
Полная версия
Türkçeyle Yaşamak
– Hangi metinler üzerinde çalışıyordunuz Hocam?
– Köktürk metinleri üzerinde çalıştık. Sonra Uygurca okuduk. Bang’ın, Gabain’in yayımladığı eserlerden alınan bazı metinler vardı; mesela bir tövbe duası. İlk onunla başlamıştık. Turkische Turfan Texte’in sanırım dördüncü kitabında idi.
– Kendisi mi anlatırdı, size sorar mıydı? Yani dersi nasıl yapardı?
– Uygurlara ait bilgi verirdi, bibliyografya verirdi. Bu bilgileri şuradan, şuradan okuyacaksınız derdi ve hatta kütüphanede o kitapların yerlerini de gösterirdi. Sık sık kütüphaneye gelirdi, kim ne yapıyor onu görmek isterdi. Biz birkaç kişi Hasibe, ben ve bir de rahmetli Muazzez Görkey hep kütüphanede çalışırdık. Hatta Muazzez öyle hissî davranırdı ki hocaya âşık gibi bir hâli vardı, ona hayrandı. Hoca, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorar, biz de “Ders çalışıyoruz.” derdik. “Peki, ne okudunuz, ne sonuç çıkardınız?” derdi. “Şunları, şunları okuduk.” derdik. Eğer gerekirse kendisi teferruattan ziyade esas fikirler üzerinde durur ve bizi aydınlatmaya çalışırdı. Şuna dikkat edin, buna dikkat edin diye bazen eliyle şekiller çizerdi. Banguoğlu güzel konuşan bir insandı, etkili konuşan bir insandı. Muhtevası dolgun biriydi. Çok iyi bir eğitim görmüştü. Kendileri Dırama’dan göçüp gelmişler Türkiye’ye. Aslen Konyalı imişler, hayvan sürüleri varmış. Sonra Rumeli’ye göçmüşler. Dırama’da araziler elde etmişler, orada varlıklı ve hatırı sayılır bir aile olarak hüküm sürmüşler. Fakat sonradan biliyorsunuz Rumeli’de gerçekleşen harpler dolayısıyla tekrar göç başladı. Bunun üzerine Anadolu’ya gelmişler. Burada İstanbul’da Edebiyat Fakültesinde okumuş, bilhassa Köprülü’nün derslerine, Zeki Velidi’nin derslerine devam etmiş. Ayrıca bir de Ragıp Hulusi Özdem’in dil derslerini takip etmiş. Yani orada esaslı bir tahsil almış. Üniversite öğretimi sırasında Ragıp Hulusi Özdem’in derslerinden çok etkilenmiş olacak ki ileride dil ihtisası yapmaya karar vermiş. 1930’da bitirmiş okulu. 1930-32 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsünde hocalık yapmak üzere Ankara’ya gelmiş. Ankara’ya ilk geldiği zaman pek gözü tutmamış burayı. Millî Eğitim Bakanlığındaki Yükseköğretim Genel Müdürlüğüne gitmiş, kalmak istemiyorum burada demiş. Onlar da başka yer olmadığını söylemişler. Ankara, toz toprak içinde bir şehir. Kaleye çıkmış, kaleden aşağı baktığı zaman görmüş ki toz duman savruluyor. Fakat oradan Gazi Eğitim Enstitüsünü görmüş. Yeni yapılmış bir bina. Fikir değiştirmiş. Demiş ki ben kanaatimi değiştirip burada kalmaya devam etmeliyim. Bunun üzerine kalkmış gitmiş, ben burada kalmayı tercih ediyorum, demiş. Gazi Eğitim Enstitüsündeki arkadaşlarıyla akşamları sohbet ederler, memleket meselelerini konuşurlarmış. 1932 yılından sonra Almanya’ya gitmeye karar vermiş. Almanya’da Rahmeti Bey’le, Saadet (Çağatay) Hanım’la ve diğer Türklerle birlikte Bang’ın derslerine devam etmiş. Bang’ın yanında çok verimli bir öğrencilik dönemi geçirmiş. Doktoraya Bang’ın yanında başlamış fakat daha sonra Bang’ın vefatı üzerine Breslau’ya gitmek mecburiyetinde kalmış, orada Giese ve Brockelmann’ın yanında doktorasını bitirmiş. Doktora tezi daha sonra basılmıştı. Eski Osmanlı Dil Çalışmaları: Süheyl ü Nevbahar. Kitap geldiği zaman hepimize birer tane dağıtmıştı. Benim elimdeki kitap, hocanın verdiği Süheyl ü Nevbahar’dır. Bu kadar da cömert bir hocaydı. Kitap Almancaydı tabii. Almanca bilmek lazımdı, tam istifade etmek için. Banguoğlu, esasen şahsı da gelişmeye çok müsait olduğu için iyi bir hoca olarak dönüp gelmiş Türkiye’ye. Üzerimizde etkisi olan bir hoca idi.
