bannerbanner
Göç
Göç

Полная версия

Göç

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Umut çocukların hepsinden büyüktü, manâlı manâlı gülümsedi. Mavi gözleri, ıslak mavi boncuk gibi parladı:

–Nerde, nerde? dedi.

–Orada.

Önde Umut, arkada çocuklar itişe kakışa otların arasından kümeliğe doğru gittiler. Umut dönüp sessizce sordu:

–İmir, nereden biliyorsun?

–Gördüm.

–Ama buradan görünmüyor…

Kümeliğe vardılar. Umut otları araladı. Saraç’la Begüm birbirine sarılmıştı. Begüm yarı çıplaktı. Saraç’ın geniş omuzları Begüm’ün göğsünün üzerine çökmüştü. Çocuktan ziyade yeşillik böceği gibi onları seyrediyorlardı. İmir otların arasından rüyasına bakıyordu. Çocuklardan biri Umut’a doğru eğilerek, usulca:

–Saraç emmi, Begüm teyzeyi öldürüyor mu?

Umut:

–Yok bee, dedi, katıla katıla gülmeğe başladı, diğerleri de ona uydu. Saraç’la, Begüm sesleri duyunca irkilip kalktılar…

İmir’in sırtında kamçı izine benzer ince ince sızılar dolaştı. Bütün vücudunu gezip kollarına doğru aktı, ayakları da, kolları da hissizleşti. Yere boylu boyunca yapışarak bakındı, Saraç’ın atını gördü…

Şimdi otluktan bir tavşan çıkmalı, Saraç’ın atı ürküp ipini koparmalı, tepelerin eteği boyunca kişneye kişneye kaçmalıydı…

İmir, dünyanın bu renginden de güzel bir renk içinde bütün bu olanları önceden görüyordu. Saraç’ın atından sanki bir at daha çıkmıştı. İmir’in gözünün önünde ürkmüş, kaçıyor kaçıyor ama yok olup gidemiyordu.

Begüm otların arasından koşarak kendini dereye attı. Yüzü öylesine bir hâl almıştı ki, ağlıyor mu, gülüyor mu, utanıyor mu, yoksa seviniyor mu, bilinmiyordu.

Saraç çocukların tepesinin üstünü kestirdi:

–Kımıldamayın, köpoğulları!

Elinde siyah, püsküllü bir kamçı vardı. Demek ki, sabahtan beri İmir’in vücudunda dolaşan bu kamçının ağrılarıymış. İmir kamçıyı görünce ağladı.

–Beni mi gözetliyordunuz, hıı, kancıkın doğurdukları? Umut’un kolundan yapıştı, Umut çullanıp onun ayakları arasına girdi:

–Vallahi Saraç emmi biz gelmiyorduk, İmir getirdi.

–Kim ulan köpoğlusu?

–İmir, dedi ki, Saraç emmi ile Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.

Saraç onu bıraktı, İmir’e doğru yürüdü. Diğerleri kaçıp her biri bir tarafa dağıldı. İmir aşağıdan yukarı doğru Saraç’ın hiddetten köpürüp morarmış yüzüne baktı:

–Atın kaçacak, Saraç emmi, ipini koparacak, bak, bak kaçtı.

Kümelikten bir tavşan çıktı, at ürküp ipini kopardı, kişneye kişneye tepelerin eteği boyunca kaçmaya başladı, -Kalk ayağa, düşman eniği!

Küçücük bir toprak yığınına vuruyormuş gibi İmir’i kamçıladı. İmir’in büzüşerek küçülmüş vücudu sabahtan beridir beklediği bu ağrıları su gibi içine sindiriyordu. Saraç’ın öfkesi dinmiyordu. İmir’i kaldırıp yere çaldı…

İmir yine baktı ki, yemyeşil, kocaman, gökyüzünde, yeşil yeşil karartılara karışıp uçuyor. Su gibi mi, hava gibi mi, yoksa küçücük bir kuş mudur, her nasılsa yumuşak yumuşak, serin serin, gökyüzünde süzülmektedir. Otların arasında kendini gördü. Yuvasının üstünde haykıra haykıra çırpınan bir kuş gibi, o da kendi üzerinde kanat çırpıyordu. Sabah erkenden sürünün yanında uzunluğunu ölçtüğü gölgesi gibiydi. Otların arasında gölge gibi kararıyordu.

