bannerbanner
Bedel Geçidindeki Lanet
Bedel Geçidindeki Lanet

Полная версия

Bedel Geçidindeki Lanet

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

–Tövbe tövbe benzettiğin olaya bak. O savaşa gidenin ismi de mi Narboto’ydu? diyerek oradakiler şaşırıyordu. Kambar Boluş “İhtiyar bunamış gibi, “Ne anlattığını bilmeden anlatıyor?” diye beğenmiyordu.

–Ölenin adı Narboto’ymuş, cesedi alıp kaçan ise Şerboto’ymuş. Kendi başıyla gitsin, böyle bir olay tekrarlanmasın! diye grup içerisinden birisi söylendi.

–Hey Törögeldi, Şerboto’nun yiğitliğini gösteren Kırgızlar şu an nerede? “Zavallılar sonunda Rusların azabını çekiyor.” dedi sopasına dayanarak durup, yeninin ucuyla gözünden süzülen yaşı silen bir ihtiyar.

Bu Kırgızlara akıl ermez. Törögeldi’nin ismini duyunca Komiser’in önünde ne cevap vereceğiz meselesi yine unutulmuştu. Birisi onun Kenesarı’yla olan savaştaki kahramanlığını anlatmaya çalışken Kambar konuşmayı kesti. Bırakırsa konuşma taa Bugu Balbay’ın uzun efsanesine kadar uzayacaktı.

Üstelik yakın hissettiği ağabeyi Kalıbek, Narboto’yu taa eski kahramana benzetince, grup içerisinde bu durum onu fazla övmüş gibi hissedildi. “Bak hele kime benzetiyor!” İçten içe kıskanan Kambar sözü tekrar aldı:

–O zamanlarda Almatı’ya hapishaneye gönderirlerdi. Şimdi Sibirya’ya gönderip, oyulmuş dağa hapsediyorlar! dedi Kambar Boluş. Komiser önüne gelen Kırgız’ı “Sibirya!” diyerek korkuturdu. Kambar Boluş da, onun gibi halkını bu sürgünle çok korkuturdu. Sibirya deyince çoğu insanın zihninde gidilince gelinmeyecek bir yer canlanırdı. Buralar Rusların eline geçtiğinden beri, nice Kırgız oraya sürüldü. Onların arasında kabahati olan Kırgızlar da, günahsız Kırgızlar da vardı. Ancak dönenleri oldukça azdı.

İhtiyar Kalıbek “Aman oğlum, oranın yüzünü göstermesin.” der demez Narboto tepki gösterdi:

–Sibirya’daki Şiber hapishanesine sürecekseniz, o acıyı da çekmeye hazırız!

–Delinmiş dağdan çıkamazsın, günlerin cehennem olur! Son nefesine kadar, dönemezsin oradan! “Cezasını kim çekecek?” dedi Kambar Boluş. “Oğlum seninle beraber gittiği için Komiser’in önünde güçsüz olduğumu bilerek kendini kahraman mı hissediyorsun? Zamanı gelince bunun hesabını vereceksin!” dedi, içinden.

Narboto, Boluş Ağa’sının tekrar tekrar “Cezasını kim çekecek?” diyerek gözdağı vermesine sinirlendi.

–Kambar Ağa! Suç işlemek için değil, iyilik yapmak için gitmiştim. Şansımız olsaydı, bugün buraya sürü hediye edecektik, ne yapayım?

–Hediyenle beraber yerin dibine gir! Mukay’ı neden beraberinde götürdün? Ya yöneticiler haberdar olursa?

Kambar Boluş “Ne diyeceksin?” der gibi Narboto’ya baktı. Birbirlerine uzunca süre bakakaldılar. “Ne dememi istiyor?” düşüncesiyle Narboto, ağasına bakıyordu.

