum. Rüşveti kime getirdin?”
“ Ne rüşveti?! Delirdin galiba ?!”
Kadın ellerini beline koydu.
“O doktorun, Oruçoğlu mudur, nedir, kebabının dumanı da az daha bizi kör edecek. Herif sanki süpürge çöpü, onca yemeği neresine yiyorsa artık....”
Şeppeli kendini içeri attı deminki yerine, kanepeye oturdu, nöbetçi kadınsa, hâlâ konuşuyordu.
“Memme, kurbanın olurum, ben daha dayanamıyorum! Kurbanın olayım, ben dayanamıyorum daha. Başını kaldır da bana bir söz söyle!
“Ben anlamıyorum, dayı.”
Şeppeli buna şaşırdı:
“ Neyi? Neyi anlamıyorsun, yavrum?”
“Benim rüşvet aldığımı şimdi mi öğrendin?”
Memme yine sigarasını içine çekti. Duman dağıldı. Ama Şeppeli yıllardır alıştığı, beyaz yüzlü, sakin bakışlı, naif Mem-me’sini gördü. En vahim olansa, Memme her zaman olduğu gibi gülümsüyordu.
Şeppeli yutkundu.
“Yalan!”
“Yalan olan ne, dayı?”
“Sen öyle birine benzemiyorsun.”
“Benzemek için nasıl olmalıyım?”
“Ben sana söyledim, haram yiyen adam farklı olur. Yemesi, oturması, kalkması, göz bebeğibile…
“Bende bir değişiklik görmüyor musun?”
“Görmüyorum!”
“İyice bir bak.”
“Görmüyorum!”, diye Şeppeli inatla tekrar edince Memme iç çekti.
“Görmüyorsan, değişiklik benim içimde demek ki dayı. Buna ne diyeceksin?”
“Yine aynı şeyi söylüyorum: inanmıyorum! Nasıl olur da, senin böyle bir şey yaptığından benim haberim olmaz?!
“Beni şaşırtan da o ya dayı. Bir saattir konuşuyorsun, ‘Acaba bu adama ne oluyor?’ diye düşünüyorum. İlk rüşveti bana sen vermedin mi?
“Ben ?! Sana? Rüşvet ?!”
“İlk kez sen bana kuzu verdin. Hatırlamıyor musun?”
“Hey kurban olduğum, yahu beni neden üzüyorsun! Bana böyle şakalar yapma! Kuzu, kuzu ha? Söyle bakalım kim dedi, nasıl oldu da Mursakulu öyle kötü haberle gitti memlekete? Sahiden mi seni işten çıkardılar?
“Çıkardılar hafif kalır, dayı. Kovdular!
“Neden?”
“Rüşvet nedeniyle.”
“İftira mı atılar sana?”
“Hayır dayı, iftira değil.”
“İnanmam, hayatta inanmam.”
“Çok saçma. Kullandığım arabaya bak. Buzdolabına, televizyona… Evde ne görüyorsan hepsini rüşvetle aldım. Maaşla yaşayan mı kaldı bu çağda dayı? Geçinemiyorsun… Değiştim, dayı… Çok değiştim…”
“Yavrum, bu evdekileri benim gözümün önünde, kayınpederinin parasıyla almadın mı?! Neden üzüyorsun beni?! Zemfira kızımın çeyizi değil mi bunlar?!
“Yok, dayı… Çeyiz diyorum işte.”
Şeppeli son kez:
“İnanmıyorum!” dedi. İki kaşının ortasını göstererek, “Rüşvet alanların ta şurasında mühür oluyor!” Elleri yoğun şekilde terliyor, alt dudağı titriyordu. “Sende ben mühür görmüyorum!”
Memme bir şeylere üzülüyormuş gibi, yine iç çekti.
“Mühürü benim sicilime basmışlar.” dedi. “İşten atılsın.” İmza. Mühür.
Umursamazca:
“Sigara içmekten ağzım zehir gibi”, dedi, “Kavunların tatlı mı dayı?”
