
Полная версия
Dolu
–Bunu kim yolladı be!?-demişti.
Herkes bu Dolu’dan kurtulmak için başını alıp nere geldiyse kaçmak istiyordu. Arabası olanlar çoluk çocuğunu ona doldurarak şehirden uzaklaştırıyor ve köyün yolunu tutuyordu. Köyde falan hısım akrabası olmayanlar ise şehrin kenarında dolu tutmayan bir yerde ya arabada veya ağaçların altında geceyi geçiriyordu. Arabası olmayanlar ise çoluk çocuğunu evin en emniyetli yerine doğru çekiyor ve çaresizliğin ağırlığı altında yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine doğru bakmaya utanıyordu. Çoluk çocuğun bu korkulu bakışları, onları dışarıdaki dolunun uyandırdığı korkudan da beter sarsıyordu.
Ve bu Dolu, insanları aniden saldıran bir köpek gibi daima gece yarısını biraz geçtikten sonra, uykunun en tatlı anında yakalıyordu. Gecenin zifiri karanlığıyla birlikte, Dolu’nun beyinlere dolu gibi çarparak büyük bir gürültüyle patlayıp ruhunu yerle bir ettiği insanlar, fırtınanın sahile fırlattığı balıklara benziyordu.
Yine gece yarısını biraz geçmişti… Ve şehri Dolu öylesine dövüyordu ki, arabası olanlar çoluk çocuğunu arabaya atıp şehirden çıkarmaya çalışıyordu. Arabası olmayanlar ise yine çocuklarını evin en emniyetli yerine doğru toplayarak, ümitlerini çoktan beridir onları unutmuş Tanrı’ya bağlayarak, mahcubiyetlerinden dona kalmış yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine de bakmaya cesaret edemiyorlardı…
… Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları, önü düşman, arkası ise hiçbir şeye dayanmayan siperin içinde silâhlarını en çok sevdikleri insanlar gibi bağırlarına basarak içleri kan anlayarak şehrin üzerine yağan Dolu’ya kederle, çaresizlikle bakıyorlardı.
–Allah’ım, sen yardımcımız ol!
–Allah’ım, sen bizleri koru!
Yarattığı dünyayı onun iradesi dışında yörüngesinden çıkaran insanlara hiddetlenmiş Tanrı artık yorulmuştu. Savaşta hayatını kaybeden bu suçsuz gençler gibi o da zamanından önce yaşlanmıştı. Çizgisini şaşırmış insanların yönünü tekrar doğru tarafa çevirmek için bir peygambere ihtiyaç olduğunu görerek melekleri yeryüzüne yollamıştı ki, bu peygamberi bulsunlar. Melekler de yeryüzünün altını üstüne çevirseler de Tanrı’nın istediğini bulamamışlardı. Sonunda Tanrı’nın yanına eli boş dönmekten korkan melekler tesadüfen gökyüzü gibi temiz, Zemzem pınarı gibi saf, gözyaşı gibi dupduru bir ses duymuşlardı. Ses sahibinin üzerine üşüşmüşler, sesini, kanından, ruhundan soyarak Tanrı’ya hediye götürmüşlerdi.
Ve artık kendi yarattıklarıyla uğraşamayan Tanrı gazabını yatıştırmak, biraz olsun yorgunluğunu gidermek istedikte Kadir Rüstemov’u dinliyordu. Bu ses, insanları mahşer meydanına toplayarak mizan teraziyi kurmasına, şeytanın da bayram etmesine engel oluyordu. Kadir Rüstemov’un sesi ruhuna öylesine sinmişti ki, ne Sahipsiz Evlatlarının, ne de onların ana ve bacılarının yakarışlarını duymuyordu. Ve bu Sahipsiz Evlatlar, kendilerine şah damarlarından yakın bildikleri Tanrı’ya yalvara yalvara şehrin üzerine yağan Dolu’nun nereleri dövdüğünü anlamaya çalışıyorlardı.
Peleng:
–Galiba büyük binayı dövüyorlar.
Evleri o binanın yanındaydı.
Qayret:
–Yok be, görmüyor musun merkezde patlıyor.