–Ne diyeceğiz? Kamçımızı boynumuza asıp, amirin önüne aman dileyip biz yaptık diye gitmemiz mi lazım? İnkâr edeceğiz! diye az önce dediğini yüksek sesle tekrarladı. Kam-bar buna da sert bir cevap verecekken kâtibi söze karıştı:

–Hepimiz Kudayan Boyu’ndanız. Ancak birimizin yaptığı yanlışlık diğerlerine zarar vermesin. Boluş’un oğlunun sizinle beraber gittiği ortaya çıkarsa ağamızı oğluyla beraber hapse atıp, Kudayan Boyu’nu dağıttırırlar! Benim diyeceğim şu ki, tabi bunu Rus şu an sorgulamıyor, ama ileride Rus öğrenecek olursa, barımtaya gidenler cezasını kabul edip, acısını çeksinler!

–Hey, hemen ele vermek istiyor bunlar, dedi Narboto. Kızarak olur, ben yakalanınca Kudayan Boyu huzur bulacaksa ben razıyım! dedi.

Bunu duyunca bazılarının aklı başından gitti.

Aklınızı başınıza toplayın! Halkımız karışır öyle yaparsanız! diyerek, Narboto’nun yan tarafında duran ihtiyar bağırıverdi. Halk “Böyle olur mu? Bulduğunuz çare bu mu?” diye bağırıp çağıran ihtiyar Kalıbek’e baktı. Çok defa kavgaya katılan, Kırgız ile dövüşüp Kazak ile tartışan ihtiyar Kalıbek onlara şöyle söyledi:

–Kambar oğlum! Narboto’nun, oğlunu beraberinde götürmesini kışkırtma olarak görme. Bu iyi niyetli akrabaların her zaman yaptığı bir iş değil mi? Oğlunu götürmesini yanlış anlama, iyi niyetli kabul et, kızma. Narboto’nun yaptığı işi şimdi amirin duyacağından şüpheleniyorsun. Yarın onun yanına git, ne diyeceğini bir görelim. Eğer akrabanı kendi elinle teslim edersen halkın huzuru bozulur. Eski atalarımız Kudayan ve Kılcır’ın ruhu çarpar! Kudayan Boyu, aziz bir boy. Eğer şüphelenmişse, çaresini beraber arayalım.

Oradakiler “Atalarımızdan terbiye görenlerden, iyi akıl çıkar!” diye desteklediler. Atadan kalan geleneği duyunca Kambar Boluş diyecek bir şey bulamadı. “Karşı çıkan var mı?” der gibi yan tarafındaki destekçilerine baktı. “Sakın Boluş ağana zararın dokunmasın.” diyenler dillerini yutmuş gibi sesleri çıkmıyordu. Gündelik olarak kullandıkları, börke benzeyen, tebetey dedikleri şapkalarını gözlerine kadar indirip başlarını öne eğerek Kambar’a bakmak istemiyorlarmış gibiydiler. Kambar Boluş “İhtiyarın sayesinde kurtuldun!” der gibi Narboto’ya baktı.

–Halkın kararına uyun! diye konuşmasını tamamladı ihtiyar Kalıbek.

–Yakında şehre ineceğim, Komiser ile görüşeceğim. Onun dediklerine bakayım. Sonra yine konuşacağız. O güne kadar Kalmukla ilgili kimse söz etmesin! dedi Kambar Boluş. Ancak “Narboto’yu nasıl cezasız bırakırım?” düşüncesi onu rahat bırakmıyordu.

Dönüp gitmek üzereyken, ihtiyar Kalıbek tekrar konuşmaya başladı:

–Halk dağılmadan kendi ağzından duymak istiyoruz. Bizim isteklerimiz hiçbir zaman dikkate alınmıyor. Vali dostunla, Komiser dostunla görüşürsen bunları da iletiver olur mu? Onlar topraklarımızı aldıkça biz hayvanlar gibi buzlu dağın eteğine sürülüyoruz. Betegelüü Çongtaş’a da köy kurulacağını duyduk. Eğer bu gerçekse kayalıklara, dağ eteğine mi taşınacağız?

–Çok doğru! diye toplananlar bir ağızdan bağırıştılar.

