
Полная версия
Türkçeyle Yaşamak
– Hocam, fakültede başka hangi hocalarınız vardı?
– Abdülkadir İnan da çok değerli hocalarımızdan biriydi. Kendisi Başkurdistanlıdır. Başkurdistan, Sovyet idaresinde olduğu için Türk bölgeleri çok eziyet çekmişlerdir. Abdülkadir Bey, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi almış, önce bir dinî eğitime tabi tutulmak istenmiş, fakat kendisi istememiş bunu. Modern eğitim yapan bir okula gönderilmiş. Orada yetişmiş, daha sonra öğretmen okuluna gitmiş, orada altı sene okumuş, iki yahut üç sene de yüksek kısmını okumuş ve öğretmen çıkmış. Öğretmenlik yapmış. Zeki Velidi Togan’la beraber de uzun maceralar geçirmiş. Hayatına ilişkin kitapta bunlar uzun boylu anlatılmıştır. Togan’la İran ve Afganistan’a, oradan Hindistan’a, daha sonra da Marsilya’ya geçmiş; oradan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya gitmiş. Tabii sonra da Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da Fuat Köprülü tarafından Türkiyat Enstitüsünde asistanlığa atanmış. Yetişme şartları bakımından fevkalade hazırlıklı bir insandı. Pek çok da çalışması vardı. O kadar asil, olgun, toleranslı, mütevazı bir insandı ki gördüğünüz zaman onun büyük bir ilim adamı olduğunu zannetmezdiniz. Özellikle folklor ve halk edebiyatı konularında bilgisi fazlaydı. Folklorun ve halk edebiyatının çeşitli konuları üzerine derinlemesine incelemeler yapmıştır. Literatürde pek çok eseri vardır.
– Size hangi dersleri verdi?
– Bize Doğu Türk Lehçeleri dersini verirdi. Kazakça, Kırgızca, Altay Sahası Lehçeleri, Abakan, Şor, Kızıl gibi yaşayan lehçeleri anlatırdı. Bir de Çağatayca okuturdu bize. Ayrıca Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi üzerine de gayet güzel dersler vermiştir. Beni çok ilgilendirirdi onun dersleri. Banguoğlu milletvekili seçilerek fakülteden ayrıldığı için mezuniyet tezimi Abdülkadir Hoca’dan aldım. Hocam, Çağatayca’nın Çingiznâme adlı bir halk destanını bana mezuniyet tezi olarak verdi. Onun üzerinde çalıştım.
– Onunla ilgili anılarınız var mı Hocam?
– Abdülkadir Hocam, Dil Kurumunda çalışırdı. Ona Atatürk’ün emriyle özel olarak profesörlük verilmişti, fakat Atatürk’ün ölümünden sonra onun profesörlüğünü aldılar. Öğretim görevlisi yaptılar. Yine fakültede derslere geldi. O kadar olgun bir insandı ki makam mevki üzerinde duracak bir insan değildi Abdülkadir Hoca. Çok ilgilenirdi bizimle. O yıllarda Edebiyat Lisansı ve Dil Lisansı yapanlar diye bölümdeki öğrenciler iki kola ayrılmıştı. Ben Dil Lisansı yapan öğrenciler arasındaydım. Abdülkadir Bey bize, 8-10 öğrenciye kendi yazdığı metinleri verirdi. O zaman Sovyet Rusya’ya girip çıkma, kitap getirme imkânı olmadığı için hocanın o konudaki bilgileri çok işimize yarıyordu. Onun birikiminden yararlanarak Altay sahasındaki ve Sibirya’daki bütün Türk lehçeleri hakkındaki bilgileri ediniyorduk. Kazakçayı, Kırgızcayı ondan okuyor, öğreniyorduk. Bu bakımdan ben kendisinden çok yararlanmışımdır.
– Hocam, başka hangi hocalardan ders aldınız?
– Diğer bir hocamız da Suut Kemal Yetkin’di. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmıştı.
