
Полная версия
Dolu
Drakon da hep bu cevabı vermişti:
–Komutan, bu paraları adamların kendisi darp etmiyor ya! Hepsini bu halkın cebinden çıkarmışlar! Savaşacak cesaretleri yoksa da canları çıksın şimdi biraz millet yolunda harcasınlar.
Drakon’dan bu tür şeyler beklenebilirdi. Birisini dövebilir, birini cezalandırabilir, birini arabanın bagajına tıkabilir, uf bile demeden birini öldürmek bile onun için bir yudum su içmek gibi bir şeydi, ancak birinin pantolonunu çıkarmak… Buna, onun kabul ettiği kanunlar bile izin vermiyordu. Bu sebeple Komutan hayret etti:
–Neden?
–Para istemiş, vermemiş…
Vurgun Vurmuş Gençlerden birisi Peleng’e kızarak:
–Sen de bilmediğin şeye burnunu sokma. Öyle değil Komutan. Dün Musa’ların evine roket mermisi isabet etmiş, anasını Bakû’ye götürdüler, kadının ayaklarının ikisini de kesmişler. Sabahın erken saatlerinde Musa telefon açmış ve doktorların bin manat5 para istediklerini söylemişti. Drakon da yolladı ve gidin ondan alın dedi. Biz de gittik vermedi. Drakon da sinirlendi ve gerisini de siz duydunuz.
Komutan, hep At Belinde Olan Adam’ı baştan ayağa değil, ayaktan başa doğru şöyle bir süzdü, sonra da öksürüp ciğerinden çıkan balgamı adamın suratına fırlatmaktan son anda kendini tutabildi ve yere tükürdü:
–Yahu sen ne kancık adammışsın be! Bakû’den gelen yüksek rütbelilerin kıçını yalıyorsun, kendininkine geldikte beş manata acıyorsun?!
Drakon’un elinden bin bir güçlükle kurtulan adam yeniden kırk arşınlık kuyunun dibine yuvarlandı. Kendini haklı çıkarırcasına:
–Komutan! Seyyid Lâzım Ağa’nın6 ceddine yemin olsun bilemedim. Her gün o geliyor bana para ver, bu geliyor par ver, ben kopoğlusu ne bileyim kim kimdir. Bana sizin istediğinizi demediler ki!
Komutan baktı ki, hiddeti onu esir alarak ardınca çekip sürüklüyor ve böyle giderse elinden bir kaza çıkacak. Zaten adları kötüye çıkmıştı. Hükümet onları Ermenilere değil de kendine düşman olarak görüyordu ve bu gönüllü taburları halk nazarında iki paralık etmek için elinden ne geliyorsa onu yapıyor, haklarında yüzlerce şayia yayıyordu. Geceleri Dolu başladığında yavrularını alıp canlarını kurtarmak isteyenler kapılarını bile kilitlemeye fırsat bulamıyordu. Sahipsiz ve kapısı açık bırakılmış evler hemen her gece yağma ediliyordu. Sabahleyin dönüp de evlerinin yağmalandığını görenler şikâyet bile etmiyorlardı. Kime şikâyet edeceklerdi ki, milis güçleri siperde, yönetici siperde idi. Hükümet de, şehirde meydana gelen yağma ve hırsızlık olaylarının tamamını milis birliğinin üzerine yıkıyordu. Onların da ne ellerine Kur’an-ı Kerim’i alıp ev ev dolaşarak yemin etmeğe zamanları vardı, ne de hevesleri. Kafaları savaşla meşguldü.
Bu tür söylentilerden dolayı bıkıp usanan Komutan bir gün şehir yöneticisinin önüne çıktı:
–Reis, dışarıdan gelen hırsızlar şehirde girmedikleri ev bırakmadılar. Hükümet de bu tür olayları bizim boynumuza yıkıyor. Ya bunları önlersin veya kötü şeyler olacak!