Ne yapacağını bilemeyen Kambar Boluş “Bunlar beni suçlamak istiyorlar.” düşüncesiyle yan tarafındakilere baktı. Ancak bu kadar toplanan halka da bir cevap vermeliydi.

–Betegelüü Çongtaş’ı vermekten başka çaremiz yok. Ancak Rusların Betegelüü Çongtaş’ı almalarını kurnazlıkla durdurmanın bir yolu var, dedi Kambar Boluş.

–Betegelüü Çongtaş’ı almalarına nasıl razı olabiliriz? diye sesleri yükseldi.

–Bağırmakla bir şey çözemezsiniz. Elinize sopa alarak karşı mı geleceksiniz? Ruslar hesabını sorar! dedi Kambar Boluş.

–Bu sefer amir askerlerle geliyor! Toprak belirlerken Almatı’dan gelen yüz asker olacak yanlarında, diye sözlerine ekledi.

“Yüz askeri” duyunca bağıranların gözleri fal taşı gibi açıldı. Narboto’nun da susması Boluş’un dikkatini çekti.

–Ancak Rusların Betegelüü Çongtaş’ı almasının kurnazlıkla önüne geçecek bir yol var dedin. Toplananlar bu nasıl bir yol? diye Kambar’ın ağzına baktılar.

–Kudayan Boyu belli bir toprakta yaşamadan göç ederse, devamlı yer değiştirirse, sahipsiz topraklar diye Ruslar gelip sahiplenir. Önce toprakları sahipsiz bırakmamanın çaresini bulalım. Fark ettiğim kadarıyla Ruslar geniş sınırı olan seti olmayan toprakları alıyorlar. Sınır belirtmemiz ve oraya set inşa etmemiz lazım! diye konuştu Kambar Boluş. Halk ilk başta anlamadı, “Hangi dağa set kuracağız, Bordu’nun içini korumak diye Boom’un kenarına mı set kuracağız? diyerek duyduklarına inanamadılar.

–Eğer Betegelüü Çongtaş’ın öbür tarafına cami inşa edersek, toprağa sınır belirlenmiş olur. Halk yaylaya göç edince imam camide kalacak. İmamın camide kalması toprakları koruması anlamına gelir. Kudayan Boyu’nun sınırı var, seti var diye Ruslar o zaman duracaktır. Rahmetli Şabdan kahraman da Kemin’e Rus gelmesin diye cami inşa ettirmişti, dedi Kambar Boluş.

Halk buna inanamıyordu. Onun “Set kurmak, cami inşa etmek” demesi onlara Kaşgar gibi şehir kuracağız şeklinde duyulmuştu. “Şimdi set mi inşa edeceğiz, bir de bu mu kaldı yapmadığımız?” diyerek toplananların arasında “Ne diyorsun?” diye sırıtarak gülenler, üzülenler de oldu. Balçık yaparak inşa etsek de, halkın huzura kavuşacağını hayal bile edemiyordu.

–Seti nasıl inşa edeceğiz? diyenler de oldu.

–Cami inşa eden Şabdan’ın halkından akıl soracağız dedi, Kambar Boluş.

–Caminin kapısını koruyan, ticaretle uğraşan “Sart” denilen bir Özbek olur! Her kötülüğü yapabilen Sart’ın yanında namaz kılmaktansa! diye sinirlenen biri, arkasına dönüp gitti.

Kambar halkı yatıştırmaya çalışıyordu.

–Şabdan’ın imamı Sarı Nogay Boyu’ndan. Sarı Nogaylar Sart imamlara göre daha eğitimli diye duymuştum. Sarı Nogaylara gidip imamlık eğitimi gören Abayılda’nın çocuklarıyla konuşuruz.

–Hangi Abayılda?

–Bildiğiniz Abayılda!

–Asker Abayılda mı?

–Başka Abayılda mı var? Onun çocuklarının hepsi imam. Carkınbay, Osmonaalı, Moldo Kılıç, Kudaybergen, daha çok var!

–Hey! Bizim kahramanlık sıfatımız Törögeldi’yle beraber gitti mi?

–Öyle deme Kanaat var!