Şeppeli cevap vermedi. Şimdi o da ayaktaydı. Memme mutfağa geçerek tepsi, çatal, bıçak getirdiyse de, kavunu özenle keserek “Hava sıcak, ama sen sıcağa takmazsın, içiyorsun.” diyerek buzdolabından votka çıkarınca da Şeppeli çocuk gibi adım adım onun peşinden yürüyor; değişmiş, donuk, neredeyse ifadesiz gözlerle onun hareketlerini izliyordu.
Memme iki kadehe votka süzdü. Kendi kadehini aldı.
“İçelim, dayı… Yaz aylarında ben pek içmem ama sen geldin, şimdi içmesem olmaz… Aç mısın? İstersen bir yerlere gidelim? Parka? ‘Drujba’ ya! Ha?”
Şeppeli konuşmuyordu.. Artık her şeyi fark etmişti. “Aydın dünya”sının zifiri karanlığa gömülerek yok olup gittiğini; masala, efsaneye dönüştüğünü anlamıştı. Şimdi Memme değil, Şeppeli boşluğa, hiçliğe bakıyordu.
“Gitmek istemiyor musun?.. Haydi kaldır! Şerefine, dayı. Ne kadar tuhaf, farklı bir adamsın! Güvenilir, sadık insansın. Benim kötü günümde de hep yanımdasın. Bu senin Medet olduğunu tekrar ispat ediyor. Senin şerefine!
Mursakulu nasıl demiştiyse, öyle de oldu: Şeppeli dayanamadı…Çiftliğe dönerek, restorantta oturdu ve “ölçü bardağı”nı içtikten sonra: “Geliyorum, Oruç. Bu dünya benim yerim değil, sana geliyorum” dedi ve başını masaya koyarak, öyle sakin, rahat öldü ki, oturduğu yerde uyuduğunu düşünerek, restorant kapanana kadar, öldüğünü anlamadılar bile.
Öğrendiklerindeyse, şaşırmadan, heyecanlanmadan, “Evet, bu da böyle bitti… Bitti… Şeppe de böyle gitti.” dediler.
Tek bir adam, arkadaşı ağladı:
“Farklıydın… Başkaydın sen, Medet! Medet! ..” dedi.
İSI MELIKZADE
(1934-1995)

Ünlü Azerbaycan yazarı ve senaryo ustası. 1968 senesinde Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesi olmuştur. “Hasretin Sonu”, “Başkasının Annesi”, “İnce Kanatlar”, “Sokaklara Su Serptim”, “Yeşil Gece”, “Güneşli Güz”, “Dede Palıt”, “Kuyu”, “Gümüşgöl Efsanesi”, “Kırmızı Yağmur”, “Şebnemli Çimenlerin Işığı” gibi kitapların sahibi olmuştur. Eserleri birçok dillere çevirilmiştir. Ondan fazla filmin senaryo yazarı olmuştur.
Muska
Ağarahim, Borçalı`da sadece bir gece kaldı. Bu da iş miydi şimdi? Bu gün gel, yarın dön. Hiç değilse, üç dört gün Bakü’nün kalabalığından, gürültüsünden uzak olsaydı. Borçalı’nın kaymak gibi havasını solusa, bal gibi tatlı suyundan içseydi. Ağa-rahim hevessiz “Ciguli”ye binerken kayınvalidesi ona gitmesin diye ısrar etti. Ağarahim’in eşi Pervane Hanım onun yerine cevap verdi: “Gitmesi gerek; Pazartesi Üniversitede olup akşam öğrencilerine sınav yapması gerek…”
Ağarahim, sağında ve solunda küçük, gri tepeler gördüğünde arabada yalnız başına gitmenin ne kadar zor olduğunu anladı. Arabada yalnız gitmek işkence gibiydi. Geldiğinde çoluk çocuk bir aradaydı ve o zaman buralar bu kadar gri, kimsesiz, eğri, dolambaçlı durmuyordu. Asfalt insanın gözünü yormuyordu. Geçerken tekerleklerin sesi duyulmuyordu ama şimdi… Sese bakar mısın? Sanki çağlayandı, insanı uykuya daldıracakmış gibi ninni söylüyordu.
