bannerbanner
Ses Rengi
Ses Rengi

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

İşte, Dekan Bey, sekiz yıllık okulun yaygın eğitime giden öğretmeni üniversitenizi başarıyla bitirip neredeyse yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Sizse…

Siz sadece misis Mayra’ya danışman oldunuz.

Bu durum ortaya çıktığında Kanşayım ile Mayra çok kötü kavga etmişler. Kavganın şiddetine şahit olmadık, detayını bilmiyoruz. Bize değiştirilerek iletilmiş olma ihtimali de vardır. Kimileri Kanşayım’ın haklı olduğunu söylerken kimileri kıskançlıktan meydana gelen kavga olduğunu ileri sürmüştü. Kanşayım: “Bulaşma, ağlarsın”, demiş. Misis Mayra hiç söz dinlememiş, İngilizce döktürmüş diyorlar. “Kavga ettiğim doğru”, dedi Kanşayım. Devamını getirmedi.

Bir gün de çok sinirli gelmişti.

– Lanet olsun! dedi o. Güneyin güzel kızları sinirlenince küfür de ettikleri olurdu, ne yapalım. – Lanet olsun, özellikle takip ettim. Onu da tavlamış! Zavallı enişteye acıdım.

“Enişte” dediği misis Mayra’nın eşi idi. Kendisi veterinerdir. Her sene sömestrlerin birinde mutlaka uğrardı. Dekan Bey, sizinle de gülümseyerek ve öz ağabeyini görmüş gibi ağzı kulaklarına vararak memnuniyetle tanışmıştı, hatırlar mısınız? “Mayra’nın, misis adını kazanan Mayra Mukaşeva’nın eşiyim hocam. Bizzat kendinizin, sizin, Dekan Bey’in Mayraş’a danışman olduğu için çok çok memnun oldum hocam....”

Mayra uzun boylu, etkileyici duruşlu ve endamlı güzel bir misis idi. Çok değişmişti. Değişimi fark etmeyecek çocuk değiliz ya.

Biz sizin düşündüğünüz gibi, sizin söylediğiniz gibi olmadık Dekan Bey. Kırk kız (kızlarımızın sayısı otuz altı idi, yuvarlatıp kırk kız derdik) ve on kadar erkek öğrenci okulu başarı ile tamamladı. Bitirme tezimizi savunma günlerinde eniştemiz uçakla geldi. Misis Mayra’nın yüzünde lekeler oluşmuştu. “İki diploma!” diye uçuyordu veteriner.

– Erkek olması lazım, dedi o. – Babaannem kız doğuracak kadın haşin olur dedi. Farkında mısınız, Mayraş o kadar rahat ki rahat.

– Rahat, rahat… Çekilin şurdan rahat rahat! dedi mister Mamır kötü bir haber iletecekmişçesine.

– Ne oldu? Kıyamet mi koptu yahu? diyorlardı kızlar.

– Dekan Bey’in çok selamını getirdim, – dedi nefes nefese kalan Mamır bir türlü sakinleşemeyip. – Ana binaya gitmiştim. İki üç gün müsait olmayacağını söyledi. Devlet Sınav Komisyonu Başkanı da daha imza atmamış.

– Eyvah, boş boş ne yapacağız buralarda?! diye yaygarayı bastı kırk kız.

Öğrenci işlerindeki bizden sorumlu görevli de, sınıf başkanımız da aynı anda doğum iznine ayrılınca çok zor durumda kalmıştık. Sınıf başkanı olarak Kanşayım’ı seçtik. Dekan’ın hoşuna gitmedi, ama biz öyle istedik. Dişli biri lazımdı.

– Müsait olmayıp da ne yapıyormuş? Annesi ile babası öleli çok olmuştu sanki, dedi Kanşayım dekan gibi mosmor kesilerek.

– Rektör altmış yaşını dolduruyormuş, şehrin tamamı kutlama hazırlığında, dedi mister Mamır. – Dekanı ise gökten arayacağız artık.

– Rektörün yanında elli öğrenci kim ki? Tırnağı bile olamayız değil mi? Üstelik biz dışarıdan okuyan zavallıların tekiyiz, diyerek ağlayıverdi çok yakında doğum yapması beklenen hanımlarımızdan biri.