–Komutan, vallahi gücüm yetmiyor. Ermenilerle mi çarpışayım, yoksa bu şerefsizlerle mi uğraşayım bilmiyorum. Bir değil, iki değil, kocaman bir şebekedir. Komşu şehirlerde yaşıyorlar ve buraya gelerek halledip sıvışıyorlar. Bu şehirlerin yöneticilerine durumu anlatıyorum, diyorlar ki, hırsızlık senin şehrinde oluyor, canın çıksın kendin bul. Söyle bakayım şimdi ben ne yapayım, Ermeniyle mi çarpışayım, hırsız mı arayayım, ne halt edeyim?!
Komutan gerçekten Reis’in böylesi bir kargaşada, hercümerçlikte meydanı boş bulan hırsızlara gücünün yetmediğini anlamıştı. Ve hırsızlara haber yollayarak demişti ki; biraz insan olsunlar… Ancak hırsızlar onu dinlememişti.
Komutan bir daha onları uyarmıştı:
–Beni havsaladan çıkarmayın!
Hırsızların reisi de ona mukabil haber yollayarak demişti ki; “Elinden geleni ardına koma”.
Bu cevabın alınmasından on-on beş gün sonra, hırsız çetesinin lideri ağzından kurşunlanmış hâlde Lenin Meydanı’nın ortasına atılmıştı. Hatta elini bileğinden keserek göğsüne bırakmışlardı. Halk bir anda etrafına toplanmıştı:
–Seni vuranın eline kurban olayım.
–Kadın donu çalan deyyus.
–Geber şimdi.
Komutan biraz onlardan uzakta Drakon’la yan yana durmuş halkı seyrediyordu.
Şehrin Reis’i ona yaklaşarak usulca:
–Komutan, hiç olmasa bu deyyusun cesedini Ermenilerin tarafına atsaydınız.
–O zaman başkalarına ders olmazdı. Bırak halk kimin kim olduğunu anlasın.
–Komutan, ifşa edilemeyecek bir işi yükledin boynumuza, olayın failini bulmam için gırtlağa çıkarıp asabımı bozacaklar.
Drakon şimdi yeni hükümetin eline koz vermişti. Hükümet birinin üstüne binini de ilâve ederek At Belinden İnmeyen Adamı götürüp milis taburunda dövdüklerini ve parasını aldıklarını bilmem neleri, neleri şehre yayacaktı. Komutanın gözünün önünde bu canlanıyordu, yoksa memnuniyetle bu herifin pantolonunu kendisi çıkarıp kafasına geçiriverirdi. Sinirine hâkim oldu:
–Atın bunu dışarı!
Vurgun Vurmuş Gençler At Belinden İnmeyen Adamı bir anda karga tulumba ederek kapıdan dışarıya fırlattılar.
Ömür boyu başkalarını tahkir eden, onlara bin bir hakaret eden adam, şimdi kendisi aşağılanmış bir şekilde “hesabı sonraya kalsın” diyerek işyerine döndü.
Komutan yine öksürmeye başladı, hiddetten kafası kazana dönmüştü. Sinirlendiği zaman hep iki bardak demli çay içerdi. İçtiği bu iki bardak çay yalnızca onun hiddetini yatıştırmıyor, aynı zamanda ağrılarını da dindiriyordu. Yüzünü çayhaneye döndüğünde ceviz ağacının altında durarak deminden beri olayları şaşkınlıkla izleyen yabancı birine takıldı ve yine zıvanadan çıktı…
…Olmuyor, olmuyordu..! Ne kadar uğraşsa da göklerden yağan belâ ateşinin içinde vurgun vurmuş bu gençleri asker yapmak, onlara askerî düzeni aşılamak mümkün olmuyordu. Buna zaman da yoktu. Diğer taraftan defalarca Savunma Bakanlığı’na başvursa da gençlere talim yaptırmak için birliğe profesyonel subaylar yollamıyorlardı. O da, ortaokul ve lisede askerlik dersi veren öğretmenlere yalvararak birliğe eğitim vermek için getirmişti. Aslında onların da çoğu uzman değildi, yalnızca askerlik hizmetini yapmış kimselerdi. Yine de sağ olsunlar, çocuklara az çok silâhları söküp yağlamayı, temizlemeği, kurşun atmayı öğretebiliyorlardı.