– Ders dışında fakültede ne gibi faaliyetleriniz olurdu?
– Banguoğlu Hoca bazı önemli günlere çok ehemmiyet verirdi. Mesela bir defasında Ali Şir Nevayi’nin doğumunun 500. yıl dönümüydü. 1941 yılı, doğumunun tam 500. yıl dönümü. Bu münasebetle bir toplantı düzenlendi fakültede. O kadar muazzam bir toplantıydı ki Cumhurbaşkanı İnönü dâhil olmak üzere bütün devlet erkânı, bizim üçüncü kattaki 347 numaralı salonda toplanmışlardı. Köprülü ve Banguoğlu birer konuşma yaptılar. Çağatay döneminin özelliklerini gayet açık ve veciz bir şekilde açıkladılar. Örnek olarak da Ali Şir Nevayi’den birkaç şiir okutmak istediler. Bu şiirlerin iki tanesini ben, iki tanesini İlhan Başgöz, bir tanesini de benim İzmir Kız Lisesinden arkadaşım Türkân okudu. Türkân, görünüşü görkemli, güzel bir arkadaşımızdı. Hatırımda kaldığına göre okuduğum gazellerden birinin başı şöyleydi: ‘‘Körgeli hüsnüngni zâr ü mübtelâ boldum sanga, Ne belâlıg kün idi ki âşinâ boldum sanga.”
– Konferansları takip eder miydiniz?
– Banguoğlu, dışarıda konferanslar, toplantılar, konserler varsa bizi oralara götürürdü. Çok kalabalık değildik ilk sene, 15-20 kişi. İki erkek arkadaşımız vardı, biri İlhan Başgöz, diğeri Karoly Biçkey. Karoly, Macardı. Dersler veya katıldığımız toplantılar bittikten sonra da hoca, semtlere göre taksim ederdi bizleri. İki erkek arkadaşımıza da “Siz her ikiniz de harem ağasısınız, bu arkadaşlarınızın hepsini evlerine teslim edeceksiniz ve öyle evinize gideceksiniz.” derdi. Sonra radyoda edebiyat saatleri olmuştu. Banguoğlu, Yunus’tan başlayarak Türk edebiyatının başlangıç dönemleriyle, gelişme dönemleriyle ilgili konuşma yapardı haftada bir kere. Orada biz de şiirler okurduk. Birkaç kişiyi seçmişti. Şiir okuyanlardan biri de bendim. Bizi önce bir kontrolden geçirirdi nasıl okuyoruz diye. Eğer okuyuşta duraklama, vurgu veya sesi ayarlama bakımından hatalarımız varsa onları düzeltirdi. Kendisi çok güzel şiir okurdu. Radyoda bu programlar çok etki yapardı. Yani faal, hareketli, verimli bir devremiz olmuştu Banguoğlu sayesinde. Ayrıca Halkevlerindeki edebî toplantılara katılırdık. Halkevleri bizim fakülteye yakındı. Fakültede de çok güzel konferanslar, toplantılar olurdu.