Drakon:
–O zaman bizim evlerimizi de dövüyor!
Bu Sahipsiz Devlet’in bu Sahipsiz Evlatları yalnızca sabah açıldıktan sonra bu Dolu’nun kimin anasını, kimin yavrusunu, kimin bütün ailesini mahvettiğini anlayacaklardı. Her şeyden, hatta yalvarmalarının semeresini görmediklerinden Tanrı’dan da ümitlerini kesmiş bu Sahipsiz Evlatlar hiddetlerinden parmaklarını, dudaklarını kemiriyordu. Bazıları katlanamıyor, siperden çıkarak haykıra haykıra fırlıyor ve karşı taraftan bağırıp çağırmadan onu nişan alarak atılan kurşunlardan birinin kurbanı oluyordu…
***…Düşmanın dört beş kurşunla işini bitirdikten sonra hiddeti biraz olsun dinse de, sandıktaki otuz iki kurşunun tamamını karşıda atın üzerinde duran adamın karnına doldursa “offf” bile demezdi. Sanki atın üzerindekinin karnı kurşunları yemek için yanıp tutuşuyordu. Düşman olsun ne çıkar, onun da kendine mahsus bir güzelliği vardır; hiç olmasa dersin ki, karşımdaki düşman merttir ve senin kanını içmek isteyen, bundan müthiş bir zevk duyan bir düşmandır. Sen de ona göre tavır takınırsın. Karşında duran bu düşmanda o duyguları asla bulamazsın. Bu durum düşmanlığın kendinden de beterdi. Bu da insanın kendi içinde taşıdığı onulmaz bir hastalık gibiydi. Bu hastalıkla birlikte yaşamak mecburiyetinde idiler. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı, aynı şehri paylaşıyorlardı. Aynı gökleri, aynı toprağı, aynı kanı birlikte bölüşseler de bu şehri aynı şekilde paylaşmamışlardı.
Birinin kısmetine dünyanın en zengin şehrinin pazarında et satılan küçücük bir dükkân düşmüştü. Şu karşıda atın üzerinde duran şahsın payına ise dedelerinden miras kalmış gibi neredeyse şehrin yarısı düşmüştü. Parti sekreterlerine, şehrin yöneticilerine, bilmem hangi kertenkelelere yaltaklık yapa yapa kendine de yaltaklık yaptırmasını başarmıştı. Atını sağa da dörtnala sürmüştü, sola da. Atın belinden hiç inmemişti. Şimdi de atın belindeydi, ancak eskisi gibi onu koşturamıyordu. Yalnızca o değil, hatta yaltaklandığı şehir yöneticileri de, reisler de atlarını artık eskisi gibi koşturamıyorlardı.
Dünya kendi yörüngesinden çıkmış, almış başını gidiyordu. Nereye gidiyordu…!? Kendi yarattıklarının yörüngesinden çıkardıkları bu Dünya’nın nereye gittiğini Tanrı bile bilmiyordu. Ve şimdi, kendi mihverinden çıkardığı bu insanlardan başını alıp bilinmez bir menzile doğru koşturan bu Dünya’da insanlar öyle bir hâle düşmüştü ki, içlerinde nefretten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu nefret simalarına aksetmişti, yüzlerinden zehir zıkkım yağıyordu. Mihverinden çıkarak hem kendinden, hem de Tanrı’dan başını alıp da kaçan bu Dünya’da bu şehir, bu şehrin insanları öylesine yaşlanmışlardı ki, sanki akıllarını kaybetmişlerdi. Bu hastalığa da en çok gençler tutulmuştu. Daha düne kadar savaşları hep sinema perdesinde seyreden bu Delirmiş Gençler kendilerini aniden bir savaş filminin ortasında bulmuşlardı. Elbette bu kendi istekleri doğrultusunda oluşmamıştı, onları bu savaşın ortasına zorla atmışlardı.
