bannerbanner
Ses Rengi
Ses Rengi

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

– Eyvaaah! diye başını iki elinin arasına aldı Tursınbek. Atabek, kolhozun merkezinde inmişti.

Üç gün geçmeden haber gönderdi. Tursınbek’in evi telaşa kapıldı. Evin içi tekrar tekrar silinip süpürüldü, döşek üç defa silkelendi.

Orınkül çocukları yıkadı, yeni gömlek, yeni kilot giydirdi. İyi olan tarafı Orınkül’ün çok sakin olması idi. Telaşlı olan Tursınbek idi. İlçeye iki üç defa, kolhoz merkezine iki defa gitti geldi. Yine de Habarbek’in eşine danışması gerekiyordu. Onlar ilçeden, şehirden gelen misafirleri ağırlamaya alışıktır.

– Gitmek istiyorsan git, dedi Tursınbek. – O olmadan ağırlayamayacaksan…

Akşama doğru çocuğun birini kucağına alıp birinin de elinden tutup Orınkül, onların evine gitmişti. Hemen geri döndü. Habarbek’in süslüsü köyün dışına çıkmış. Kocasını da götürmüş.

– Daha erken gitmek gerekirdi! Ekmek yapmaktan boş zaman bulamıyorsun ki! dedi Tursınbek titreyerek. – Bir gün ekmek yapmasan millet açlıktan ölecek sanki. Ne yapsak? Allah kahretsin!

– Sakin ol. Hem çocuklara, hem misafirlere ekmek lazım.

– Misafirler senin küllü tandırını mı yiyecek? Dükkândan fırın ekmeği almak gerek.

– Fırın ekmeğini ilçede yemiyorlar mı sanıyorsun? Tandır ekmeği daha çok hoşlarına gider.

– Eyvah, eyvah, şuna bak! – diye şaşırdı Tursınbek. – Onu kim söyledi sana?

– Ben söyledim. Okumazsın. Dergi, gazete okumazsın. Eline kitap almazsın.

– Bak sen şuna! Evet, Cemile’yi çağırmaya ne dersin ha? Az da olsa şehir görmüşlüğü var.

– Olur, çağır. Fakat nasıl haber ileteceksin? Yetişir mi?

– Komşusunda telefon vardı. Bir yere yazmıştım. Hey, hanginiz buradasınız? diye seslendi çocuklara. – Hey baksanıza, üstünüzü kirletmeden oynayın. Biriniz gelsenize buraya. Şu fitilli kadife cepkenimin iç cebinde eş dostların listesi olan bir bloknotum vardı. Bulsanıza.

Altıncı sınıfa giden Aydar anında eve doğru koştu.

– Bu mu? diye elinde kahverengi bir bloknotla çıktı evden.

– Evet, o. Versene.

İşaret parmağını bir yaladıktan sonra itinayla sayfaları çevirdi. Cemile’nin düğünü sırasında yaptığı eş dost, akrabaların listesine göz gezdirirken bir iki sayfayı çevirdi ve donakaldı.

– İşte, işte, buldum! Okumadığımı söylersin bana. Biz yazaarız. İşştee böyle! (Atabek’i taklit etmişti).

Tursınbek horozlandığı gibi büroya, siyah telefona yalvarmaya gitti.

Ertesi gün öğlen Cemileler geldi. Çok geçmeden de misafirler geldi. Üstü kapalı bir araba. Yepyeniymiş. Sessiz sedasız araç sadece eğri iğde ağacının yanında geçerken “dırrr” dedi ve bahçeye giriverdi.

– Atabek Muratoviç bizi eve arabayla sokacak diye korktum, diye gülerek indi kilolu ve uzun boylu kadın. Saçını boyamış. Dudağını da boyamış. Kirpiğine de aynısını yapmış. Yakışmış. Tursınbek ağzını bir karış açıp bakakalmıştı. Cambıl’da, ilçede bunun gibi kadınları çok görmüşlüğü vardır. Fakat kendisinin koyun beslediği ahırının önünde görmek çok ilginç oluyormuş.

– İşte bizim çok saygıdeğer kahraman babamız! diye tanıştırdı Atabek. – Adı Tursınbek Janasbayeviç. Bu hanımefendi ise Olga Timofeyevna. Madalyayı takdim etmek üzere uzak da olsa ilçeden özellikle geldi.

