bannerbanner
Bedel Geçidindeki Lanet
Bedel Geçidindeki Lanet

Полная версия

Bedel Geçidindeki Lanet

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

–Bu Çar’ımızdır, hepimizin Çar’ı Nikolay Vtoroy! dedi öğretmeni, kötü telaffuzlu bir Kırgızca ile.

–Niikeley?

–Evet, İkinci Nikolay. Dünyadaki en kudretli Çar! Şubat devrimine kadar Rusya’yı yöneten hanedanlık, Romanovlar!

–Urumanup?! diye sordu Mukay. Diğer Kırgızlar gibi Romanov diyemiyordu. Onun ismi bir Nogay veya Tatar ismi gibi gelmişti kulağına.

–Evet, Romanovlar! İşte bu resimde Çar tüm ailesiyle; işte bu da kraliçe, bu gözleri parlayanlar ise kızları, ötekisi oğlu! Gelecekteki çar sayılır.

Çar da normal, her gün gördükleri Ruslara benziyormuş, tam da onlarınki gibi sakalı, bıyığı varmış. Üzerindeki kıyafet Ceti Suuluk’a gelen Rusların asker kıyafetlerine benzemiyor mu? “Hükümdar” denilince taç giyen, üzerinde altın ve gümüşle süslenmiş, parlak iplerle nakışlanmış kürkü ve üzeri değerli taşlarla bezenmiş çizmesi olan masallar hatırlanır. Özellikle Karagız Nine’nin anlattığı masallarda öyleydi.

Ninenin anlattığı hikâyelerde her zaman Kırgız çocukları Kalmuklarla, Kazaklarla olan savaşı kazanır, yılkı sürüsünü ellerinden alırdı. Kaşgarlı ve Taşkentli kervancıları kovalar, altın ve para dolu olan heybesini kucaklayan tüccar da “Bırakın, bırakın!” diye arkasına bakmadan kaçardı. Nine, bunları anlatırken bu kahraman Kırgızların Kudayan Boyu’ndan mı yoksa başka boydan mı olduğunu anlayamıyordu. Kısacası atların en iyisine binen, tüfeğin iyisi “Akkelteyi” arkasına asan, mızrağın en sağlamını koltuğuna kısan, namuslu Kırgız çocuğu demişti. Söylediğine göre o zamanlar kızların da kendince gelenekleri varmış. Onlar, baykuşun tüyünü beğenmedikleri için, sadece turna tüyü ile süslenen kıyafetleri giyerlermiş. Manas zamanından önce mi yoksa sonra mı, kim bilir? Birilerinin bey, diğerlerinin zengin olduğu herkesin kuvvetli, refah içinde yaşadığı bir zamanmış. Bazıları, öncesi sonrası yok, tam da Manas ve Semetey’in zamanı diye yorumluyordu.

Ninesinden duyduğu efsaneler, Rus öğretmeninin anlattığı uzun tarihin neresinden çıkacak diye hep beklerdi. “Han” ile ilgili duyduklarım, öğretmenin anlatmış olduğu zamanların hangisinden çıkacak acaba diye araştırıyor ama bulamıyordu. Sonunda kendi kendine şu soruyu sordu: “Han” ile ilgili, “Bey” ile ilgili masallar nereden çıkacak?

Öğretmene göre Kırgızların, güçlü Çar’a ses çıkarmadan boyun eğmeleri gerekiyormuş. Amirlere, memurlara ya da sakallı mujiklere kısacası tüm Ruslara, göçebe halkın börkünü çıkarıp, ayağa kalkıp saygı göstermesi bundan dolayıymış. Ne yaparlarsa yapsınlar, Ruslar sert davransa bile, sopayla kafalarına vurup dövseler bile ses çıkarmamalılarmış.

