
Полная версия
Türkistan'da Dil Politikası
Bağımsızlığını kazanan Türkiye, çağdaş medeniyetler topluluğunun bir üyesi olabilmek için, önce Cumhuriyet rejimini benimsemiş, daha sonra ise kültürel ve toplumsal reformlar ile “az zamanda çok ve büyük işler”16 yapmanın gayreti içerisine girişmiştir.
Yeni kurulan bir devleti bir arada ve ayakta tutabilmenin yanında millet bilincinin de aşılanması büyük bir önem arz etmekteydi. Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nde dil, alfabe ve reformlar hep iç içe geçen birer olmazsa olmazdır. Ayrıca, Türk Dil Devrimi, başlı başına ulus olma ve toplumsal kimlik kazandırma bilincinin yerleştirildiği bir reform hareketi olarak da dikkat çekmektedir. Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti dil reformu hakkında kısaca bilgi vermek ve toplumsal kimlik üzerindeki etkisine değinmek faydalı olacaktır.
Benedict Anderson17, Dil’i “Âşık olan için gözler neyse vatansever için de dil odur” şeklinde ifade etmektedir. Çağımızın birliktelikleri arasında birbirine en yakışanı, en kaynaşmışı ve en sağlam olanı dil-millet çiftidir. (Dieckhoff, 210, s. 179). Buna göre, Türkiye’de dil tam anlamı ile milletin inşası amacına hizmet etmiştir. Bunun için bir olgunlaşma ve uygulama dönemi yaşanmıştır.
Atatürk, 1924-1928 yılları arasında Latin alfabesine geçiş aşamasında bir takım olgunlaştırıcı çalışmalar yapmıştır. Bunun için Dil Encümeni kurulmuştur. Encümen, 26 Haziran 1928 tarihinde Ankara’da resmen göreve başlamıştır. Alfabe değişikliğinin alt yapısı bu kurum vasıtasıyla tesis edilmiştir (Tarım, Latin alfabesine geçişin zeminini oluşturması için kurulan bu dil encümeni, yeni alfabe konusunda olumlu rapor vermiştir. Atatürk, Dil Encümeni’nin olumlu raporunun ardından, yeni harflerin kullanılmasını bir vatandaşlık ve vatanseverlik vazifesi olarak tanımlamıştır (Özdoğan, 2015, s. 246). Atatürk’ün yeni Türk harflerini bu denli benimsemesi ve birleştirici bir unsur olarak görmesinin ardında onun milliyetçilik anlayışı yatmaktadır. Buna göre Atatürk, Renan’ın ulus olma şartlarına ilişkin tezinden ve düşüncelerinden etkilenmiştir. Ulus olmanın şartlarını inceleyen Renan, kahramanlıklarla dolu bir geçmiş, büyük liderlere sahip olmanın yanında din, dil ya da ırk ile tanımlanarak kazanılmış zaferlerin gerekliliğinden bahsetmektedir (Renan, [1882], 1994, s. 17). Böylelikle denilebilir ki Atatürk’ün uluslaşma çerçevesindeki millet kavramına yaklaşımı Renan çizgisi etrafında şekillenmiştir: “Millet hakkında, ikinci derecede unsurları kaale (dikkate) almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tarifi biz de alalım: a. Zengin hatıra mirasına sahip bulunan; b. Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan; c. Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir. Bu tarif tetkik (analiz) olunursa bir milleti teşkil eden insanların rabıtalarındaki (bir arada olmalarındaki) kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani hisse gösterilen riayet (saygı), kendiliğinden anlaşılır. Filhakika, maziden müşterek (ortak) zafer ve yeis (üzüntü) mirası; istikbalde (gelecekte) tahakkuk ettirilecek aynı program; beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak; bunlar elbette bugünün medeni zihniyetinde diğer her türlü şartların üzerinde mana ve şekil alır. Bir