Olga Timofeyevna’dan sonra bir kadın daha indi. O da boyalı idi. Daha güler yüzlü görünüyordu. Orınkül’den bir iki yaş küçük veya büyük olabilir.

– Bu hanımefendi de Olga Timofeyevna ile aynı alanda çalışır. Tanıştırayım, Rahima Rahmetovna, dedi Atabek. – İşte arkadaşım, misafirlerin.

“Eyvah! Sadece iki kişi mi? İkisi de kadın mı? Şimdi ne yapacağım?”

– Az kişi gelmişsiniz, dedi şaşkınlıkla. – Biz kalabalık geleceksiniz diye…

– Az da olsa öz arkadaşım.

– Peki asıl kahramanımız nerede? Kutlamaya vesile olan esas şeref sahibi nerede? diye Olga Timofeyevna hızlıca dönerek dikkatle etrafı inceledi. Epey kilolu olmasına rağmen oldukça hareketliydi.

Bu sırada Orınkül de çıkmıştı evden. Cemile tekrar üzerini değiştirmek için alıkoymuş olmalı. Üstünde az önce kızının terziye diktirerek getirdiği altı düz elbise. “Fena değil”. “Yakışır”. Saçını kabartıp güzelce toplamış. “Fena değil. Yakışmıyor değil”. Bir an Tursınbek’in gözleri Orınkül’ün bacaklarına ilişince utancından saklanacak yer aradı. Kalın tayt giymişti. Çok kalın ya, çok sıcak değil mi ya? Bu kadar sıcakta, Temmuz’un şu sıcak günlerinde. Gülecekler şimdi, alaya alacaklar. Olga Timofeyevna da gözlerini Orınkül’den ayırmıyor, bakıyordu. Fakat Orınkül’ün bacaklarını ne çıplak, ne de ince çorapla göstermenin mümkün olduğunu biraz geç hatırladı. Morarmış damarları çıkık dururdu. İkiz çocukları Aydar ile Haydar’ı doğurduğunda iyice şişmişti bacak damarları. Yumruk gibi koca ve şişkin bir şeyler. Bakınca acıma duygusu uyandıran şeyler. Bakması bile korkunç şeyler.

– Hoş geldiniz. Buyurun, buyurun, dedi Orınkül merdivenlerden iner inmez. – Nasılsınız? Çoluk çocuk herkes iyi mi? İyi gelebildiniz mi?

Tursınbek çok şaşırdı. Ne yapacağını şaşırmış duruyordu. Orınkül ise çok rahat, arkadaşlarını çaya davet etmiş gibi rahat davranıyor. Fakat şu iki kadının yanında yine de biraz yaşlıca, biraz esmerce, yıpranmış gibi ve çirkin görünmüş, kulakları kızarmıştı.

Bundan sonra Tursınbek rüya görüyor gibiydi, her şey bulanıktı. Misafirler altı odalı evin geniş salonuna girdi. İçerisi sepserin. Yere kurulmuş olmasına rağmen sofra çok zengin. Şehir görmüş Cemile’nin sayesinde.

Sofradayken her iki taraf da fazla konuşmadı. Olga Timofeyevna Kudıksay’ın doğasını çok beğendiğini anlatıp durdu. O kadar yıl bu ilçede çalışmasına rağmen buraya gelmediğini, bu vesileyle kendisine buraları görme imkânı sunduğu için Atabek Muratoviç’e teşekkürlerini iletti. Bunları duyduğunda Orınkül hafif kaşlarını çatmıştı.

Çaylar içildikten sonra Olga Timofeyevna madalyayı takdim etmek istedi. Ancak kimse Orınkül’ü bulamadı. Beklemekten sıkılan Tursınbek koşarak dışarıya çıktı.

– Çocuklar anneniz nerede?

– Beysegız ninenin evinde, – dedi soğan doğramakla meşgul Cemile.

– O evde ne işi var evde misafirler otururken?

– Beysegız ninem fenalaşmış, dedi Aydar ve Haydar aynı anda.

– Fenalaşmak değil, isterse ölmüş olsun doksana gelmiş ihtiyar kadın. Koşun, hemen gelsin. Olga Timofeyevna bizzat kendisi madalyayı takdim etmek üzere beklerken…

Aydar ve Haydar koşarak gittiler. Koşarak döndüler.