Önceleri taburun bahçesinde iğne atsan yere düşmezdi. Buraya kendini göstermeye, Vurgun Vurmuş Gençlerden duyduklarının üstüne binini de ilâve ederek, orada burada kendileri yapmış gibi anlatma düşüncesiyle gelenlerin sayısı, savaşmak için gelenlerden kat kat fazla olurdu.
Buraya İmaret diyorlardı. Savaş başlayana kadar “Karabağ” futbol takımının stadyumu olduğundan dolayı buraya yönelenler sanki bir futbol maçını izlemeye geliyordu. Komutan buna engel olmak için çok eziyet çekmişti. Hatta üç dört defa birkaç kişiyi pataklamıştı bile, ancak yine de engel olamıyordu. Kimseleri içeri bırakmaması için kapıya nöbetçi de dikmişti, lakin yine de çiti, duvarı aşarak içeri girenler oluyordu.
–Nöbetçi!
Nöbetçi koşar adımla geldi.
–Buyurun, Komutanım!
–Bunu kim içeri bıraktı!?
Nöbetçi korkarak:
–Bakû’den gelmiş, gazetecidir, sizinle konuşmak istiyor.
–Nöbetçinin görevi ne?
–Birliğin bahçesine yabancıları sokmamak!
–Hadi git kendi komutanına söyle seni yirmi dört saatliğine ceza evine kapatsın.
–Oldu, Komutanım!
Komutan:
–Bu gazeteciler de, umduğu her şeyi burada bulacağını zannediyor. Yahu kardeşim, buraya dalından ceviz dökülmüyor, bomba yağdırılıyor, bomba… Pekâlâ, gel bakalım.
Çayhaneye doğru yöneldi, gazeteci de onun ardınca. Kahvedekiler hemen saygı işareti olarak ayağa kalktılar, Komutan eli ile oturmalarını işaret etti. Bir masada domino oynuyorlardı:
–Kaldırın onu, kim domino oynamak istiyorsa varıp gitsin kendi viranesinde oynasın. –Sonra gazeteciye döndü; -Otursana be adam, kolundan tutarak mı oturtacağım?
Belki de hayatında ilk defa böylesine sert bir şekilde karşılanan gazeteci şaşırmıştı, çekine çekine oturdu. İki demlik çay getirdiler, birini özel olarak Komutan, diğerini de konuk için. Komutan önce konuğa, sonra da kendine çay koydu:
–Çayını iç. Kusura bakma, limonumuz yok, çölün düzündeyiz.
–O anda gazeteciye ekşimekle iyi bir şey yapmadığını anladı. Gelen misafirdi ve bu zavallının ne suçu vardı, gülümsemeğe çalıştı: Kafana takma. Günlerimiz böyle geçiyor. Milleti Ermeni’nin karşısında eli yalın ve aciz bırakmışlar. Kimsede havsala kalmamış. Hoş geldiniz, sizi dinliyorum.
Gazeteci biraz olsun rahatladı.
–Sizinle röportaj yapmak istiyorum.
–Sevgili dostum, geçen gün bir kahpe gelmiş. En kutsal varlığı olan canını vererek şehit olan yiğitler bir tarafta kalmış, düşmüş şehre o sokak senin, bu cadde benim. Nerede bir kilitli kapı varsa hepsini çektirmiş. Dün televizyonda seyrettim. Halk şehri bırakıp kaçmış-diyordu. Saçından yakalayıp pisliğin ortasına daldıracaksın ve diyeceksin ki, peki Ermenilere engel olanlar kim? Hükümet mi? Yoksa senin baban mı? Kim kaçmış be kahpe, nereye kaçmış?! Şu köşede gördüğün okulda derse giren öğrencileri Amerika’dan mı getirdiler?! Olmadı be dostum..! Bari bırakın öldüğümüz yerde rahat can verelim. Ermeni bir taraftan, hükümet bir taraftan, siz de bir taraftan. Heey, oradan Gayret Dağarcığı’nı sesleyin. Hükümet yoktur beyim. Var, ama kim için, kendileri için. Hükümet hükümet olsaydı, aklımız arkamızda kalmadan savaşmamız için kadını, çoluk çocuğu çoktan buradan çıkarmalıydı. İnsan ne kadar dayanabilir!? Gece siperdesin, sabah gelip bir bakıyorsun roket düşmüş ocağına, evini barkını, aileni parça parça etmiş. Bu yöneticileri dünyaya anneleri getirmiş de, bizleri inek mi doğurmuş?! Sizinkiler çocuk da, bizimkiler ecinni mi?! Ailelere ne kadar ısrar etsem de, mecbur bıraksam da çocuklarını şehirden uzaklaştırmıyor, kendilerine, gururlarına yediremiyorlar. Ayıptır diyorlar; ama roket ayıp falan dinlemiyor be, dinlemiyor! Gece burada mıydın?