Ağarahim daha gitmesi gereken dört yüz kilometreyi düşündüğünde sıkılmaya başladı. O an sıkılarak giderse daha çok daralacağını fark etti. Kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı. İçinden boş vermek gerektiğini söyledi. Altında ceylan gibi “Ciguli”si vardı. Dörtyüz kilometrenin lafı mı olurdu? Kaldı ki yalnızlık… Onun da çaresi var. Radyoyu aç, ses gelsin ya da teybi çalıştır, ne kadar istiyorsan söyler o, senin için. Anam babam teybi ne için aldı; Şu Japon işi teybe bin manat ne için verdi?
Ağarahim teybin ucuna takılmış kasedi parmağıyla içeriye doğru itti ve şarkıcı kadının sarhoş adam sesine benzeyen boğuk, yorgun sesi aracın içine dolup, tekerleklerden kopan çağlayan sesini batırdı.
Benim gönlüm sarhoşturYıldızların altında.Sevişmek ah, ne hoşturYıldızların altında.Yanmam gönlüm yansa da,Ecel beni alsa da,Gözlerim kapansa daYıldızların altında.Şarkıyı dinlerken Ağarahim`in düşünceleri dağıldı. Tabi ya… Bakü’deki üç odalı dairesinde tam tamına bir ay yalnız kalacaktı. Bir ay ne karısının yüzünü görecekti ne de kızının. Kendi kendine hizmet edecek; çay demleyecek, çorba kaynatacak, evi derleyip toplayacaktı. Arada sırada ağabeyine gidecek ama bu bile onu yalnızlık acısından kurtarmayacaktı.
Ağarahim evlendikten bu yana her yaz bu durumu yaşıyordu. Pervane, lisede öğretmendi. Dersler bitince çocuğu da alıp ailesinin yanına gidiyordu. Ağarahim de Bakü’de tatil gününü bekleyerek geçiriyordu. Eşiyle çocuğu bu kez trenle gitmemiş, Ağarahim onları yeni aldığı “Ciguli” ile götürmüştü. Araba iyi bir şeydi vallahi; nerede istiyorsun dur, dinlen, bekle. Günün hangi zamanında istersen bin aracına, çek istediğin yere; dağa, bağa, ormana… Ama Pervane’nin garip bir huyu vardı; gencecik kadın olmasına rağmen, gezip tozmaya hiç hevesli değildi. Pervane nereye dese Ağarahim onu oraya, yurtdışına bile götürüyordu. Sağolsun kardeşi Ağakerim’in tüm kapıların ardına kadar açılması için bir kez araması yeterdi. Tatil ayarlamak onun elinde çok da zor bir iş değildi. Ama Pervane Borçalı’dan başka yeri beğenmiyordu. Hem de “Yaşlıların gözü yolda, bizden başka da kimseleri yok zaten. İki ay onların yanında kalmamız bile yeterli.” diyordu.
Eşinin sözleri Ağarahim’in aklına yatıyordu. Gerçekten de yılda iki ay için bile olsa Borçalı’daki yaşlıları sevindirmek çok sevaptı ama yine de Ağarahim bir karar verdi. Artık karısının isteklerine teslim olmayacak, ağustosun sonuna kadar Borçalı’da takılıp kalmayacaktı. Eskiden arabası yoktu, eli kolu bağlı gibiydi; şimdiyse şükürler olsun arabası da vardı, parası da. Borçalı’da bir iki hafta kalması yeterliydi, sonra çoluk çocuğunu Ciguli’ye bindirip gezmeye götürecekti. “Anam, babam arabayı neden aldım, niye onca para verdim? Pervane’nin de akrabaları artık bir zahmet affetsinler bizi, ben de artık içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.” diye düşündü.