Tahsin Banguoğlu ile Anıtkabir’de (Ankara 1963)
– Çok hareketli geçmiş öğrenciliğiniz.
– Evet, öyle oldu. Halkevleri Genel Başkanı olduğu zaman beni bir defasında da İstanbul’a göndermişti Fahrettin Altay’la konuşayım diye. Fahrettin Altay’ın Millî Mücadele yıllarında Batı Anadolu’da çok büyük bir emeği vardır. İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşunun yıldönümüydü. Beni çağırdı, dedi ki “Seni İstanbul’a göndersem bir röportaj için, gider misin?” “Eğer yapabileceğim bir şeyse giderim Hocam.” dedim. “Senin yapabileceğine kanaat getirdim.” dedi. “Fahrettin Altay’a gideceksin, İzmir Fatihi denir ona, İzmir’i Yunan işgalinden kurtaran birisi, general. Onunla bu İzmir olaylarını konuşacaksın ve biz bunu yayımlayacağız.” “Peki, Hocam.” dedim. Ve bunun üzerine İstanbul’a gittim. Emirgân’da oturuyordu, adresini almıştım. Yalnız Emirgân’da, merkezî yerde, kahvenin yanında rahmetli meslektaşım Mecdut Mansuroğlu’nun evi vardı. Hanımı Melahat Hanım da benim arkadaşım. Almanya’dan tanışıyoruz. Her ikisi de aynı zamanda Gabain’in talebeliğini yapmışlar bir süre. İngiltere’den Türkiye’ye gelirken de Almanya’ya geldiler, orada iki ay beraber kaldık. Gabain’in konuşmalarına, derslerine, özel derslerine katıldık. Fahrettin Altay, onların komşusuymuş. Onun için ben Melahat Hanım’a gittim. “Böyle bir görev aldım, beraber gidebilir miyiz Fahrettin Altay’ın evine?” dedim. Melahat Hanım beni aldı, elli altmış metre mesafe var aralarında, onlara götürdü. Ve orada bir röportaj yaptım. O röportaj hem radyoda hem de Halkevleri Dergisinde yayımlandı. Yalnız ben sonra bu popüler dergilerde çıkan yazılar üzerinde durmadım pek, toplamadım onları.
1942’de Halide Edip Adıvar –biliyorsunuz daha önce dışarıdaydı- Türkiye’ye döndükten sonra Sinekli Bakkal’a bir ödül verildi. O ödül dolayısıyla DTCF’de Halide Edip Günü düzenlendi. Sinekli Bakkal üzerinde birtakım şeyler yazıldı, çizildi. Benden de öğrenciler adına bir konuşma yapmam istendi. Orhan Burian vardı, İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü. Benim İngilizce hocam. Öğrenci hareketlerini yöneten hocaydı. O konuşmayı ben yaptım. Çok beğendi. Dedi ki “Bunu Yücel Mecmuası’nda basalım.” Ve Yücel Mecmuası’na gönderdi. Tabii 1942 yılında öğrenci olarak bir yazımın basılması benim hoşuma gitti. Öğrenciliğimde Yücel ve Ülkü dergilerinde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Fikir Cephesi, Balıkesir’in Dursunbey İlçesinde Sohbet Baranası gibi yazılarım da yayımlandı.
– Hocam, siz mezun olduktan sonra da Banguoğlu ile görüşmeye devam ettiniz, değil mi?
