Полная версия
Mil
– O zaman niye çekiyorsunuz?
Bu defa beni dikkatle süzerek gözlerini kıstı. Ateş püsküren bakışlarından korkup geri çekildim. O, bunu anladı. Önce konuşmak istemese de direk gözlerimin içine bakıp, bununla sanki “Sana güvenerek söyleyebilirim.” dercesine ikaz ettikten sonra yavaş yavaş konuştu:
– Arzu, bu savaş öncesi cesaretlenmek için yapılan bir millî danstır. Sık sık hatırlıyoruz ki unutulmasın hem de gençler öğrensin. Adamın içinde savaşma azmi varsa bu büyük bir mutluluktur.
– Savaş dansı mı? Hitler ölmedi mi? Yine savaş mı olacak?
Şimdi de ben sorularla halay çekmiştim. Dede, dudağını azıcık yana büküp:
– Arzu, Çeçenler için savaş her zaman var. Buna hazır oluyoruz ki her fırsatta şerefle savaşalım. Dansımızı çok mu beğendin?
– Çok beğendim, dede, hem de çok. Ama gençler sizin gibi güzel okuyamıyor.
– Çünkü bu halay basit bir dans değil. Yallı26 oynayanlar ruhlarını göklerde görebilsinler ki seslerin hepsi aynı tonda çıksın. “Çakaran helhar” cihat nağmesidir. Bunu koro hâlinde söylemek için ruhların savaş ateşini birlikte yakabilmesi gerekir.
Dedenin müritliğinde iyi vakit geçirdim. Beni yolcu etmeden evvel isteğim üzerine arkadaşlarını yine ocak başında toplayıp “Çakaran helhar” merasimi düzenledi. Bu sefer dansın başından sonuna kadar gözlerimin önünde savaş sahneleri, düşmanı hedef alma, at üstünde kılıç sallama, sürüne sürüne bir siperden diğerine geçme gibi sahneler canlandı.
… Her gün öğrendiğim yeni bilgiler okulda bir yılda öğrendiklerimden daha fazlaydı. Diyelim ki gece rüya gördüm. Nereye baksam Marşal’ı görüyordum. Son anda içimdeki ümit ışığı yolumu aydınlatıyordu. 1 Eylül’de yeniden bir sıra arkasında oturacaktık. Ne yaparsan yap kaderin ne gösterdiğini gör. Eylül’de Vera Marşal bizim sınıfa gelmedi. Aslında böyle olacağını biliyordum. Sadece tekrar sınıfımıza gelmesini umuyordum. İki ay sonra biz Kazan’dan taşındık. Annemin ani bir şekilde hastalanarak vefat etmesi babamı bu kararı almaya zorladı. Annemin cenazesinden kısa bir süre sonra, ninemin himayesi altına alındım. Artık Moskova’da yaşayacaktım. Ninem Benaltın İlbekovna inançlı bir Tatar Türk’ü, Müslüman bir kadındı. Yakın akrabaları ve yaşıtları ondan yalnız Roza, diğerleri ise Roza İlbekovna olarak bahsederdi. İki isimli olmasının sebebinin, merhum annesinin çocukken soğuk havalarda yanaklarının bir gül kadar pembe olması nedeniyle ona böyle seslenmesi olduğunu çok sonra öğrendim. Ninemin en sevdiği meşguliyetlerden biri örgü örmekti. Çocukluk dönemimde elinde örgü varken yanına yaklaşmama asla izin vermezdi. Dikkatsizlikle millerin elime batmasından korkuyordu. Genellikle ilmekleri dört adet çelik renkle toplayıp bazen bir elbiseyi aylarca örerdi. Bir de bakardın haftalarca ördüğünü beğenmeyip sökmüş. İşte o zamanlarda bana ihtiyaç duyardı. Söktüğü ipler dolaşmasın diye onları yeniden yumak yapmaya yardım ederdim ona. Sonradan ninem örgüleri, tığ denilen bir karış boyunda, ucu çengelli bir aletle örüyordu.