– Şimdilik gidemeyeceğim. Misafirlerini kendisi ağırlasın, dedi annem.

Atabek misafirlerin dikkatini başka konuya çekti. Sonunda harika bir teklif yaptı: “Calbızdı’ya gidip yüzelim!”

– Bu teklifinizi çok bekledik Atabek Muratoviç! dedi Rahima Rahmetovna alkışlarla.

– Hay hay, Calbızdı harikadır! dedi yüksek sesle hafif kafayı bulmuş olan Tursunbek. – İlk başta derinliği ancak bele kadar ulaşan yosunlu göletti. Şimdilerde Calbızdı denen göle dönüştü. Kenarında nane ve kamış var. Ne ağacıydı, şu dalları ve yaprakları yere sarkan ağaç var ya, işte ondan var…

– Salkım söğüt, dedi Rahima Rahmetkızı. – Olga Timofeyevna’nın en çok sevdiği ağaçtır o!

– Ev sahibesine ayıp olmaz mı? dedi Olga Timofeyevna. – Onu da götürelim.

– Hayır, boş verin onu, dedi Tursınbek kurularak. – Onun kendi işleri vardır. Ölse gitmez o göle. Ne soyunur, ne suya girer. – Öyle dedi ve poşete tıka basa bir şeyler doldurmaya başladı. Uyanık ve becerikli oluvermişti.

– Bizim Tursınbek Janasbayeviç çok anlayışlı, pek akıllı bir insandır, diyor Atabek.

Calbızdı’nın kenarında çocuklar varmış. Tursınbek taş atarak uzaklaştırdı. Misafirler hayrete düştüler. Saman biçme dönemine kadar tertemiz olan gölün kenarı on, on beş gün sonra toz içinde kalacaktır. Hayretler içindeki misafirler soyunmaya başladılar. Tursınbek poşetini tuttuğu gibi ağzını açıp donakaldı. Atabek dürterek kendine gelmesine yardımcı oldu.

Bir süre sonra Tursınbek’in aklına on kadar çocuğu ile Orınkül geldi. O andan itibaren bulunduğu yerde duramaz oldu.

– Ben gideyim. Size acele etmeden gelirsiniz, dedi. Misafirler tamam anlamında kafa sallar gibi yaptılar.

“Beysegız teyze ne oldu acaba? Misafirler gitmeden ölüp de zor durumda kalmayalım?”

Evin içi gürültülü gibi. Ayakkabısını çıkarıp ses yapmadan içeri girdi ve salonun file perdesinden içeriye göz attı.

Cambıl’daki Toprak Islahatı ve İnşaat Üniversitesi’nde okuyan Cemalbek hariç çocuklarının tamamı annelerini ortaya alıp rahat rahat sofra başında oturuyorlar. Şu rahatlığa bak. Onların bu şekilde oturduklarını daha önce hiç görmemişti sanki. Zengin sofra da epey fakirleşmiş. Oturma işinin uzun sürdüğü belli oluyor. Aydar ile Haydar limonata konmuş bardaklarını tokuştururken pek de mutlu görünüyorlar. Orınkül ile Cemile de şampanya veya limonata doldurulmuş kadehlerini tokuşturuyorlar. İçmişler yahu! İçiyorlar bunlar. Kendilerince çok mutlular. Yanlarına gidip canlarına okumaya yeltendi. Fakat cesaret edemedi. Tam tersine kendisinin de onlara katılmak istediğini hissetti. Aydar ile Haydar birlikte gidip vitrin tarafından madalyayı getirip Orınkül’ün göğsüne taktılar! Cemile başlayıp çocukların hepsi tebrik ederek elini sıkıp yanağından öpüyor.

Tam bu sırada bahçe tarafından Atabek’in kahkaha sesi duyuldu.

Tursınbek kapının perdesini hızla açıp odaya daldı:

– Hey! Bu ne rezalet! Misafirlere hangi yüzle bakacağım? Her şeyi silip süpürmüşsünüz! dedi küplere binmiş bir şekilde dişlerini sıkarak.

Çocuklar sessizce yerlerinden kalkıp birer birer dış kapıya yöneldiler. Hiç korkmuşa, çekinmişe benzemiyorlardı. Cemile de rahat bir şekilde yavaşça sofrayı düzeltmeye başladı. Bir tek Orınkül yerinden kalkarken tökezleyip düşeyazdı. Göğsündeki madalya şıngır şıngır ses çıkardı. Fakat ona bakan kimse olmadı.