Mukay, köyde bu türden olayları da görmüştü. Bırak susmayı, Rusların elinde öleni de gördü. Kıyafeti eski püskü, orta yaşı geçmiş kısa boylu bir Kırgız, köyün içinde rast gelen herkesin işini yapardı. Kendisine ot, odun kesme gibi işler aramak için dağdan inmişti ve her zaman omzunda kemanını taşıyordu. İş çıkarsa yapar, çıkmazsa arık boyunda yetişen ağaçların gölgesine oturarak keman çalıp zaman geçirirdi. Onun çaldığı müziklerden, Mukay’ın en çok hoşuna giden “Baykuşun tüyü sarıdır” adlı şarkıydı. Kemanının yayını hareket ettirdikçe tellerden, “Baykuşun tüyü sarıdır, baykuşun tüyü sarıdır” diye nağmeler dökülüyor gibi duyulurdu. Kulağa, sanki kemanın içinden tüyleri sarı baykuşun yavrusu “Pır” diye kanatlanıp uçacakmış gibi gelirdi. Kemanın sesi çok etkileyiciydi.

Bunun dışında, destan ve şarkı söylemekte de yetenekliydi. “Semetey Destanından” başlayarak sonunu “Seketbaylar” ile bitirirken herkes onu hayranlıkla dinlerdi. O kadar çok masalın arasından özellikle “Kedeykanı” çok güzel söylerdi. Bu destanda, hayvanı ve malı çok olan Azimkan adında bir han ile, “Bir gün bey olsam…” diye hayal kuran Kedeykan adında bir fakir arasındaki mücadele anlatılırdı. Bunu anlattığında şu andaki boluş ve muhtarlarla tartışan, “Onun partisi, şunun partisi” diye ikiye ayrılan, valiye kadar çıkarak birbirlerine düşman olan Kırgızları anlatıyor gibiydi. “Bu hadisede çok eski bir olay anlatılır.” derler ama dikkat edince eski değil de sanki şimdiki zamandır anlatılan. Çünkü bunu Kırgızlar, birisinden mi duymuş yoksa kendisi mi üretmiş bilinmez. Ancak bugüne uydurarak kinayeyle söylerdi. Onun şarkısında şöyle sözler geçiyordu:

Parti bela oldu başımıza,Birleşip, birlik olmazsak,Hizmet et bu yalan dünyada milletine,Alnın ak gidersin ahirete!Halkımızda düzen tertip kalmadı,Particiler halkın arasını kapladı,Yıldan yıla yayıldı.

Dinleyen Kırgızlar hayret ediyorlardı. Halkın sorunlarının birisine benzemiyordu. “Herkesçe bilinen Kalıgul’un olayı mı?” Yok değildi. “Arstanbek mi?” Hayır, bu da değil. Bu söylediklerinde Kırgızların kullanmadığı kelimeler vardı. “Parti” kelimesini çok duymuşlardı. Hani boluş ve muhtarların seçimi yapılırken “Şabdan’ın partisi”, “Kanaat’ın partisi” ve “Kambar’ın partisi ”diye karşı gruplara bölünmeleri değil mi?

(Kadere bak! Bu günlerin üzerinden beş altı sene geçmeden, boluşluk yerine “partiye mensup” olarak yaşadıktan sonra da sadece “Partiliyim” demek yetmeyip, “Gerçek Partiliyim” diyerek ilkeleri tutacağını ve sonunda kendisi de onlara karışacağını, o zamanlar Mukay hayal bile edememişti.)

Kırgızlar, “millet” kelimesini hiç anlayamıyor, çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı. O, “Tatarlardan eğitim gören yeni imamlar çıktı, onlar da kitap yazmaya başladılar.”

“Abayılda’nın neslinden olan Osmon imamın yazdığını okudular.” “Kıyamet kopacak sanki, Abayılda’nın nesilleri imam mı oldular?” gibi düşünceleri halk ağzından çokça duymuştu.

İmamın yazdıklarını ezbere söyleyen Kara destancının söylediklerinde ise şunlar geçiyordu:

Rusları durdurup Taşkent’te,Şehit oldun Alımkul!Şehrin sahibi öldü diye,Ruslara müjde ulaştı.Kırgızların hanı öldü diye,Çin’e müjde ulaştı.Alımkul öldü diye,Düşmanın sevindi…

Bunu dinleyenler, hangi olayın efsanesini anlattığını anlayamazlardı. “Han” olarak Ormon ve Cantay’ı bilip de, bir de Rus ile çarpışan Taylak’ın oğlunu duyardık. Bu hangi masal? diye şaşırıyorlar, hangi olay olduğunu çıkaramıyorlardı. Destancının kendisi ise “Anciyanlı şairden duymuştum.” diyordu.