Profesördü. Zaten çoğu profesördü hocalarımızın. Suut Kemal Bey, Estetik hocamızdı. Estetik derslerine girmemizi Banguoğlu tavsiye etmişti. Hakikaten bir edebiyatçı için de dilci için de çok önemliydi bu dersler. Onun derslerine muntazaman devam ederdik. Haftada iki yahut dört saat ders yapardı. Ayrıca bizim için özel olarak Edebî Meslekler Tarihi dersi koydurdu. Klasisizm, realizm, romantizm vb. bütün edebî meslekleri okurduk. İyi anlatırdı ama monoton bir konuşma tarzı vardı. Edebî Meslekler başlıklı çok değerli bir kitabı çıkmıştı o yıllarda. Sonradan kitabı da aldık. Derslerinde not tutardım, onun için hiçbir sıkıntı çekmedim. Sene sonunda açık imtihan yapardı. Yazılıdan sonra sözlüye alırdı. Bütün öğrenciler bir sınıfta oturur, bizi teker teker çağırırdı. Üç kişilik bir sınav heyeti vardı. İnsan kalabalık öğrenci kitlesi arasında bayağı çekiniyordu, ya bilemezsem diye. Ben çok çalışırdım, severdim estetiği. İmtihana çağırdığı zaman bir iki kere kalktım gideyim diye, şöyle bir yekindim ve tekrar oturdum. Hoca benim yekindiğimi görünce beni çağırıp karşısına oturttu ve soru sordu. Şöyle bir başladım; oo, arkası geldi, geldi, geldi. İnsan hiçbir şey söyleyemeyeceğim gibi bir hisse kapılıyor. Fakat başladıktan sonra arkası geliyor. Bedrettin Tuncel de sınav heyetinde idi. Fransız Dili ve Edebiyat profesörüydü Bedrettin Tuncel. O da bir soru sordu, onu da anlattım, yarıda kestiler, tamam dediler ve tam not verdiler. O zaman tam not beşti. Sonradan ona çıktı. Ama diplomamda bu dersin adı unutulmuş, hâlbuki iki sene aldım ben bu dersi.
– Arapça, Farsça okudunuz mu?
– Evet, okudum. Farsçaya Besim Atalay gelirdi. Atalay, medrese kökenliydi, çok iyi öğretirdi dersi. Farsça dersimizde Zeban-ı Farisî’yi okurduk. Metin okuturdu, tahtaya yazılar yazdırırdı. En önde otururdum. Beni severdi, çok severdi, derslerine iyi çalıştığım için herhâlde. Ahmet Ali amcamın hanımı Hikmet yengem Farsça, Arapça bildiği için, onunla çalışır da derse gelirdim. Hoca da bana okuturdu. Hatta bir gün Hasibe Mazıoğlu, “Hocam, hep Zeynep’e okutuyorsunuz, bize okutmuyorsunuz.” diye yakındı. Hoca bir şey söylemedi. Dil Kurumuna bir gidişimde onu da ziyaret etmiştim. “Gel bakalım, nasılsın?” dedi. “Hocam, buradan Divanu Lugati’t-Türk’ü almaya geldim.” dedim. Onun eseri ya. “Almaya mı geldin, nasıl alacaksın?” dedi. “Bedelini ödeyip alacağım.” dedim. “Otur hele, otur.” dedi. Zile bastı, odacı geldi. “Bir takım Divanu Lugati’t- Türk getir.” dedi. Kitap geldi ve bana verdi. Kitabın iç kapağına da bir yazı yazdı. Şöyle: “Kendisinden Türklüğe büyük hizmetler beklediğim kızım Zeynep Dengi’ye, 13. 12. 1941”. Altında da Besim Atalay’ın imzası vardı. Bir bayram, evinde kendisini ziyaret etmiştik. O zaman gecelik giyiyordu; beyaz, krem rengi. Başında da takkesi vardı. “Kusura bakmayın çocuklar böyle rahat ediyorum.” diye bizi karşıladı; oturduk, konuştuk. Aile Bahçesi’nin yanında Dörtyol’da bir evde oturuyordu. Sonradan o ev yıkıldı, istimlâk edildi. Herhâlde evli değildi, bekârdı hatırımda kaldığına göre. Kendisini tamamen çalışmaya, ilme vermişti. Arapçası çok iyiydi. Divan’ı Türkçeye tercüme ettiğine göre tabii.
– Besim Atalay da milletvekili hocalardan biriydi.