– 1943 yılında milletvekili seçilince Banguoğlu hocalıktan ayrıldı. Daha sonra da Millî Eğitim Bakanı oldu. 1950’ye kadar devam etti bakanlığı hatırımda kaldığına göre. Ondan sonra siyasi hayatta idare değişimi oldu. Halk Partisi gitti, Demokrat Parti geldi. Demokrat Parti zamanında o da İngiltere’ye gitti. Ben 1944’te mezun oldum. Mezun olunca doktoraya başlayacağım. Hoca’ya dedim ki “Hocam ben fonetik üzerinde çalışıyorum, elimde fonetiğe ait hiçbir kitap yok. Radloff’un fonetik kitabını da kütüphanede bulamadım. Sizde varsa acaba bana verebilir misiniz?” “Tabii.” dedi ve İngiltere’ye giderken kitabını bana verdi. 5-6 sene o kitap bende kaldı. Ne zaman ki kendisi döndü, döndükten sonra da İlahiyat Fakültesinde Türk Lehçeleri Bölümüne hoca oldu, o zaman benden istedi kitabı. Zannediyorum ondan önce Türk Grameri’nin ‘Ses Bilgisi’ bölümünü yazmıştı. Benim o kitap üzerinde de bir tanıtma yazım oldu. Hem o yazıyı götürdüm kendisine, hem de o kitabı. Çok memnun oldu tanıtma yazısından. Banguoğlu’nun hocalığındaki derinlik ve eserlerindeki temel yapı, şahsındaki kişilik özellikleri beni Türk dilinde uzmanlık çalışması yapmaya yöneltmiştir. Tahsin Banguoğlu Hocam’la ilişkilerimiz, kendisi milletvekilliği ve sonra da Millî Eğitim Bakanlığı dolayısıyla fakülteden ayrıldığı ve İstanbul’da olduğu yıllarda da devam etmiştir. Türk Dil Kurumuna başkan olduğunda da görüşürdük. Banguoğlu, 1960’ta Türk Dil Kurumu Genel Başkanı oldu. 1960-1963 yıllarında başkanlık yaptı. Fakat ondan sonraki seçimlerin birinde üniversiteden gelenlerin çoğunun ismini çizdiler; bu arada Banguoğlu da adı çizilenler arasındaydı. 1980’de -siz de hatırlarsınız o yılları- Banguoğlu’nu tekrar listeye almıştık, tekrar geldi, tekrar temasımız oldu Banguoğlu Hoca’yla. Kızı Ülker, yazdığı “Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Fikir Adamı” kitabını bana gönderirken bir açıklama yapmış, altına da şu notu düşmüş: “Zeynep Hanım, rahmetli babamdan sık sık adınızı duyardık. Bu yaşam öyküsünün sizin de ilginizi çekeceğini düşündüm. En derin saygılarımla, Ülker Bilgin.” Türk Dili Kurultaylarında, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsünde düzenlenen uluslararası Türkoloji kongrelerinde hep görüşmüşümdür kendisiyle.
– Hocam, Banguoğlu’nun çok etkisi ve desteği olmuş. Yakın gelecekte bir Banguoğlu toplantısı yaparsak sizi mutlaka davet ederiz. Hocanız için konuşursunuz değil mi Hocam?
– Tabii, tabii memnuniyetle. Banguoğlu, ilim adamı zihniyetiyle hareket ederdi. En iyi tarafı da toleranslıydı. Mesela Abdülkadir Gölpınarlı çok şiddetliydi. Kızdığı zaman derste bağırır, çağırır. Bilhassa Hukuktan gelen talebelere not tutuyorlar diye kızardı. Banguoğlu, onların hiçbirine benzemeyen, toleranslı, fevkalade olgun bir hocaydı. Ondan çok etkilendim.
– Hocam, lisans yıllarında ben de Muharrem Ergin Hocam’dan çok etkilenmiştim. O da çok güzel ders anlatırdı.