– Şu işe bak, bugün iznimin son günü idi. Uçağa bilet de almıştık. O zaman, Mayracığım sen kendin kalırsın, dedi veteriner alnının terini silerken.

– Yok böyle bir şey. Dekanlar diploma takdim edeceklerine kutlamaya giderlermiş. Dün bir şey duydum. Bizim Geyorgiyevka’daki doğumevinde bir çocuk doğmuş. Doğar doğmaz da konuşmuş. Zavallı hemşire elinde konuşmaya başlayan bebeği az kalsın elinden düşürüyormuş. Bunları anlatan Juvalı’dan gelen Jusanbay idi.

– Bırak şimdi bunları…

– Anlatsın, anlatsın. Okul bitti, diploma bir yere kaçacak değil ya…

– Kısacası hemşirenin elinde konuşmaya başlayan çocuk: “Savaş olmayacak, fakat dünyada teknoloji yüzünden pek çok insan ölecektir”, demiş. Şu anda bebeğin yanına beş hemşire vermişler ve başka neler söyler diye iyi bir Japon mikrofonu takmışlar.

– Maşallah, atıp tutun, diplomalı dedikoducular!

– Ne yapalım, boş oturacağımıza biraz eğlenelim yaa.

Kanşayım ortaya çıktı. Herkes sustu. O, bana:

–Yürü! diye buyurdu. Diğerlerine bakıp:

– Bizi bekleyin. Burada! dedi üstüne bastırarak.

Ben ona zar zor yetişiyorum. O gün korkunç hızlı yürümüştü. Ana binadaki öğrenci işlerine girdi. Yarım saat kadar çıkmadı. Keten çantasını doldurup bir şeyler alıp çıktı sonunda.

– Nedir şunlar?

– Diploma.

– Yok canım!

– “Canım”ı doğru şekilde söylesene vurgulayarak. Yüksek sesle. Diploma! Senin diploman da bunun içinde. Çantada.

– Versene, görmek istiyorum! Caanıım!

– Öpsene beni, öp…

Yanağını uzattı. Gerçekten. Ne yazık ki öpmeye cesaret edemedim.

– O zaman göstermeyeceğim. Yürü hadi! Profesör bekliyor bizi.

– Nerede? Kim bekliyor?

– Evinde. Sınav Komisyonu Başkanı. Geçendeki kadın var ya!

– Ciddi misin? Evine ben de girecek miyim?

– Ne olmuş, profesörler insan mı yiyormuş.

Odaları genişmiş, ahım şahım bir şeyi yoktu.

Her yer yeşildi, çiçeklerle doluydu.

– Çok sade yaşıyormuşsunuz hocam, dedi Kanşayım çok rahat bir şekilde. Sınav Komisyonu Başkanı da rahat ve gayet samimiydi.

– Çocuklar kusura bakmayın. Çok hastaydım. Daha bugün kafamı kaldırabildim. Diplomanız hayırlı olsun. Sınav sonuçlarınız da çok memnun etti. Dışarıdan okuduğunuz hiç belli olmuyor.

Kanşayım diplomaları tek tek çıkarıp vermeye başladı. Profesör hoca da acele etmeden imzasını atıyordu. İmza işini bitirdikten sonra birkaç yere telefon etti. Çok yorulduğu yüzünden belli oluyordu. Bir an yüzünün rengi kaçıp dudakları morardı ve suyu bile zorla işaretle istedi. Kendine gelir gibi olduktan sonra diplomayı takdim edecek kimsenin olmadığını söyleyebildi. Herkes rektörün doğum gününü kutlamaya gitmiş.

– Canlarım benim, yarın tatil, hem buralarda boşuna kalacaksınız, hem evinize geç gideceksiniz, dedi hoca çok üzgün bir sesle.

Amfideyiz. Herkesin canı çok sıkkın. Mühür vurulmuş ve tüm imzalar atılmış bir çanta dolusu diploma var. Takdim edecek kimse yok. İçine diploma doldurulmuş çanta masada yan gelip yatıyor. Kırk kız ve on kadar erkek talan etmeye hazır. Herkes Kanşayım’dan çekiniyor.