Bu dehşet kokan filmin senaryosunu dünyanın Büyük Devletlerinin Büyük Sarayları’nda yazmışlardı. Filmin rejisörlüğünü de Tarkovski’yi de, Tofik Tağızade’yi de kıskandıracak kimselere havale etmişlerdi. Bu rejisörler de, Büyük Devletlerin Büyük Sarayları’nda oturmuş çekilmekte olan filmin günlük yapımlarını seyrediyorlardı. Filmin figüranları ise ne senaryodan, ne de rejisörün yaptıklarından haberi vardı. Bu filmi daha önce seyrettiklerinden ayıran yegâne fark ise patlayan bombaların gerçek olmalarıydı. İnsanlar gerçekten de kurşunlanıyor, çocukların kafası kesiliyor, kadınlara gerçekten tecavüz ediliyordu. Bir de bu filmi daha önce gördüklerinden ayıran bir diğer fark bunun bir türlü sona ermemesiydi. Bunun sonu ufukta bile görünmüyordu.
Fazıl Bey’in sinema salonunda seyrettikleri bütün filmlerde bizimkilerin attığı (o zaman Ruslar da bizimkiydi, Ukraynalılar da, Letonyalılar da, hatta Ermenilerin kendileri de) her kurşunla bir Alman askerî karnını tutup yere devriliyor ve zavallı Almanların attığı kurşunlar ise hep karavana gidiyordu. Elbette bu Almanların nişan almadaki beceriksizliğinden değil, senaryoyu yazanlar da, yapımcılar da bizimkilerin hısım akrabasıydı. Seyrettiğimiz bu filmde ise bizimkiler artık Ruslar, Ukraynalılar, Letonyalılar, Ermeniler değil gerçekten bizimkiydi. “Holywood”un ve “Mosfilm”in ortak yapımı olan bu Film’de senaristler de, yapımcılar da Ermenilerin hısım akrabasıydı. Geçmişteki bizimkiler Ermenilere en pahalı ve yeni yapım silâhları verseler de, şimdiki zamandaki bizimkileri onların karşısında eli yalın bırakmışlardı. Bu Film’de fırlatılan bombalar bizlerin tepesine yağıyordu. Yakılan, yıkılan evler bizim, kafası kesilen çocuklar bizim, tecavüze uğrayan kadınlar bizim kadınlarımızdı. Bu Film’deki Almanlar bizdik.
Çarpışmaların birinde bizimkilerin eline bir Ermeni kızı düşmüştü. İntikam duygusu gözlerini karartan bizim delirmiş gençler ona tecavüze yeltenmişlerdi. Ancak korkudan tir tir titreyen zavallı kızın insanın kanını donduran yalvarışlı bakışları, henüz insanlığını tamamen kaybetmemiş O’nu harekete geçirmiş ve gençlere engel olmuştu. Yaralı bir şekilde aç kurtların eline düşmüş çaresiz, ümidini Tanrı’dan da kesmiş bu kıza tecavüze uğramasına bigâne kalamazdı. Hiç önemi yoktu, belki de bu kız günün birinde onu vuracaktı, ancak şimdi karşısında yarın kendini vuracak bir düşmanı değil, Tanrı’nın ondan imdat dileyen bir varlığını görüyordu. İntikam hırsıyla deli divaneye dönmüş gençler bu kızı kurşun yağmuruna tutsaydı belki de farkında bile olamazdı, ancak tecavüze uğramasını kabullenememişti. Kızcağızı çalılığın ardına atmak isteyen Delirmiş Gençleri durdurmuştu.
–Dokunmayın!
Tartışma başlamıştı.
–Onlar bizimkilere tecavüz edebiliyor değil mi!?
–Onlar Ermeni, biz ise değiliz!
O’nu iyi tanımayanlardan birisi:
–Eeey ne efeleniyorsun öyle?-Diyerek kızın üzerine doğru yürüdüğünde O, mermiyi namluya sürerek bağırmıştı:
–Kimin erkekliği varsa buyursun! Delik deşik ederim! Biz Ermeni değiliz dedim!!!
Yuvalarından fırlamış gözlerini gören gençler geri çekilmişti. Sonra kızın üzerinden soyulmuş elbiselerini tüfeğin namlusuyla kaldırarak üzerine atmıştı.
–Giyin! Çık git buradan!