– Çok iyidir o da. Allah rahmet etsin hepsine. Ben Banguoğlu’nun çok yardımlarını gördüm. Bana bir iyiliği de burs verdirmesi. İkinci sınıfta burs imtihanına girmek istedim. Devlet bursu için her sene burs imtihanı açılıyordu. Ben de birinci sınıfta Gazi Eğitim Enstitüsünden geldiğim için girememiştim. İkinci sınıfta girmek istedim. Banguoğlu “Hayır sen girme, biz seni tanıdık bir senede. Ben senin bursunu temin ederim.” dedi. Ve bana sınavsız burs sağladı. Bursu alınca ben daha çok bağlandım okula. Son sınıfa geldiğim zaman burslu olduğum için, -asistanlık kadrosu yoktu o zaman, ilmî yardımcılık vardı- bizi mecburen ilmî yardımcılığa atadılar. 1945 yılıydı.
– Bizi derken kimleri Hocam?
– Hasibe ve beni. Onun birinci sınıfta bursu vardı, benim yoktu.
O Yıllarda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
– Hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dil Kurumundan ve Türk Tarih Kurumundan sonra Atatürk’ün dil ve tarihe ne kadar önem verdiğini gösteren kurumlardan biri. Biraz da DTCF’nin genel havasından söz eder misiniz?
– Elbette. Burası Atatürk’ün kurduğu bir fakülteydi. Esas itibariyle dil ve tarih tezlerinin gerçekleştirilmesini amaçlayan bir kuruluştu. Türk tarihinin, Türk dilinin çok eski kaynaklarına inebilmek için yan dallar da kurulmuştu. Hocaları da iki kaynaktan geliyordu. Birisi Almanya’da Hitler’den kaçanlardı. Atatürk akıllıca bir hareketle bunları toplayıp Ankara’ya getirmişti. Wolfram Eberhard, Walter Ruben, Benno Landsberger, Herbert Louis, Hans Gustav Güterborck, dünya çapında fevkalade değerli hocalardı. Ayrıca bir de Avrupa’ya gidip de Avrupa’da doktora yapan, doçentliğini vererek Türkiye’ye gelenler vardı. Mesela Tahsin Özgüç, Nimet Özgüç, Abidin İtil, Mebrure Tosun, Halil İnalcık, Osman Turan, Mehmet Altay Köymen… Türk hocalarının bir kısmı da o şekildeydi. Hemen hemen fakültedeki genç profesörlerin çoğu bu şekilde yetişmiş kimselerdi. Dil ve Tarih Bölümleri esas bölümlerdi. Onun için bu fakültenin kendine has bir hüviyeti vardı. Hocalar öğrencilerine öğrenmek, ilerlemek, yükselmek azmi aşılıyorlardı. Bizde de bu sebepten fakülteye tam manasıyla bağlılık duygusu uyanmıştı.
– Hocam, DTCF’nin Türkolojideki önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
– Atatürk, Türk kültürünün Orta Asya’dan, Çin’e, Hindistan’a, Avrupa’ya gittiğine, Mezopotamya medeniyetinin Türklerle başladığına inanıyordu. Bu fakülte, onun Türk tarih tezinin ispatlanması için çok önemliydi. Bunları ispatlamak için fakültede Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Lehçeleri gibi ana dallar dışında Arkeoloji, Antropoloji, Etnoloji, Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji, Hindoloji, Hungaroloji bölümlerini de kurmuştu. Bunlar, yaptıkları araştırmalarla Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliklerine inen veriler ortaya çıkaracaklardı. Yani fakültede bu bölümlerin kurulmasının temelinde yatan esas zannediyorum budur. Sonra fakültede Latince, Yunanca, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, İtalyanca gibi diller de yer almıştır. Böylece hem diller bakımından hem kültürler bakımından son derece teçhizatlı, hazırlıklı bir fakülteydi. Belki Almanya’dan örnek alınarak her bölümde bir seminer kütüphanesi kurulmuştu. Bu seminer kütüphanesi en lüzumlu, en değerli eserlerle donatılmış vaziyetteydi. Bizim de Türkoloji Bölümünde, şimdi profesörler kurulu odası olarak kullanılan yerde aynı zamanda seminer kütüphanesi vardı ve biz kütüphanede çalışırken Banguoğlu ara sıra gelir, yanımıza oturur, ne yaptığımızı sorar, bize yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisi 3. kattaki Abdülhak Hamit dershanesinde ders yapardı. Çünkü gramer derslerine diğer yabancı dillerden de öğrenci geldiği için çok kalabalık olurdu dersler. Saadet Çağatay 231 numaralı dershanede yapardı. Yerli hocaların büyük bir kısmı Avrupa’da tahsil görerek gelmişlerdi. Fakültenin ilk kuşak hocaları mezun olduktan sonra esaslı bir inançla başladıkları için hep doktora yapmışlar ve dışarıya gidip gelmişler, hepsi fakültede profesör olmuşlardı. Tahsin Özgüç, çok ünlü bir arkeologdu. Nimet Özgüç, Kemal Balkan, Emin Bilgiç, Yaşar Önen daha sonra intisap etmiştir oraya. Bunlar ilk kuşak hocalar.