Bu şehrin Rusları onu Kara masalcı olarak adlandırıyorlardı. Skazitel Kara opyat ştoto rasskazıvaet na svoem kara kirgizskom yazıke “Kara masalcı, Kara Kırgız dilinde masalını anlatmaya başladı.” derlerdi. Kırgızlar, etrafında toplanarak onu dinlerlerdi. Dinleyeni dinlendirir, kendisini eğlendirir, bitince de zayıf atına binerek “Yarın görüşürüz.” diyerek, iş bulamadığına da hiç üzülmeden evine dönerdi.

Ne günah işlemişti kimse bilmiyordu. Yoksa “Utanmaz Kırgız, Ruslarla ilgili kötü bir söz mü söylemişti?” Bir gün o Kırgız’ı, kolu uzun olduğundan Çongkol lakaplı bir Rus, acımasızca döverek büyük arığın dibine bırakıp kemanını kırmış, atını ise elinden almıştı. Araya giren kimse de olmamıştı. Her zaman onun ezgilerini, şarkısını dinleyen Kırgızlardan biri bile müdahele etmemişti. Genç Mukay, tek başına nasıl karşılık verebilirdi ki Ruslara? İşte o gün araya giremediği için çok utandı. Oradaki zavallı Kırgızlar gibi, o da Rusların avlusuna sığınmıştı. Ruslara karşı çıkamadığı için vicdan azabı çekiyordu. “Keşke, burada Narboto Ağa’m olsaydı, sessiz durmazdı.” diye iç çekti.

Çongkol’un Almanlarla olan savaştan psikolojisi bozulmuş olarak döndüğü söyleniyordu. Alman’ı döven Çongkol, şimdi de masalcıyla beraber sanki masal kahramanlarını da dövmüştü. O, “Kedeykan” destanını söylerdi. Çongkol’un yumruğu hangisine inmişti? Kendi aralarında anlaşamayan talihsizlerden hangisine? Kedeykan’a mı yoksa Azimkan’a mı?

Çongkol’un “Semetey” destanını okuyan Kara’yı dövmesi ile Semetey’in ruhuna karşı gelmesi aynıydı. Semetey, Kara’ya güvenerek kendi gücünden kaybediyordu sanki. Ah büyük Semetey! diyerek Mukay buna da kederlenmişti.

Kara’nın yanına kimse gidememişti. Ölü mü diri mi olduğu belirsiz bir halde Kara destancı, avlunun kenarında uzunca müddet öylece kaldı. Ertesi gün, durumu ağır bir vaziyette köyüne götürdüklerini duymuştu Mukay. Masalcının ezgilerinin tükenip, ölünceye kadar dövüldüğünü kendi gözleriyle gören Mukay, bu şehirden artık iyilik beklemiyordu. “Kahrolsun şehir hayatı!” dedi. Tezek ile uğraşarak geçirdiği köy hayatını, özgürce yaşadığı günleri özlüyordu. Kaç gündür şehirde olduğunu bile karıştırmış bir haldeydi. At sürüp neşe içindeki günlerini, ninesini, annesini, beraber oynadıkları, yarıştığı arkadaşlarını özlemişti.

Şehirde yaşadıklarını anlatığında köy halkı toplanarak onu dinlerdi. Sanki büyük bir masalcıdan hikâye dinliyormuşçasına kulak kesilirlerdi. Mukay, Çar’ın resmini görünce onu canlı görmüş gibi şaşırmıştı. “Sıradan bir Rus muymuş?” diye sormuştu Narboto. “Tahtı ve tacı nasılmış?” diye ihtiyar Kalıbek sormuştu. Çar ile ilgili çok soru sormuşlardı. Yolda karşılaştığı herkes üşenmeden duruyor ve o konuda soruyorlardı.