Köyde yaygara kopuyordu. Ninesi kapıda dizini dövüyordu. Umut bağıra bağıra, tepelerin arasında, Saraç’ın İmir’i öldürdüğünü demek için Bekil’i arıyordu. Ancak bu bağırıp çağırmalar, haykırışlar, rüyada olduğu gibi şimdi de İmir’e ulaşamıyordu. Su hissi mi, hava duygusu mu, her ne ise, göğün yükseklerinde bütün bunları duymaktaydı.

İmir’den biraz uzakta Begüm ağlamaklı ağlamaklı Saraç’a söyleniyordu:

–Rüyamda kendimi çıplak görmüştüm. Çırılçıplak köyün içerisinden geçiyordum. Götür beni de kendinle.

–Şimdi nereye götüreyim?

–Götürmezsen kendime kıyacağım, artık evimize dönemem.

El ele tutarak otların arasında kayboldular…

Bekil, su gibi terlemiş halde koşup geldi, İmir’i kaldırıp dizlerinin üzerine koydu:

–İmir, İmir, aç gözlerini ağrını alayım, ne oldu?

İmir’in ruhu semanın maviliğine, meranın yeşilliğine, suların aydınlığına, kuşların sesine yayılıyordu. Ancak İmir’in canının kökü bir yerlerdeydi ve bu kökten kopamıyordu. Zayıf, takatsizcesine aldığı nefesten yapışmış sızıldanıyordu. Bekil, daha çok beyaza çalan sarışın saçlarını okşaya okşaya ona sesleniyordu:

–İmir, İmir!

Hürü kadın da dizlerini döve döve koşup geldi:

–Bazusunun yukarısını sık, yukarısını sık, dedi.

Kendisi İmir’in koltuklarının altından tutup ovarak kolundaki atar damarı tutup sıktı. Bekil su için dereye doğru koştu, kalpağını doldurup getirdi, yüzüne su serptiler. İmir bir-iki kere hıçkırıp nefes alıp vermeğe başladı. Semanın maviliğinden, meranın yeşilliğinden, suların aydınlığından sıyrılıp, kendi nefesiyle yeniden dünyaya dönüyordu.

Gözlerini açıp inledi. Bekil’i de ninesini de tanıyamadı. Öylesine rast gele:

–Nereye gidiyoruz, Ayyam? dedi.

Bekil onu kollarının üzerine aldı, sessiz soluksuz yeşilliğin içiyle geçerek köye döndüler. Hürü kadın gözlerinin yaşını sile sile çiçek koparıyor, yaprak topluyordu. Bekil, Umut’un dediği sözleri hatırladı: “Begüm teyze çıplak idi…”

İmir’in yüzüne baktı, gözleri yarı açıktı, usul usul inliyordu.

Yeniden otların üzerine uzattı. Gökyüzü bölük bölük bulutlarla dolup boşalıyordu. İmir’in başı üstünde kuşlar cıvıldaşıyordu. Biraz ötedeki ırmağın suyu, otlakları, gülleri, çiçekleri büyüte büyüte gökyüzünde kuşların, yeryüzünde atların, sürülerin, insanların sesini yıkaya yıkaya akmaktaydı. İmir bu sefer bütün bunlardan habersizdi. Yeryüzüne zifiri karanlık çökmüştü. Hürü kadın, suya yalvara yalvara ırmağın kıyısıyla yürüyordu:

–Yavruma yardımcı ol, ey bu suyun nuru!

İmir’i sedirin üzerine uzatmışlardı. Hürü kadın otları, çiçekleri ezip suya karıştırdı:

–Kaldır, içsin. Yoksa kendine gelemeyecek.

Bir yudum su içirdiler. Hürü kadın zayıf, uzun parmaklarıyla İmir’in vücudunu ova ova ağrıyan tarafını arıyordu. Bir yudum su İmir’in damarlarında akarak bütün vücûdunu dolaştı. Gözlerini açıp sanki dünyanın öbür tarafından buraya, ağabeyine baktı… Su sesine benzer ipince bir sesle sordu:

–Nereye gidiyoruz, Ayyam? Birdenbire yüzü morardı, haykırıp ağladı. Hürü kadın:

–Kırığı var, dedi. Kaldır sırtıma bir bakayım neresidir.