–Buradaydım.
–Atılan roketi gördün mü?
–Gördüm.
–Donuna kaçırmadın değil mi..?
… Gece Dolu fırlatılmaya başladığında ilk patlamada bina öylesine titredi ki, zelzele olduğunu zannetti. Yattığı yerden fırladı ve don gömlek kendini pencereden dışarıya attı. Ev sahibi ise onun pencereden kendini dışarıya atışını seyrederek güldü. Önce çocuklarını bodruma indirdi, sonra dönüp onun pantolonunu aldı ve bahçeye çıkarak üzerine attı:
–Al giyin! Ayıptır. Ermeniler aniden gelirse rezil oluruz bu halinle.
Titreye titreye sordu:
–Ne bu?
–Şekerlemedir, Ermeniler atıyor.
Ev sahibinin böylesine sakin ve temkinli olması bile onun titremesini durduramadı. Ev sahibi misafirinin müthiş bir korku duyduğunu, neredeyse delirmek haddine geldiğini hissedip bir bardak votka getirdi:
–Al iç! Al, utanma. Biz de önceleri böyle oluyorduk.
Votkayı bir nefese dikti, aldığı soğanı da elma gibi ısırdı. Votka onu biraz sakinleştirdi. Ancak Dolu dindikten sonra tekrar eve dönmeye çekindi ve bahçedeki kütüklerin birinin üzerine oturdu.
–Bir bardak daha…
Ev sahibi gidip bir bardak votka daha getirdi ve güle güle:
–İt oğlu itlerin votkası roketin ilacıdır.
İkinci bardaktan sonra kendine gelerek sordu:
–Peki çocuklar için korkmuyor musun?
–Korkmaz olur muyum? İnsan değil miyim? Eşime git köye diyorum gitmiyor, seni bırakıp nereye gideyim diyor. Çocuklar, anamız gitmiyorsa biz de gitmiyoruz diyor. Şimdi bu halkın neler çektiğini anlıyor musun..!?
…Geceyi yeniden hatırlayan gazeteci:
–Gerçek şu ki, çok korktum.
Bu anda askeri elbisenin içinde adeta kaybolan, elindeki tüfekten en fazla iki üç karış uzun olan esmer tenli bir çocuk yaklaşarak asker selâmı verdi:
–Yoldaş Komutan! Asker Gayret Dağarcığı, emrinizi bekliyor!
–Yaklaş bakalım! Bunun kaç yaşında olduğunu biliyor musun? On beş. Siperden çıkaramıyorum. On defa kovdum, gittim baktım yine sipere yatmış. Artık kovmuyorum.
–Gidebilirsin.
–Oldu! –Diye Gayret Dağarcığı yine asker selâmı vererek dönüp gitti.
–Bunları konu edinin, bunu yazın be! Niçin arayıp beş altı kapalı kapıyı çekerek götürüp televizyonda gösteriyor, herkes kaçmış diye gürültü koparıyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Ermenilere sinyal yollayarak, şehir boşalmış, korkmayın mı demek istiyorsunuz?
–Ben o hanımın çektiklerinin suçunu üstlenemem.