Yürümekte olanlar yürürken, atla gitmekte olanlar at üzerinde soruyordu. Hiç bıkmıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye de soruyorlardı. Çar’ı sorduklarında mutlaka “Karısı nasılmış?” sorusunu sorarlardı. Onun karısına “Kraliçe” de demiyorlardı. Mukay ise resimde gördüklerini sanki Çar’ın sarayına gidip görmüş gibi anlatırdı. Çar’ın karısının kraliçe olduğunu kendisi de unutur, soruyu duyar duymaz anlatmaya başlardı. “Karısı mı? Saçları kıvırcık, uzun gömlekli, ağzı yüzük gibi küçücük, gözleri masmavi” cevabını verirdi. Gözlerinin maviliğini sanki görmüş gibi konuşurdu. İlk başta Çar’ın karısını neden sorduklarına önem vermiyor, anlamlandıramıyordu. Uzunca bir zaman geçince ancak anlayabilmişti. Büyüklerin bolca kımız içip sohbet ettikleri ortamda ancak kavrayabildi.

Meğerse Sagınbay adında ileriyi görebilen bir Manasçı varmış, duyduğuna göre o bu topraklardanmış. İşte o, bir keresinde başına uygun şekilde işlenilen altın taç sölköbayı, görünce “Bu Çar ölecek.” diye söyleyerek halkı şaşırtmış. “Nerden biliyorsun?” diye sorduklarında “Donarak düşüp, boğazı kesilecek.” diye cevap verip “Yöneticilere hemen haber verin!” demiş. Boluş ve muhtarlar “Sakın kimse duymasın, durduk yere başımıza bela açacaksın” diye korkuyorlardı. Yalvarırcasına Sagınbay’ı zar zor susturabilmişlerdi. Sonrasında Sagınbay’ın söyledikleri, halk arasına yayılmış, şehre, pazara gidenler bir bahane bulup Çar’ın başındaki nakışlı sölköbayı görmek için çabalamışlar. Bir de onun öleceğine inanıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye sormaları da “Çar ölürse, karısı tahta çıkacak, nasıl biriymiş?” diye ilgilenmelerindenmiş.

Sadece Karagız Ana’sı farklı yorumlamıştı. “Çar’ın resmini görmen iyi bir şey.” diyerek sanki torunu resimden değil de, gidip Çar’ı sarayında görmüş gibi yorumlardı. “Han’ın gözünü gören ölmez derler oğlum! Sen Çar’ı gördün.” diyerek Mukay’a dua eden Karagız Ana, onun gördüklerini iyiye yorumladı, kucaklayıp, torununu başından tekrar tekrar kokladı.

Yeşil otlaklı tepede uzanarak, Bordu’nun içindeki boz üyleri izleyen, gökteki bulutların hareket etmesini seyreden Mukay, şehirdeki günlerini böyle hatırladı. Ninesinin masal ve hikâyelerine inanmayıp şüphelenmesi işte o zamandan başlamıştı.

V

Dağ eteklerine uzanan, yamacı kaplayan arazilerin hepsi ekin tarlasıydı. Bu sene Ruslar ekini çok ekmişler, tarlalarının bir ucu Kırgızların mezarına kadar dayanmıştı. Kam-bar Boluş, yiğitleriyle beraber ekin tarlalarının kenarından at sürerek gidiyordu. Boluş’un, oğlu ve yiğitleriyle kasabaya ineceğini duyan boydaşları “Yalnız gidersek, ne yapacağımızı bilemeyiz, sokaklarında kaybolup pazarını bulamayız, zorlanırız. O yüzden Boluş’un yardımıyla kasabayı görelim, pazarına gidelim.” diyerek onlara katılmışlardı. “Sölköbayı göreceğiz.” diye heyacanlananlar da vardı.

Ekin tarlalarının kenarında ilerlerken “Bir zamanlar buraları bizim topraklarımızdı.” düşüncesiyle bakıyorlardı, sömürgeciden korktukları için, ekine basmayalım diyerek itinayla gidiyorlardı.

–Yedinci atamız Kudayan ve sonraki atalarımız burada yatıyor, dedi Kambar Boluş.

Ondan öncekiler de mutlaka bu topraklara defnedilmiştir, ancak kesin olarak bildikleri Kudayan’dan başlıyordu. Burada kimler yatmıyordu ki, Mamatkul ile Tınay, Koşoy ile Talkan zamanında Kalmuklar ile savaşta şehit olanlar, toprak için Kazaklar ile yapılan savaşta ölen yiğitler burada yatıyordu. Cesedi tam olarak defnedilenler de, savaşta kemiği etinden ayırılıp getirilerek defnedilenler de vardı. Gençken ölenler de, yaşlıyken ölenler de burada yatmaktaydı!