Muz gibi soyularak anadan üryan hâle getirilen bembeyaz teniyle, yiyenin damağına müthiş bir lezzet sunacak bu kızcağız deminden beri mahrem yerlerini örten elleri titreye titreye elbiselerini alıp alelacele giyinmiş, ancak yerinden kıpırdayamamıştı.
–Çek git dedim sana!
Kulaklarına inanamayan kız yavaş yavaş geri çekilmeye başlamıştı ve korka korka sormuştu:
–Kardeş, adın ne?
–Senin kardeşinin… Çek git dedim.
–Hz. Abbas’a2 yemin veriyorum, adın ne?
Karabağ Ermenileri bizimkilere yemin vermek istediğinde Hz. Abbas’ın adını anıyorlardı. Onlar da, Karabağlıların Tanrı’dan daha çok Hazreti Abbas’tan çekindiklerini çok iyi biliyorlardı.
Kızın böylesine ağır bir yemin vermesi O’nu kızdırmıştı:
–Sana tecavüz edip kurşunlamadığımdan dolayı adım eşşoğlu eşektir! Defol dedim, kahpe!
Kız artık hiçbir şey sormadı, Ermeni köyüne doğru dönüp koşmaya başladı, asla da geri bakmadı.
Akşam kumandan Ermeni kızını bıraktığı için laf söylediğinde:
–Komutanım, ben kadın dâvâsı değil, toprak dâvâsı peşindeyim.
Şimdi O ve diğerleri toprak kavgasına tutuştuğunda at belindeki adam hiçbir şey olmamış gibi kendi keyfiyle meşguldü. Toprak kavgasına tutuşan ve bu uğurda canlarını feda eden vurgun vurmuş3 gençlerin her şeyini, hatta nişan yüzüklerini bile satarak onun da evini barkını, yurdunu yuvasını, ailesini, namusunu koruması onun umurunda bile değildi. Ve şimdi sırtlarına asker elbisesi değil kefen geçirmiş bu Vurgun Vurmuş Gençler siperde omuz omuza çarpıştıkları Musa’nın Bakû’de ayaklarının ikisi de kesilmiş annesinin doktoruna vermek için bin manat parayı bulamıyorlardı.
Atın Belindeki Adam bu Vurgun Vurmuş Gençlere hep yukarıdan bakmış ve onlara insan muamelesi bile yapmamıştı. Onların verdiği selâmı bazen iş olsun diye almış olsa da birçoğuna selâm bile vermemişti. Onlara sokak çocuğu gözüyle bakmış, horlamıştı. Yalnızca o mu, at belinde olanların tamamı her gününü pavyonlarda veya Hankendi’nde4 Ermeni kızlarının koynunda geçiren, “bana neden ters ters baktın” diyerek anlamsız kavgalar çıkaran ve Fazıl Bey’in sinemasının arkasındaki caddeyi gladyatör meydanına çeviren bu gençler (O zamanlar bu gençler henüz delirmemişti, yani onları vurgun vurmamıştı), ne istediklerini henüz anlamış değillerdi. Aslında gençler bu dünyadan ne bekliyorlar onu dahi bilmiyorlardı. Dünya çok büyüktü ve bu kocaman dünyada bilmedikleri çok şeyler vardı. Bu kocaman dünyada bilmedikleri o birçok şeyi öğrenme arzusunda olmadıklarından dolayı kendi kafalarına göre takılıyorlardı. Toplumun onlara hangi gözle bakması umurlarında bile değildi. Çünkü onlar bu topluma da, onun kanunlarına da çoktan sırt çevirmişler, onlara tükürüp geçip gitmişlerdi. Bazen içine tükürdükleri kanunların pençesine düşüp birer birer dolaştıkları hapishaneler bile onları yıldıramamıştı. Korkularını analarının karnında bırakıp dünyaya gelmişlerdi. Ekseriyetinin iki adı vardı; birisi babalarının verdiği, diğerleri de Dede Korkut’un boy boylayıp soy soylamadan verdiği değil kendi kazandıkları ad idi. Bu adı da karakterleriyle, yumruklarıyla, dünyaya bakış tarzlarıyla, kendilerini savaş filmlerindeki kahramanlara benzetmeleriyle almışlardı.