Ninem her zaman “İplik eğirme, dokuma, deri tabaklama gibi sanatlar bizim kanımızdan geliyor. En sevdiğim geceler, ninemin örgü öre öre hikâye anlattığı gecelerdi. Ceylanlar, boz kurtlar ile ilgili masalları da çok seviyordum. Biz Türklerin atalarının Altay’da, Tayga’da doğduğunu söylerdi. Doğar doğmaz göbek bağlarını kesip, parmak büyüklüğünde et parçasını kurutup dibekte döverek tozunu rüzgârda savururlar. Yüzyıllar boyu rüzgârda savrulan göbek bağının parçalarını araya araya kıtaları geziyoruz. Bulunmuyor ki…”
Ninem her zaman evde ibadet eder, beni dualar, masallar, içinde büyütüyordu. Günlerim kötü geçmiyordu. Ama annemin ölümünden sonra iki taraflı yetim kalmıştım. Çünkü Vera Marşal’ı seviyordum ve bir daha onu görebileceğime olan inancım, güneşin altındaki buz gibi hızla eriyip aniden kaybolmuştu. Üstünden yıllar geçmişti. Şimdi biz beklenmedik bir anda Moskova’nın merkezinde karşılaşıyorduk.
Gözlerime inanamıyordum. Ama onun beni tanıdığına hiç şüphem kalmamıştı. Marşal, şahin gibi üstüme atıldı. Onun bu kadar çevik hareketlerle belime yapışıp ayaklarımı yerden kesmek isteyeceğini aklıma bile getiremezdim. Bir an için kalbime yağ gibi yayılan kızın bu hareketi, hemen telaşlanmama sebep oldu. Ben Albina’yı bekliyordum. Karşıma ise Vera çıkmıştı. Bu saatlerde Albina’nın buraya gelip ulaşmasının imkânsız olduğunu bilsem de içimdeki telaş gözlerimden okunuyor gibiydi. Vera omuzlarımdan tutup beni kendinden azıcık uzaklaştırdı:
– Buraya bak, çok korkuttum seni ha? Galiba birini mi bekliyorsun? Rahatsız olma, vaktini çok almayacağım. Taksiye biniyordum. İşe gitmek için acele ettiğimde yaptığım şey bu. Seni görünce indim. Ne kadar hain biriymişsin, İlahi!?
– Marş, seni gördüğüm için çok mutluyum. Vaktin varsa ya parka geçelim ya da kafeye. Rica ediyorum bana vakit ayır. Gerçekten de seni seviyordum.
O sözünü kesince biraz kinaye ile:
– Seviyormuş. Buna bak bir, o zaman mektuplarıma cevap vermedin? Sonunda da o yaramaz ifadeleri yazdın bana, değil mi? Haydi cevap ver şimdi. Görüyorsun, hayatta neler oluyor. Ne acelesi vardı böyle onuncu sınıfta nişanlanmanın? Yoksa kızlara kıran girdi diye mi zannediyordun. Mutlaka o sarı saçlıyla evlenirdin, değil mi? dedi.
Ben gerçekten de hiçbir şey anlamıyordum. Yolun ortasında ona hiçbir şeyi açıklayamıyordum. Marşal’ı böylelikle yola getirip yeniden yolu onun geldiği tarafa geçtik. Bu fırsatı elden kaçırmadan koluna girdim. Hiçbir söz söylemedi. Yolun bozkır tarafında büyük ve ışıklı bir salonu olan restorana girdik. Vera kenar tarafta oturmayı teklif edince ben de pencerenin kenarını gösterdim. Kendime öyle bir yer seçtim ki Albina gelmiş olursa onu görebileyim. Bu hareketim kızın gözünden kaçmadı. Yine kinayeli bir sesle konuştu:
– Karını bekliyorsan gidebilirim. Seni gördüm, sağ olman yeter. Korkma yoluna çıkıp engel olmayacağım…