– Mister Mamır çiçek getir! dedi yüksek sesle Kanşayım. Yirmi dakika içinde çiçek yetişti. O arada Kanşayım benimle özel konuştu. Erkek öğrencilerin en büyüğü olarak bir çanta diplomayı ben takdim edecektim. Öyle karar verildi. Kanşayım Serperova böyle bir karar aldı. Bu olay tarihe geçecek. Kanşayım’ın bir şartı vardı. Diplomaları verirken kırk kızın tamamını öpmem gerekiyor. Yoksa benim diplomam Kanşayım’la birlikte güneye doğru yola koyulacak.

– Öyle. Bir kızı öpme cesaretinde bulunamadığın için ben sana kırk kızı öptüreceğim…

Çiçek geldikten sonra Kanşayım bir konuşma yaptı. Altı yıl boyunca çektiğimiz sıkıntılardan bahsetti, yaşadığımız çeşitli ilginç olayları hatırlattı. Kırk kızın bazıları gözyaşlarını tutamadı. Kanşayım iki elini keten çantaya soktu.

Adları okuyup bana veriyor. Kendimizce tören yapıyoruz. Ben bayanların ellerini sıkıp yanaklarından öptükten sonra sert kâğıt parçasını takdim ediyorum. Eller alkış tutuyor. Rektörü beklemiyorduk, ama en azından dekanımızın takdim edeceğini umuyorduk. Ne çare. Ancak bizim törenimizin de resmî törenden geri kalan yanı yoktu.

Yirmi kadar kızın diplomasını verdikten sonra başım dönüp gözlerim kararır gibi oldu. Misis Mayra’yı öpüp öpmediğimi hatırlamıyorum bile.

Bir süre sonra kendime gelir gibi olduğumda Kanşayım’ın erkeklerin diplomalarını vermeye başladığını gördüm. Erkekler yanağından şapır şupur öpüyorlar. Sıra bana da geldi. O elimi sıktı. Ben öpemedim.

– Olmaz! Olmaz! dendi bir ağızdan.

– Kanşayım senin diploman nerede? Onu da “dekan” takdim etsin! Öpsün! diye bağrıştı kırk kız. “Dekan” unvanına diploma takdim etme töreni sırasında sahip olmuştum. Bana göre pek iyi unvan sayılmaz.

Keten çantanın dibinde bir tek diploma kalmış. Kanşayım’ın elini sıkıp on kadar erkeğin öptüğü yanağından değil o an boyasız ve kıpkırmızı olup nemlenen dudağından öpüverdiğimi hatırlıyorum. Uzun uzun alkış tutuldu… Affet beni sekiz yıllık okulum! Affet. Affet küçük dağ geçidinde doğurarak küçük çocuğumun göbeğini taşla kesen Talbikem!

Böylece herkes kendi yolunu tuttu. Dışarıdan okumak öyledir işte. Ancak altı ay kadar arada yazışarak haber aldık birbirimizden. Yavaş yavaş unuttuk. Ne onuncu, yirminci yıl dönümlerde bir araya geldik, ne de aynı sınıfta okuduk diye birbirimize yardımcı olduk. Dekan Bey’in söyledikleri gerçekten doğru muydu yoksa?

Günlerin birinde Talbike’yi doktora götürmek üzere büyük şehre gittiğimde misis Mayra’yla karşılaştım. Hiç değişmemiş, hâlâ genç hâli. Benimle isteksiz, memnuniyetsiz bir şekilde merhabalaştı. Veteriner eniştemiz bir çocuğun elinden tutmuş geliyordu. Ağzı kulaklarında iki elini birlikte uzattı. O da yetmeyip kucağını açtı. Eskiden olduğu gibi!

– Delikanlı büyümüş!

– Bildiğin iki diplomanın biri işte. Ben adını Dekan koymuştum. Mayraş istemeyip Dikan diye değiştirdi. Ben yine de Dekan diyorum. Mayraş’ın tez danışmanı vardı ya, hatırlarsın, dedi veteriner.

Misis Mayra kaşlarını çattı. İngilizce bir şeyler söyledi. Hatırlamak için uğraştım. Dilimin ucunda. Fakat güzel bir kelime değildi kocasına söylediği. Bir de birkaç yıl önce Kanşayım’a rastladığından, kendisinin hâlâ evlenmediğinden bahsetti. Aynı okulda çalışıyormuş.

Gitmek için acele ederek deminki İngilizce kötü kelimeyi bir daha söyledi veterinere. Tercümesi dilimin ucunda, söyleyemiyorum.