millet meydana geldikten sonra, efradın devlet hayatında, iktisadi ve fikri hayatta ortaklaşa çalışmak sayesinde vücuda gelen millî kültür şüphesiz milletin her ferdinin çalışma hissesi, katılma hakkı vardır. Buna nazaran, bir kültürden olan insanlardan oluşan cemiyete millet denir dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz” (İnan, 1999, s. 20). Bu itibarla, Türk Harf Devrimi’nin temel görünümünün toplumsal bir kimlik oluşturmakla birebir ilişkili olduğunu dile getirmek yanlış olmayacaktır. Ulus devlet oluşturmak amacı ile ortak bir kültür ve dilin oluşturulması, genç Cumhuriyet için devletin millî yapısının güçlendirilmesi için gereklidir. Bu noktada, uluslar kendi düşünce biçimlerini geliştirip ifade etmek için dillerinin biçimlerini belirlemişlerdir (Akarsu, 1981, s. 829). Genç Türkiye’nin Harf İnkılâbı da bu çerçevede şekillenmiştir. Harf İnkılâbı, ulusal dil birliğini amaçlamakla birlikte erken dönem Türkiye Cumhuriyeti’nde kültür birliğinin oluşturulmasında da kullanılan bir araçtır. Cumhuriyet rejimi için Osmanlı’dan miras kalan çok etnili, çok dinli, çok dilli yapı uygun düşmediği düşüncesinden hareketle, yeni kurulan devletin ulusal bütünlüğünü sağlamlaştırmak için de Harf İnkılâbının zorunlu bir hal aldığı söylenebilir (Savaşkan Akdoğan, 2010, s. 39).
Tüm yönleriyle Türk Dil Devrimi, yeni kurulan Cumhuriyet’in temel özelliklerinden biri hâline gelmiştir. Yüzlerce yıl kabul görmüş ve İslamiyet ile özdeşleşmiş Osmanlıcanın gündelik ve resmi dilden ayıklanması bir bakıma bağımsızlık ile kapitülasyonlardan kurtulmak ile eş değer tutulmuştur (Korkmaz, 2009, s. 1469-1480).
Arapça ve Farsçanın etkisi altında kalan resmi dilin zamanla halktan kopuk bir hâl aldığı ve süslü bir yapısının olduğu düşüncesi, entelektüel kesim ile halk arasındaki mesafenin açıldığını düşündürmüş ve Türk Harf İnkılâbı ile bunun önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Türkçenin ses yapısına uyumlu hâle getirilmeye çalışılan Türkçeleştirilmiş Latin Alfabesi, Avrupa uluslarının yazısında görülen “sh”, “ch”, “sch”, “tsch” gibi ikili, üçlü ve dörtlü harf bileşenlerini kullanmamaktadır. Tek harfli bir yazı sistemi ile Latin alfabesini kullanan diğer milletlerden ayrı bir özelliği ortaya konulmuştur. “ç”, “ş”, “j”, “ğ” harflerinin dile uyarlanması, “ö”, “ü”, “i” harflerinin türetilmesi ile Türk alfabesi taklitçi olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylelikle ulusal bir Türk Alfabesi elde edilmeye gayret edilmiştir (Korkmaz, 2009, s. 1474).
Kendine has özellikleri ile ön plana çıkan Türk alfabesinin kanunlaşmasından önce Atatürk’ün 8-9 Ağustos 1928 Perşembe gecesi yaptığı konuşma aslında harf devriminin toplumsal kimlik boyutunu gözler önüne sermektedir:
“Bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir! Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardır. Artık mazinin (geçmişin) hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz” (Atatürk, 1952, s. 253).
Yukarıdaki konuşma bir bakıma Atatürk’ün Millî Mücadele döneminde başlayan tam bağımsız bir devlet kurma ve kurulacak devleti çağdaş medeniyetler zirvesine çıkarma hedeflerinin bir yansımasıdır. Böylece, yeni Türk alfabesi, Arap ve Fars dillerinin egemenliğini yıkarak Türk dilinin egemenlik ve gelişme yolunu açan sağlam bir araçtır.