O an, diplomatik yeteneğim işime yaradı. “Ben evli değilim.” deyip ikinci soruya mahal vermedim. Bu sırada garson bize yaklaştı. Marşal’ın fikrini sormadan hemen kahve siparişi verip “Moskova’da mı yaşıyorsun?” diye sorunca o, önce saatine baktı. Zaten işe gideceğini söylemişti. Moskova’da işe gidiyorsa demek ki burada yaşıyordu. Ama acele ettiği için biraz daha rahatladım. Albina bizi birlikte görse muhtemelen beni bağışlamazdı. Ne olduğunu sormazdı da. Sakince gözümden kaybolurdu bence. Vera Marşal “Dış İşleri Bakanlığında çalışıyorum, güvenlik departmanında.” dediğinde birden ürperdim. Aslında bu kız bütün karakteriyle böyle bir iş için çok uygundu. Ama ben bu bakanlıkta böyle bir departman olduğunu ilk defa işitiyordum. Sanki o, benim şaşırdığımı gözlerimden okudu. Karşısındaki kahve fincanının kulpundan tutup fincan tabağının üstünde sağa sola salladı. Sonra saatine baktı. Bakışlarım kolundaki beyaz kasalı saatin akrebinden ayrılmıyordu. Geçmiş yıllarda birkaç milyar saniye kaybetmiştik. Marşal, dirseklerini masaya dayayıp güzel parmaklarını ovuşturarak elleri ile zarif bir rahle yapmıştı. Hafif bir buhar bileklerine sürtüne sürtüne avucunda toplanıyordu. Yukarıdan süzülen ışığın gölgesinde gittikçe azalan buhar parçalarını durmadan akan gri bulutlara benzettim. Gençliğimde yerli yersiz yapıştığım bu bileği yine tutmak istedim. Bir anda bu bilekleri okşayan buhara karşı kıskançlık hissettim. Bakışlarım kızın dikkatinden kaçmadı. Dirseklerini masadan ayırdı ve ellerini birleştirdi. Sonra ellerini umursamazca bana doğru çevirdi. Buhardan çiy güzelliğindeki elinin içini görünce hemen bir peçete çıkardım ve çiyi sildim. Vera yürek dağlayan bir iç çekti:
– Ahh, Osman, Osman, hiç değişmemişsin. Aklımda seninle alakalı o kadar hatıra var ki…
– Bu hatıralar arasında aşka, sevgiye yer var mı? Ben seni çok seviyordum Marş. Yıllarca gözüm yollarda kaldı. Çok aradım seni, inan buna…
O, duygusallaştı. Fincanı dudaklarına götürürken elinin titrediğini gördüm. Dudakları büzüldü. Titrek bir sesle:
– Ben de seni hep aradım! Hatta şimdi de arıyorum. Senin gibi sevgim geçmiş zamanda kalmadı. Yüz yüze oturduğumuza hiç inanasım gelmiyor. Bunun sen olduğuna inanamıyorum. Bir daha görüşebildiğimize inanamıyordum. Bu inançsızlıkların insanı ne hâle sokabileceğini hiç merak ettin mi? İçin için acı çekmekten eriyor insan.
O sırada sessizlik çöktü. Gerçekten de onu sakinleştirecek bir söz bulamıyordum. Bu yaşa kadar sözün tam manasıyla iki kaya arasında sıkışmış vaziyete ilk defa düşüyordum. Marşal’ın elinin içinde gördüğüm çiyin kahve buharından değil, gözlerinden süzülerek gizlice avcunda tomurcuklanan yaş olduğunu anladım. O kadın gururunu ayaklar altına almamak için gözyaşlarını göz bebeklerinde saklayıp ellerinin içinde göstermişti bana. Ben onları silince yaralarına dokunup kalbini sızlatmıştım. Vera kahvenin yarısını içip saatine bakınca fırsatı kaçırmak istemedim:
– Marş bir daha ne zaman görüşeceğiz? Bugün akşam, sabah, ne zaman dersen ben hazırım. Nereye gelmem gerektiğini söyle bana.
Konuşurken ev numaramı yazıp ona verdim. Marş kâğıdı elinde kıvıra kıvıra sordu:
– Telefon geldiğinde anneniz hâlâ mı sorguya çekiyor insanı?