– Evet, Kütahya milletvekiliydi. Ankara’da öğrenciliğim sırasında İzmir’e trenle giderdim. Bir İzmir dönüşünde trende üçüncü mevkide giderken Besim Atalay’la karşılaştık. Yanımda iki üç arkadaşım vardı. “Ne arıyorsunuz burada?” dedi. “İzmir’den Ankara’ya dönüyoruz.” dedim. Biz İzmir’den geliyorduk, o da Kütahya’dan. O zaman milletvekillerine özel kompartıman ayrılıyordu. “Gelin benim kompartımana.” dedi. O milletvekili ya, bizi kompartımanına aldı, konuştuk, sohbet ettik, biraz sonra izin istedik, çıktık. Hocamız meclis üyesi, milletvekili, bizi kompartımanına çağırdı diye koltuklarımız kabardı, gururlandık. Üçüncü sınıftan itibaren milletvekili olduğu için derslerimize gelemedi. Onun yerine Farsçaya Abdurrap Yelgar geldi. Bu hoca Afganlıydı. Kızıyla da sonradan tanıştım, İzmir Kız Lisesinde okumuş, oradan buraya gelmiş. Abdurrap Yelgar belki Farsçayı iyi biliyordu ama hiç öğretemezdi, ondan pek yarar sağlayamadık. Besim Atalay’dan sonra onun gelmesi bizde hüsran yarattı. Ama yine de Farsçadan aldığımız bilgilerle Divan Edebiyatını rahatlıkla takip edebiliyorduk.

Besim Atalay’ın Zeynep Korkmaz’a hediye ettiği Divanu Lugati’t-Türk’ün iç kapağı (1941)
– Arapça dersi?
– Arapça hocamız Şinasi Altundağ’dı; aslında Tarih hocasıydı. Hasibe, ben ve bir de Şevkiye (İnalcık) onun derslerine devam ederdik. Şevkiye, Arapçanın asıl talebesiydi, biz de yardımcı dersler arasında o dersi de seçtiğimiz için derse katılırdık. Yönetmelik bakımından ya Arapça ya Farsça, birinden birini tercih etmemiz gerekiyordu. Fakat ben nasıl olsa ihtiyacımız var diye Farsça dışında Arapçaya da devam ediyordum. Arapçayı çok iyi öğretirdi Şinasi Bey. Biz ikinci sınıfa geldiğimiz zaman dedi ki “Siz son sınıftaki bir öğrencinin Arapçasına denk bir Arapça öğrendiniz. Biraz daha ilerlerseniz iyi olur.” Hoca, kuralları çok iyi öğretirdi, metin okuturdu. Şinasi Bey’in öğrettiği Arapçadan çok çok istifade etmiştik. Çok değerli bir hocaydı. Ben Almanya’da yetişmiş Necati Lugal Hoca’dan da Arapça dersi almıştım. Çok bilgiliydi ama sistemli öğretemiyordu.
– Pertev Naili Boratav hangi derslerinize gelirdi?
– Halk Edebiyatı dersine gelirdi. Pertev Naili Boratav, bizi ayrıca Eberhard’ın Çin masalları dersine gönderiyordu. Ruben de Hint masallarını okutuyordu. Pertev Naili Bey, hepimizden 100 masal derlememizi istemişti. Tabii bu mümkün değil. “Bunları tatilde derleyeceksiniz, bana gelecek dönemde getireceksiniz.” dedi. Ben 20-25 masalı zor derleyebilmişimdir. Belki diğer arkadaşlarım daha az derlemişlerdir. Yani şümullü bir ders görüyorduk Halk Edebiyatında.
– Agop Dilaçar dersinize geldi mi?