Kadın İmir’i sırtına aldı, yeniden sedire uzattı.

–Çocuğun kolu kırılmış, koş Çırpanevine. Ortadaki yoldan git ki, Kanıkevi görmesin, seni de vururlar. Barışmışa benzemiyor derin gitmişin çocukları6.

Bekil kapıya doğru gitti. Direkte babasının beşli tüfeği asılıydı. Silahın sesini duyar gibi oldu. Bekil’in içinde sıkılan bu kurşun, İmir’in yamaçta gördüğü Saraç’ın atından çıkıp da gözden kaybolmaya çalışan, ancak bir türlü bundan kurtulamayan atlar gibiydi. Bekil’in içinde mermiler patlıyordu, ancak ne kendileri vardı ne de sesleri.

–Bırak onu, kadan alayım. Görüyorsun ki, üçümüz kalmışız. Onlar çoktur kurban olayım. Çırpanevine kadar git Aşahanım kadını getir.

Güneş batmak üzereydi, onun için ortalık yer yer kararmıştı. Köye belki de Bekil’in duyduğu sıkıntı çökmüştü ki, bu sıkıntı da açıkça Begüm’ün verdiği sıkıntıydı. Bekil bir an, niçin evden dışarıya çıktı, nereye gidecekti, kimi çağıracaktı unuttu. Begüm’ün Kanıkoğlu’yla kaçması birdenbire her şeyi altüst etmişti. Soğuk rüzgâr mı esiyordu ne idiyse, gök, ağrıya benzer bir uğultuyla uğulduyordu. Bekil’in de içi yanıyordu.

Yazıdan çocukların haykırışı duyuldu. Umut idi, yanında da Hırda’nın çocukları bağıra çağıra köye doğru koşuyorlardı. Çocukların haykırışları Saraç’ın kamçısının sesi gibi köyün sıkıntılı havasında sızlaya sızlaya, yayılıp eriyordu. Her şey ürperti içindeydi. Yalnız Bekil’in sürüsü ürken yılkıların, cıvıldaşan kuşların, şaşıran adamların arasında yeryüzünün en büyük rahatlığıymış gibi Akçallı’nın yamacına yayılmış otluyorlardı. Çocukların sesi yaklaşıyor, yaklaştıkça da parıltılı bıçaklar gibi köye batıyordu.

–Domrul emmi eşeğin ayaklarını kesti!

–Domrul emmi Kızbes teyzenin merkebinin ayaklarını kesti.

Haber Bekil’i fazla şaşırtmadı. “Dediler ama, sabah mıydı, dün müydü dediler, kimdi? İmir…” Bekil her şeyi yeniden hatırladı. Begüm’ün sabah sabah dediği sözler, İmir’in merkebi görüp korkup ağlaması, sonra Saraç, İmir’in kırılmış kolu…

–Kollarının ikisini de kıracağım, köpoğlusu, kırmazsam Karakelle oğlu değilim!

Bekil’in kanı ayaklarından itibaren başına kadar ısına ısına yükseldi, başında kurşun sesine, değnek sesine, kamçı sesine dönüp uğuldadı. Kanı patlayıp çıkacak yer arıyordu, vücuduna sığmıyordu.

Çocuklar varıp geldiler. Köyün yediden yetmişi hepsi toplandı. Her biri bir tarafta çocukları konuşturup bilgi alıyordu. Kimisi inanmıyor, kimisi korku uyandıran, kimisi de alaylı sözler sarf ediyordu:

–Domrul, Begüm’ün öcünü merkepten almış!..

Sonra Domrul göründü. Önünde ayaklarının dördü de dizlerinden kesilmiş Kızbes kadının kara eşeği köye yaklaşıyorlardı. Eşek sık sık tökezleyip devriliyordu. Domrul merkebi yeniden kaldırıp kesik ayaklarının üzerinde doğrultuyordu, İmir rüyada nasıl görmüş idiyse öylece merkebin ayaklarından dökülen kan çimenlik boyunca iz bırakıyordu.

Kızbes kadın, kapıdan çıkıp eşeğine doğru koştu. Onun koştuğunu görenler de peşinden koştu.