Bu sağlam araç Atatürk’ün tabiriyle “Her gelişmenin ilk yapı taşı” olarak kabul edilmeye değerdir. Bu bakımdan Türk alfabesi, her ferde daha kolay öğrenmenin ufuklarını açmıştır. Bu ufku genişletmek için okullarda ve “Millet Mektepleri”nde okuyup yazmak bir sorun olmaktan çıkarılmıştır. Latin alfabesinin kabulü ile ayrıca alfabenin din temelli algılanması düşüncesiden kurtulma gerçekleşmiş ve alfabe bir kültür aracı olma özelliğine taşınmıştır. Tüm bunların yanında, yazımı ve okunması kolay olan Latin alfabesi sayesinde, Türk toplumunun kalkınıp gelişmesi daha kolay bir hâle gelmiştir. Arap alfabesi kullanıldığı dönemde sınırlı bir aydın kesimine hitap eden eğitim, kırsal kesimleri de içine alacak bir düzeyde genişleyerek daha kapsayıcı bir görünüme kavuşmuştur. Bu durum ise toplumun her kesimi için ekonomik kalkınmanın da bir itici gücü haline gelmiştir Latin alfabesinin kabulü ve sistemli bir şekilde yaygınlaştırılması ile Türkiye Cumhuriyeti batı dünyası ile bütünleşme evresine girmiştir. Bu durum, genç Türk devletinin batı dünyası nezdindeki siyasal imajını sosyal ve kültürel açıdan da geliştirici bir etken olmuştur (Korkmaz, 2009, s. 1477-1479).
Türk Harf İnkılâbının Türk toplumunun sosyal ve kültürel gelişimi ve Türk kimliğini özümsemesine örnek olarak o dönemde İngiliz basınında yapılan şu değerlendirme bir örnek teşkil etmektedir:
“Türkler topyekûn bir kültür seferberliği başlattılar. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, il il, kasaba kasaba dolaşarak elinde tebeşir, tahta başında bakkala, kasaba, işçiye, erkeğe, kadına okuma yazma öğretiyor… Dünya bugüne kadar bir Cumhurbaşkanının elinde tebeşir halka okuma yazma öğrettiğini görmedi” (Öner, 2008, s. 2).
Kapsamlı ve planlı bir görüntü sergileyen Türk Harf İnkılâbı yapısı itibariyle Türk toplumunun bütünleşerek bir ulus olmasını amaç edinmektedir. Çok etnili, çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir imparatorluk mirasının bakiyesi olan Türkiye’de ulus devlet olma amacı bir bakıma Harf İnkılâbı ile ilk adımını atabilmiştir. Bu bağlamda, Latin alfabesinin kabulü ile Türk toplumun kendi özünde var olan ses özelliklerinin dile kazandırılmasının yanında, Türk toplumuna özgü harflerin alfabeye yansıması Türk harflerinin orijinal bir özellik taşımasını da sağlamıştır. Hem resmi hem günlük dilde Arap harflerinin kullanımının kalkması ile yüzünü batıya dönmüştür.
Bu itibarla, dil gücünün ve ulus gücünün birbirlerinden beslendikleri düşüncesi yanlış olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk de bu konuda şu tespiti yapmıştır: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessesedir.” Buna karşılık, dillerini ihmal edip işlemeyen ve geliştirmeyen uluslar hem yabancı etkilere daha kolay boyun eğerler hem de yabancı baskıları daha etkili ve şiddetli hissederler. Atatürk işte tam da bu gerçekten hareketle, millî varlığı destekleyen en büyük dayanağın dil olduğunu vurgulamıştır. Çünkü güçlü ulusların güçlü dilleri vardır ve güçlü dil, güçlü ulus yaratmada en büyük etkendir. Bu kapsamda, asıl olan ise güçlü bir dilin bilinçle işlenip geliştirilmesidir (Hatipoğlu, 1973, s. 12).