Ve Şeytanın Evlatları dünyayı yörüngesinden çıkardığında, Büyük Devletlerin senaristleri, film yapımcıları, onları zorla iterek gerçek savaşlı Film’in tam ortasına attığında, onlara yukarıdan aşağıya doğru bakanlar ve dünyanın en zengin şehrinin keyfini sürenler aradan öylesine sıvıştılar ki, bu Film’de figüran rolünde bile görünmediler. Ancak onlar kendi gibilerini etraflarına toplayarak belki de, her şeyden daha çok kazandıkları adın şerefi için, pazarlarında atom bombalarının satılmasıyla övündükleri Dünyanın En Zengin şehrinin şerefini korumak için ileri atıldılar. Ve hiç kimse, yalnızca atın belinde dünyayı kurtarmış gibi kibirle duran bizimkiler değil, hatta bu Film’in Büyük Devletlerin Büyük Saraylarında yaşayan senaristleri de, yapımcıları da bunu beklemiyorlardı. Asalak zannederek yukarıdan baktıkları bu ipsiz sapsızların, topa tüfeğe karşı eli yalın hücum edeceğini ve yazdıkları senaryoyu bozacaklarını, Film’in yapımcılarını çok zor duruma düşüreceklerini, Film’i en kısa zamanda bitirmeğe engel olacaklarını, bin yıl yatsalar uykularına bile girmezdi.
Şimdi Atın Belinde Olan Adam, atın belinde değil Büyük Devletlerin Büyük Saraylarında yazılan Film’in senaryosunu bozan, yapımcılarını çok zor duruma düşüren bu Vurgun Vurmuş Gençlerin karşısında korkusundan küçük dilini yutarak baka kalmıştı. Her zamanki edasından bir eser bile yoktu. Yutkuna yutkuna hiçbir zaman kâle almadığı bu Vurgun Vurmuş Gençlere bakıyordu. Belki de şimdi şimdi insan gözünde görmeye mecbur olduğu bu Vurgun Vurmuş Gençlerden birisinin araya girmesini ve düştüğü zor durumdan kendini kurtarmasını bekliyordu.
Baktı, baktı, bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiçbirinin ona yardım etmek düşüncesinde olmadığını hissetti. Gençlerin suratından zehir zıkkım yağıyordu. Atın Belinde Olan Adam nerden bilecekti ki, onlar savaşın içinde değil, savaş onların içinde yaşıyordu. Artık onların damarlarında kıpkırmızı kan yerine kapkara bir nefret seli dolaşmaktadır. Bu nefret yalnızca düşman için değil, onlardan olmayanların tamamına aitti, hatta onlardan olmayan kardeşleri bile olsa, bu geçerliydi.
Zehir zıkkım tadında ekşi bir erik yemiş gibi yüzünü gözünü buruşturarak büyük bir merak içinde olayın sonunu bekleyen bu Vurgun Vurmuş Gençlerden yardım ummaya değmeyeceğini anlayarak sakin davranmaya çalıştı:
–Yahu kardeşler, bana öyle bir nazarla bakıyorsunuz ki, sanki ben de Ermeniyim.
Drakon:
–Sen Ermeni’den de kötüsün, deyyus oğlu deyyus!
Gençliğinde o da kimselerin önünde eğilmemiş, büzülmemişti. Durumu şimdi de o kadar kötü değildi. Teke tek kavgada belki de bu gençlerin birçoğunu alt ederdi, hatta Drakon’un kendini de. Ancak savaşın yamyama çevirdiği bu Vurgun Vurmuş Gençlere cevap vermek için son derece cesur olmak gerekirdi, o cesaretin de onda esamisi okunmuyordu.
Drakon, onun otuz iki kurşunun hasretini çeken karnına silâhın namlusunu dayadı:
–Çıkar pantolonunu!
At Belinde Olan Adam yıldırım çarpmış gibi irkildi:
–Ne diyorsun sen?
–Çıkar pantolonunu diyorum!
–Kocaman adamsın! Çok da ileri gittin!
–Çıkar pantolonunu dedim! Ya buradan don gömlek gidersin ya da seni kalbura çeviririm.