Deli Domrul küçük el baltasını kemerine geçirmişti, eşeğin ayakları kucağındaydı. Yüzünde ve gözlerinde garip bir sevinç ifadesi vardı, sanki bu ifade küçücük bir çukurda birikmiş dupduru pınar suyuna benziyordu. Bu sevinç, Domrul’un yüzüne sinmiyordu. Gülüyor gülüşünden, bakıyor bakışından korkuyorlardı. Onun için kimse yaklaşamıyordu. Merkep yıkılıp boylu boyunca çimenliğe uzandı. Domrul eşeği yine kaldırmak istedi, ancak kaldıramadı. Güldü, gülüşü boş olduğu için, manasız olduğu için korkunçtu:

–Ayaklarını kesip kısalttım. Böyle iyidir, dedi.

Kızbes kadın hışımla küfrede ede yerden taş alıp Domrul’a yağdırmaya başladı…

–Deli köpoğlu, kudurmuş itoğlu!

Taşın biri Domrul’un çenesine isabet etti. Domrul önce bir şey anlamadı. Elini çenesine vurdu, başını kaldırıp kalabalığa baktı, baktı, birden merkebin ayaklarını hayvanın üzerine koyup baltasını kemerinden çıkardı, Kızbes kadına doğru hücum etti.

Toplananlar korkuyla bağırışarak dağıldı. Bekil baktı ki, Domrul kadını yakalayacak, koşup önünü kesti. Eşek can çekişiyordu. Domrul için artık herkes Kızbes kadın idi. Eşeğin kanına batmış baltasını indirdi. Bekil kolunu kaldırdı, baltanın sapı Bekil’in koluna deyip Domrul’un elinden düştü. Bekil Domrul’un boğazından yapışıp sıktı, Domrul yavaş yavaş gücünü kaybederek Bekil’in ayakları altına serildi.

Yirmi yıldır ağrının ne olduğunu bilmiyordu. Önce boğazı ağrıdı, sonra başı ağrıdı, kalkıp dizi üzerinde durdu, gözlerini yere dikip gülümsedi. Kuru toprak gibi çatlamış, yanmış kuru suratında ağrı dolaşıyordu. Ağrı Domrul’u su gibi yıkıyordu. Ağrıyı sonra yüreğinde duydu. Elini kalbinin üstüne koydu, bir şeyler söylemek istiyordu. Demek istiyordu ki; “Beni ağaca bağlayanlar Kanıklardı”. Dili kelimeleri budayıp döktü, karma karışık sözler birbirine karıştı…

Köylülere kalsa Domrul’u delirten gücüydü. Bir çift at Domrul’un yapıştığı arabayı yerinden kımıldatamazdı.. Hayvanların aşık kemiğini eliyle kırardı. Kaba dikişli gömleğini ellerine sararak değirmen taşını durdururdu. Atı omuzlarına alıp on adım götürürdü. Deli Domrul bu şekilde herkesi neşelendiriyor, halk da ona bakıyordu. Her öğünde otuz yumurta yer, bir sarnıç ayran içerdi. Yaşlıların dediğine göre Karakelleler’de böylesi erkekler çoktu, ama deli değillerdi.

Domrul’a köpek havlamazdı. En azılı köpeklerin boynundaki zinciri açar, düğümlü odunları parçalar, ormandan her atın çekemeyeceği tomrukları, kütükleri sürükleyip getirirdi. Ancak arada bir böylesi krizleri tutardı. Eline geçen köpeklerin kulaklarını, kuyruğunu kökünden kesip bırakırdı. Yüzünde gözünde buz gibi bir soğuk gülüşle köpeğin ardınca köyü dolaşırdı.

–Böyle iyidir, it böyle olur…

Domrul yavaş yavaş uyuşukluktan kurtuldu, kalkmak istedi, başını kaldırıp alttan yukarı Bekil’e baktı. Bekil’in geniş omuzları, koskocaman elleri sanki tetikte bekliyordu. Yirmi yıldır korkunun ne olduğunu bilmeyen Deli Domrul korktu. Çekine çekine baltasını aldı, kaldırıp kendi omzuna indirdi. Bekil yine baltayı havada tuttu, Domrul’un elinden alıp kenara fırlattı:

–Yapma Domrul emmi, git eve.