Evet, İngilizceyi tamamen unutmuşum. Hepsini de unutacağız muhtemelen. Yaygın eğitim böyle bir şeydir işte. “Kün yime, tün yime yadag yelü tegdimiz…” bizimki.

CALBIZDI’NIN 4 KENARINDA

Kudıksay’da koyuna sırayla bakılır. Devletin hayvanına bakan çobanlarda bir sorun yoktur. Ancak özel hayvana bakma işini ayıp görmeye başlayalı çok olmuştur. Son çoban olan merhum Nazar da yaşlanmış, iki yıl önce emekli olmuştu. Bir kaç gün sonra ölümünün kırkıncı günü dolayısıyla mevlit okunacak.

Koyun bakma sırası iki ayda bir gelse de Tursınbek her seferinde söylenir durur. Kendisi kolhozda5 vasıfsız işçidir. Aslında lodacıdır. Başlodacı da denebilir. Kudıksay’da beş altı ahır koyun mevcuttur. İşte onların yanına ikişer loda saman yığılır. İlk otların toplanmasından başlayıp lodanın tepesini sivrileştirmeye, dökülen otları ayıklayıp etrafını silene kadar tüm işlere göz kulak olur, sorumluluğunu üstlenir. Geriye kalan zamanlarda ise vasıfsız işçidir.

İşte özel koyunlara bakma sırası bugün Tursınbek’te. Saman biçme zamanı henüz başlamadı. Yoncanın ilk hasadı toplanmıştı. Şimdi kırdaki ve Jalbız’ın kenarındaki otlar biçilene kadar on on beş gün kadar istirahat edilebilir.

Artık civarda hayvanların otlayabilecekleri yer de kalmamıştır. Özel hayvanlar ancak Şoşaktöbe’nin etrafını dönüp tozu dumana katar dururlar. Çayırlı yerlere sokmak yasaktır. Tursınbek, otsuz dağ yamacında yan yatmış hâlde diken kemiren keçilere, ayrık otunun kalıntılarını kütür kütür koparan sessiz koyunlara baktı. “Kütür, kütür, kütür”. “Kütür, kütür”. Arada bir “yeh he”, “yeh yeh” diye zayıf toklular öksürür. Keçilerin çoğu kuşburnuna bağlanmış gibiler. Sadece Habarbek’in siyah tekesi yerinde duramıyor. Uzun zamandır yaşayan siyah teke. Bu köyün keçilerinin hemen hemen hepsi ona çekmiştir. Geçen nöbette baş belası teke tüm hayvanı daha yeni yeşermeye başlayan yonca tarlasına sokup zor durumda bırakmıştı. “Senin teken başıma bela oldu” diye Habarbek’e epey kızmıştı. O da kıs kıs gülmüştü.

“Kütür, kütür, kütür”.

Bu tür tekdüze sesler sallamış olmalıdır ki Tursınbek’in gözleri kapanmış. Dağ yamacında yan yattığı hâlde uykuya dalmış. Aniden yerinden fırlayıverdi. Koyunlar da yerinde, keçiler de yerinde. Gözlerini ovalayıp Habarbek’in siyah tekesini aradı. Yerinde. Öğle oldu, artık bir yere gitmezler.

“Eyvah, eşek nerede?” Eşeği de kulakları sarkmış sakin sakin duruyordu. Peki şimdi nerede? Şimdi ise vadinin aşağı kesimine kadar inmiş durumda.

Köye doğru yavaş yavaş gidiyordu. Onun nesi var böyle? Peşinden mi koşması gerekiyor? Belki de boşuna koşmuş olacak. Booş veeer. Bir gün yaya dönse bir şey mi olacak?

Tursınbek eğimli dağ yamacığına tekrar uzandı. Tekrar yerinden fırladı. “Ne diye yatıyorum ben? Eyvaah! Eşek kendisi gitse neyse de, eyerin yan tarafında öğle yemeği asılı durmuyor muydu? Bir tandır ekmeği, soğan ve bir şişe ayran vardı ya torbada! Bir gün açlıktan ölecek değilim, ama ya şu eşek yolda kudurursa. Kendi kudurmazsa da başıboş dolaşan eşekler kudurtursa. O zaman eyere bağlanmış öğle yemeği bir tarafa, kolanına dört yerden dikiş atılan eyer takımı bir tarafa dağılıp saçılırsa. Eyvaah! Eyerin ikinci tarafında Cambıl’daki Cemile’nin yetmiş iki soma6 aldığı “Spidola” marka radyosu da var! Bir yere de radyosu atılırsa. Boş bulunmayıp da öğle konserini vermeye geçtiyse… Peki, bu kimin eşeği, Tursınbek’in eşeği derlerse… Olmaz, peşinden gidip yetişmek gerek!”