Komutan soğumuş çayını alıp yere serpti ve bardağına yeniden çay koydu, bir yudum içerek sözlerine devam etti:
–Git söyle! Git o doktoru bul, o şerefsizi ifşa et. Yaz, de ki, birisi canını veriyor, diğeri de canını veren yiğidin anasından para istiyor. Zakir Fahri’nin nişanlı kardeşi Kamil’i Ermeniler Nahçıvanik’de diri diri yakmışlardı. Annesi, kardeşleri saçını başını yolup ağlarken 18 yaşındaki bacısı hışımla ortaya çıkarak ağlayanlara ne dedi biliyor musun? Dedi ki, “Bunu Dünyanın En Zengin şehrine düğüne mi yollamıştınız? Düğünde sarhoş olup, kavga edipte mi bıçaklayarak öldürmüşler?! Yoksa düğünden çıkarken trafik kazasına uğrayıp da mı canından olmuş? Bunu millet yolunda ölüme yollamıştınız, o giderek can vermiş, artık ne diye kendinizi helak ediyorsunuz?!” Hayır, bunları yazmazsın. Biliyor musun gidip de ne yazacaksın?! Öylesi yiğitler bir tarafta kalacak, demin gördüklerini yazacaksın. Yazacaksın ki, Halk Cephesi mensupları eşkıyalık yapıyor, görevlileri soyup soğana çeviriyor, birbirlerini öldürüyor; çünkü senin hükümetin bunu istiyor.
Gazeteci kafasını hayır anlamında salladı:
–Komutan, ben hükümetin gazetecisi değilim, eğer olsaydım, hükümetin görevlendirdiği adamın yanına giderdim, buraya gelmezdim.
–Al çayını iç. Gücenme, gerçek budur. Bakû’de yaşıyorsunuz ve buradan haberiniz yok. İnsanlar deli gibidir, söylenen her söze kızıp kendilerini kaybediyorlar. Gazetede çıkan normal bir yalan, insana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dünkü o programdan sonra şehir halkı isyanlardaydı. Eğer ben engel olmasam gençler gidip onu saçlarından yakalayıp stüdyonun önünde yerlerde sürüyeceklerdi. Röportaja gelince… Dostum bilirsin, savaşta üç tip insan vardır. Çarpışanlar, tankın üzerinde fotoğraf çektirenler, bir de röportaj yaptıranlar. Bu büyüklükteki şehirde iki tank vardır. Birisini şehir halkı para toplayarak satın aldı ve Karaağaç mezarlığında Ermenilerin önünü keserek bu tarafa geçmelerine engel oluyor. Diğerini de devlet başkanı Ayaz Muttalibov kendi adamlarına yollamış, galiba bizler, Sovyetler Birliği’nin düşman olarak beynimize kazıdığı Almanlarız. O tank, Beyaz Saray’ın karşısında bekleyerek içindekileri biz Almanlardan koruyor. Fotoğraf çektirmek içindir, istiyorsan git birisini de sen çektir. Bizim taburdakiler savaşçıdır, fotoğraf çektirenlerin yerini de gösterdim. Röportaj verenler de Beyaz Saray’dadır, gece olur olmaz kaçıp gidiyorlar komşu Berde şehrine. Hatta öylesi var ki, Berde’den bu tarafa doğru bir adım bile atmıyor. Şoförleri gelip bizim izin kâğıtlarımıza mühür basıp gidiyor.
–Bunlardan haberim var.
–Haberin var, gidip yazsana, neden yazmıyorsun? Dostum, Nietzsche diyor ki…
Nietzsche’nin adını duyan gazeteci-aslında kendisi de onu okumamıştı, yalnızca adını duymuştu ve bir de Hitler’in onu çok sevdiğini biliyordu-hayretini gizleyemedi.
–Siz Nietzsche’yi okudunuz mu? Bana dediler ki, sizin yüksek tahsiliniz yok.
–Yüksek okullarda Nietzsche’yi okutuyorlar mı? Bir de sana şunu demek istiyorum, kim benim yüksek tahsil yapmadığımı söylemiş? Yüksek tahsilim var. Biliyor musun hocam kim olmuş!? Elçibey!
–Üniversitede okudunuz mu?