Kimisinin mezarı toprak yığınıyla küçük bir tepe oluşturmuş, kimisininki ise taş yığınıyla türbe halini almıştı! Kahraman olarak hatırlanan da, sıradan bir hayat yaşayıp bu dünyadan göçen de vardı bu mezarlıkta. Ah yüce Atalar! Onlar öldüğünde yakılan ağıt halâ dillerdeydi:

“Babacığımın,

Atmacaymış hayâli,

Kapan gibiymiş pençesi!” diye söylenirdi.

Bazıları bunun, Narboto’nun ataları öldüğünde söylenen ağıt olduğunu iddia ediyordu. Bazıları da bu görüşü kabul etmiyordu. Herkesin atasının üzeri yığın toprakla örtülmüş halde orada burada yatıyordu. İşte bunları düşünerek ölülerini anan Kırgızlar, Kambar Boluş’la birlikte başlarını öne eğerek birkaç dakika sustular.

–Bu sene buraya kadar gelmişler, sanırım gelecek sene mezarlarımızı da buralarda bulamayacağız! dedi içlerinden biri.

Başka biri, mezarların yıkılmaya başladığını fark etti. “Falancanın mezarı yıkılmış, ötekinin mezarının nerede olduğu belli olmuyor, bu büyük mezarlık yerle yeksan mı olacak?” diyerek yiğidi destekleyip, diğer Kırgızlar da Ruslara küfürler savurdular. “Gelecekleri olmasın, atalarımızın ruhu çarpsın!” diye hakaretlerle yere tükürdüler. Kambar bile onları susturmadı. Senelerdir yönetici olarak görev yapıyor, Ruslara hizmet ediyordu. Boluş olarak seçilmiş, muhtarlık da yapmıştı. Ancak halkının Ruslara olan nefretinin bu kadar büyüdüğünü hiç fark etmemişti. Boluş susunca yiğitler de sessizliğe büründü. Komşu boylarda yaşanan, mezarlıkların bozularak işgal edilmesinin, Kudayan Boyu’nun da başına geleceğini düşündüler.

Mukay, “Halk Ruslardan nefret ediyor. Bir fırsatını bulup öldürecekmiş gibi onlara sövüyorlarsa, bu kadar beddua ediyorlarsa ben niye Rusların okuluna okumaya gidiyorum ki?” diyerek kendini sorgulamaktan alamıyordu. Babası ise “Narboto Ağa’nın yolundan gidersen, yılkı sürüp getirmekten, halkımızın millî oyunu kökbörü oynamaktan başka bir şey öğrenemezsin. O yüzden Rusça öğren, Rusların okulu güçlüdür.” demişti.

Kırgızlar Ruslara beddua ederken Kambar Boluş atından inerek, kır pelinlerinin arasında babası Boşkoy’un mezarına doğru yürüdü.

Yanındaki yiğidine dönüp, “Kur’an okur musun?” dedi. Boluş’un babasına Kur’an okutacağını duyunca diğer Kırgızlar da atlarından inerek diz çöküp yere oturdular. Yiğit, “Bısmılda ırahman ırayım, kulkuldabat…” diyerek Kur’an okumaya başladı. Yiğit Kur’an okumayı, çok önceleri yaptığı bir alış veriş neticesinde “Ödemenizi kuzu ile yapayım.” dediğinde “Fazlasını öğrettim.” diye kabul etmeyip, koyun alan sarıklı bir tüccardan öğrenmişti. O, Kur’an okurken Boluş göz ucuyla türbenin dibine üzüntüyle bakarak oturuyordu. Yaşlanmış annesini düşündü. Annesi, bu yıl “Yedi müçölmün” diye ağlar olmuştu. Annesi artık öleceğim diyordu. “Öleceğim gün yaklaşıyor, ölürsem cenaze geleneklerimize göre beni bu dünyadan uğurlayın.” diye tembihliyordu. “Hayvanların semiz olduğu zaman ölsem keşke, gelenler yağlı et yesinler.” diye dua ederdi. Mezar taşlarına bakan Kambar, annesi vefat ederse, babasına yakın defnedecek bir yer belirliyordu.