Domrul başını aşağı indirerek eli gırtlağında yavaş yavaş uzaklaştı. Boğazında Bekil’in parmaklarının izi kalmıştı. Herkes hayretler içindeydi. Büyüklü küçüklü köyün bütün halkı sanki Bekil’i şimdi görüyordu. Bekil’in kendisi de sanki kendini yeni tanımıştı. Ellerine baktı, kolları direğe asılmış iki beşli silahı gibiydi. İhtiyarlar, yaşlılar fısıldaşıyordu:

–Dedesi Karakelle Alay’a benzemiş…

Topluluğun bakışları Bekil’i biraz daha büyütüyordu. Adımını attı. Bu da yeni oluyordu, ayaklarının toprağa gömüldüğünü hissetti. Kollarının kanı, evlerinin direğinden asılan beşli tüfeğin mermisi gibi damarları boyunca sessiz sessiz patlıyordu sanki.

Topluluk ayrılıp Bekil’e yol açtı. Bekil, geniş omuzlarıyla topluluğun arasından edayla geçti.

Karanlık çöküyordu, alacakaranlıkta köy cemaati Bekil’in büyüye büyüye giden gölgesi ardınca bakıyordu. Herkes ürkmüştü. Yavaş yavaş ikişer üçer Bekil’in şimdiye kadar yapmadığı şeyleri uyduruyorlardı. Deminki ihtiyar yine öne çıktı:

–Bunların soyunda Hak vergisi vardır, dedi. -Kızlı erkekli bu yaşlarda hepsinde bu haller görülüyor. Dedem derdi ki, bunların neslinden birine rüyada buta7 verilmiş.

Deli Domrul çıkmış Bekilgile gidiyordu. Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Ayaklarını kestiği eşek, eşeğin çimenliğe yayılan kanı, köyün cemaati ve Bekil, sabahtan akşama kadar yazıda, ormanlarda, dağlarda gördüğü ot gibi, çiçek gibi, ağaç gibi, taş gibi aklında kalmıştı. Yirmi yıldan sonra Domrul bu günün alacakaranlığında ağrısını hissetmeğe başlamıştı. Yirmi yıldan sonraki bu ağrı da Domrul için yeni bir şeydi. Bekilgile niçin gittiğini kendisi de açıkça bilmiyordu.

Halk da bir şey anlamıyordu, herkes garip bir korkuyla ardından bakıyordu. Yaşlılardan biri:

–Göz gördüğünden korkar, yavrucuğum, dedi. Deliyi korkutmak, iyileştirmenin yarısı kadar zordur.

Bundan yirmi yıl önce böylesi bir akşamın böylesi bir alacakaranlığında Kanıkoğlu’nun8 küçük kız kardeşi Akça Hatun’u kaçırdı. Uzun boylu, kuşağı zincirden, değneğinin çomağı çiviyle dolu, demir yumruklu, demir dizli bir yiğit idi Domrul. Huysuz, deli atları kuyruğundan yakalardı. Öküzlerin boynunu büküp yere yatırırdı. Erkek mandaları boyunduruğun bir tarafına koşar, diğer tarafından kendisi yapışır, sürükler götürürdü. Yedi ilde sevilen bir yiğitti.

Kanıkoğlu’nun yedi kardeşi atlarına atladı, Akça Hatun’u Deli Domrul’un elinden alıp getirdiler. Üç gün sonra ormana oduna gidenler Domrul’u buldular. Ayaklarından boğazına kadar ağaca sarıp bağlamışlardı. Domrul’un vücudunun her tarafı dağlanmıştı. İp kollarındaki eti kesip kemiğe dayanmıştı.

–”Domrul deli olmuş!”

–”Domrul gülüyor.”

–”Hiç kimseyi tanımıyor.”

Yirmi yılın on yılını Kanıkoğulları’nın kapısında odun yardı, köpeklere baktı. Aklında Akça Hatun da yoktu. Kanıkoğlu misafirlerinin yanında eğlenmek istediği zaman seslenirdi:

–Domrul, gel buraya. Karakelle neslinden yalnızca bunu sağ bıraktık, bu da deli olduğu için.