– Evet, Lengüistiği ondan okuduk. Kendisi İngilizce, Fransızca, Almancayı çok iyi bildiği gibi ayrıca Arapça, Farsçayı da bilen bir insandı. Türk Dil Kurumunda başuzman olarak çalışıyordu. Atatürk ona profesörlük payesi vermişti. Fakat Abdülkadir İnan’dan alındığı gibi ondan da alındı bu paye. Alınsın alınmasın, kendisi çok değerli bir hocaydı. Bize çok iyi ders anlatırdı. Gayet iyi not tutabilirdik. Benim kocaman bir defterim vardı. Kemal Or adında bir arkadaşımız sınava girecekti, o defteri benden istedi. Ve arkasından defteri getirmedi. Çok çok üzüldüm, onu muhafaza etmek isterdim. Lengüistik defterim, notlarım fevkalade iyiydi. Agop Dilaçar bizimle sohbet ederdi, özellikle dilde ihtisas yapacak kimselerle. Derdi ki “Biz tamamen Türk âdetlerine göre yol almış, yetişmiş insanlarız. -kendisi Ermeni’dir- Bizim evimizde hiçbir zaman masada yemek yenmezdi, yer sofrası kurardık, altına bütün yerli Türkler gibi uzun bir örtü sererdik, üzerine siniyi koyardık. Sinide yemeklerimiz gelirdi, o şekilde yerdik.” İkinci yılın sonunda dersler bitiyordu, bir gün bizi evine davet etti. Evine gittik, çay faslından sonra kütüphanesini gezdirdi. Hayran oldum kütüphanesine. Bir odayı tamamen kitaplarına ayırmış, Odanın üç tarafına raflar yaptırmak dışında kütüphanelerde olduğu gibi aralıklı raflar da kurdurmuş ve kitaplarını yerleştirmiş. Benim o kadar hoşuma gitti ki öyle bir kütüphane kurma hayalim vardı, fakat ne yazık ki evim imkân vermediği için başlangıçta onu gerçekleştiremedim.
– Agop Dilaçar nerede oturuyordu Hocam?
– Kızılay tarafında bir yerde oturuyordu. Şu anda tam adresini veremem ama o zaman adresini vermişti. 8-10 kişi gitmiştik. Türk Dil Kurumunda başuzmandı, gittiğim zaman da görüşürdüm.
– Türkçesi nasıldı? Ermeni aksanı var mıydı?
– Türkçesi çok iyiydi. Çok az aksanı vardı. Zaten Atatürk onu çok beğenmiş. Türkçeye hâkimdi ve meslek bilgisi fevkalade güzeldi. Bu bakımdan onun hocalığından çok istifade etmişimdir ben şahsen. Agop Dilaçar’dan sonra da Necip Üçok gelmişti. Ben doktoraya başladığım sıralarda, Necip Üçok Bey’in derslerine de devam etmiştim.
– Necip Üçok, Fonetik dersi mi verdi size Hocam?
– Genel Lengüistik verdi. Dil Bilimi. Necip Üçok, sonradan maalesef bir kazaya kurban gitti. Ortaokulu bitiren kızını Amerikan Kolejinde okutmak üzere İstanbul’a götürüyormuş. Kızını yerleştirdikten sonra bir gece otelde kalmış. Otelde gaz patlaması olmuş ve orada zehirlenerek vefat etti. Çok acı geldi bize. Hukuk Fakültesindeki Coşkun Üçok’un ağabeyiydi. O zaman doçentti Necip Üçok. Sonradan profesörlüğe yükseltildi. Ve benim doktora sınavımda da bulunmuştu. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’ndan söz ettik mi?
– Hayır Hocam, Baltacıoğlu’ndan söz etmedik.
– İsmail Hakkı Baltacıoğlu bize pedagoji dersine gelirdi. Onun aynı zamanda bir sanatçı tarafı vardı. Ankara Radyosunda bazı müzisyenlere de ders verirdi. Hatta bize bir orta oyunu hazırlatmıştı. İkinci sınıftaydık herhâlde. Şalvar giydim, eşarpla başımı kapattım. Şalvarlı malvarlı, yemenili, örtülü. Erkekler de vardı. O toplantıda zenne tipine çıkmıştım. Arkadaşlarım da başka rollerde. Fakültede çok sükse yaptı. Rahmetli Ahmet Ali Bey amcama da ısrar ettim benim ortaoyunum var, lütfen seyreder misiniz diye. Çok güzel ders anlatırdı Baltacıoğlu, çünkü kendisinin sanatçı tarafı vardı. O zamanki Ankara Radyosunda Tiyatro Bölümünden mezun olanlara ve Radyoevinde çalışanlara dersler verirdi. Onlara Tiyatro, Tiyatro Tarihi dersi verir ve rolleri bakımından eğitirdi. Bir başka hocamız Bedii Ziya Egemen’di. O da yurt dışında tahsil görmüştü, fakat hocalığında pek iş yoktu. Üstelik pedagoji dersi herkesin devam etmeye mecbur olduğu bir dersti. O dersi görmeyene lise ve ortaokulda hocalık vermezlerdi. Bu bakımdan Bedii Ziya’dan pek istifade edilmezdi, şöyle böyle geçerdi dersleri. Ama İsmail Hakkı Baltacıoğlu ciddi bir hocaydı.