At Belinde Olan Adam gözlerini bile kırpıştırmadan afal afal etrafındakilere bakındı. Ancak bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiçbiri onun davetkâr bakışlarına cevap vermedi.
Birisi alaylı bir edayla:
–Şimdiye kadar o kadar insanı pantolonsuz bırakmışsın ki, şimdi sıra sendedir!
Bir canavar sürüsünün ortasına düşen kuzuyu andırdığını ve herhangi bir çıkış yolunun da olmadığını anladı. O çıkarmasa bu delirmiş gençler pantolonunu çıkaracaklar, artık o zaman kendini asmaktan başka yol kalmayacaktı; başladı yalvarmaya:
–Yahu neler diyorsunuz siz, ben yaşını başını almış bir insanım, hepimiz hısım akrabayız, çoğunuzun babasıyla tuz ekmek kesmişim.
Drakon söylediklerini unutmuşa pek benzemiyordu:
–Bizim hısım akrabalarımız seninkiler gibi Bakû’de keyif çatmıyor, siperlerde can veriyorlar. Çıkar pantolonunu!
–Yahu, beni de, kendinizi de rezil etmeyin! Ayıptır! Halkı üzerimize güldürmeyin! Para için insan böyle şeyler yapmaz. Parayı senin istediğini bilemedim, ne kadar gerekiyorsa birini yollayayım gidip getirsin.
Drakon nerdeyse silâhın namlusuyla karnını delecekti:
–Çıkar!
–Yahu bir azıcık saygılı ve gayret sahibi ol! Beni böylesine tahkir etme! Bu şehirde düşmanlık tohumu ekme!
Drakon:
–Gayretsiz senin neslindir! -Diyerek tüfeğin kundağıyla göğsüne bir tane indirdi.
Atın Belinde Olan Adam sendeledi ancak düşmedi, dengesini sağlayabildi.
–Başından büyük işlere kalkışıyorsun, Drakon! Benim pantolonumu çıkaran daha anasından doğmadı.
Drakon o anda adamın tepesinin üzerinden bir şarjörü boşalttı.
Atın üzerindeki adam kurşunların ona değdiğini zannetti ve kurşun yemiş gibi geriye sıçrayıp devrildi.
Drakon tüfeği karnına dayayarak bağırdı:
–Çıkar pantolonunu! –Yüzünde bir damlacık kan bile kalmamıştı.
Artık ölümü göze alan Atın Belindeki Adam tüfeğin namlusundan yapıştı:
–Çek tetiği deyyus! Neslini pantolonsuz bırakmaz isem yedi sülaleme lanet!
Drakon yanındakilere döndü:
–Çıkarın bunun pantolonunu!
Vurgun Vurmuş Gençler hemen Atın Belindeki Adamın üzerine çullandılar.
Deminden beri bir kenarda durarak olayları izleyen Peleng baktı ki, deliye dönmüş gençler adamın pantolonunu çıkarmaya çalışıyor, kendine hâkim olamadı. İlerleyerek akbabalara dönmüş bu Vurgun Vurmuş Gençlerin her birini bir tarafa itti:
–Yahu, ayıptır! Zaten olan oldu-diyerek Drakon’a yaklaştı; -Bu davranış senin biri bir yiğide yakışmaz! Vur öldür, ancak adamı rezil kepaze etme!
Drakon, Peleng’i bir kenara itti:
–Sen ne diyorsun be!?
–Diyorum ki, yeter, bırak gitsin. Erkek erkeğin pantolonunu çıkarmaz!
Drakon:
–Sen karışma!-Sonra yine Vurgun Vurmuş Gençlere emir verdi:-İşinize bakın.
Ancak Peleng geri çekilmedi ve yeniden gençlerin önünü kesti. Peleng’in ona meydan okuduğunu gören Drakon bu defa kendini kaybetti, kolundan tuttuğu gibi bir kenara fırlattı:
–Sana karışma dedim!?
Peleng düştüğü yerden kalktı, hiddetinden dudağını nasıl ısırdıysa dişinin geçtiği yerden akan kan çenesine doğru indi. Dudağının kanını emip yere tükürdü, elinin arkasıyla ağzını sildi ve yeniden araya girdi:
–Drakon, bırak gitsin dedim. Ben sana vurmak istemiyorum.