Bir de yabancı hocalar vardı. Gerek yabancı hocalar gerek yerli hocalar Atatürk’ün dile, tarihe ve bilime bağlılığını bildikleri için fevkalade ciddi giderdi bölümlerde dersler.
– Sizin bölümünüzdeki yabancı hocalar kimlerdi Hocam?
– Bizde Karl Menges varmış, biz geldiğimiz zaman gitmişti. Bir de Gabain varmış, fakat Gabain Sinolojide ders veriyormuş. Gabain’in Türkologluk dışında bir de Sinolog vasfı vardı. Ben öğrenciyken Landsberger (Sümeroloji Bölümü başkanı) vardı, Eski Çağ Tarihi okuturdu. Walter Ruben vardı, Hindoloji’de. Eberhard –Sinolojide-vardı.
Güneş-Dil Teorisi
– Siz de fakültenin kuruluşundan dört yıl sonra oradaydınız. 1940’da hocalarınızın Atatürk’ün dil ve tarihe bakışıyla ilgili tavırları nasıldı?
– Bu fakülte, Atatürk’ün dil ve tarih tezlerinin ispatı için kurulmuştu. O bakımdan 1936-40 yılları arasında Türk Tarih ve Türk Dili Tezlerinin etkisi altında bir dil ve tarih anlayışı hâkimdi fakülteye. Millî yönelimleri olan bir yapıya sahipti. İlk dönemde çok büyük bir heyecan vardı. DTCF, Atatürk’ün emriyle kurulmuştu ve millî geleneklere bağlı bir nesil yetiştirilmek isteniyordu. Güneş-Dil Teorisi o yıllarda gündemdeydi.
– Sizin Güneş-Dil Teorisi konusundaki görüşünüz nedir Hocam?
– Güneş-Dil Teorisi, bildiğiniz gibi yabancı bir araştırmacının, Viyanalı bir dil uzmanı olan doktor, filolog Hermann V. Kvergic’in La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques, yani “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” adlı kitabındaki görüşü temel alınarak hazırlanmıştı. Yani Atatürk bunu kendi kendine uydurmuş değildir. Teoriye göre bütün dillerin kaynağı Türkçeydi. Bu kitap 1935 yılında Viyana’dan o zamanki matbuat genel müdürü Vedat Nedim Tör’e gönderilmiş, Vedat Nedim de tezi arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na verince daha sonra eser onun eliyle Atatürk’e ulaşmıştır. Atatürk bu tezi okuyunca, tamam, aradığımı buldum, diyerek daha sonra bu dilciyi Ankara’daki Dil Kurultayına davet etmiştir.