Annesini ziyaret eden kızlara şakayla karışık “Ben ölürsem ne diye ağıt yakarsınız? Ağıtı kötü söylerseniz falancanın kızları, gelinleri ağıt söyleyemedi diye halk dedikodu eder. O yüzden şu ağıdı yakın!” diyen annesinin ağıtı aklına geldi.

Açık, güneşli gökyüzün,Bir çay kaynama vaktinde bozan,Kutsaldı anamız, ah!Tükürüğü bile ilaç olan,Tütsüyle nefes veren,Şamandı anamız, ah!Karanlıkta aydınlık gören,Bugünden tam gören,Gelecekteki işi kesin söyleyen,Bilgeydi anamız, ah!Efsaneydi anamız…

Yiğit, “Kulkuldabat, kulkuldabat” diye üç defa tekrarlayarak Kur’an’ı bitirince, “Âmin” dedikten sonra yerlerinden kalktılar.

Öğleden sonra at sürerek kasabaya girdiler. Kırgızların bu ziyareti, tam da kilise çanının çaldığı zamana denk gelmişti. Kilisenin tahta kulesinde çan çalıyordu. Bu sesi daha önce duymayan atlar ürker gibi oldu. “Rusların gözü önünde atlarımızı ürküterek yanlış bir hareket yapmış olmayalım.” diye çekinen Kırgızlar, dizginlerini sıkıca tutarak “Yavaş! Dur!” diye bağırarak, onları kontrol ettiler.

Kasabaya ilk defa gelenler, şaşkın şaşkın etrafa bakınıyordu. Özellikle de kiliseye hayretle bakıyorlardı. En çok da kilisenin çanı onlara garip gelmişti. Yakındaysan, çanın sesi kulak zarını patlatacak gibiydi, “Bu sesi kim, nasıl çıkartıyor?” der gibi bakıyorlardı. Kambar, Komiser’in ofisine ulaşınca atından indi. Diğer Kırgızlar da atlarından inerek bir elleriyle atlarının dizginlerini tutup diğer ellerine tebeteylerini alıp, Komiser görünürse diye boyun eğip, saygı göstermeye hazır hale geldiler.

Komiser’in yüksek duvarlı evinin avlusunda kalabalık bir grup toplanmıştı. Buradakiler yalnızca boluş, muhtarlar, köy yöneticilerinden oluşmuyordu. Aralarında, resmi bir görevi olmasa da önceki yaşantısını unutamamış, kamçısını iki büklüm tutarak belindeki kemerini diğer eliyle sıkan, kamçısını iki büklüm tutmayıp da uzunca salıvererek bazen onunla çizmelerine vuran, arada tükürüp hala kendilerini yükseklerde gören köy ağaları da vardı. “Bugün nasıl bir emir duyacağız?” düşüncesiyle hazır bekliyorlardı.

Kambar Boluş, oğluna “Selam ver, şu boluş ile selamlaştın mı, bu köy muhtarına selam verdin mi?” diyerek sırasıyla birilerini gösteriyordu. “Okula gidecek oğlun bu mu? Yiğit olmuş! Evlenecek yaşa da gelmiş!” şeklindeki sözlerle Kırgızlar Mukay’ı övüyorlardı.

Atlarını yiğitlerine bırakarak, kamçılarını yere sürükleyerek meydana gelen boluş ve köy muhtarları, Komiser’i beklerken sohbet ediyorlardı. Kimilerinin ablası, kimilerinin de teyzesi olan Karagız Ana’nın hali vakti yerinde mi? diye soruyorlardı.

Alman-Rus savaşı hakkında konuşuyorlardı. Okuryazarlığı olan yoktu konuşanların arasında, Rusların iç durumuyla ilgili yeterli bilgileri yoktu. Elli yıl geçti Ruslara boyun eğdiğimizden beri diyorlardı. Herkes duyduğu dedikoduyu birbirlerine anlatıyordu. Kimileri savaş için kaç yılkı sürüsü verdiğini söylüyor, kimileri de şırdak dedikleri nakışlı keçe, ip gibi verdikleri eşyaları halktan toplayıp Komiser’e getirdiklerini anlatıyordu. “Nakışlı keçelerimizi bile veriyoruz, Kırgızların bu keçeleri savaşta ne işe yarar ki?” diye şaşırıyorlardı. “Rus onu serip mi yatar yoksa örtünüp mü yatar?” diyorlar, bir türlü anlam veremiyorlardı. Eninde sonunda konuşmaları topraklarının daralması meselesine geliyordu. Çüy arazisinde boş toprakların kalmadığını, Kara Balta’dan başlayarak tamamıyla çiftlik kurulduğunu, diğer toprakların da balcılık yapan Ruslar tarafından sahiplenildiğinden bahsediyorlardı. “Şimdi neden çağırdığını bilen var mı?” diye birbirlerine soruyorlardı.