– Hayır! Keşke annem sağ olsaydı. Muhtemelen seni bulduğuma çok sevinirdi. Şimdi ninemle kalıyorum. O da çok yaşlandı. Eve kim telefon etse Osman’a söyleyin evlensin deyip yardım istiyor, deyince bakışlarımız kilitlendi. O, annemi kaybetmemden dolayı üzgün olduğunu göstermeye çalışsa da beceremedi. Görünen o ki anne kaygısı çekmeyenler onun kaybını da bilmiyorlar. Ama sadece bu değildi. Çok uzun zamandan beri onun hareketlerinde gördüğüm sunilik bu defa beni aşırı etkiledi. Marşal kendi numarasını bana yazarken eğer biz lisede değil de üniversitede tanışmış olsaydık onu asla sevmeyeceğimi düşündüm. Numara yazdığı kâğıdı bana uzattı:
– Aslında iş numarasını da verebilirim. Ama sana o kadar soru soracaklar ki telefon ettiğine pişman olacaksın. Bir de istemiyorum adının bizim kayıtlarda olmasını. Bu yüzden ev numarasını yazdım. Ne zaman istersen ara.
Vera’yı yolcu edip geri döndüm telefon kulübesinin yanına. Ne kadar beklediğim, restorana ne zaman döndüğümü hatırlamıyorum. Bu sefer garsondan yüz gram “votka” istemiştim. Ukrayna üzümünden yapılan içki bedenime sıcaklık, düşünceme buz gibi soğukluk getirmişti. Aklım kum üstüne serpilen darıya benziyordu. “Keşke Marşal Hanım ile karşılaşmasaydım.” diye düşündüm ve Vera’nın aklımdan geçenleri bildiğini düşünerek utandım. Vera bana âşık olduğunu, her zaman yolumu gözlediğini ve bugün de sevmeye devam ettiğini söylüyordu. Günahsız bir kızın hayatının benim yüzünden mahvolduğunu bildiğim hâlde sadece kendimi düşünmek insanlığa sığar mıydı? Garsonlar hâlen daha masamızı temizlememişlerdi. Bunun için tam kıza seslenecektim o esna da Albina gözlerimin önünde canlandı. İşte bu kız, nişanlım ne olacaktı? Yıllardan beri ninemin el üstünde tuttuğu nişan yüzüğünün onun parmağına takılmasına sayılı günler kalmıştı. Biz ki birbirimizi duyguların gücüyle değil, gerçekten şuurlu olarak seviyorduk. Avuçlarım ile gözlerimi var gücümle ovuşturdum. Parmaklarım kirpiklerimin üstüne gezdirirken birden irkilir gibi oldum. Albina gerçekten de benim karşımda az önce Marşal’ın oturduğu sandalyenin köşesine yaslanmıştı. Ayağa kalkıp birkaç saniye sessiz durdum. Yine öyle sessiz sedasız bir şekilde yerlerimize oturduk. Bu sırada garson boş fincanları götürmek için yavaş adımlarla bize yaklaşıyordu. Albina karşısındaki fincanın ruj değen tarafını bana çevirip “Demek ki ilgi çekici bir misafirin vardı. Ben gidebilirim.” deyince birden arı tarafından sokulan insanlar gibi irkildim. “Yok niye gideceksin? Senin yerin burasıdır.” deyip sağ elimi yüreğimin üstüne vurdum. Sineme vurduğum yumruktan hakikaten canım acıdı. Albina ise yumruğun sesinden gözlerini öyle bir kırptı ki sanki yumruğu kendime değil de onun sinesine vurmuştum. Bu hareketimle onu biraz yumuşatabildim. Utandığından daha önce kiminle görüştüğümü sormasa da sabırsız gözlerinde bu soruyu gizleyemiyordu.
GÜN GEÇTİ
Kesinlikle yalan söylemeliydim. Hem de Albina’nın gözlerinin içine baka baka. O gözler ki bebeklerinden ancak ve ancak bana aşk kıvılcımı saçılırdı. Bu yalan senaryosunu Yoldaş Suslov’un koruma müdürü yazmıştı. Ben nasıl mesuliyetli bir işin peşinde olduğumun farkındaydım. Yaklaşık iki aylık bir eğitimden geçip Tahran’a gitmeliydim. Generalin söylediği gibi talimatlara uyarsam hiçbir tehlike olmayacaktı. Bütün riskleri ortadan kaldırmak için bana yardım edeceklerdi. Ancak beni koruyan insanları fark ettiğimde bununla ilgilenmemeli ve fark ettiğim hiçbir nüansa dikkat etmemeliydim. Eğitimlerin nelerden ibaret olduğu hakkında bilgiye de sahip değildim. İlk görev yazı işleri ofisinden ayrılmaktı. Gösterildiği şekilde dilekçe yazıp bu işi beğenmediğimi söyleyecektim. İstediğin yar idi, getirdi Tanrı! Kariyer iddialarım için olmadık yerden kapı açılmıştı. Her şey istediğim şekilde gidiyordu. Sadece Albina ve ninemden ayrılmak konusu dışında. Bir de az evvel ortaya çıkan Vera Marşal meselesi. Albina şimdi olduğu gibi restoranda da yardımıma koştu, “Haydi, bir konuşalım, neler olacak?” sorusunun ardından gülümseyerek devam etti:
– Niye işe gitmeme fırsat vermedin. Bu ay işe üçüncü kez gitmiyorum.