–Bir gün biz de topluca imam olacağız galiba! dedi Narboto aniden. İmam olmaktan korkmuş gibiydi.

“Hmm bizde Tarançı ile Kaşgarlıların imamı neden çok diyorduk, meğerse ev yaptıklarından…” diye topluluk içinde bir uğultu çıktı.

Uzun süre Ruslara sövüp saydılar, sonra da cami inşa etme, imam getirme işini Boluş’a bırakıp dağılmaya başladılar. “Yürü!” diye Boluş oğlunu yanına alarak yiğitleriyle beraber evine girdi. “Göster bakalım nasıl kuruyorsun seti.” diyerek Narboto da oradan ayrıldı.

Topluluk içinde Kambar Boluş, isyan edip kendisine karşı çıkanları ve onların “Yeter artık, Rusların sözüne de kuralına da doyduk!” demek istediklerini anladı. Özellikle de Narboto’nun…

Törögeldi ve Balbayları çok hatırlar oldular. Ruslara savaş açmayı emreden yönetici istiyorlar sanki. Öyle bir yönetici bulunursa, arkasından gidip topograflarla savaşmaktan çekinmez bunlar.

Halk ağzında, “Kahraman Ormotoy, kahramanların sonuncusudur.” denen bir söz vardı. Onun ne yaparak kah raman olduğunu da bilen yok. Tahmine göre Kalmukları yendiğimiz zamanlardan sonra yaşamış birisiydi. Şimdiyse o sözler, farklı olarak halk içinde “Bırak Allah aşkına! Kahramanların sonuncusu Törögeldi ile Balbay’dır.” diyenler de vardı.

Orada kalanlar ise Kambar Boluş’un kaygısını, cami kurma düşüncesini unutup Oyrot Kalmuklar hakkında konuşmaya başladılar. Masal anlatanlardan, “Kalmukların Aygır yelesi gibi örgülü uzun saçları olur, ‘aycungcung aycungcung’ diye bağırarak konuştukları dilleri vardır.” diye duyarlardı. Hayal meyal gözlerinde canlandırdılar. Buraların Kırgızları, yaşayan bir Kalmuk’u görmediklerinden bu yana çok zaman geçmişti. Bir çoğu “Ağabey, Tekes’in karşısında hala Kalmuklar yaşıyor mu?” diye soruyorlardı. Bazılarına ise bu barımtaçıların Kalmuklarla ilgili anlatıkları sayesinde masallardan çıkıp gelen çok eski kahramanlar gibi gözüktüler. “Kalmuklar nasıl oluyorlarmış?” diye sordular. Çok eski zamanlarda Kırgızların İle’ye kadar gittiğini, sonbaharda yola koyulup kışın dinlendiklerini, ilkbaharda Kazak, Kalmuk dinlemeden yılkı sürülerine saldırdıklarını, yüzlerce, binlerce yılkı sürüsünü önlerine katıp getirdiklerini gözlerinin önünde canlandırdılar.

IV

Babasının kamçısıyla omzuna şiddetli bir darbe yiyen Mukay, gözyaşlarını tutmakta zorlanarak evin arkasındaki tepeye kaçtı. “Akılsız işe yaramaz! Bir daha kara ata bindiğini görmeyeyim!” diye bağırdı babası. Mukay, babasının isteği üzerine sonbaharda şehre giderek Tüzem okulunda eğitim görmeye devam edecekti. Yine eteğiyle biçimsizce yürüyen, uzun siyah kaftanlı kıvırcık saçlı öğretmeninin karşısına gidecekti. Kambar Boluş, ben cahilim, göçebe halk da cahil diye düşünüp, oğlunun tercüman olacağını hayal ederken onun barımtaya gitmesine çok kızmıştı. “Durduk yere barımtaçılara katılmış!” diyerek sinirlenmesinin asıl sebebi buydu.