–Hıı! Altıncı kampta Elçibey bana yarım sömestr hocalık yaptı. Birisi Bey’i kırdığı için kafasını klozete soktum, okuldan atıldım ve diplomayı gidip Kalım şehrinde aldım. Ne diyordum, hıı. Dinle, Nietzsche diyor ki, öleceğim, beni bu toprağa gömeceksiniz ve bu toprağı benim için daha çok seveceksiniz. Şimdi bizler ölüp gidiyoruz ancak sizlere bu toprağı sevdiremiyoruz! Sizin bu toprağı sevmeniz için şu gördüğün milletin yarısı ölüp gitmelidir. Elbette sevip sevmeyeceğinizi Allah bilir. Ne ise… Kusura bakma dostum, hem başım ağrıyor, hem de işim çok.
Komutan soğuyarak biraz daha koyulaşmış çayı bu defa yere dökmedi ve alıp su gibi kafasına dikti, sonra da ayağa kalktı.
–Şimdi bana röportaj vermeyecek misiniz?
–Neden vermeyeyim, vereceğim dostum.
–Peki ne zaman?
–İnşallah Hankendi’nde! –Dedi ve çaycıya döndü; -O şairi bulun, sabahleyin buralarda miskin miskin dolaşıyordu. Konuğu ona teslim edin.
Bir kenarda durmuş Şair onlara doğru ilerleyerek:
–Buradayım Komutan.
–Ayık mısın?
–Komutan, bir kafa ayıksa ve sarhoş değilse kökünden kes, fırlat gitsin. Şaka yapıyorum, senin korkundan buralara sarhoş mu gelinir!?
–Akıllanmış gibisin. İyi, misafirimizi sana emanet ediyorum.
–Baş üstüne Komutan. Zaten bizde gecelemişti.
–Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş desene! Dostum, sana bir şey diyeyim, mutlaka duymuşsun. Savaş başladığında Samed Vurgun7 şöyle yazıyordu;
Bilsin ana toprak, işitsin vatan,
Silahlanmış askerim ben bu günden.
Peki hani bu günün Samed Vurgunları? Hani? Hani Resul Rıza’lar8, Süleyman Rüstem’ler9, öldürüldüler mi?! Neden gelmiyorlar? Bakû’deki Lenin Meydanında10, millet, vatan diye annem de çıkıp nara atar! Buraya gelsinler, buraya! Gelip de silâh kuşanıp bize katılsınlar demiyorum. Gelip baksınlar bir, ölmüş müyüz, sağ mıyız! Gelsinler de kefenini boynuna geçirmiş bu yiğitlerle görüşsünler, onlara moral versinler, cesaretlendirsinler…
Şair:
–Neden öyle diyorsun Komutan, geliyorlar. –Dedi ve üç dört şahsın adını da andı.
–Aydın Memedov’u11 diyorsan o benim için geliyor, hapishanede beraber yattık. Sağ olsun, arada bir gelip çocuklara ve hatta bana da nasihat ediyor. Diğer andıkların ise zaten buralıdır. Bilmiyorum içleri yandığı için mi, yoksa evlerine bomba falan isabet edip etmediğini anlamak için mi geliyorlar?! İyi, Tanrı sizlerle olsun, sonra görüşürüz. Şair, gidin Bayat’ta Azer Hüseyn’in orada bir iki lokma bir şeyler yiyin, bırak gece orada kalsın boşu boşuna bombalara kurban gitmesin.
Şair:
–Başım üzerine.
Gazeteci:
–Komutan, izin verin sizinle bir defa savaşa gideyim.
–Olmaz! Sen git kaleminle çarpış dostum! Git de yazılarında bu çocukları dile getir. Boş ver, git ne yazarsan yaz, ama erkek gibi yaz, gerçekleri yaz. O kahpeyi görürsen de ki, bir daha buralara geleyim demesin, yoksa kadın yüzü görmemiş bu çocukların önüne atarım, feleğini şaşırırlar.
Gazeteci hem yürüyor hem de Şair’e dert yanıyordu:
–Çok yazık, Bakû’den buraya kadar yol teptim benimle röportaj yapmadı.