Direk konuya girdim.
– Ben işten çıkıyorum Albina.
O, şaşkınlığını gizlemedi:
– Ne diyorsun? Böyle bir iş bulmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Yoksa makalenin yayımlanmamasına mı küstün? Ne oldu, anlat bana?
Yalan yalanı doğurur. Oradaki ekibi sevmediğimi söyledikten sonra başka iş bulduğum yönünde yalan söyledim. Senin yayımlanmadı diye küstüğümü düşündüğün makalenin benim için açılmaz kapıları açtığını nasıl söyleyebilirdim. Albina ise hâlen daha beni ikna edeceğini ümit ediyordu. “Eğer bu işi sana Suslov bulmuşsa ona inanma! O, çok kaba ve açgözlü biridir. Senin ise güzel bir geleceğin var.” dediğinde biz restorandan bir hayli uzaklaşıp el ele Novodeviçyi Manastırı’na27 doğru gidiyorduk. Albina beklemediğim bir şekilde eğer yazı işlerinden ayrılırsam kendisinin de işten çıkacağını söyledi. Bu kati kararın alt yapısında onu da kendimle yeni iş yerime götürmem gerektiğini söylüyordu. Dile getirilmeyen bu isteğe cevabım yoktu. Beni Tahran’a gönderiyorlar, diye ona nasıl diyebilirdim? Daha doğrusu Albina’nın bu durumda yazı işleri ofisinde kalması en doğru karar olurdu. O sırada kafamda başka bir yalan devreye girdi. Ondan çok şey değil, bir yıl daha yazı işleri ofisinde kalmasını istedim. Sonra onun daha düzgün bir işe girmesine yardım edeceğim. Ayrılma zamanı gelmişti. Zaman kaybetmeden babamla görüşmeliydim. Vedalaşırken:
– Albina belki sana garip gelecek. Ama üniversitede ilk tanıştığımız gün sabaha kadar uyuyamadım. O gün duvar takviminin28 günlük sayfasını kopardığımda telefonun ilk ortaya çıkışıyla ilgili ilginç bir yazı okumuştum. Allah neden beni Aleksandr Bell29 gibi şanslı yaratmamış, diye üzülüyordum. Eğer telefonu icat etmek bana nasip olsaydı büyük bir memnuniyetle telefonu kulağıma her götürdüğümde “Albin” derdim. Bütün dünyanın telefon konuşmalarında “Alo” değil “Albin” ya da tam olarak “Albina” diyerek karşı tarafın telefonuna cevap verdiğini hayal edebiliyor musun? dedim.
Albina önce sakince bakışlarını gözlerime dikti. Bakışlarımız tavandan sarkan iki lambanın ışıkları gibi birbirine karıştı. Boynuma sarıldı. Saçlarını kokladım. Parfümünden sanki samimiyet kokusu geliyordu. Onun gül parfümünü içime çektiğim zaman fısıltısını işittim: bütün bu dediklerin doğru mu? “Doğru Albina, ben sensiz yaşayamam. Emin ol buna. Ama kariyersiz de yapamam. Başarılı bir kariyer için oradan oraya mücadele ediyorum. Güzel fırsatlar doğdu. Sensiz, hiçbir şey bana başarı getirmeyecek…”
* * *Babamla onun iş yerinde görüştük. Aşağıdan odasına telefon edildiğinde gelmeme şaşırmadı. Her zaman olduğu gibi yine sivil kıyafetliydi. Birlikte yemek yedik. Belli ki bugün binbaşı rütbesi verecekler. Sebebini ne ben sordum ne de o söyledi. Albina’ya olan aşkım, Vera’nın bir anda ortaya çıkması ve hazırlandığım Tahran seyahati kafamı öyle karıştırmıştı ki babamı tebrik etmeyi bile unuttum.