Yeşil otların arasına uzanan Mukay aşağı tarafa, köknar ağaçlarıyla kaplı geniş vadiye, dağın içlerindeki köyüne baktı. Ilgın ağaçlarının arasında uzanan ırmağın kenarına sırasıyla yerleştirilen göçebe Kırgız halkının yaşadığı boz üyler diziliydi. Yumurta gibi bembeyaz, altı kanatlı veya on iki kanatlıydılar. Onların arasında, siyah çadırlar ve duvarını oluşturan ağaç kafes şeklindeki keregesi olmayanlar da vardı. Üzerindeki keçesi delik deşik, nakışlı, fakirlerin küçük keçe evleri de vardı. Diğer Kırgız boylarından uzağa yerleşen bu köyün insanlarını “Kıyıdaki Kırgızlar, Kudayan’ın çocukları” diye adlandırırlardı.

Bazı evlerin kapısının yanında tüylü mızrakların sivrilmiş ucu göze çarpıyordu. Güçlü ve zenginlere mızraklarıyla eşit görünmeye çalışırcasına nakışlı küçücük keçe evlerin bazı sahipleri de eşiğe mızrak yerleştirmişlerdi. Söylentilere göre, kırılıp, parçalanan bu mızraklar birçok savaşta birçok kahraman tarafından kullanılmış. “Kudayan zamanından kalan, kırılıp kısalan kutlu mızraklar!” diyerek ihtiyarlar, onlara hayranlıkla bakıyor, halk da kutsal bir nesne gibi dokunuyordu. İhtiyarlar, çocukların onları ellerine alıp oynadıklarını görünce “Günümüz çocukları” diyerek burun kıvırıp, sırtlarını dönüp giderlerdi.

Mukay, yaralı olarak dönen barımtaçının alçak keregeli, tepesi sivrilmiş olan evine bakarken, evin etrafında insanların toplandığını, kapısının yanında mızrağın olmadığını fark etti. Şimdi anlamıştı, mızrağı unutup, mızraksız boz üy diken Kudayanlardanmış.

Yaralı yiğidin annesi “Çocuğumuzu sırtından mızrakla vurmuşlar.” diye üzülüyordu. Onun sırtından vurulması erkek akrabaların zoruna gitmişti. Diğer akrabaları da “Sırtından vurulmuş diye akrabalıktan mı dışlayacaksınız. İyileşmesi için dua edin!” diyorlardı. Evin etrafında halk tabipleri de vardı. Yumurta gibi yuvarlak evin içi gözükmüyor, duyulmuyordu. Başka her şey görünüyor, duyuluyordu.

Yaralı yiğidin buraya kadar inleye inleye geldiğini ve onunla beraber ölü olarak getirilen yiğidi hatırladı. Köye yukarıdan bakarken karışık düşüncelere dalan Mukay, Karagız Nine’nin yaralı yiğidin evine hızlıca yürüyerek geldiğini gördü. Şaman kadınların gücü yetmiyor, tabipler şifa bulamıyor “Çocuğumuz iyileşsin, oku ana” diye mi çağırmışlardır acaba? Ninenin koltuğuna girmiş getiriyorlardı, niye çağırmışlar? Evin önünde duranlar, Karagız Ana’yı görünce eğilip selam verdi, kapıyı açıp onu içeriye aldılar.

Mukay’ın kendini bildiğinden beri halk, Karagız Ana’nın “alas” kelimesinin şaman kadınlarının ayininden daha güçlü olduğuna inanıyorlardı. Halkın bildiği kadarıyla Umay Ana’nın şifası, Karagız Ana’nın dilindedir. O neşter ile açmaz, nefesiyle üflemez, sözüyle büyüler, kelimeleriyle iyileştirip hastayı ayağa kaldırır. Birisi hastalanıp yarım akıllı olursa, küçüğünden büyüğüne tüm halk “Karagız Ana’ya gidelim, anaya okutalım.” derler. “Çocuğa nazar değince, birisine karabasan bastığında, falanca kaza geçirdiğinde” Karagız Ana’nın önüne getirirler, “Şifa veriniz, yüreğime su serpiniz” derlerdi. “Gençken anamız “Saplanan oku çıkartıp, savaşta yaralanan eşini bu şekilde iyileştirmiş.” diye anlatılırdı.