Şair:
–Yahu sen ne akılsız adamsın be. Bundan da güzel röportaj olur mu?
Peleng, Komutan’ın biraz sakinleştiğini görüp ardınca yürüdü:
–Komutan!
Komutan yürümesine devam ederek:
–Seni dinliyorum.
–Komutan! Bir hata yaptım, deki silâhımı geri versinler. Benim arabam falan yok ki, satıp yenisini alayım.
Komutan durdu, suratından pişmanlık yağan Peleng’e baktı-bu çocuklar ne kadar erken yaşlandılar Tanrım. Savaş bu gençleri her gün biraz daha yaşlandırıyordu. Şansları yaver giderek kendilerine değmeyen kurşunlar ruhlarına, sevgilerine, arzularına saplanıyordu. Aslında farkında olmadan sevgileri de, arzuları da, ruhları da çoktan ölmüştü. Yalnızca yarına olan ümitleri yaşıyordu ve o ümitli yarınları ölümden kurtarmak uğruna savaşa tutuşmuşlardı. “Ne yaşıyorsak, boşuna yaşıyoruz” diyorlardı. Her gün boşuna yaşayan, dünyada yarına olan ümidinden ve elindeki silâhından başka hiçbir şeyi olmayan bu gencin silâhını elinden almak son derece ağır bir ceza idi. Böylesine yaşlanmış gençler geceleri eşine değil, silâhına sarılıp yatıyordu. Gönlünü almak için Peleng’in saçından şefkatle yapıştı ve tepeden tırnağa sevgi dolu sözler dudaklarından döküldü:
–Peki! Yarın bakarız! Şimdi başka bir konuyu hallet. Doktor ne kadar para istemişti?
–Bin manat.
Komutan, cebindeki paraları çıkarıp saydı, toplam altmış beş manatı vardı, on beşini alıp cebine koydu, elli manatı Peleng’e verdi.
–Al bunu, bizimkilere de söyle, kim ne kadar yardım edebilirse toplayın ve doktora yollayın. Ha tamam, verin gazeteciye o götürsün.
Komutan “bizimkiler” diye, şehirdeki çocukları kastediyordu. Şehirdeki gençler savaş başlayalı beri atın belinde dolaşanlardan geri kalır bir yaşam sürmüyordu. Evleri barkları, arabaları vardı. Kimi kıraathane çalıştırıyor, kimisinin mağazası, kiminin yemekhanesi vardı. Çay evi, dükkânı, yemekhanesi olmayanların da parayı nereden bulduğu ve nasıl geçindiğini sormak ayıp kabul ediliyordu. Her türlü meşakkate katlanıp iyi para kazanmayı da güzel bir hayat sürmeyi de becerebiliyorlardı. Çoğu alışverişle meşguldü. Moskova’dan girip Kiyev’den çıkıyor, Kiyev’den girip Riga’dan çıkıyorlardı. Son zamanlarda Polonya’ya bile yönelmişlerdi. Dünyalarca malı şehre taşıyıp getiriyorlardı. Hatta Moskova’da bulunmayan şeyleri bu şehrin pazarında bulmak mümkündü. Hatta ortada, Dünyanın bu En Zengin Şehri’nin pazarında atom bombasının bile satıldığı söylentileri dolaşmaktaydı.
Çocuklar bazen şakaya getirip:
–Bombamız var, ancak müşterisi olmadığından dolayı ortalığa çıkarmıyoruz.-diyordu.
Ancak savaş her şeyi alt üst etti. Artık para kazanmak gibi bir düşünce kimsenin aklına bile gelmiyordu. Restoranlarda şampanyalar patlatılmıyor, kimse Moskova’dan alıp getirdiği “Mercedes” marka otomobiline binip fors atmıyor, dünyalarca mal bu şehre akıtılmıyordu. Moskova’dan girip Kiyev’den çıkan, Kiyev’den girip Riga’dan çıkan çocuklar ellerindekileri avuçlarındakileri silâha cephaneye yatırıp iki yıldır siperlerden çıkmıyorlardı. Elbette keseden yiyorlardı, ancak bu kese dipsiz kuyu değildi.