– Kenan Akyüz hocanız oldu mu?
– Evet, son sınıftayken dersimize Kenan Akyüz gelmişti. Kenan Akyüz’den ben bir sömestir okudum. Bölüm hocası olarak ilişkimiz vardı. Esasen ben dil talebesiydim. Dil ihtisası yapıyordum, fakat ne olur ne olmaz diye hiç fark gözetmeden edebiyat derslerine de muntazam devam ediyordum. Beni edebiyat dersleri de ilgilendiriyordu, dil de. Ama sevdiğim, dil dersleriydi ve bunda zannediyorum Banguoğlu’nun büyük etkisi oldu. Onun hocalığının etkisi altında kalarak dilde ihtisas yapmayı tercih ettim. Banguoğlu, hocalığı sırasında bizi Latince derslerine gitmeye de teşvik etmişti. Ben Latince derslerine de başlamıştım. Bir süre devam ettim. Fakat bir taraftan İngilizceye devam ediyorum, yardımcı ders olarak. İkincisi, Arapça Farsça; bunlar mecburi. Doğu dillerinden birini almak mecburiyeti vardı. Fakat bana lazım olacak diye ben ikisini birden aldım. Bir de Latince var tabii. Ders saatleri çok fazla birbirine karışınca bir süre sonra, -herhâlde bir sekiz ay falan devam ettim- Latinceyi bıraktım, öbürlerinin de canına okumayayım diye.

Hocası Saadet Çağatay ile (1944)
– Hocam, Saadet Hanım’dan hiç bahsetmedik.
– Evet, biliyorsunuz benim esaslı hocalarımdan biridir Saadet Çağatay. Saadet Hanım, kadro olmadığı için önce bizim bölümde kütüphane memuru idi. Kütüphaneye muntazaman gelirdi. Tabii kütüphane memuru olduğu için hepimizi bütün özelliklerimizle yakından tanırdı. Benim de iyi bir öğrenci olduğumu bilirdi. Üçüncü sınıftayken Banguoğlu ayrıldığı için kadrosu ona geçti, doçent oldu. Bizim dersimize gelmeye başladı. Saadet Hanım, Kazanlı meşhur yazar Ayas İshaki’nin kızıdır. Babası çok vatanperver bir insan olarak Çarlık Rusyası’na karşı ülkesinin bağımsızlığı uğrunda epeyi mücadele vermiş. Fakat sonunda hapse düşmüş. Saadet Hanım da büyüme çağında epeyi sıkıntı çekmiş. Rahmetli Tahir Bey ile beraber bize geldikleri zaman bir sohbet sırasında anlattığına göre, babası hapse girince annesi evi terk etmiş, gitmiş. Büyükannesiyle beraber kalmış. Babası uzunca bir süre hapiste yattığı için herhâlde, annesi bir daha gelmemiş. Manen çöküntü geçirmiş Saadet Hanım, öyle anlaşılıyor. Buna pek işaret etmezdi. Sonradan anladık biz. Babası hapisten kurtulduktan sonra, -kaç yıl yattı bilmiyorum- beraber kaçmak istemişler. Finlandiya üzerinden Almanya’ya geçecekler, fakat çok sıkıntı çekmişler. Yer altlarından, tünellerden geçmek suretiyle kendilerini gizleyerek, gizli gizli gitmişler. Uzun bir yolculuktan sonra Finlandiya’ya ulaşmışlar. Finlandiya’da Kazan’dan gelme Türkler varmış, onların arasında kalmışlar. Sonra Almanya’ya geçmişler. Saadet Hanım tahsilini Almanya’da yapmış. Üniversite tahsilini de… Türkoloji’nin kurucusu W. Bang’ın Gabain’le birlikte talebesi olmuş. Onun yanında doktorasını yapmış. Tahir (Çağatay) Bey ile evlenmiş. 1940’tan sonra da Türkiye’ye gelmiş. Saadet Hanım, çok çalışkan bir insandı. Uygurca üzerinde çalışıyordu, Bang’ın yetiştirmesi olarak. Orta Asya’daki araştırmalarda pek çok Uygurca eser ortaya çıkmıştı. Bang da 1915’ten itibaren bir Türkoloji ekolü ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Gabain, Reşid Rahmeti Arat ve diğerleriyle birlikte Batı yöntemini kullanmak suretiyle o eserleri incelemiş ve bir ekol oluşturmuştu. Gabain ile birlikte yayımladığı pek çok eser vardır. Bir kısmını da Reşid Rahmeti Arat ile birlikte hazırlamıştır.