Domrul gelip Kanıkoğlu’nun önünde dururdu. Kanıkoğlu’nun şamarı Domrul’un suratında beşli gibi şaklardı:

–Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda…

Yirmi yıl böyle geçmişti. Yirmi yıldır Domrul boy bosuna, kollarının gücüne hükmedemiyordu. Yirmi yıldır onun bunun kapısında odun yarıyor, ocaklarda, tandır kenarlarında, küllerin üzerinde uyuyordu. Domrul’un ömür denilen şeyi bu idi. Elinden almak bir yana, Akça Hatun’u aklından bile sildiler. Yirmi yılda yağın balın içinde çokları ihtiyarladı. Ama Domrul böylesi bir hayat içinde yaşlanmadı. Zaman Domrul’un üzerinden ona dokunmadan geçip gidiyordu…

–Gel, Domrul gel, Allah’ım sen koru!

Hürü kadının kemikleri sızladı. Domrul başını öne eğmiş, kapıda durmuştu.

–Gel, yavrum gel, kolu kırılasıca çocuğun kolunu kırmış.

İmir ağlamıyordu. Zayıflayıp küçülmüş yüzü sakindi. Sihirli, iri gözlerini lambanın ışığına dikmişti. Işığın etrafında gölgeler dolaşıyordu. Lambanın üzerine küçücük bir kuş konmuş şakıyordu. İmir’in ağrısını unutturan bu idi. Kuşun sesi, ömründe duymadığı bir ninni gibiydi. Avuna avuna dinliyordu.

Domrul, Hürü kadının karşısında diz çöktü, baktı baktı, bakarken de yanağından yaşlar süzüldü, sonra küçücük bir tepeyi andıran bedeni titreye titreye hıçkırıp ağladı. Hürü Kadın da Domrul’un yanına oturdu, yazmasının ucuyla gözlerinin yaşını silerek sessiz sessiz ağladı:

–Ağla, a yavrum ağla, neslimiz kalmamış, bari ölenlerimiz için ağla. Bak ne zamandan beridir ağlamıyorsun, ağla dertlerin yıkanıp gitsin.

Lambanın üstüne konmuş kuş yok oldu, İmir’in kolu sızladı, inildeyip ninesini çağırdı:

–Nine, nine, kolum ağrıyor. Kimdir ağlayan Nine?

–Sus, anam babam, benim ağlayan, senin için ağlıyorum.

Domrul’u evin köşesine doğru götürdü. Domrul köşede oturup yine ağlıyordu; ama ne ağladığından haberdardı ne de nerede olduğundan. Bu gözyaşlarının, bundan yirmi yıl öncesinin gözyaşları olduğundan bile haberdar değildi. O gün, yedi genç onu yedi yerinden ağaca bağlayıp aklı başından gidene kadar dövmüş, öylece de bırakıp gitmişti; işte o günlerin gözyaşlarıydı bunlar. Yirmi yıl ötesinden başladığından dolayı Deli Domrul daha çoook ağlayacaktı.

Kuş yine lambanın üzerine konup ötmeğe başladı, gölgeler aka aka, eriye eriye ışığın etrafında dolaştı.

–Nine lambamızın üzerine kuş konmuş.

–Hayır, kadanı alayım hiçbir şey yoktur.

İmir doluktu, ağlamaklı ağlamaklı konuştu:

–Hayır, orada. İşte bak!

–Hı, gördüm, kurbanın olayım şimdi gördüm, ağlama, -Nine, meleklerden bahset.

–Peki, derdini alayım, bir melek sol omzumuzdadır, bir melek de sağ omzumuzda. Biri günahlarımızı yazıyor, biri iyiliklerimizi…

Kapının ağzından Bekil’in sesi geldi:

–Yeter kadın, yeter, böyle şeylerden bahsetme. Konuşa konuşa deli etmişsin çocuğu. Şimdi küfrettireceksin meleğine de, öbürüne de. Bir küçücük çocuktur, melek ne, şey ne, günahtır be…

–Kuşu kovma, Ayyam, o zaman kolum ağrıyor, bırak lambamızın üzerinde kalsın.

Bekil hışımla tükürdü:

–Tüüü! Öl be öl! Ölmen bundan iyidir, büyüyüp de ne olacaksın sen?!