Tursınbek bir kilometre kadar koşarak kestirmeden eşeğinin önüne çıkıverdi. Ancak nefes nefese kalmış hırıldıyordu.

Eşeğin eyerine yaslanmış nefes nefese dururken merkezden dönen Habarbek’i gördü.

– Koyun peşinde olman gerekirken oyun peşindesin bakıyorum.

– Koyunu senin siyah tekene emanet edip Jalbızdı’ya yüzmeye gitmiştim. Şimdi de öğle konserini dinliyorum.

– Anlaşılan eşeğin kaçmış da koşmaktan nefesin tıkanmış. Şimdi ben açarım. Müjde olarak ne vereceksin?

– Yapma ya. Senden ne iyi haber gelir ki.

– Söyle. Müjdeni söyle. Yüreğini yerinden oynatacağım bak.

– Hadi ben gidiyorum, diye Tursınbek eşeğine bindi. – En fazla çocukların sosyal yardım parasını getirmişsindir. Birininkini getirdiysen bir som, ikisininkini getirdiysen iki som zaten alırsın.

– Al, al, al! Okuu! Karın kahraman olmuş. Kararnameyle! Bütün ilçeden sadece beş kadın. Eskiden on beş yirmi olurdu, bu sefer sadece beş kadın. – Habarbek bölge gazetesini at üzerinden atıverdi. Tursınbek de yere düşürmeden yakalayıverdi.

– Eveet, müjdem ne olacak? Üçüncü sayfasına baksana. İlk sayfayı ne yapacaksın. İlk sayfada başka kahraman çıkar. Hâlâ gazeteden anlamazsın. Okumazlar ki bunlar, okumazlar. Gazeteyi çıktığı gün yetiştirmek için koşa koşa getirirsin. Bölgedekiler de gece uykusuz kalırlar bunu çıkaracağız diye. Taksiyle ulaştırırlar. Habarbek, alnında beyaz lekesi bulunan kahverengi atı ile Kudıksay’a doğru yönelir. Buradakilerin şu cahil hâllerine bak. Bomboş, akılsız.

– Müjdeni kahraman olandan istersin, dedi Tursınbek gazeteden gözünü almadan. Dışarıdan sakin görünse de kendisi çok heyecanlıydı. – “Tursınbek Janasbayev’e Şerefli Baba unvanı verilmiştir” diye yazsaydı neyse de, ama burada Orınkül Janasbayeva hakkında yazılmış. Kısacası… Kendisinden alırsın…

– Bırak şimdi, ne zaman ıslatacaksan onu söylesene.

– Onu da Sayın Janasbayev’a biliyor olmalı.

Habarbek kamçısıyla ata vuruverdi, at yerinden sıçradı.

Tursınbek bölge gazetesini elinde tuttuğu gibi koyunlara, dağ yamacına doğru yürüdü. Tekrar tekrar baktı. Uzandığı yere varana kadar gazete eskiyecekti. Odur, onun ta kendisi. “Orınkül Janasbayeva, Tülkibas İlçesi Kızıl Yıldız Kolhozu’nun kolhozcusu, Kudıksay Köyü” demişler.