Kambar Boluş ise korkulukların tahta sütunlarına bakıyordu. Bakıyordu ama dikilen tahtalara destek olarak koyulan sütunların nasıl birbirlerine tutturulduğunu anlayamıyordu. “Kerege bağlanmış gibi köknar ağacından yapılan destek tahtanın bağlanışına bak!” diye kendi kendine şaşırıyordu. Dağlarımızdan kesilen köknar ağaçlarının, cami yapımı için de uygun olduğunu duymuştu.

Ofisin kapısı açıldığında Komiser göründü. Tercümanı da amirin beyaz sopası gibi her zaman yanındaydı. Halk, onu görünce saygıyla başını eğdi. Komiser, yüksekliği beline kadar gelen ince tahtadan yapılmış korkuluklara dayanarak toplananlara baktı.

–Kırgızlar! dedi Komiser. Toplananların kendi aralarında mırıldanmalarını kesip, dikkat çekmek istedi. Kırgızlar konuşmalarını bitirip, Komiser’in söyleyeceklerine dikkat kesildiler.

–Kırgızlar! Bugün sizleri sayın Çar’ın emriyle buraya çağırdım.

Sesini açmak için biraz öksürüp, kendisini izlemekte olan Kırgızlara baktı.

–Elli sene önce yüce Çar sizlere büyük yardım göstererek kendi yönetimi altına almış, sizi halkı olarak kabul etmişti.

Şimdi de size, Kırgızların bizim halkımız olduğunu göstermenizi emrediyor.

Komiser’in konuşmasını anlamadan şaşkınca bakan Kırgızlar, tercümanın çevirmesini bekliyordu. Komiser’in “Kırgızlar halkımız olduklarını göstersin.” dediğini tercümandan duyunca toplananlar canlanıverdi. “Ne istiyor bizden?” der gibi yerlerinde hareketlendiler.

–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Sayın Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti! dedi, komiser.

Tercüman bunu tercüme etti. Topluca Komiser’e bakıp ilk önce yerlerinden doğrulan Kırgızlar “Asker toparlayacak” sözünü duyunca “Aman, ne diyor?” diye duyduklarına şaşırıp, sarsıldılar.

Kırgızların şaşırarak baktığını gören Komiser “Bunlar yanlış anladılar herhalde.” düşüncesiyle konuşmasını yüksek sesle tekrarladı.

–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Beyaz Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti. On sekiz yaşından kırk yaşına kadarki erkekler listeye alınacak! Sizlerin yüce Çar’a yapacağınız iyilik bu olacaktır!

Tercümana baştan tercüme ettirdi, dinleyenler yine susarak baktı. Komiser’in sözü tepelerine inen bir şimşek etkisi yaşatmıştı. “Asker alacak” sözü “Şimdi Ruslar canımızı yakacak.” diye duyulmuştu sanki. “Vah vah öyle mi?” diye bazıları üzüldü, bazıları sinirlendi. Örme kamçılarını iki büklüm yapıp kemerine kıstıran “Boluşlardan, köy muhtarlarından olmasam da heybetliyim, hakkım olmasa da grup toplantılarına katılabiliyorum.” diye övünen köy ağaları bile ses çıkaramadan, susarak öylece duruyorlardı. O zaman akıllarına ihtiyar Kalıgul geldi. Kimileri de Arstanbek’i hatırladı. Çoğu, kendi kendine kelime-i tevhit getirerek “Tövbe” diye mırıldandılar.