Güneş-Dil Teorisinin özü, Türkçenin eskiliğinin ve başka dillere kaynaklık edişinin bazı ses gelişmeleri yoluyla açıklanmasına dayanır. Bu teorideki görüş, bizzat Atatürk tarafından da geliştirilerek geniş şekliyle 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında toplanan 3. Dil Kurultayında ilan edilmişti. Biliyorsunuz Güneş-Dil Teorisi’ne göre Türkler Orta Asya’da ırmak ve göllerin kuruması üzerine göç etmişlerdir. Onun için dünya tarihinde Türklerin ayrı bir önemi vardır ve birçok ırkın menşeinde Türk ırkı vardır. Türk dili bütün dünya dillerinin temelini teşkil etmektedir. İşte bunlar uzun boylu anlatılmıştır kitaplarda. Zeki Velidi Togan karşı çıkmıştır bu teoriye. Karşı çıktığı için galiba Atatürk tarafından uzaklaştırılmıştır. Bir müddet Almanya’da kalmış, sonra gelmiştir. Zeki Velidi’ye göre Türkler göç ettikleri zaman Orta Asya’da bir kuraklık mevcut değildi. Çok daha eski devirlerde böyle bir şey olmuş, onun için bunun sebeplerini başka bir şeye bağlamak lazım, diyordu. Atatürk bu konuda yazılanların hepsini gözden geçiriyordu. O, Türklerin eski kuvvetli medeniyetlerini bütün dünyaya taşıdıkları görüşündeydi. Benim de bununla ilgili Türk Dili Üzerine Araştırmalar adlı kitabımda bir yazım var. Bana göre bu görüşün en tehlikeli tarafı, 1936-40 yılları arasında bunun bir ilmi görüş gibi ele alınıp Türk diline uygulanmaya çalışılması. Bu da dilin dejenere olmasına, dilin bozulmasına yol açmıştır. Tarih tezi de öyle. Güneş-Dil Teorisi’nin Türkçeye uygulanmaya kalkışılması olacak şey değildi. Bu, bilimsel değil, sadece siyasi amaçlı bir tez olarak kalmalıydı.
– Hocam, bu teori sayesinde tasfiyecilikten dönülmedi mi?
– Anlatacağım. Atatürk’ün burada iki gayesi vardı: Birincisi, Türk dili çok hakir görülmüştü. İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemde Türkçeye Arap ve Fars dillerinin hâkim olması dolayısıyla Türkçe değerini kaybetmişti. Yazarlar Türkçe yazdıkları için özür diliyorlar, Arapça ve Farsçayla yazdıklarında da gurur duyuyorlardı. Aydınların ruhuna sinmiş bir aşağılık duygusu vardı. Güneş-Dil Teorisi, bu aşağılık duygusunu kaldırmak ve millete ruh genişliği vermek için Atatürk’ün ortaya attığı bir görüştü. Milletin maneviyatını yükseltmek için bir nazariye olarak ortaya atılmıştı. Batı’nın Türkiye’yi aşağılayıcı ifadelerine karşı morali yükseltecek bir görüşle ortaya attığı bir teoriydi bu. Cumhuriyet ilan edildiği zaman Atatürk böyle bir zihniyetle karşı karşıya gelmiş, bu zihniyetin yıkılması için de dile önem vermişti. Siyasi maksadı doğru olabilir bir dereceye kadar, fakat bunun ilmî bir görüş gibi kabul edilmesi çok büyük bir hata idi. Sadece siyasi maksatla ortaya atılmıştı. Bir nazariye, bir faraziye olarak, bir inanç olarak bunlar ileri sürülebilir. Bir milletin maneviyatını yükseltmek için olabilir. Ama bunların bir ilmî ekol gibi kabul edilmesi ve ilme kaynak yapılması çok büyük bir hata olmuştur.