– Turkishe Turfan Texte’leri kastediyorsunuz, değil mi?
– Evet, Almanca olarak yayımlamışlardır. Saadet Çağatay, orada çok iyi yetişmiştir. Neyse, Saadet Hanım, Banguoğlu’nun ayrılmasıyla hoca oldu. Üçüncü sınıftan itibaren ben Saadet Hanım’da okudum.
– Hocam, dil ve edebiyat dışında başka hangi dersler okudunuz üniversitede?
– Tarih, benim yardımcı dersimdi. Tarihi esasen ben liseden beri severim. Lisede babam çok yardımcı olmuştur. Şinasi Bey’in Tarih Bölümünde seminerleri vardı. Ders dışında seminerlere devam ederdik. Seminerlerde de 15. ve 16. yüzyıla kadar olan tarihî metinleri okuturdu. Ben çok sevdiğim için okuyabilirdim. Bazen esas talebeler de gelirdi ama esas talebeler seminerde kaytarırdı. Hoca kim hazır diye sorduğunda hep benden parmak kalkardı. Bir gün dedi ki hoca, “Bu arkadaşınız olmasa size kim şefaat edecek. O sizden daha iyi hazırlanıyor, çok güzel anlatıyor. Sizin hiç eliniz, parmağınız kalkmıyor, ne olacak böyle hâliniz.” Şinasi Bey, çok güzel öğretirdi. Doktora sınavına gireceğim zaman sordum, tarihten neler tavsiye edersiniz diye. Benim görmediğim bazı kitaplar tavsiye etmişti. Birkaç tanesini aldım, inceledim, yararlandım tabii. Nitekim benim doktora jürimde o da vardı.
– Hocam, Tarih dersleri aldığınıza göre Köprülü’yü de tanımışsınızdır.
– Tanıdım. Benim zamanımda fakültedeki Tarih hocalarından biri de Fuat Köprülü’ydü. Şinasi Altundağ, Enver Ziya Karal, Bekir Sıtkı Baykal bir de Akdes Nimet Kurat’tan ders aldım. Bunlardan başka ayrıca Köprülü’nün derslerine girerdim. Vaktiyle lisedeyken Tarih ve Edebiyat hocalarım İstanbul Üniversitesinden mezun oldukları için hem Tarih Bölümünde hem Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde özellikle Türkiyat Enstitüsünde Köprülü’nün talebeliğini yapmışlar. Köprülü, gerçekten büyük değerde bir hoca idi. Osmanlı Tarihi okuturdu. Lise hocalarım hep ondan bahsederlerdi. Galiba liseden aldığım bu izlenimle Köprülü’nün yaşlı, boyu posu yerinde, beyaz saçlı, biraz da aksakallı biri olduğu tasavvurunu yerleştirmişim kafama. İlk dersine gittik, girdik sınıfa; tarihçiler, dilciler, edebiyatçılar var derste. Bizim için mecburiydi onun dersi. En ön sırada asistanlar oturuyordu. Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, Halil İnalcık… Bunların olduğunu sonradan anladım tabii. Biraz sonra biri geldi. Ayağa kalktık. Oturun, dedi ve derse başladı. Ortadan biraz daha kısa boylu biri. Yanımda benim Farsçadan sınıf arkadaşım olan Şinasi Altundağ’ın hanımı oturuyordu, Fikret. Ona “Bu Köprülü’nün asistanı mı?” dedim. “Hayır, Köprülü’nün kendisi.” dedi. Öyle deyince hayretten “Aa!” diye bir ses çıkarmışım, bütün sınıf döndü, baktı bana, ne oluyor diye. Tabii hemen kendimi şöyle gizledim tekrar. Köprülü’nün öyle kısacık boyda, ortanın bile altında boyda olması şaşırtmıştı beni. Çünkü işittiklerime bakarak onun vücut yapısı itibarıyla da heybetli bir insan olduğunu tasavvur ediyordum. Köprülü, konuları çok derinlemesine anlatırdı. Bir defasında da hiç unutmuyorum, bizlere