Yerine gelip Orınkül’ün sabah verdiği bohçayı açtı. Kahverengi havluyu serdi. Yeni gazete serilmez. Saklamak lazım. Dört katlayıp bir sardıktan sonra iç cebine koydu. Ekmek sarılan eski gazeteyi serdi. Onun da tüm sayfalarını iyice inceledi. Kararname yokmuş. Bu tür kararnameler ayda yılda bir çıkar ya. Herkes on çocuk dünyaya getirmez ya. Bu, büyük bir olaydır. Büyük mutluluk. Demin Habarbek’e bir hayvan mı hediye etseydi? Öyle yapmalıydı. Fakat kendisi insana tepeden bakıp alay ediyor. “İlk sayfayı ne yapacaksın? Üçüncü sayfaya bak. Okumuyorsun” diyor. Dalga geçmeyi sever. Öyle bir huyu vardır. İşte bu huyu hoşuna gitmez. Ne zaman görsen öyle yapar. “Karın tekrar ikiz mi doğuracak?” “Bir an önce kahraman yapmayacak mısın?” “Hepsi senin mi? Yarısı esmer, yarısı sarışın yahu?” der. İşte böyle şeyler söyler. Kendisinin bir erkek, bir de kız çocuğu vardır. Eşi daha da doğurmamış. Oysa eşiyle bir sorunu yoktur.

Alnı beyaz lekeli koyunu kesip köy halkını misafir etmeli. Habarbek’e de müjdesini vermesi doğru olacaktır.

Ayranı içip bitirdi. Ekmekle soğan yiyor. Keşke şimdi Orınkül’ün çayı olsaydı. Kendisi bileğini sergileyip bileziğini şıngırdata şıngırdata koysa çayını. Şöyle bakınca Orınkül’ün on çocuk doğurduğu söylenemez. Kırkını daha yeni geçti. Az bir şey kırışıkları var. Ama o kırışıkları da çok güzeldir. Şu Karınbek’in eşine ne dersin? O sarışın kadın Orınkül’le yaşıttır. Allah onun kırışıklıklarını kimseye göstermesin. Kırış kırıştır. İki üç çocuk bile iyice yıpratmış kadını… Çok erken yaşlanmış… Onun yanında Orınkül genceciktir. Gerçi, ekmek yapmaktan yoruluyor. Vah, vah! Çocuklar da kolay değil ya. Bir taraftan yaparken diğer taraftan yiyorlar. Orınkül yirmi tandır ekmeği hazırlayıp bitirir, çocuklar da yiyip bitirir. Bir bakıyorsun bir, bir buçuk ekmek kalmış. Orınkül bir gülümser ve alnından şıp şıp damlayan teri silip hamur mayalamaya koyulur.

Tursınbek iç cebindeki gazeteyi çıkardı. Bir daha baktı. Şarkı söylemek istedi. Ne var, burada kimse duymaz. “Oley! diye bağırdı tüm sesiyle. – Yaşasın! Hey, hey! Orınküül! Tebrikler!»

Kudıksay’ın dik yamaçları “huu” diye yankılandı. Habarbek’in siyah tekesi boynuzlayacakmış gibi kötü kötü bakıyordu sanki. Habarbek gibi tepeden, yan gözle bakar gibiydi.

Güneş batar batmaz hayvanları köye doğru kovaladı. Tüm köy halkı evlerinden çıkıp elini sıkarak tebrik edeceklermiş gibi geldi. Köy de yeni batan güneyin kızıl ışıklarına gömülmüştü sanki. Yüksek ağaçların yaprakları bile ışıl ışıldı. Daha olmamış elmalar da yakut gibi parlıyordu.

Köy girişindeki evler keçi ve koyunlarını seçip alıyordu. Kimse bir şey demedi. Gazeteyi almamışlar mı, görmemişler mi, okumamışlar mı, nedir? Yoksa görmüşlerse de görmezlikten, bilseler de bilmezlikten mi geliyorlar? Öyleleri de vardır. Çekemiyorlar, çekemiyorlar.

– Hayırlı olsun, evladım, dedi beli bükülmüş Beysegız teyze tek keçisini götürürken.

“Ha şöyle”.

– Teşekkür ederim teyze. Köyden ilk tebrik eden siz oldunuz! dedi sevincini gizleyemeyip. – Koyun kesip misafir edeceğim. Kutlayacağım teyze!

– Kahraman baba! Nasıl da kabına sığabiliyorsun? Tebrikler! İçtenlikle kutluyorum! – Kutlayan gazetedeki adlar ve soyadılarından başlayıp adreslere kadar okuyan ve bazen kendisi de bir şeyler yazan Alibay idi.

“Ha şöyle”.