Hükümetin bütün tehditlerine rağmen şehrin zenginleri gönüllü milislere yardım elini uzatıyordu. Ancak bu kadar gönüllüyü yedirip içirmek, silâhını cephanesini temin etmek bir şehrin gücünün yeteceği şey değildi. Ellerinde avuç dolusu altınlarla Gence şehrinde, Şerbak’ın12 önünde sıralarını bekliyorlardı ki, bırakınız BTR’yi hiç olmazsa bir uçaksavar veya tanksavar alabilsinler. Dünyanın bu En Zengin Şehri, Şerbak’ı dünyanın en zengin generali yapmıştı. Altın sudan ucuzdu ve bir makineli tüfeğe bir avuç altın veriyorlardı. Buraya bir kalaşnikov tüfeği getirip bir araba alıp götürmek mümkündü. Evlerde kebe ve halı kalmamıştı-tek namlulu bir av tüfeğine bile bir halı veriyorlardı. Bir kutu mermi verip bir kebe alıp götürebilirdiniz. Bu bostanı irileyerek13 en iyilerini seçip götürmek için her taraftan akın akın geliyorlardı, hatta Gürcistan’dan bile. Buradaki malları araba araba taşıyorlardı, hem de insafsızcasına. Tanrı’yı, Peygamber’i akıllarına bile getirmeden Dünyanın En Zengin Şehri’nin zenginliğini soyup soğana çeviriyor, adeta yağma ediyorlardı.
Bu toplum hem soyuluyordu, hem kurşunlanıp öldürülüyor, hem de alay konusu oluyordu:
–Ne oldu be! Öylesine yüksekten atıyordunuz! Şimdi ise Ermenilerin karşısında aciz kalmış gibisiniz…!
Soyulup soğana çevrilmeye, ölmeye tahammül edilebiliyor, ancak bu alaylı ifadeleri asla sindiremiyorlardı. Böylesine alaycı ifadeler, toplumu Ermeni kurşunlarından daha beter yaralıyor, sarsıyordu.
Diğer bölgelerden gayret damarı kabararak gelen gönüllülerden başka halkın geneli bu savaşa, Ermenistan’ın Azerbaycan’a açtığı savaş gözüyle değil, Ermenistan’ın, Dünyanın En Zengin Şehri’yle savaşı gibi bakıyordu.
Şimdi Komutan çok iyi biliyordu ki, kendininkiler de artık eskisi gibi değil. Birçokları soyulup soğana çevrilmiş ocaklarında, yalnızca zevahiri kurtarıyorlardı, zaten başkaca çareleri de yoktu. Savaşa gönüllü gelenlerden para istemek son derece ayıp kaçardı, zaten gelenler genelde fakir fukara çocukları idi. Onlara herhangi bir şahıs silâh falan alıp vermemişti. Ellerindeki avuçlarındakini satarak savaşacakları silâhı, mermiyi kendileri almıştı. Hatta son zamanlarda yiyeceklerini bile kendileriyle birlikte getiriyorlardı ki, yerli halkın elinde avucunda kalan son yiyecek kırıntılarına ortak olmasınlar.
Komutan da bu duruma müthiş sinir oluyordu.
–İnsan utancından yerin dibine girecek gibi oluyor. Hem gel burada çarpış, hem de yiyeceğini kendinle birlikte getir.
O, gelen gönüllüleri biraz olsun durumu iyi olan ailelere emanet etmişti. Onlar da bu gönüllü yiğitleri kendi evlatlarından ayırmıyorlardı:
–Gayretinize kurban yavrum!
Komutan, parayı Peleng’e verdikten sonra uzaklaştı; ancak üç dört adım attıktan sonra ne düşündüyse durdu:
–Buraya gel! –Parmağındaki nişan yüzüğünü de çıkarıp Peleng’e uzattı. –Olur ya, yetmezse bunu da ilâve edersiniz.
***At Belinde Olan Adam bürosuna girer girmez baktı ki, Şehir Sekreteri’ne ait telefon bas bas bağırıyor, koşarak ahizeyi kaldırdı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.