Orınkül dış kapının eşiğinden geçerken bir daha tökezledi. Madalyası bir daha şıngırdadı.

– Oho! Ev sahibemiz madalyayı kendisi takmış bile, dedi Rahima Rahmetovna. – Demin biz takdim etmek istemiştik. Siz neredeydiniz?

– Beysegız adlı yaşlı bir kadın vardı. Kadıncağız çok fenalaşmış aniden… Bir iki saat yanında beklemek zorunda kaldık. Sağlık memurunu çağırdık.

– Şimdi nasıl? İyi mi? dedi Atabek.

– Biraz daha iyi Allahtan. Çok korktuk. Çocukları da yoktur kadıncağızın…

– Eee, doksana gelmiş ihtiyar bunak ölürse ölür, ne olacak! Tepe tepe gömeriz, dedi Tursınbek. – Sen bana şunu söylesene, madalyayı Olga Timofeyevna takacaktı. Neden kendin taktın ha?

– Kendim değil, Aydarcığımla Haydarcığım takmıştı. Tekrar çıkaracaktım, tamamen unutmuşum baksana. – Bunları söyleyen Orınkül madalyayı çıkarmak için uğraştı.

Araya Olga Timofeyevna girdi:

– Olsun artık, fark etmez, dedi. – Çocukların takdim etmesi daha iyi olmuş…

Olga Hanım böyle demişti. Ancak Calbız’ın suyunun soğukluğundan mı nedir, çenesindeki tüyler kabarmıştı…

…Çok geçmeden saman biçme dönemi başladı. Calbız’ın kenarındaki otlar öncelikle biçildi. Kudıksay’ın başlodacısı Tursınbek, kendisinin asıl görevine başladı.

GEYİK OTU

Kisa, şehir çocuğudur. Babasının söylediğine göre ilçe merkezindeki büyük bir köyde doğmuş. Doğum belgesinde doğduğu köyün adı kayıtlıdır. O zamanlar, yani Ki-salar orada yaşarken babası şehirde çalıştığından köyden şehre her gün gidip gelirmiş. Köyde güzelce çalışırken ısrarla şehre çağırmışlar. Becerikli olduğunu, güzel kariyer yapma imkânının bulunduğunu, ileride yükseleceğini, kendisi gibi genç kadrolara ihtiyaç duyduklarını söylemişler. Babası teklife pek sıcak bakmamış, ancak annesi çok sevinmiş, eşini ikna etmek için gayret sarf etmiş. Öylece babası şehirde çalışmaya başlamış. İlk davet ettiklerinde bir yıl içerisinde daire vermeyi taahhüt etmişler. Fakat bu konu iyice uzamış. Ailesinin düzenini bozmamak için kendisi gidip gelmiş. Bazı dönemlerde de daire kiraladığı olmuş. Öyle sıkıntılı yaşam sürerken fırtınalı günlerin birinde iyice soğuk alıp çok hastalanmış.

Sonunda bunlar şehre taşınmışlar. O zaman tabii Kisa daha çok küçükmüş, yeni yeni tay tay durmaya çalışıp ha bire düştüğü dönemleriymiş. Babasının anlattığına göre taşındıkları ilk gün çok katlı evin merdivenlerinden yukarı çıkmak gerektiği zaman çocukların hepsi çok korkmuşlar, içeri girmek istememişler. Kisa’dan daha büyük olanlar çabuk alışmışlar. Kisa’nın alışması ise bir yıl sürmüş. Yürümeyi iyice öğrenip koşmaya başladığı zaman bile uzun süre apartman merdiveninden elinden tutarak indirip çıkarmak kolay olmamış.

Sonra ikna olup her şeye alışmış. Şimdilerde şehirde doğmuş, bütün hayatı boyunca yüksek evde yaşamış sanırsın. Yine de köy dendiğinde ağzının açık kaldığı saklanamaz.