Tüm halk “Anamızın koruyucusu var, âlimdir, ileriyi görebilir. Anamızın koruyucusu ise Umay Ana’nın ta kendisidir” derlerdi. O yüzden “Anamızın duasını alıp korunalım.” derlerdi. “Onun sözleri ayet gibidir” diyerek, sözlerini ikiletmez saygı gösterirlerdi. Hocaya, kalfaya ve Kur’an’a inandıkları kadar inanırlardı.

Karagız Ana, “Kudayan’ın çocukları” dendiğinde canını bile verebilirdi, yuvasının etrafında dönen kırlangıç gibi elinden geleni yapardı. Bazen Kudayan Boyu’ndan birisi vefat ettiğinde, doğum sırasında bir çocuk öldüğünde, genç öldüğünde devamlı “Kudayan Boyu eksilmesin.” diye dua eden ihtiyar kadının canı acırdı. “Ah kara gün!” diye üzülür, elden ayaktan kesilirdi. Özellikle de erkeklerin ölümüne daha çok üzülürdü.

Karagız Ana, at yılına denk gelen yedi müçöl yaşına geldiğine şükredip, “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu gördüm. Allah’a çok şükür gelin olarak geldiğimden, Boşkoy’un evine girdiğimden beri Kudayan Boyu çoğaldı. Ilgın ağaçlı vadiye yerleşen Kudayan köyünün, yıldan yıla çoğaldığını gördüm. Artık bu hayattan başka isteğim yoktur.” derdi. Eskiler “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu görsek!” diye arzulayıp, üzülürlermiş. Boluş ve köy muhtarlarının “Ruslar geleli topraklar daraldı.” diye kaygılanması, Karagız Ana’nın hiç ilgisini çekmez, “Erkek çocuklarının çoğalması esastır.” derdi. Kızlar ise “Kurbağa gibi olsa da, sümüğü burnundan eksik olmasa da erkek çocuklarını seviyorsunuz, bize hiç değer vermiyorsunuz.” diyerek şakayla karışık Karagız Ana’ya sitemde bulunuyorlardı. Karagız Ana ise “Sizi Çinliler kaçırsın emi! Bordu’nun sahibi erkeklerdir!” diye cevap verirdi. O zaman kızlar, gelinler gülerek, zayıf, beceriksiz genç delikanlıları görünce “Şalvarını sürükleme de çek yukarı, sümüklü!” diye dalga geçerlerdi.

Kudayan Boyu’ndan birinin ağır durumda olduğunun haberini alan Karagız Ana’nın hızlı adımlarla boz üye girdiğini izleyen Mukay, hayatta kalması için uğraşılan yiğidin canının Karagız Ana’nın eline teslim edildiğini hemen anladı. Yiğidin anaya acı ile baktığını gözü önünde canlandırdı. “Şüphesiz iyileşir.” diye düşündü. Bordu’nun içindeki çok eski çam ağaçları ile aynı yaşta olduğunu, sanki ihtiyar olarak yaratılmış ve hep öyle yaşamış birisi olarak düşündüğü ninenin söylediğini yapmayan, ona güvenmeyen veya ondan şüphelenen bir insanı hiç görmediğini düşündü. Sadece bir defasında kendisinin şüphelendiğini hatırladı. Rus okulunda okurken ninesinin sözlerine şüpheyle yaklaştığı aklına geldi. Onun bu okula başlaması da, halk içinde hikâyeye dönüşen bir olaydı…

Geçen sene Mukay, Rus Tüzem okuluna gitmişti. Daha dün yeşil tepelerde oynar, istediği yerde dolaşabilir, istediğini yapardı, özgürdü. Özgürlüğün kısıtlanmasının ne olduğunu anlamayan genç çocuk, geçen sene babasıyla beraber gidip bir anda kafesteki hapsedilen kuş misali, sırayla dizili Rus evlerinin arasına hapsolmuştu.