dedi ki: “Çocuklar siz bu fakülteden mezun olacaksınız, yarın kazalara gideceksiniz, orada bu memleketin yaşlıları vardır. O adamlar eski harfleri okurlar, bilgileri derindir. Siz hoca olarak gideceğiniz için bazen sizi imtihana kalkışırlar. Size birtakım sorular sorarlar. Önünüze kitap getirirler, şunu okuyamadık, okuyun diye. Sizi imtihana tabi tutarlar. Eğer siz burada iyi yetişmezseniz ne bizim haysiyetimizi bırakırsınız, ne de fakültenin haysiyetini. Bu bakımdan çok esaslı yetişmeniz ve yazma eserler üzerinde hassasiyetle durmanız lazımdır.” Ben de hem bunun etkisi hem de daha sonra yaptığım çalışmalar dolayısıyla gerek Türkiye kütüphanelerinde olsun gerek Avrupa kütüphanelerinde olsun, çalışırken bu yazma eserler üzerinde durur ve mümkün mertebe o yazıları sökmeye çalışırdım. Ama takdir buyurulur ki bu eski yazılar tür itibarıyla çok çetrefillidir, her zaman her şeyin içinden çıkmak mümkün değildir. Harekesiz yazıları okuyabilmek için önce o kelimeleri tanımak lazım. Dili bilmek lazım. Dili bilmeden, kelimeleri tanımadan okumak mümkün değildir. Ama gerçekten bizim alanımız, fazla itina isteyen, fazla çalışma isteyen ve esaslı bilgiye ihtiyaç gösteren bir alandır.
– Diğer bazı hocalarla, mesela Necmettin Halil Bey ve Tahsin Banguoğlu’yla olduğu gibi Köprülü’yle de yakın ilişkiniz oldu mu Hocam?
– Hayır, Köprülü’yle yakın ilişkim olmadı. Sebebine gelince, Köprülü milletvekiliydi. Diğer milletvekili olan hocalardan mesela İbrahim Necmi Dilmen de aynı zamanda milletvekiliydi; ancak Türk Dil Kurumu Başkanı olduğu için benim devamlı temasım vardı dilcilik dolayısıyla, bölümüm dolayısıyla. Fakat Köprülü’nün sadece dersine girdim. Besim Atalay’la temasım oldu. Benim bölümümdeki milletvekili olup da fakülteden bir iki yıl sonra ayrılan hocalarla temasım devam etti, fakat tarihteki hocalarla ve bu arada Köprülü’yle devam etmedi temasım. Sebebi de milletvekili olmaları dolayısıyla fakülteden ayrılmış bulunmalarıydı.
– O yıllarda çok değerli Tarih hocaları vardı, değil mi?
– Evet, Akdes Nimet Kurat mesela. Benim konum Genel Türk Tarihiydi. Onun için tarihin bütün kollarına gidiyordum. Akdes Nimet, seminerler yapardı. Onun da seminerleri gayet iyiydi, kalabalık olmazdı. 5-6 kişi olduğu için son derece yararlı ve dolgun geçerdi dersler. Sonra bir diğer hocamız Bekir Sıtkı Baykal’dı. Avrupa Tarihi okuturdu. Yalnız herhâlde fazla hazırlıklı değildi ki devamlı notlarından okurdu. Avrupa Tarihi bizi fazla ilgilendirmiyordu nedense. Belki hocanın anlatış tarzından olabilir. Bu hocaların hepsi Avrupa’da eğitim görmüş kimselerdi. İyi Tarih hocalarımızdan biri de Enver Ziya Karal’dı. Devrim Tarihine gelirdi. Çok güzel anlatırdı. Verimli bir hocaydı. O sahanın önde gelen uzmanlarından biriydi. Hocalar, sınavlarında bize önce bir metin okuturlardı. Osmanlı tarihiyle ilgili 14.-15. yüzyıla ait bir metin verirlerdi. Eğer yazıyı sökebiliyorsak, okuyabiliyorsak, anlam verebiliyorsak, tamam derlerdi. Diğer soruları sorarlardı. Bu âdet hâline gelmişti.