Orınkül bir çocuk kucağında, bir çocuk yanında evin önünde bekliyordu. Eğri iğde ağacının yanında, iki kavak ağacının ortasında duruyor. Gülümsüyor. Doğumevine giderken de böyle gülümserdi. “Olsun. Yakışır”. Tursınbek Orınkül’ün elini sıktı ve “Tebrik ediyorum” dedi. Dağın yamacındaki hey, heyleri aklına gelip gülümsedi. “Sizi de”, dedi Orınkül. “Biz değil, sizsiniz madalya kazanan, unvan kazanan”, dedi bu.

– Yorgun musun? diye sordu sonra Orınkül.

– Niye yorulayım?

– Koyun nöbetini sevmezdin.

– Bu seferki eğlenceli oldu, dedi bu. – Sen yorgun musun?

– Evde niye yorulayım?

– Evin işi dışarınınkinden daha zordur. Bugün moralim çok iyiydi.

– Kimden duydun?

– Habarbek gazete getirip müjde istedi.

– Anlaşıldı…

Ertesi gün köy halkını misafir etti. Kutladı. Beyaz lekeli koyunu kesti.

İki gün sonra da bir tokluyu kesip kafasını ve bacaklarını ütüleyerek karın ve bağırsaklarını temizledi ve dışarıya soğumaya bırakıp sabah erkenden otobüsle Cambıl’a gitti. Cambıl’da Cemile oturuyor. Geçen sene Kızlar Pedagoji Üniversitesi’nden mezun oldu. İki yıl önce de evlendi. Damat fosfor işinde çalışıyor. Şimdilik kendi evleri yok. Yaşlı bir kadının yanında, dördüncü katta oturuyorlar. Soğuk su, sıcak su ve saire hepsi içinde. Cemile’nin çalıştığı okul biraz uzak. Şimdilik tam zamanlı çalışmıyor. Az maaş alıyor. Damat ise daha genç, sağını solunu, yakıştırmayı pek bilmiyor. Şehir çocuğu. İki üç ayda bir kızını ziyaret edip kazandığını ona bırakıyor. Evdeki çocukların hakkını paylaşıyor. Ne de olsa şehir şehirdir. Yeni hayat. İnşallah, her şey iyi olacak. Çocukların büyüğüdür Cemile. Kötü çocuk olmadı.

Toklu etli çıktı şansına. İyi, iyi. Yağlı da. Şimdi bir koçu kaldı kesilebilecek. Aslında onu getirecekti, Orınkül vazgeçirdi. “Onurlu misafir gelirse lazım olur. İyi kötü bir unvan kazandık” dedi.

Toklunun etini taşımak için sürekli el değiştirdi. Sonunda sırtına aldı. Taş evlerin arasından geçiyor. Kuzu mantarı biçiminde bir gölgeliğin altında biraz dinlendi. Karşısındaki evin beşinci katındaki balkonda belden yukarısı çıplak şişman bir adam duruyormuş. Buna bakıp alaylı bir şekilde gülümsedi. Sırtında çuval alan ve şu sıcakta kafasına eski siperli kasket, üstüne siyah takım elbise giyip şıp şıp terleyen Tursınbek’e gülüyor tabii. Eee, gülsün. Kim kime gülmüyor ki bugünlerde. Çok katlı şu taş evlerde Kudıksay’ın kavak ağacındaki yuvada nefes alan kuşun yaşamı gibi olan yaşam tarzınıza bakın hele! Sen bana gülüyorsun ya, ben de sana gülüyorum. Al işte! Hareket alanının sınırlı olduğu balkonunda nefes darlığı çeken kuş gibi ağzını açıp neyine sevinirsin ki? Alay edermiş. Soğuk suyum, sıcak suyum, diğer şeylerim evimin içinde dersin. Peki öyle olsun. Su güzel tabii, hem soğuk, hem sıcak. Diğer şeylerin zor ama. Üstelik mutfağının yanında. Bana bakıp gülermiş. Çuval mı? Çuvalı önce bul da taşı. Bunun içinde ne olduğunu bir bilsen gülmeyi bırakır, gözlerini fal taşı gibi açarsın. Buzdolabın boş, değil mi?!

Çuvalı tekrar sırtına aldı. Dönüp balkona bir daha baktı. Deminki şişman adam yüzündeki alaycı ifadesini yitirmiş, çorap asıyordu. Kılıbık seni, yaşadığın şu hayata bak. Olsa olsa en fazla iki çocuğun vardır. Biz on çocuk doğ… On çocuk sahibi de olsak Allaha şükür hiç bez yıkamadık. Hımm!