Kisa, babasının hep anlattığı uzaktaki köye hiç gitmemiştir. Arkadaşlarının hepsinin dedeleri ve nineleri vardır. Dedelerinin ve ninelerinin yanlarına giderler, onlar ziyarete gelirler. Fakat Kisa’nın kaderine dede ve nine yazılmamış. Bunların babası çok uzakta bir yerdeki dağların dibinde doğmuş. Kisa’dan biraz daha küçük yaşta iken uzaktaki ilçe merkezine taşınmışlar. O zaman da babasının babası görevden dolayı taşınmış. Köyden bahsettikçe Kisa’nın gözlerinin önüne büyük köy canlanır. Babasının anlattığı köyün başka köy olduğunu daha yeni yeni anlamaya başladı.

Her yıl kış aylarında evlerinde uzaktaki köyle ilgili ilginç şeyler anlatılır. Babası ilk önce köyün temiz havasından bahseder. Temiz hava dendiğinde Kisa’nın aklına cam açıldığında odaya giren hafif rüzgâr gelirdi ve babası temiz havayı ağızdan salya akıtarak anlattığından olmalıdır ki dilinde güzel bir tat hissederdi. Yüksek yüksek tepelerle mavimsi dağlardan, onların aralarından geçip duran hayvanlarla kuşlardan söz edildiğinde Kisa’nın boynu bükülürdü. Babası özellikle çeşit çeşit otları anlatırken hiç sıkılmazdı.

İlkbahar gelir gelmez Kisa’yı köye götürmeye söz verirdi.

Bütün kış ilginç hikâyeler anlatıp vaatler yağdıran babası ilkbaharda mutlaka hastaneye yatardı. Hastaneden çıktıktan sonra da uzun süre içine kapanır, kimseyle konuşmaz, sessizliğe kapılırdı. Böylece günler geçer, yaz da gelirdi. Yazın malum işler dolup taşardı. Hikâye de, vaat de unutulurdu. Bazen babasının keyifli olduğu anlardan istifa edip samimi ortamı bulduğu anda köyü hatırlatırdı.

– Köyünüze ne zaman gideceğiz, baba? derdi nazlı nazlı.

– Kaderinize dede ile nineyi yazmayınca zormuş. Kime götüreceğim sizi… Daha sonra bakarız, gideriz, der.

Böylece yıllar yılları kovalar. Kisa annesi ile büyük köye gitmişti, ancak ücra dağlara gitmek nasip olmamıştı. Ücra dağlardan ilk gördüğü şey geyik otu olmuştu.

Öncelikle geyik otunun kokusunu öğrendi.

Bu, şöyle olmuştu. Babasının çeşitli otlar hakkında anlattıkları arasında işte bu geyik otu büyük öneme sahipti. O kadar çok anlatırdı ki muhtemelen bu otun adını diğer kardeşlerinden önce, daha konuşmaya başlamadan önce öğrenmişti. Daha okula başlamadan hayatında hiç görmemiş de olsa aklında canlandırıp ana özelliklerini öğrenerek resmini de yapardı. Bir defasında babasına gösterdiğinde babası benzediğini itiraf etmişti.

O sene babası hastaneden çıkmış olmasına karşın sürekli öksürüp duruyordu. Öksürdükçe alnından önce boynu şıp şıp terler, çok rahatsız olurdu. Annesi ne yapacağını şaşırmış, poşet poşet ilaç getirip eşinin önüne koymuştu. Babası ilaçları bir o yana bir bu yana çevirmiş ve:

– Bunların bin tanesi bir araya gelse bir demet geyik otunun yerini tutamaz, onun bir sapının verdiği tadı veremez, demişti.

– İyice nefesin tükenip tahtalıköye gitmeden bir tanesini iç. Bütün yaz kâğıt kemirirken ne düşünüyordun? dedi annesi. – Koltuğa çakılıp kalacağına ücra dağına gidip bir deste getireydin ya, ne getireceksen. Geyik odunu mudur, elik odunu mu?

– Odun değil, geyik otu, dedi babası öksürmekten daha çok boğularak. Fakat yine de vazgeçmez. – Odun değil, ottur, ot, geyik otu. Ö-hö. Hö, hö, ıhı, ıhı, hı…

– Otun oduna, sen de oduna karışıp neden yanarak yok olmazsınız ha! Yanarak!

Bundan sonra ikisinin kavgasını dinlemek istemeyip yavaşça yerinden kalkıp sessizce kitabını kapattı ve diğer odaya geçti.

– Kisacığım! diye seslendi bir ara babası.