Yolun karşısına geçip küçük bir restoranda köşedeki masada oturduk. İşimle ilgili konuya da o geçti. “Osman sen çok zor, ancak onurlu bir işin peşinden gidiyordun.” dediğinde şaşkınlıkla sordum:
– Nereden biliyorsun?
Sorumdan dolayı yüzü alaycı bir hâl aldı:
– Sovyet devletinde hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını bilmiyor musun? Hem de böyle önemli işlerde. Ben inanıyorum ki bu işin üstesinden geleceksin. Ama sana bazı şeyleri söylemek mecburiyetindeyim. Öyle ki bunları hiç kimseden duymayacaksın. Öncelikle bu iş için neden seni seçtiklerini hiç düşündün mü?
Ben dudağımı büküp omzumu kaldırdım. O anda babam kadehi ağzına kadar doldurup kafasına dikti.
– Doğu bilimlerini bitiren o kadar mezun var dilini de tarihini de senden daha mükemmel biliyorlar. Şüphesiz biyolojik yapıları ve genetik kodları sebebiyle senden üstünlerdir.
O, “Bizim kökümüz Tebriz’e dayanıyor.” dediğinde “ohh” diyerek sandalyede kurcalanıb yerimi rahatladım. Kendimi her zaman saf bir Türk olarak görmüştüm. Dar bir çerçevede “Tatar mıyız yoksa Türk mü?” konusunda çok fazla tartışmam olmuştu. Bu konuda tartışmanın çok tehlikeli olduğunu biliyordum, ancak tehlikeyi bilmek ve görmek yakana yapışana kadar insanın üzerinde çok farklı etkilere sahiptir. Benim kariyer yapma isteğim ile Sovyet tarihine dair bildiğim acı gerçekler çok farklıydı. Babam Tebriz kökenli olduğumuzu söylediğinde gayri ihtiyari olarak 1972 yılında Ferah Diba Pehlevi’nin Bakü gezisinde30 “Pravda” gazetesinde yayınlanan resimlerini hatırladım. O sırada onuncu sınıfta okuyordum. Tarih hocam gazeteyi bana gösterip “Bak nasıl benziyorsunuz, sanki aynı çeşmeden su içmişsiniz.” dedi. Kulağım babamda olsa da bütün bunları hatırladım ve “İyi ki Türk kökenliyiz, başka bir soy ile karışmamışız.” diye şükrettim.
Babam sözlerine devam ediyordu:
– Timurlenk Azerbaycan seferinde Tebriz’i kılıçtan geçirip şehri viran etmişti. Taş üstünde taş bırakmamıştı. Bu seferden sonra uzun yıllar Tebriz’e Viranşehir31 de dediler. Semerkant’ın esas mimari binalarını, Tebriz’den esir olarak getirilen ustalar ve sanatçılar inşa ettiler. Timur bine yakın sanatkarı eli kolu bağlı esir getirdiğinde bizim büyüklerimiz de onlarla birliktelermiş. Ama onlara esir gibi davranılmamış, çünkü Timur’un amacı zihinlerdeki yaratıcılığı gerçeğe dönüştürmek ve bu sanatçılar sayesinde okullar inşa ederek Orta Asya’da yeni bir yaratıcılık üslubu oluşturmaktı. Senin çok kısa bir zamanda Tahran’ın yerel adetlerini, lehçesini öğreneceğine hiç şüphe yok. Dil ve lehçe genetik kodlarla verimli koşullarda kendini gösterir. Bütün bu dediklerimi Tahran’a vardıktan iki üç hafta sonra göreceksin. Şah Kaçar’ın kurarak Tahran’a dönüştürdüğü şehir şimdi tarihin en zor günlerini yaşıyor. Orada o kadar kendine benzer insanlar göreceksin ki!