İkinci Bölümde Sovyetler Birliğinin kuruluş aşamasından dağılması sürecine kadar uygulanan dil politikaları, kültür politikaları ve asimilasyon çabalarının dile yansıması, Sovyetler Birliğini oluşturan halkların bul politikalarından etkilenme dereceleri ele alınacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM
SOVYETLER BİRLİĞİ DÖNEMİ DİL POLİTİKALARI
ÇARLIK RUSYASI, BOLŞEVİK İHTİLALİ DÖNEMİ VE ERKEN DÖNEM SOVYET DİL POLİTİKALARI
Rusların geleneksel anlamda topraklarını genişletici ve nüfuz alanını artırıcı bir politika yürütmesi, Çarlık Rusyası döneminden gelen karakteristik bir özelliktir. Bu kapsamda, Çarlık topraklarına yeni katılan yerlerde yaşayan halkın yönetilmesi ve kökleşmiş bir sistemin kurulmasının aracı olarak “dil”e özel bir önem atfedilmiştir.
Bu başlık altında Bolşevik İhtilâlinden önce Çarlık Rusyası olarak bilinen dönemde uygulanan dil politikalarına değinilecek ve erken dönem Bolşevik dil politikalarının uygulama şekli irdelenecektir. Böylelikle uzun yıllar çok geniş bir coğrafyada egemen olan yönetim anlayışının “dil” üzerindeki etkisi açıklanmaya çalışılacak ve günümüzdeki yansımalarının anlaşılmasına katkıda bulunulacaktır.
Çarlık Rusyası Döneminde Uygulanan Dil Politikaları
Rusların özellikle Orta Asya olarak tabir edilen bölge üzerindeki siyasi emelleri 16. yüzyılda şekillenmiştir. Rusların kendi iç birliğini sağlamlaştırmasının ardından komşu topraklar üzerinde hâkimiyet kurma politikası hayata geçirilmiştir. Bu politikaların en başında hedefteki toplumlar üzerinde nüfuz sağlamak gelmektedir. Rus siyaset yapıcılar, dilsel ve ekonomik olarak tesir altına alınan toplumların yaşadıkları coğrafyalarda askeri müdahale yöntemiyle daha sağlam ve kalıcı bir şekilde egemen olmayı hedeflemişlerdir. Çarlık yönetiminin Orta Asya üzerindeki faaliyetleri ve bu bölgeyi egemenlik altına alma çabaları yaklaşık olarak (1743-1869), 140 yıl sürmüştür. Bu süreç içerisinde ise çeşitli aşamalardan geçilmiş ve en son Buhara-Hive (Hokand) Taşkent, Çarlık hâkimiyetine girmiştir (Karajan ve Kumğanbayev, 2013, s. 2).
Çarlık Rusyası çok milletli bir devlet özelliği taşımasına rağmen üniter bir görünüme sahip idi. İmparatorluğun etrafında onun uydu devletleri olarak tanımlanan Buhara Emirliği, Hive Hanlığı, otonom Finlandiya, özel statüye sahip olan Tuva, 1863 yılına kadar dilde ve bazı konularda olmak üzere Polonya toprakları yer almakta idi. Ukraynalılar ve Belaruslar ise her zaman Rus nüfusu içerisine dâhil edilmişlerdir. Çarlık Rusyası döneminde Rusların etnik bakımdan resmi ayrıcalıkları olmasa da Ortodoks Hıristiyan anlayışı, Rus kültürünü ve dilini desteklemekteydi (Alpatov, 2016, s. 47).