Gittiğinde kafasını dik tutan babası saçlarını kuruturcasına uzun ve zayıf parmaklarıyla tarar gibi sıvazlayarak gülümsüyordu. Babası ya ilaç almış olmalıydı, ya da sinirleri yatışmıştı. Annesi yatak odasına geçip yatmışa benziyordu.

– İnsanlar uzun zamandır çocuklarına mektup yazmaz oldular, – dedi babası gülümsemeye devam ederken Kisa’nın başını okşayarak. – Şimdi ben de boşuna o kadar kâğıt harcadım. Başaramıyorum. Sen yazabilir misin? Ben söylerim. Dikte yazar gibi.

Kisa çok mutlu oldu. Babasına elinden geldiğince yardımcı olmayı çok ister. Şimdi altıncı sınıfa gidiyor. Okuması ve yazması çok güzel. Daha güzel çizdiği resimler için öğretmenlerinden hep övgü sözleri duyar. Her toplantıda söylerler, öğretim yılının sonunda takdir belgesi alır. Daha çok otların resmini yapmaktan hoşlanır.

– Maşallah altıncı sınıfın da yarısını tamamlamışsın, dedi babası Kisa’yı uzun zamandır görmemiş gibi hayretle bakarak. – Sana çok mahcup olmuşum ya! Köye götüreceğimi söyleyeli kaç ilkbahar, kaç yaz geçti değil mi? Seni beşinci kata elinden tutup zorla çıkarıp ensenden dürtüp zorla indirdiğim günler daha dün gibi geliyor.

Kisa gülümseyerek babasına bakıyor. Daha dün saçları gür ve simsiyah idi. Diğer çocukların babaları gibi çok şişman değildir, koca göbeği de yoktur. Boyun ve kolları da kalın değildir. Zayıftı hep. Fakat saçları gür ve simsiyahtı. Hafif kıvırcıktı. Bu yüzden diğer çocukların şişman şişman, göbekli göbekli babalarından biraz da olsa genç görünürdü. Şimdi ise Kisa babasına bakınca onun saçlarının iyice azaldığını, yarısının beyaza dönüştüğünü görüyor.

– Gerçekten de zaman çok hızlı geçermiş baba, dedi Kisa. – Okul sanki daha dün başlamıştı, şimdi ise yılbaşı için hazırlık yapıyoruz. Bak, dışarıda kar yağıyor…

– Öyle mi?! Kar mı yağdı? diyerek babası cama doğru acele etti. – Anlaşıldı, nefesimin neden aniden açılıp moralimin durduk yerde yükseldiği ve kendimi hafif hissetmeye başladığım şimdi anlaşıldı. Kar yağmaya başladı demek. Yağması iyi, değil mi? Yoksa her çeşit mikrop üreyip hastalık çoğalacak.

Babası tekrar yerine oturdu. Avuç içlerini birbirine sürterken oldukça mutlu görünüyordu. “Babam da olmadık şeyler için sevinirmiş” diye düşündü. Karın yağmış olmasına kendisi de çok sevinmişti.

– Şimdi de gıcır gıcır ayaz olsa, dedi babası. – Kâğıdın varmış, hadi yaz. Ben yavaş yavaş söylerim. “Şehirden köye selam” mı dersin, bir şekilde başlasana. Bana başlamak zor geldi ya. Başladın mı?

– Başladım, dedi Kisa. Gerçekten de “Çimkent’ten selam!” diye yazmıştı.