Babam burada durdu. Acı bir tebessümün ardından “Tebriz’e gittiğinde tanımadığın akrabalarımızla karşılaşabilirsin.” deyip bir dakikaya yakın sustu. Bütün bu söylediklerinin benim için tehlike oluşturacağından korkuyor gibiydi. Sohbet konusunun değişmemesi için:
– Benim için endişelenme baba! Her koşulda çıkış yolu bulmayı bilirim. Buna emin olabilirsin, dedim.
Babam vurmak için bir fırsat arıyormuş gibi omzuma sert bir şekilde tokat atıp:
– Bu söylediklerimi bilmen görevlerinin başarısı için çok önemli. Bütün bunları bilmesen de problem değildi. Ama öyle meseleler var ki onları kesinlikle bilmen gerekir. Aslında sana verilecek görevleri az çok tahmin edebiliyorum. O kadar da tehlikeli işler olmayacak, ama konu devlet açısından büyük önem taşıyor. Öyle ki bu işi yapmak KGB’nin32 tek görevidir. Ancak hiçbir şekilde, özellikle şimdiki şartlarda bu görevi başaramazlar. Senin Tahran’a seyahatin Suslov’un büyük buluşudur. Yoldaş Suslov bu konuda Andropov’un33 önüne geçmek istiyor, dedi.
– Andropov bunu bilmiyor mu, sorusu ile sözünü kestiğimde babamın yüz çizgileri değişti ve soruma “Sence öyle bir şey olabilir mi?” sorusuyla cevap verip duraksadı ve daha alçak sesle devam etti:
– Bu ortaya çıkan olaylar Kremlin’de her zaman var olan saray çekişmelerinin bir parçasıdır. Suslov bu konuda İçişleri Bakanı Nikolay Şelokov’un ve Bakan Pyotur Noloviç’in34 imkânlarından da istifade ediyor. Andropov ise bu işlerin merkezindedir. Suslov, sadece Andropoy’un düşünce süzgecinden geçen bilgileri değil, senin vasıtanla elde edilecek gerçek bilgileri de almak istiyor.
Soru soruyu açıyor, babam konuştukça ilgim daha da artıyordu. Ben onun sohbetlerinden kesinlikle sıkılmıyordum. Aksine sanki yıllardır böyle karmaşık işlerin içinde büyüyüp olgunlaşmıştım. Babamın benim rahatsız olduğumu düşünerek sakinleştirici bir tonda yeniden sohbete başladığını hissettim:
– Bunları er ya da geç öğrenecektin. Ben önceden söylüyorum ki senin için daha kolay olsun. Şah rejiminden ciddi bir tehdit beklemiyorum. Onlar görevini bilseler dahi günümüz koşullarında bize karşı çıkma cesaretine sahip değiller. ABD, İsrail ve İngiltere casus ağlarına karşı son derece dikkatli olmalısın. CIA, MOSSAD ve MI635 Şah devrilene kadar birlikte faaliyet gösterecekler. Kitlesel gösteriler, ayaklanmalar başladıktan sonra bu üç kurum arasında kan gövdeyi götürecek.
O, derin bir iç çekerek sesini alçalttı:
– Ve mutlaka Sovyet büyükelçiliğine dikkat etmelisin! Orada kurulabilecek tuzakların risklerinden kurtulabilirsen bu tehlikelerin en azından yarısı ortadan kaldırılmış sayılır.
Son sözleri, tam manasıyla sürpriz oldu. Muhtemelen bu sözleri babamdan başka hiç kimse cesaret edip bana söyleyemezdi. Aslında onun şimdiye kadar söylediklerini giriş olarak düşünüyordum. Farkında olmadan babamın söyledikleriyle biraz önce Vera’dan Dışişleri Bakanlığı’ndaki güvenlik servisi hakkında duyduklarım arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Vera’nın hareketlerindeki samimiyetsizliğin bununla alakalı olduğunu düşündüm. Bakışlarını hızlıca benden kaçırması gözlerimin önünde canlandı. Sanki birisi kulağıma bugünkü görüşmemizin tesadüf olmadığını fısıldıyordu. Öyleyse amaç ne olabilirdi?