İmir’in ağırlaşan nefesi odaya esrarlı bir şekilde çöküyordu. Odanın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıp canlanıyor, alçak duvarlar Bekil’in üzerine yürüyordu. Evin köşelerinden hışırtı sesi geliyordu. Sanki köşelere, toprak zemine çöken karanlık gizli gizli kabarcıklanıp köpürüyor, sonra da bu kabarcıklar hışıldaya hışıldaya açılıyordu. Duyulmayan bir ses hakimdi, Bekil bağrı yarılmasın diye bağırmak istiyordu. İmir’in gözleri iri iri açılıyor, açılırken bir çeşit ses çıkarıyordu sanki. Bekil dönüp lambaya baktı. Işık, toprak zemine doğru süzülerek eriye eriye iniyordu. Köşelerde toplanıp yoğunlaşan karanlıklar hıçkırıp iç geçiriyordu. Bekil’in korkudan içi titredi:

–Kimdi nine o?!

–Domrul’dur. Anlayamadım, girdi eve deminden beri ağlıyor.

–Ağlıyor?

–Hı, dokunma bırak ağlasın.

–Ona vurdum ama, dedi. Domrul’a doğra yürüdü.

–Dokunma, gözünü yutacak, geriye dönecek gözyaşları, bırak ağlasın. Ne olmuş Aşahanım Kadın’a?

–Durumu ağırdır.

–Zavallı, o da bir gün görmedi. Çocuğun kolunu kendim sardım. Herhalde elim uğurlu geldi, rahatlamış…

–Niye gelmiş bu? Hürü kadın, Domrul’un arkasında çöküp yer yastığının üzerine otururken, -Kızbes Kadın’ın merkebinin ayaklarını kesmişti, Kadın’ı da vuracaktı ben bırakmadım.

Deli Domrul ağladıkça anası gözlerinin önüne geliyordu. Anasıyla Deli Domrul’un arasında kırk yıllık bir mesafe vardı. Ağladıkça, bu mesafenin öbür yakasından anası durulup meydana çıkıyordu. Bu aydınlıkta Akça Hatun da göründü. Deli Domrul pişman pişman alttan yukarı Bekil’e baktı. Kulağını kestiği köpekler, kuyruğunu kestiği atlar, ayağını kestiği eşekler, kanlar içinde gözünün önünde çırpınıyorlardı.

–Sizin iti de ben mi öldürdüm? dedi.

–Hıı, Domrul emmi canın sağ olsun. Kalk sedirin üzerine uzan.

Hürü Kadın sedirin üzerinde yer yaptı, gelip Domrul’un kolundan tuttu.

–Gel, uyu, yarın sohbet ederiz.

–Beni Kanıkoğulları ağaca bağladı.

–Derin gitsin9 Kanıkoğlu’nu.

Domrul kalkıp sedire doğru gitti. Gözlerini yerden kaldırmadı… Bir deli, kuyruğu, kulağı kesilmiş köpekleri köyün içerisinde kovalıyor, kurbağaların derisini yüzüyor, kelebekleri yiyordu. “Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda.” Kimdi peki bu? İş Domrul’un hatırlamasına kalmıştı, hatırlar hatırlamaz suratında patlayan yüzlerce tokadın acısını duyacaktı…

Hürü Kadın lambanın ışığını kıstı. Karanlık lambanın ateşli fitilini sıka sıka toprak zemine yapıştırdı. Işık azala azala bir damla oldu “çat” diye bir ses çıkararak söndü. İmir, derinden derine inliyordu… Kuyruğu, kulağı kesilmiş bir it İmir’in bileğini kemiriyordu. Ninesine, kardeşine sesleniyor, ama sesi çıkmıyordu.

Deli Domrul’un kuyruğunu kulağını kestiği itlerin biri İmir’in kolunu kemirip duruyordu. Hürü Kadın İmir’in ayak ucunda gözlerini yumup ellerini karanlıkta Allah’a doğru uzatmıştı. Fısıltıları damarlarının kanı gibi akıyor, aka aka bir yerlere boşalıyordu. Sonra ayakları yerden kesildi, kendi inandığından başka yeryüzünde hiçbir şey kalmadı. Seher duasıyla akşam duasının arasında köyde yapılan ve yapılacak her şeyi affederek yüzünü Tanrı’ya döndü:

–Ey yeri göğü Yaratan, ben günahkâr bir kulunum. Uluların ulusu, Sen büyüksün. Yer yüzünün suçu büyüyor, affet günahlarımızı. Şeytanın şerrinden, ağaların fitne fesadından koru bizi. Gözün yavrularımızın üzerinde olsun. Çok kanlı olaylar yaşadık, gözümüzü yine de Sen’den ayırmamışız. İşimizi uğurlu kıl, uğurumuzu aydınlık kıl. Yavruma şifa ver, Ulu Tanrı, yol göster ona. Birisinin de, apak karı, mavi buzu olan kışta ormandan ağaç taşımaktan omuzlarında yaralar açılmış. Ümidimizi ona bağlamışız, düşman kurşunundan koru onu. Ona söz söyleyenlerin dilini ve maksadını kısa kıl, âmin!