Çarlık Rusya’nın genel siyaseti Sanayi Devrimi18 ile birlikte birtakım değişimler göstermiştir. Sanayi Devrimi’nin diğer ülkelerdeki örneklerinine Çarlık Rusya’sında da rastlamak mümkündür. Bu dönemde yaşanan ilerleme ve gelişme yarışı, devlet dilinin egemen kılınması ve desteklenmesi siyasetine yansımaktadır. Çarlık döneminde bu rol Moskova Rusçasına verilmiştir. 19. yüzyıl sonlarında ise Rusça yönetimin, ordunun ve yargının resmi dili haline gelmiştir. Bunun yanında, orta öğretimde baskın dil hâline gelen Rusça, otonom Finlandiya hariç diğer tüm uydu ülkelerde yükseköğretim alanında tek dil hâline gelmiş; ayrıca etnik gruplar arasında günlük iletişim Rusça yapılmıştır (Alpatov, 2016, s. 49). Bunun en çarpıcı örneği Ukrayna ve Litvanya’da dilin Rusçalaştırılması politikasıdır (Prazauska, 1993). 1876-1905 yılları arasında her türlü edebiyat eserinin Ukraynaca yayınlanması yasaklanmıştır. 20.yüzyılın hemen başlarında Belarus dilinin bilimsel alanda herhangi bir etkinliğinin olmaması nedeniyle bir yasaklamaya gerek duyulmamıştır (Alpatov, 2016, s. 49). Bu noktada, yerel dillerin etkinlik derecesi ile paralel seyreden bir dil politikası güdüldüğünü söylemek mümkündür.
Güçlü ve etkili bir ulusal dile sahip olan Polonya’da sistematik ve yoğun bir dil politikası yürütülmüştür. Polonya’da 1830-1831 yıllarındaki ilk ayaklanmaya kadar 15 yıl boyunca “millî yaşama karışmama politikası” uygulanmış, 1863 yılındaki ikinci ayaklanmadan sonra ise 40 yıl boyunca Lehçenin eğitim kurumlarında ve resmi alanlarda kullanımı yasaklanmıştır (Alpatov, 2016, s. 50). Çarlık Rusyası bu şekilde güçlü olarak addettiği dillerin önünü kesmeyi amaçlayarak, Rus dilinin kullanılabilirliğini ve etki alanını artırmaya çalışmıştır.
Nüfuz alanını genişletmeyi amaç edinen ve büyük toprak parçaları üzerinde egemen olmayı siyasi stratejisinin en önüne oturtan Çarlık yönetimi, diğer dillere yönelik katı politikalar uygulama yöntemini benimsemiştir. Böylelikle, resmi ideolojinin ve iktidarın hâkimiyetinin kabul ettirilmesi sağlanmıştır. Bu kapsamda, Çarlık Rusyası yönetiminin sistematik olarak uyguladığı dil ve kültür politikaları toplumsal değişim ve dönüşümün de önünü açmıştır.
Somuncuğlu (2014)’e göre Orta Asya’da kalıcı ve kesin bir siyasi birliğin bulunmaması söz konusu coğrafyanın Rus işgali altına girmesini kolaylaştırmıştır. Rusların Orta Asya coğrafyası üzerindeki hâkimiyet süreci kuzeyden başlayarak güneye doğru hızla ilerlemiştir.
Çarlık Rusya’nın, Orta Asya topraklarındaki yayılmacı politikasının daha sistemli bir hale geldiği 19. yüzyılın son çeyreği, esas itibariyle yerel halka ve onların dinine daha yapıcı ve yumuşak bir bakış açısıyla yaklaşıldığı bir dönemi ifade etmektedir. Bu şekilde yerel halkın güveninin kazanılması sağlanarak kurulacak olan yeni sistemin derinleştirilmesi amaçlanmıştır (Akgün, 2008, s. 141).