–Ulan enik, sen de mi adam oldun?
–Büyüğümsün, kardeşimsin, sana cevap vermiyorum, yoksa…
Vurgun Vurmuş Gençler, At Belindeki Adamı unutup onların arasına girdiler.
–Yahu bırakın, kocaman adamlarsınız, bir deyyus için kavga edip toplumu üzerimize güldürmeyin.
Drakon aklını kaybetmiş gibiydi ve hiçbir şey duymak istemiyordu:
–Yakına gelenin anasını ağlatırım! –Dedi ve Peleng’in gırtlağından yapıştı, -Yoksa ne…
Gırtlağını Drakon’un mengeneye benzeyen parmaklarından kurtarmaya çalışan Peleng artık tahammül edemedi:
–Yoksa ben senin pantolonunu…
–Hıı, benim!?
Drakon, Peleng’in gırtlağını bıraktı ve ona vurmak istedi, ancak Peleng daha atik davrandı. Ve Drakon hayatında birinci defa ilk darbeyi yedi. Bu ani darbeden dolayı kendini kaybetti, bir anlığa eli ile yüzünü tutarak kafasını salladı, sonra da bir canavar nasıl saldırırsa Peleng’e öyle saldırdı.
Biraz önce nerdeyse pantolonsuz kalacak olan At Belindeki Adam artık kendine gelmişti ve istihza ile her gün siperlerde sırt sırta vererek yatan bu yiğitlerin kendi yüzünden birbirlerine vahşicesine yumruk sallamasını seyrediyordu.
Edilen bütün küfürlere rağmen Vurgun Vurmuş Gençler yeniden onları birbirinden ayırmaya çalıştılar ve yeniden Drakon’un horoz sesi duymamış küfürlerini duydular. Birisi seslendi:
–Yahu bırakın da birbirlerinin etini yesinler.
Yüzleri gözleri kan revandı, hiçbiri teslim olmak istemiyordu, ancak Drakon Peleng’e galip gelmişti.
Bu anda birliğin bahçesine bir zırhlı girdi ve gelip kavganın yanında durdu. Birisi araçtan iner inmez haykırdı:
–Ne böyle durup bakınıyorsunuz be!? Aralayın!
–Komutan! Araya girene ana bacı küfrü etmişler.
–Aralayın dedim size!-dedi komutan ve kendisi kavga edenlerin arasına girdi.
Komutanın araya girdiğini gören Vurgun Vurmuş Gençler de atıldılar kavgacıların üzerine ve bin bir güçlükle onları birbirinden ayırdılar. Aralanır aralanmaz da her biri silâhını kaparak birbirine doğrulttular. Komutan aralarına girdi:
–İndirin silâhları, ahmaklar! İndirin dedim!
Drakon:
–Komutan çekil! Bu eniği delik delik edeceğim.
Peleng haykırdı:
–Eniğin sesi geliyor.
Komutan yapıştı ikisinin de silâhının namlusundan ve dayadı kendi böğrüne:
–O zaman beni vurun! Vurun be, itler! Çekin tetiği de içiniz rahatlasın! Neden çekmiyorsunuz?!
Drakon:
–Çekil komutan, vallahi sıkarım!
–Çeksene tetiği ne durmuşsun!? Çek ki, Ermeniler bayram etsin!
Drakon silâhını indirerek bağırdı:
–Peleng, ananı ağlatmasam kahpe çocuğuyum.
Peleng:
–Kimin anası ağlayacak görürüz. Sonuna kadar gitmeyen de kahpenin dölüdür.
Komutan:
–Kesin sesinizi! –Sonra bu Vurgun Vurmuş Gençlere emretti;-Alın bunların silâhlarını!
Hiç kimse bu emri yerine getirmeğe cesaret edemedi. Drakon’un canını almak mümkündü, ancak silâhını asla. Sovyetler Birliği’nin astığı astık, kestiği kestik döneminde bile Drakon açıktan açığa silâhla dolaşmıştı. Hiçbir Allah’ın kulu ona gözünün üstünde kaşın var diyememişti.