Bekil, kapının ağzındaki sedirin üzerine uzanmıştı. Ninesinin dediği sözlerin korkusu, mânâsından da büyüktü. Bu da galiba öylesine, sonsuzluğa, gecenin karanlığına doğru söylendiğinden kaynaklanıyordu. Kadına acıdı: “Kollarının ikisini de kırmazsam köpek oğluyum!” dedi, kendi kendine.

Hürü Kadın, İmir’in ayak tarafında yer yastığına dirseğini dayayıp yaslandı, biraz sonra da uyuklamaya başladı. İmir inledikçe uykulu uykulu “can”, “can” diyordu ona. Dilini dolaştıra dolaştıra uykuya daldı. İmir ayık mıydı, uyanık mıydı; haberdar değildi. Bekil elinde iri bir kemikle alacakaranlıkta durmuştu.

–Ne yapıyorsun, Ayyam?

–Adam yapıyorum. Bunu bitirip senin kolunu da kendim saracağım.

İmir’in bu bir damlacık uykusu o kadar uzadı ki, bitmek tükenmek bilmedi, sabaha kadar sürdü. Gözlerini açtığında ninesini baş ucunda gördü.

–Ayyam hani? dedi. Bana adam yapacaktı.

–Yeter, a baban ölsün. Ölüp gitti de. Sabahın erken vaktini haram etme, yeter, a delinin doğurduğu. Ölüyorsan öl, kalıyorsan kal!

Çıkıp Bekil’i aradı. Bekil, hakikaten de yoktu.

–Başımı hangi taşa çalayım şimdi, bizi de deli edip çöllere düşürecek, kara toprağa giresice.

Eğrikar’daki obalar sabah uykusundaydı. Herkesin uykusundan Hakk’a doğru gözle görülmez, duyulmaz, akıl almaz bir yol açılmıştı. Herkes bu yol ile gidip Hakk’a ulaşıyor, geri dönüyordu. Ama bunu idrak edenler gitgide azalmaktaydı, azala azala bir avuç kadar adam kalmıştı. Allah diye diye Tanrı’dan uzaklaşmaktalardı. Hayatın bu hızlı ve telaşlı akışına kapılmış, nefes nefese geleceğe doğru gidiyorlardı. Para hırsı, giyim hırsı, altın hırsı, Eğrikar denilen bu küçücük köyü dövmekteydi. Ömürleri kendilerinin de haberi olmadan kısalmakta, uykuları azalmakta, gözleri açılmaktaydı. Ama yine çiçekler yeşeriyor, yine sular akıyordu. Çiçeklerin yeşermesi, suların akması, çocukların doğması, hayatın yeniden başlaması ve tazelenmesiydi. Bu, olanların bir daha tekrar etmesiydi, gidenlerin bir daha geri dönmesiydi…

Hürü Kadın dışarı çıkıp bakındı. Bekil köyün eteğinden geliyordu.

–Nereye gitmiştin a yavrum, seni yerinde göremedim, öldüm öldüm, dirildim. De bakayım nerden geliyorsun, kendinde değil gibisin. Bu ne hal?

–Ata bakmaya gitmiştim, belki dokunan olur dedim. Ninesi endişeyle yine sordu:

–De hele ne olmuş doğrusunu söyle?!

–Hiçbir şey. Mezarlığın yanından geçerken üzerime karabasan çullandı, galiba korktum.

–Orda ne yapıyordun?

–Atı arıyordum.

Kapıya doğru gitti. Kapı siteme benzer bir gıcırtıyla açılana kadar uzun uzadıya ses verdi. Domrul duvara oyulmuş şöminemsi ocağın yanında uyumuştu. İmir uyanıktı. Ağabeyini görünce:

–Ayyam, gel kolumu sar, ağrıyor; demin, saracağım, dedin.

Bekil heyecan içinde İmir’in kolunu kaldırdı:

На страницу:
2 из 4