Çarlık Rusya’sı, Orta Asya halkları arasındaki güveni tesis edebilmek amacıyla dini özgürlüklerin garanti edildiğini deklare etmiştir. Bunun yanında, tüm Orta Asyalı halklara dinlerine karışılmayacağına dair güvence vermişlerdir (Jolseyitova, 2004, s. 8-10). Fakat Rusya’nın sergilediği bu tutum zamanla ortadan kalkmıştır. Orta Asya’nın ilk genel valisi olan Fon Kaufmann 6 Şubat 1876 tarihinde eğitim bakanı D.A. Tolstoy’a gönderdiği mektupta bu durumun Rus menfaatlerine uygun olmadığını dile getirerek, İçişleri Bakanlığı ile irtibata geçilmesi ve Müslüman eserlerinin yayılmasının engellenmesine yönelik tedbirler alınmasını rica etmiştir (Jolseyitova, 2004, s. 19). Sonrasında, Çarlık Rusyası politikaları keskin birtakım değişimler geçirmiştir. Bu değişimlerin karakteristik özelliği ise Türkistan halklarını daha kolay yönetebilmek amacıyla onların toplumsal yapılarına müdahale etmektir. Bu müdahalenin en birincil yapısı eğitim, din, kültür ve alfabe eksenli şekillenmiştir.
Türklerin coğrafyasında eğitim alanında yürüttüğü çalışmaları ile bilinen N.P. Ostroumov19, Rus egemenliği altındaki “Asyalılar”ın insani ve kültürel gelişim kaydedebilmeleri için Hıristiyanlığı kabul etmelerinin temel şart olduğunu öne sürmüştür. Bunun aksi bir ihtimal olan Müslümanlığın güçlenmesinin ise Çarlık Rusya’sının siyasi bütünlüğü ve üstünlüğü önündeki en büyük tehlike olduğu fikrindedir (Ostroumov, 1886, s. 15-17). Orta Asya halklarını daha yönetilebilir ve kurulacak sistemin daha dayanıklı olması amacıyla özellikle Çarlık Rusya’sının önde gelen misyonerlerinin yoğun faaliyetleri olmuştur. Bu faaliyetler hem toplumların eğitim sistemini hem de yerleşik kültürel yapısını değiştirmeyi hedeflemektedir.
N.İ. İlminski ve N.P. Ostroumov gibi misyonerlerin yukarıda bahsi geçen egemenlik alanlarının tesisinde politika belirleyici fikirleri olmuştur. Onların düşüncelerine göre, alfabe ve din her zaman birlikte kabul edilen unsurlardır. Batı Avrupa’nın Latin Alfabesini Latin Kilisesi vasıtası ile Rusların Kiril Alfabesini ise Slovenya Kilisesi aracılığı ile kabullendiğini dile getiren İlminski ve Ostroumov, Arapçanın Orta Asya halkları tarafından İslamiyet ile birlikte kabul edildiğini dile getirmiştir. Konuyu bu açıdan değerlendiren Rus misyonerler, Kiril Alfabesi aracılığı ile eğitim, kültür, dil ve din dönüşümünün gerçekleştirilebileceğini, Orta Asya halklarının bu şekilde Müslümanlıktan uzaklaşabileceğini savunmaktadırlar (Jolseyitova, 2004, s. 11). Bu fikirler, o dönem tam manası ile gerçekleştirilememiştir. Fakat Sovyetler Birliği Dönemi dil ve kültür politikalarının tohumları bir bakıma 19. yüzyıl sonlarında atılmıştır.
Zamanla, Çarlık Rusyası siyasi bütünlüğü tesis etmek amacıyla birtakım tedbirlere başvurmayı da ihmal etmemiştir. Özellikle eğitim alanında birtakım düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemelerin başında Çarlık Rusyası eliyle kurulan Müslüman okullarından başka okullara (medreselere) göndermek isteyen velilere para cezası uygulanması gelmektedir. Bu “suçun” ikinci sefer işlenmesi durumunda ise hapis cezası uygulanmaktaydı. Müslüman ailelerin yaptırımlara rağmen konulan kurallara uymaması halinde ise çocuğun Müslüman okullarında eğitim alması tamamen yasaklanmaktaydı (Jolseyitova, 2004, s. 14).