“Ruslar alır yerini,Kırar senin belini,Korursun sarı arazini,Askere vereceksin,Karnından çıkan oğlunu!

diyerek bilmem kaç yıl önce kim söylemişti, Ruslar daha buraya gelmeden dememiş miydi?” diyerek kelime-i tevhit getirdiler. Ermişlerin dediklerinin gerçek olduğuna şaşırarak, “Söyledikleri sonunda gerçek oldu!” dediler. Hatta bazılarının korkudan akılları yerinden uçtu. Geleceklerini düşününce hayalleri, umutları karamsarlıklar arasında kaybolup gitti.

Kırgızların bu halini gören Komiser şaşırdı. Onların yüzlerine baktığında mutlu olan birini göremedi.

–Ama bilin ki, Kırgızlardan alınan askerler savaşa direk katılmayacak! Sizden gidenler artçı olarak kalacaklar. Siperde kalarak artçı işlerini yapacaklar.

Kırgızlar, Komiser’in söylediğine inanmadılar.

–Artçı dediğin kurşun getirir, askerin kurşununu getirip, onun yanında bulunup da savaşa girmemek de nasıl bir şeymiş? dedi boluşların biri.

–Ne zaman alacaklarmış? diye sordu bir başkası.

–Asker vermekten başka çareniz yoktur! Her boluş, on sekiz yaşından kırk yaşına kadar olanların listesini oluşturmalı! Ağustosun ortasına kadar yapılacak bu işler! dedi Komiser.

“Çok erkenmiş! Ağustos dediğin ayak oona değil mi?” diye Kırgızlar kendi aralarında tartışarak hangi ay olduğunu belirlediler. “Ay bitiyor şu an ay karanlık, demek ki bir kaç gün sonra baş oonanın yani eylülün ilk günü olacak. Bu ay ortasında hava bozulup dağların tepesine sis çökecek, demek ki çok az vakit geçtikten sonra yeni ay başlayacak” diye ağustosun hangi aya denk geldiğini belirlediler. Arkadakiler yavaşça yürüyerek gitmek için hazırlanmaya, atlarını su kenarından çekip eyere asılı olan üzengileri indirmeye başladılar.

“İzinsiz nasıl gideceğiz?” diye sırtını dönüp gidemeyen bir boluş da demin kilisenin ne olduğunu Mukay’a anlatan köleye fısıldayarak “Halktan asker alacaklarmış, halka söyle” dedi. Babasının yanında duran Mukay da bunu dinliyordu. “Kırgızlardan asker alacaklarmış, sen erkenden gidip halka söyle.” diye tekrarladı Boluş. Kırgız kölenin aceleyle köyden çıktığını fark etti Mukay.

“Nikeley, Nikeley!” nidasıyla, savaşacaklarını akılları alamayan Kırgızlar, başlarını öne eğerek sırtlarını dönüp yavaşça gitmeye başlayınca Komiser onları durdurdu.

–Kırgızlar! Pişpek ile Prceval yani sizin Karakol dediğiniz şehrin valisine vergi olarak toplanan hayvanlara saldırıp çalanlar çoğaldı. Halkınızı kontrol edin, yoksa ceza alacaksınız! Aklınızda olsun, Kara Baltanın yukarı tarafında at sürüsüne saldıran Kırgızlar yakalandı, askerî mahkeme onları idamla cezalandırdı. Bu olay size ders olsun! dedi Komiser.

Komiser yılkı sürüsüne saldıranları anlatırken Kambar Boluş dikkatle dinledi.

–Geçende Rus devletinin tebaaları Çin’e girip, at sürüsüne saldırmış! Yasaya uymayan, imparatorluğun sınırını bozan haydutları hemen kendi isteğinizle bulun!

Toplananlar kendi aralarında fısıldaşarak, sanki hiç ummadıkları bir olayı duymuş gibi birbirlerine bakıyordu. En son Bugu Boyu’nun Turpan’a giderek hayvan çaldığını ve o zaman Rus yönetiminden sert tepki aldığını, bunun son defa olması gerektiğini hatırlattıklarını unutmamışlardı. Şu sıralar afyon kaçakçıları zamanı diye biliyorlardı, meğerse barımtaçılar da mı varmış? Toplananlar “Duymadık, bilmiyoruz, biliyorsak Allah çarpsın!” diyorlardı. İlk defa duyuyormuş gibi gözükmeye çalışan Kambar Boluş da omuzlarını silkip fark ettirmedi, “Allah korusun!” diyerek diğerlerine katıldı.

На страницу:
4 из 5