Komutan:
–Emrediyorum!
Peleng, gönülsüz bir şekilde emre uydu ve silâhı kendi teslim etti, ancak Drakon üç dört adım geri çekildi:
–Benim silâhımı alan daha anasından doğmadı! Yaklaşana sıkarım!
–Ver silâhı, dedim!
–Komutan, bu tüfeği bana sen vermedin, sen de alasın! Arabamı satıp gidip ta Tiflis’ten aldım.
Komutan emre uymaktan çekinen Vurgun Vurmuş Gençlere yeniden emretti:
–Alın silâhını!
Vurgun Vurmuş Gençler ilerleyince Drakon bir iki adım daha geri çekildi ve ağzından köpükler saçarak:
–Yaklaşanın…
Komutan:
–Sen Kur’an üzerine yemin ettin!
Drakon, bir engerek yılanının kuyruğu üzerinde doğrulup her an saldırıya hazırmış gibi beklemesini andırıyordu:
–Ben toprağımızı korumak için yemin etmişim, silâhımı sana vermek için değil!
At Belinde Olan Adamın vücuduna saplanmış bin bir tane diken yavaş yavaş çıkmaktaydı. Bundan büyük bir lezzet duyuyor ve içinde “Hadi, gebertin birbirinizi it oğlu itler!” diyordu.
Komutan daha da sertleşti:
–Hapsedin bunu!
Drakon:
–Beni mi? Biçerim hepinizi! –Dedi ve bahçe kapısına doğru yöneldi. –Tüküreyim hepinize, ben yokum! Peleng, sen yoksun! Sen ölüsün artık!
Birlikte olan yaşlılardan birisi:
–Komutan, bırak gitsin. Birazdan hiddeti geçer. Onu da anlamalıyız. Gözünün önünde öylesine yiğit bir kardeşini vurup şehit ettiler.
Vurgun Vurmuş Gençlerden bir haylisi de Drakon’un ardınca gitti. Onların tamamı Drakon’a duyduğu sevgi için birliğe gelen milislerdi. Onları gören Drakon geri dönerek hiddetle haykırdı:
–Siz nereye be! İt herifler! Dönün geriye!
Drakon gitti, birliğin bahçe kapısından çıktığı anda bir şarjör mermiyi havaya boşalttı.
Komutan hiddetten yaşarmış gözlerini sildi. Nefesi sıklaşmıştı, oksijen alamıyor gibiydi. Son zamanlarda sinirlendiğinde bu hep oluyordu. Bir hayli öksürdü, nefes yollarını açıyor gibiydi. Biraz sakinleşti, sonra Peleng’e sordu:
–Niye boğuşuyordunuz?
Peleng, kafasıyla At Belinden İnmiş Adamı gösterdi ve Komutan onu şimdi şimdi gördü, etrafındakilere sordu:
–Bu burada ne arıyor?
Vurgun Vurmuş Gençler:
–Drakon dedi ki, gidin arabanın bagajına tıkıp getirin, biz de getirdik. Ancak acıdık bagaja tıkmadık.
–Niçin?
Peleng:
–Pantolonunu çıkarmak istiyordu, ben de engel oldum.
Komutan kulaklarına inanamadı. Drakon’un, yılan gibi topladığı zenginliğin üzerinde kıvrılıp yatan, evi barkı yerle bir edilenlere yardım etmeyen yüksek görevli adamlardan hoşlanmadığını, sık sık onları rahatsız ettiğini, hatta bazılarına sutyen yolladığını biliyordu. Bu görevlilerin milis birliğine gönüllü olarak yardım etseler de bazılarının Drakon’un korkusundan yaptığını iyi biliyordu. Ancak Komutan, bindiği zırhlı arabayı kolhoz başkanının kendi arzusuyla değil, Drakon’un korkusuyla satın alıp ona verdiğini bilmiyordu. Bu tür şeyler yüzünden birkaç defa Drakon’u azarlamıştı bile. “Kimseyi buna mecbur etmemek gerekir, halk bize kötü gözle bakıyor” demişti.