Jolseyitova (2004, s. 16)’a göre, Çarlık Rusya’sının egemenliğini daha sağlam bir hâle getirmek amacıyla yürüttüğü aşamalı politika bölge genel valisi Duhovskiy döneminde daha kalıcı ve daha köklü bir yaklaşım sergilemiştir. Duhovskiy, 1899 yılında Çar Hükümeti’ne gönderdiği “Türkistan’da İslam” isimli raporunda sert çözüm yollarından kaçınılması gerektiği, halkın iç dünyası ve şuurunu ele geçirmenin önemi üzerinde durmuş ve Orta Asya devletlerinin bürokrasisinde, söz sahibi olunabilmesi için tüm resmi yazışmaların Rus diline geçirilmesi uyarısı ve önerisinde bulunmuştur.
Orta Asya halklarının Rus yönetimine daha sağlıklı bir şekilde entegre edilmesinin gerekliliği gizlenemez bir amaç olarak gün yüzüne çıktıkça, uygulanan politikaların keskinliği o derece artmıştır. Orta Asya’da uygulanan eğitim politikasının esas hedefi Çarlık Rusya’sının eğitim bakanı olan Tolstoy tarafından da açıkça dile getirilmiştir. Tolstoy, bu politikanın amacının Rus olmayan halkların Ruslaştırılması ve Ruslarla kaynaştırılması olduğunu ifade ederek bu politikanın amacından şüphe edilmemesi gerektiğini söylemiştir (Omarov, 1997, s. 16).
Türkistan coğrafyasının Rusların ilgi alanına girmesiyle birlikte, bu topraklarda yaşayan halkların kaderinde değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Siyasi bütünlük sağlayamamış Türkistan halkları Rus egemenliği öncesinde dilsel bir birliktelik görüntüsü çiziyorlarken bu durum Çarlık yönetimi ile birlikte (Sovyetler Birliği’nin dağılışı sonrasına ve bugüne kadar uzanan dönem de dâhil) köklü bir evrilme sürecine girmiştir. Sovyetlerin “Sovyet Adamı Yaratma” şeklinde ortaya çıkan resmî ideolojisi, bu mirası bir bakıma Çarlık Rusya’sının “Ruslaştırma” politikasından devralmıştır.
Çarlık Rusyası, (19. yüzyılın son yirmi yılında) uyguladığı politikaların başarılı olabilmesi için Türk çocuklarıyla Rus çocuklarını aynı okullarda eğitme stratejisi ile birlikte Türk lehçelerinin Rus harfleri ile öğrenilmesini ve müspet ilimlerden ziyade el sanatlarına ağırlık verilmesini uygulamaya geçirmiştir (Akgün, 2008, s. 154). Böylelikle toplumun iktidar mekanizmasının amaçlarına daha uygun bir hale getirilmesinin önü açılmıştır. Rusça dışında bir dilin eğitim kurumlarında kullanılmasının kısıtlanması ve yazılı dilin unutturularak bunun yerine tüm literatürün Rusça olması Türkistan halklarının toplumsal kodları üzerinde bir oynamayı beraberinde getirmiştir. Böylelikle Türk toplumlarının geçmişi ve bugünü arasında bir bağ kurmaktan uzaklaşması adım adım sağlanmış; geleceğe taşınacak bir öz dilin hâkim olduğu bir miras bırakmakta zorlanan insanlar günümüze kadar etkilerini sürdürecek bir düzenin parçası haline getirilmiştir.