Hocam Tahsin Banguoğlu
– Hocam, Tahsin Banguoğlu’nun sizin akademik hayatınızda çok önemli bir rolü var. Onu yakından tanıdınız. Bize biraz Banguoğlu’nu anlatabilir misiniz? Ama ondan önce merak ettiğim bir husus var. Banguoğlu soyadının Bang’la ilişkisini ileri süren bir bilgiye rastlamıştım. Doğru olmadığını zannediyorum. Ne dersiniz?
– Biz de kendisine sorardık. “Hayır, hiç alakası yok, benim ailemden gelen bir soyadı.” derdi.

Hocası Tahsin Banguoğlu ile (1963)
– Teşekkür ederim Hocam, böylece sizin aracılığınızla kendisinden öğrenmiş olduk. Şimdi Banguoğlu’yla ilgili konuşmaya başlayabiliriz.
– Üniversitenin birinci sınıfına geldiğim zaman ilk karşılaştığım hoca Tahsin Banguoğlu’ydu. Bizimle en çok ilgilenen hocalardan biriydi. Bölüm Başkanı olduğu için elbette diğer hocalardan daha çok ilgilenirdi. Çok hassas ve şefkatli davranırdı bize. Banguoğlu’nun eğitiminden gelen, ayrıca şahsiyetinde var olan birtakım özellikler vardı. İyi insandı, çok iyi bir hocaydı, iyi niyetliydi, çok kültürlü idi, öğrencisini düşünür ve gelişmesini isterdi. Türk Lehçeleri dersine gelirdi bize. Köktürkçeye, Uygurcaya başlatmıştı ilk sınıfta. Üst üste iki saat dersi varsa o üç buçuk dört saate kadar çıkarırdı dersi. Akşam dörtte olurdu onun dersleri. O heyecanla anlatırdı, konuyla ilgili bazı sorular yöneltirdi. Biz geç kalıyoruz diye tedirgin olurduk, bilhassa kız öğrenciler. Çünkü Ankara’nın sokaklarında karartma var, harp yılları. Evlerimize çok geç kalıyoruz diye hocaya hatırlatırdık. “Aa, gitmek mi istiyorsunuz?” derdi ve bizi bırakırdı.
– Ders anlatışı nasıldı Hocam?
– Ders anlatışı fevkalade iyiydi. Öğrencilerin de faal olmasını isterdi. Bize derste metin verirdi. Bir gün dedi ki “Çocuklar size metin vereceğim, fakat sizlerden birinin bana yardımcı olması lazım. Metni vereceğim ona, daktiloda mumlu kâğıda yazacak.” dedi. Aşağıda birinci katın altında kantin, kantinin yanında da teksir edeceğimiz yer vardı. Hoca, “Mumlu kâğıda yazılan yazılar orada çoğaltılıp dağıtılacak. Yalnız fakülte idaresi bunun için para vermez, siz aranızda bunun için para toplayacaksınız” dedi. Mumlu kâğıt parası ve teksir kâğıdı parası. “Peki, efendim.”, dedik. Sonra şöyle bir baktı sınıfa. Bana, “Sen gel.” dedi. “Dersten sonra gel, sana göstereyim, seninle biraz görüşelim.” dedi. Dersten sonra gittim. “Sen yazı yazacaksın bu makinede.” dedi. “Ben yazı bilmem ki Hocam.” dedim. “Ben sana öğretirim.” dedi. Kendisi kalktı, “Otur şuraya.” dedi. Oturttu beni sandalyeye, makineyi de önüme koydu, kâğıt koydu. Şöyle yazacaksın, şöyle tutacaksın diye bana esaslarını kısaca anlattı yazı yazmanın. “Bunu üzerinde biraz egzersiz yap, ondan sonra mumlu kâğıda verdiğim metni yazacaksın.” dedi. Tabii mumlu kâğıda yazarken o mürekkep kısmını çıkartıyoruz, basıyoruz sadece izi çıkıyor mumlu kâğıtta. Ben onu yazmaya çalıştım, daha sonra onu basacağız, fakat kâğıt lazım. “Arkadaşlarından para topla.” dedi. Arkadaşlarımdan onar, on beşer, yirmişer kuruş topluyor, aşağıya götürüp orada onun baskısını yaptırıp dağıtıyordum arkadaşlarıma.