– “Dostum Kasımbek!” de şimdi. Eminim sağ ve salim bir şekilde doğduğumuz köyün güzel havasını teneffüs edip memlekette olmanın mutluluğunu yaşıyorsundur. Ailenin sıhhatte ve iyi günlerde yaşamasını dilerim. Dostum Kasımbek, öncelikle senin hiçbir yere gitmeyip köyde kalmanın ne kadar iyi olduğunu belirtmek isterim. Sağlığın da çok iyi tabii. Daha iyi olmasını temenni ederim. Seninle görüşmeyeli uzun zaman oldu. Ancak haberini alıyorum. Her sene ilkbaharda ve yazın köye gitme planı yaparım, fakat hiç zaman bulup gidemedim. Uzun lafın kısası benim sağlığım pek iyi değil. Uzun yıllar şehre gidip gelerek çalışma sağlığımı bozmuş. İçmediğim ilaç kalmadı. Hastanenin döşeğini de eskittim. Hastaneden iyileşmiş gibi çıkarım, sonra tekrar tutar hastalık. Ancak geyik otu denen bitkiyi koklarsam ve çayını yapıp içersem iyileşecekmişim gibi geliyor. Bana öyle geliyor. Benim bir deste geyik otuna ihtiyacım var. Şehre sık sık geldiğini, fakat bize uğramaya zaman bulamadığını biliyorum. Niva arabanın iki tanesini eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçurduğundan da haberim var. Duydum. Şimdi sen benimle aynı ilkokula gittiğini unutmadıysan, merhum babamın kendimizden önce sizlere ve sizin gibilere saman otu sağladığını unutmadıysan geyik otu denen bitkinin bir destesini getiriver. Selamlarla. Çocukluk döneminin seni kendinden daha çok seven dostun Ormantay. Ha, bu arada adresimiz de şudur: Çimkent Şehri, Köktem Sitesi 8 No’lu apartman, 88 No’lu daire”.

Mektubu ertesi gün Kisa’nın bizzat kendisi gönderdi. Evlerinin yanında, kaldırım kenarında postanenin mavi kutusu vardır. Kutunun üstünde tüylerini kabartıp güneşle konuşan kargaya biraz baktı ve işaret parmağını yalayıp küçük kapağı açarak mektubu atıverdi. Babasının söylediğine göre mektup ilçe merkezine iki gün geçmeden ulaşacaktır. Oradan kolhoz merkezine ulaşana kadar iki gün daha geçecek. Böylece dört gün eder. Ondan sonra mektubun hareketi yavaşlamaya başlayacak. Sonrası postacının ücra dağdan merkeze ne sıklıkta geldiğine bağlıdır. Bilimsel ve teknik devrim zamanı ya, insanların çoğu o ücra dağdan merkeze özel araçlarıyla gelip gider, fakat postacı eski atından henüz inmemiştir. Ona şimdilik araba tahsis edilmemiştir. Kisaların kaderine nine ve dede yazılmadığı gibi postacının da kaderine araba yazılmamış gibi. Bu yüzden kolhoz merkezinde dergi ve gazetelerin, mektup ve telgrafların haftalarca birikerek yığın oluşturduğunu babası on senedir gidemiyorsa da çok iyi biliyor. Haftanın sonunda köyden atını terletip postacı yaşlı adam da gelir nihayet… Nice “Niva” marka arabalar, tıka basa mal yüklü mobil dükkânlar, hayvan çiftliklerini dolaşan yöneticilerle diğer yetkililerin sık sık giden çeşit çeşit güzel arabaları ufak tefek dergi ve gazetelerle mektup ve telgrafları ne yapsın ki. Burunlarını kıvırırlar, istemezler. Yani babasının dikte ettiği ve Kisa’nın yamularak yazdığı mektup koca iki hafta sonra ancak ulaşacaktı.

Ulaşmasına iki haftada ulaşır da babasının çocukken kendisinden daha çok sevdiği dostu Kasımbek kaç gün düşünüp taşınır acaba? Kendisi nasıl bir insandır? Önemli olan işte budur. Babasının çocukluk döneminde kendisinden daha çok sevdiği Kasımbek, araç sorunu olan biri değil, iki Niva’yı eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçuran biridir. Gelmek isterse hemen ertesi gün de gelebilir. Acaba koşa koşa gelir mi? Öyle biri ise neden bugüne kadar hiç gelmedi? Daha önce gelmediyse zamanı olmamış olabilir, babası böyle bir mektup yazmamış, bu kadar zor durumda kalmamıştır.

Kisa her gün onu beklemeye başlamıştı. Şehirde kar çok yağmaz. Çoğu zaman geceleri yoğun olarak yağar ve öğleye kadar erir. Sadece güneş görmeyen kimi evlerin çatılarında kalır. Babası yeni kar yağınca ve güneş açınca sevinir. Ne yağışın yağdığı, ne de güneşin açtığı çok kapalı havalarda günler çok sıkıntılı geçer onun için. Öyle havalarda babası vücudunda omuzdan aşağı çeken bir ağırlık, eklemlerde sızı hisseder. Kisa okuldan dönerken havanın durumuna dikkat eder, böylece evine vardığında babasını ne durumda bulacağını tahmin eder.