19. yüzyılın sonlarında çok uluslu bir imparatorluk haline gelerek dünya sahnesinde birçok etnik grubu içinde barındıran bir devlet görünümü ile ön plana çıkan Çarlık Rusyası, nüfusu uyruktan çok dini gruplara göre sınıflandırmıştır. Bu dönemde Rus-Ortodoks- Hıristiyan inancına mensup olanlar Rus olarak görülmüşken diğer milletlere mensup olan gruplar yabancı olarak tanımlanmıştır (Yalçın, 2006, s. 342). Çarlık döneminde imparatorlukta yaşayan halkın %55,7’sinin Rus milletine mensup olmayanlardan meydana geldiği görülmektedir (Heinzig, 1983, s. 422). Orta Asya’daki eğitim ve din olguları üzerinde eğilen Ruslar, özellikle bu iki alanda kontrolü ele almak için çeşitli politikalar uygulamışlardır. Bu kapsamda kadim geçmişin bir mirası olan geleneklerin ve Türkî toplumları bir arada tutan İslam dininin dışında bir hayat teşvik edilmiştir, Çarlık döneminde toprakları igale uğrayan Müslüman Türk toplumlarının gelenek ve dini inanışlarını yaşamaları eğitim politikası aracılığıyla engellenmiştir. Bu dönemde din adamları gelişmeyi istemeyen “yobazlar” olarak yansıtılmaya çalışılmış ve bu propagandayı sağlam temellere oturtmak için de aydın kesim kullanılmıştır (Yılmaz, 2014, s. 341- 342). Eğitim politikasının uygulaması sırasında okullarda ve eğitim merkezlerinde Orta Asya toplumlarına günlük hayatlarına devam etmeleri için bir dine ihtiyaçları olmadıkları fikri aşılanmaya çalışılmıştır (Musahan, 2015, s. 228).
Örneğin, Çar Hükümeti’nin, eğitim alanında izlediği Ruslaştırma siyasetinde en yakın destekçi olarak Ortodoks Kilisesi ve Kiliseye mensup misyonerler büyük çabalar sarf etmişlerdir. İslam dinine mensup doğu halklarını Hıristiyanlık dini ile yakınlaştırmak için onları vaftiz etme ve onları Ruslaştırmaya ilişkin 1842 yılında Kazan Şehri’nde açılan dinî akademi, Çarlık hükümetin en güvenilir ve gözde kurumları arasında yerini almıştır. 1854 yılında Kazan Dinî Akademisine bağlı olarak özel misyoner bölümü açılmış ve bu akademinin başına Kazan Başpiskoposu Grigorii (Postnikov), üyeleri olarak da Kazan Üniversitesi’nin Profesörü A. Kazembek ve dinî akademinin öğretim üyeleri G. Sablukkov ve Nikolay İlminskiy tayin edilmiştir. Bu görevlilerin ortak noktası, Arap, Fars ve Türk dillerini bilen iyi yetişmiş misyonerler olmalarıdır. (Omarov, 1997, s. 16 – 17).
Çarlık Rusyası zamanında Türkistan halklarının özellikle kültürel yapısına müdahaleler ve eğitim sistemine yönelik Rus-Ortodoks ideolojisine yönelik projeler ile desteklenmiş; halkların soy bağları ve benzerlikleri toplu sürgün, yer değiştirme, ülke içinde farklı etnik grupların kaynaştırılması için komşu hâle getirilmesi, bir olan toprakların sınırlar ile bölünmesi, eğitimde alışıldık gelenekçi ve kültüre has yapının yerini Ruslaştırıcı müfredatın kullanılması, ayrıştırma-yabancılaşma metotları ile ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Çarlık Rusya’sının son yıllarına kadar devam ettirilen politikalar zaman zaman etnik yapılar arasında tepkilere yol açmış ve gösterilen direnç sayesinde en azından İslam dininin etkisiyle genel bir kabul gören Arap alfabeye bağlı kalınmış ve bu alfabe Sovyetlerin Latin alfabesini hayata geçirdiği döneme kadar kullanılmıştır. Bu çerçevede, 1917 yılında yeni kurulan rejim, nüfuz alanı içerisindeki coğrafyalarda Çarlık döneminden kalan yöntemlerin üzerine bina ettiği daha derli toplu bir strateji ile Ruslaştırma misyonunu zirveye taşımıştır.