…Babamı çok seviyorum o benim için hiçbir şeyi esirgememişti. Ama yüreğimin derinliğinde her zaman gizli tuttuğum bir kırgınlık vardı: annemin mezarının toprağı soğumadan evlenmişti. Ninem bu konuda başımın etini yediği için affedemedim babamı. O yüzden evine gitmiyordum ama yaş ilerledikçe ona hak vermeye başladım. Nereden bilebilirdim annemin sağlığında da şimdiki evli olduğu o kadınla gizli ilişkisi olduğunu. Haftada bir defa babam ninemlerden alıp gezmeye, aslında sinemaya ve restorana götürürdü. Babamın yeni eşini şehirde birlikteyken görmüştüm. Kadın kibar ve güler yüzlüydü. Ona karşı kabalık etmesem de gösterdiği ilgiye karşı çok saygısızca karşılık verirdim. Belli ki bundan dolayı da kadın sonraları bizimle birlikte şehre inmedi. Babam beni götürmeye geldiğinde, teslim ederken eve girmezdi. Sadece kapının ağzında selamlaşıp, vedalaşıp geri dönerdi. Her gelişinde hem evimize alışveriş yapar hem de nineme para verirdi. Ninemi de hediyesiz bırakmazdı. Ninem ise onun hediyelerini hürmetle kabul etse de hiçbir zaman kullanmaz, onları birilerine hediye ederdi. Albina ile tanıştıktan sonra babama karşı olan kırgınlığım azalmaya başlamıştı. Kadınsız olmanın ve sevilmemenin bir erkek için ne kadar zor olduğunu anlamaya başlamıştım.
Önceden aramadan ilk defa babamla görüşüyordum. Sohbetimizin sonunda bu konuyla ilgili konuşmak için bize geleceğini söyledi. Ben sözünü bitirmesine izin vermedim:
– Belki, Mariya İvanovovna36 ile birlikte gelirsiniz.
Babamın gözlerinde garip bir sevinç kıvılcımı parladı, ancak alışamadı. Elbette eşinin adını saygıyla söylemem hoşuna gitmişti. Derinden bir ah çekti.
– Mariya İvanovna’nın hareket edecek hâli kalmadı.
Başka soru sorup babamın üzüntülü yüzünün daha kötü bir hâl almasını istemedim. Babamda sustu. Restorandan çıkıp bir hayli yürüdük. Ayrılırken Mariya İvanovna’nın ciddi bir şekilde hasta olduğunu söyledi. Çocukları ve yakın akrabaları olmadığı için babam onun için bakıcı tutmuştu. Babam bütün bunları üzüntü ile karşıladığımı hissetti. Ayrılırken elini saçlarıma sürerek:
– Osman, benim senden başka kimsem yok. Kendine dikkat et. Senin için çok şey yapabilirim. Yapıyorum da. Ancak seni korumak benim elimde değil. Allah’a emanet ol. Bir de adımlarını aklının gücüyle at, duygularının değil. Öyle bir ülkeye gidiyorsun ki tarihin bütün dönemlerinde birinin yerine başkasının boynuna yağlı urgan geçirmek bir gelenek olmuş, dedi.
…Ben babamı cengâver gibi kuvvetli bilirdim. İri gövdesi, atletik görünümü ve sert bakışları ister istemez insanda korku oluşturuyordu. Şimdi ise kırılgan hislerinin tesirinde bu görünüşünü yitirmişti. Bunlar bir tarafa dursun, sıcak borşun ardından dolaptan çıkan kolbasa37 ile boğazımızı ıslattığımız yüz gram votkanın etkisiyle gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
* * *…Vera telefonun ilk çalışında ahizeyi kaldırdı. Aslında babamın nasihatlerini ve kafamda yer etmiş, ancak hâlen daha yerini sağlamlaştıramamış şüphelerini dinleseydim, birçok soruya hemen cevap vermem gerekecekti. Onun sesini duyar duymaz saate baktım. Bu aklımın bana oynadığı bir oyundu. İşten ne çabuk geldin diye sorabilirdim. Ama şimdi duygular beni idare ettiği için aklımdan geçen soruları bir kenara bırakıp acil görüşmek istediğimi söyledim. “Belki eve gelirsin!” teklifini düşünmeden kabul edip adresi sordum. Zaman kaybetmemek için taksiye binsem de Şeremetyevo caddesinde meydana gelen kaza sebebiyle yolda kırk beş dakikaya yakın zaman kaybettim.