Aradan iki veya üç hafta geçmişti. Kisa okuldan geç döndü. Kendisi öğlencidir, altı ders bitene kadar dışarıda epey karanlık bastırır. Ay aydınlık olunca etraf bembeyaz renge bürünür, yerde kar olduğunda okulun gri beton duvarları bile süt sürülmüş gibi göze beyaz görünür. O gün altı dersten sonra yeni yıl etkinliğinde üstleneceği kurt rolünün provasını yaptılar. Öğretmenleri başrolü kendisine güvenmişti. Orman içerisinde kurt, koyuna rastlar. İkisi bir atışmaya başlar. Sonunda koyunun uslu olmasından ve başkalarına güvenme özelliğinden yararlanan kurt onu yer. Bu senaryo Kisa’nın pek hoşuna gitmiyor. Tilkiye, tavşana rastladığı kısımlar da var, onlar neyse de koyunun ormanda ne işi var? Babasının söylediğine göre koyun ormanda değil, kır ve çayırlarda, açık yeşil alanlarda ve ahır etrafında bulunur. Kurt rolünü öğretmenleri buna özellikle vermişler. Kisa çok sessiz, uysal bir çocuktur. Diğer çocuklar gibi fazla hareketli, uyanık değildir. O nedenle kurtluğa teşebbüs etmesi gerekmektedir. Elbette ondan kurda dönüşecek değil, ancak yapısını, huyunu değiştirmeye, düzeltmeye yardımcı olabilirmiş. Fısıltıyla söyleyecek olursa bazen kurt gibi olmayı beceremezsen çok kolay ağzındaki ekmeğinden olma tehlikesiyle karşılaşabilirsin. Sınıf öğretmeni özel görüşmesinde bu tür tavsiyelerde bile bulundu. Kurt rolü yine de Kisa’nın hoşuna gitmiyor. Aksine koyunun rolünü daha gerçekçi oynayabilirdi. Babasının gözlerini almadan okuduğu gazetelerde sık sık yazdıkları gibi yönetmen (öğretmeni) oyuncuyu (Kisa) seçerken tek taraflı düşünmüşe benziyor. Öğretmeni çok inatçı insandır, ikna etmek çok zordur. Nihayetinde terbiye işine bakan odur, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu o daha iyi bilir.

Ayın aydınlık ışıklarının güneşin kızıl ışınlarından arta kalanları kendine çektiği an. Yerde ince kar var, kara toprak tabakalanıp donmaya başlamış. Ev önündeki alanın kenarlarında sıra sıra binek araçlar duruyor. Onların içinde bir Niva arabası varmış. Arabanın yan kısmındaki buzların kirli rengine bakıp da bu beyaz arabanın uzaktan geldiğini fark etmemek mümkün değildi. Kisa, arabanın her tarafını inceleyip günlerin birinde böyle bir arabayla babasının çocukluk döneminde kendisinden çok sevdiği dostunun da gelebileceğini düşündü. Bir deste geyik otunu getirebilir, değil mi? Camdan içeriye baktı, kapkaranlık. Aniden sopsoğuk beyaz renkli demirin bunun nefesi ile buğulanmaya başlayan kalın camının ve benzinin tanıdık kokularından farklı bir koku küçük burnuna doğru esmiş olmalı ki rahat bir şekilde hapşırdı. Babası geyik otunu ve kokusunu o kadar çok ve sık anlatmıştı ki deminki koku onu hızlıca sürükleyerek apartman kapısına doğru götürmüştü. Altı ders sonrası öğretmeninin kendisini alıkoymasından yorgun döndüğü zamanlarda kafasını kapıya dayayıp zilin kahverengi düğmesine basardı. Bu sefer kafasını kapıya dayar dayamaz kapı açıldı ve Kisa zemini öpeyazdı. Kapı kilitli değildi. Evin alışılmış kokusundan başka bir kokuyu şimdi daha net hissetti. Burnunu çeke çeke bu kokunun geyik otu adlı bitkinin kokusu olduğundan emin oldu. Onu getiren kesinlikle ücra dağın adamıdır. Babasının çocukluğundan kendisinden daha çok sevdiği dostu da olabilir. Başka birinden de iletmiş olabilir.

На страницу:
3 из 6