Bir iki taş evi daha geçtikten sonra Cemile’nin evine geldi. Buzdolapları boşmuş. Çok sevindi. Tebrik etti. Özellikle ziyarete geleceklerini söyledi. Bu da aceleyle evine döndü.

Otobüste Atabek’e rastladı. Elini sıkıp tebriklerini iletiyor.

– Seni gördüğüm iyi oldu, çok iyi oldu, dedi o.

– Köye gelip misafirim olun. Kutlarız, dedi bu.

– Geleceğiz, dedi Atabek. – Ciddi söylüyorum. Daha önce de bir iki kez davet etmiştin. Artık geleceğiz. İşştee böyle.

– Kudıksay’ın pek çok evinde bulundun. Habarbek’in evini sık ziyaret edersin. Bizi kendine eşit görmezsin tabii.

– Hayır, hayır. Hiç de öyle değil. Her şeyin uygun bir anı vardır arkadaşım. O uygun anın yaklaştığını hissetmiyor musun? İşştee böyle.

– Buyurun gelin. Elimizden geldiğince ağırlayacağız. Canımızı veririz.

– Gitme derken, mesele şudur: Orınkül’ün madalyasını takdim etme meselesini söylüyorum. Bu önemli bir meseledir. Birilerinin eline verip gönderirler. Köy kurulu veriverir. Ötekilerine ise önemli insanlar özellikle gidip takdim ederler. Sen birilerine mi dâhil olursun, ötekilerine mi? Mesele budur arkadaşım. İşştee böyle!

– Eyvah! Öyle bir şey mi var? Bizim Orınkül bir şeyleri hissetmiş anlaşılan. Şu anda kızımın yanından geliyorum. Güzelce beslediğim bir koç vardır. Onu kesmek istediğimde: “Bekle, onurlu misafirler gelebilirler. Cemile’ye toklu da yeterli olur”, demişti.

– İşştee böyle! Sen bilirsin. İyice ağırlarım, köy kurulunun yanında utandırmam dersen yarın getiririm. Önemli insanlar gelecektir. Saman biçme zamanı başlamadan önce köyüne gidip şööyle bir kafa dinlemeye itiraz etmezler o insanlar.

– Çok iyi. Bekleriz.

– Beklersiniz de, şey, durumunuz nedir?

– Durumumuz iyi. Hangi durumunuzu soruyorsun?

– Manevi durumunuzdan maddi durumunuza kadar. Her şeye dikkat edilmesi gerekir. Bugünlerde insanların zevki çeşit çeşit. – Atabek bunları söyleyip esnedi. – Ba-azı evlere gidesin gitmesine, durmadan davet edince. Fakat yanında götürdüklerinin karşısında rezil olur, yerin dibine girecek gibi dönersin.

– Yok ya, öyle deme! Öyle şeyler söyleme, gözünü seveyim. Rezil eder miyiz hiç! Durumumuz iyidir. Çocukların kendi kısmetleri. S-sizin, d-devletin sayesinde yardım yağmur gibi yağıyor çok şükür. Utandırır mıyız sizi hiç.

Tursınbek artık yerinde rahat oturamıyordu. Alnından ter akın akın akıyordu. Eski kasketini çıkarıp dizlerine koydu. – Kesmeye hayvan hazır. İki yaşındaki hadım edilmiş koç. Siyah koç. Kuyruğu kocaman. Tavuğu kolhozdan kaydettirip alırım. Uçak tefek şeyler bulunur. Habarbek’in karısına salata yaptırırım. Orınkül o bakımdan şeydir. İçecekleri merkezden alırım. Bizim köy dükkânında ucuz votkadan başka bir bulunmaz. Başka ne lazım? Önerilerini söyle. Köy kuruluna mensup olan sen utanma, kahraman baba olan ben utanmayayım. İki üç gün öncesinden haber ver. Çocuklara temizlik yaptırayım. Fakat, eyvah bizim evde halı yok, bir de masa yok.

– Şey, mesele onda değil. Yarın, öbür gün haber veririm. Ha, bir de davetliler arasında kadınlar da olacak. Onu da göz önünde bulundurun. İşştee böyle.

На страницу:
2 из 6