Her ne kadar bu temel görüş bir dil kuralı değil, dilin tarihî yapısını temel alan nazari bir görüş ise de Atatürk keskin zekâsıyla bu teoriden de yararlanmış ve 1932-36 yılları arasında dil davasında temel alınan aşırı tasfiyeciliği ve çok kez dilin yapı ve işleyişine ters düşen aşırı özleştirmeciliği de durdurmuştur. Böylece o güne kadar amatörlerce yapılan özleştirme çalışmalarının sonuçlarını dikkate alan Atatürk, dilin bir çıkmaza saplandığını görerek bu gidişin durmasını istemiştir. Önemle belirtmek gerekir ki Güneş-Dil Teorisinin dil davamızdaki olumlu yönü tasfiyecilik ve özleştirmecilik ile dile zarar veren aşırılığı durdurmuş olmasıdır.
– Hocam, o yıllarda bu teori etrafında ne kadar çok ilim dışı yazı yazılmış, ilim dışı etimolojiler yapılmış.
– Maalesef öyle oldu. Bir Arapça hocası vardı, Naim Hazım Onat. Arap Dilinin Türk Dili Yoluyla Kuruluşu diye kocaman bir kitap çıkardı. Okuduğumuz zaman hayretler içinde kaldık. Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Latince ve Fransızca gibi eski ve yeni dillere ait sözcüklerin Türkçe olduğunun iddia edilmesi, içeride ve dışarıda tepkiler yarattığı için teorinin manevi değeri, yani itibarı da sarsılmıştır. Zamanın büyük adamları Arapçanın, Farsçanın Türk dili yoluyla kuruluşunu anlatan birtakım kitaplar çıkardılar. Esasında Atatürk, ilme çok değer veren bir insandı. Biliyorsunuz, fakültenin duvarında Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit, ilimdir.’’ sözü var. İlme çok değer veren bir devlet adamı. Onun katılmadığım görüşleri, milletin zevalini kurtarmak, maneviyatını yükseltmek için söylenmiş şeylerdir. Bilim adamlarının bunu dikkate alarak uygulamaya koymaları gerekirdi. Hata Atatürk’te değil, onlardadır. Yani bu teoriyi uygulayanlardadır kanımca.
– Hocam, Atatürk de böylece tasfiyecilikten dönmüş oluyor. Teori, bir anlamda bu geçişe yardım etmiş.
– Öyle oldu. Bu dönemden sonra Atatürk de yanlış yapıdaki uydurma kelimeler yerine dile yerleşmiş olanları kullandı. Kamutay yerine Millet Meclisi, saylav yerine milletvekili, tecim yerine ticaret, ajun yerine dünya gibi sözleri tercih etmiş; böylece bu teori de tarihî sürecini tamamlamıştır. Atatürk’ün 3. Dönem sonundaki 1937 Dil Bayramı dolayısıyla yayımlanan “Dil bayramı münasebetiyle bana karşı gösterilen temiz duygulardan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, verimli çalışmalarınızda sürekli başarılar dilerim.” sözlerinde dil yönünden de ne kadar normal bir tutum sergilediği görülmektedir. Hiç şüphesiz bir dil bilimi ve dil tarihi gerçeğidir ki siyasi ve kültürel etkiler altında bu dilin içine girmiş olan yabancı sözlerin bir kısmı zamanın getirdiği gelişmelerle yavaş yavaş o dilin bünyesine siner ve millîleşir. Bizim dilimize girmiş Arapça, Farsça ve Fransızca gibi kelimelerin bir bölümü zaman içinde Türkçeleşerek anlaşılır duruma gelmiştir. Bir tasfiyecilik anlayışıyla dile zarar veren bu sözleri dilden atmak gerekmezdi ama tasfiyeciler bunları bile atıyorlardı. Kökene bakıyorlar, eğer Türkçe değilse ne olursa olsun atalım, diyorlardı. Yani millîleşmiş, dile yerleşmiş olmasını da kabul etmiyorlardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Bu söyleşiden sonra 5 Temmuz 2017’de, editörlüğümde hazırlanan ve TKAE tarafından yayımlanan “Türklük Biliminin Ulu Çınarı Zeynep Korkmaz Armağanı”nın takdim töreninde Hocamızın 95. yaşını da kutladık.