Bu sıra sıra dizili evleri, Kırgızlar çeşitli adlarla adlandırıyordu. Kimisi “köy” diyor, kimisi “şehir” diyordu. Kısacası burası Komiser’in bulunduğu yerdi. Buranın pazarı, çan çalan kilisesi ve yel değirmeni vardı. Tokmok’tan yirmi, yirmi beş kilometre uzaklıktaydı. “Ruslar ile Sartlar uçmaz tavuk, göç edilmez evler ile uğraşırlar.” şeklindeki göçmen sözünü küçümseyerek hatırlayan Mukay, evdeki ilk gecesini unutamıyordu. Orası ona hapis gibi gelmişti.

Ay geçmeden, Kambarup Mukay, iz Kudayanovskih Kırgız! “Kambarov Mukay, Kudayan Boyu’ndan olan Kırgız” diyerek kendini tanıtmayı öğrenip, Rusların hayatına alışmaya başlamıştı. En ilginci de şehirde çalışan Kırgızların çok olmasıydı. Tırpanla ot kesip, dirgenle ot toparlamayı öğrenen, balta ile kütük kesen, büyük testilerle su taşıyan, zırhlı atlara su veren, arıkla su getiren köle gibi çalışan Kırgızları işte burada görmüştü. Halk ağzında onları, Rusların “Ateşini yakıp külünü temizleyenler, (ne denirse onu yapanlar)” diye adlandırıyorlardı. Farklı Kırgız boylarından insanlar vardı, sorulunca “Tınay Boyu’ndanız, Atake Boyu’ndanız, Sarıbagış Boyu’ndanız, Solto Boyu’ndanız” diye cevap veriyorlardı. Mukay’ın Kudayan Boyu’ndan gelen uzak akrabaları da vardı. Rusça anlayanlarının dediğine göre onları Ruslar, “Topraklarını, akrabalarını bırakan Kırgızlar” (Kirgizı, porvavşie so stepiu) diye adlandırıyorlarmış.

Gerçekten de doğru adlandırmışlar. Mukay, “Akrabalarımızın düğün ve ölüm toylarına, yemeğine daha gitmedik,” “Bu sene kımızın tadını tatmadım” diyerek dudaklarını yalayıp yutkunan Kırgızları görünce çok şaşırmıştı. “Boyunun iyi gününde kötü gününde yanında olmamanın, soyunu inkâr etmenin nesi iyi?” diyerek buna bir anlam veremiyordu.

Mukay’ın dikkatini çeken bir şey de mujiklerin arasında kadınlara göre erkeklerin az olmasıydı. Kilisenin otunu temizleyip, birçok Rusa köle olan Kırgızlarla sohbet ederken onlara bunun sebebini sordu:

–Neden erkekler az?

–Erkeklerinin çoğu savaştaymış. Rusların savaşmakta olduğunu bilmiyor musun? Onlar Almanlar ile savaşıyor.

–Haa…

–Savaş hakkında bilgi vermezler. Buraya gelenler de çoğaldı. Benim gibi köleler de çoğaldı. Baban söylememiş miydi? Bunların savaşı halka zarar veriyor.

Mukay, Rusların savaşa girmesinden sonra halkın fakirleşmesi, vergilerin artması sonucu yönetimle halkın kavga etmesini hatırladı. Kendi boyundaki yiğitlerin de at sürüsü sürüp getirsek diye konuşmaları da bu kıtlık yüzünden olmamış mıydı?

–İnşallah Almanlar, Rusları yener! dedi köle.

–Alman mı diyorsun? Rus giderse, Almanlar mı kurtaracak bizi?

–İlk önce Ruslar gitsin buradan, sonra bakarız ne olacağına.

–Ne yaparsak Ruslar buradan gider?

–Bilmiyorum, açıkcası ben kahrolası Rus, Almanlara yenilsin diye yatıp kalkıp dua ediyor, Yaradana yalvarıyorum.

–Almanların dini neymiş?

–Kilisede tapınan Ruslar ile savaştıklarına göre Müslümanlar galiba.

İçinden, “Kendisi Rusların arasında yaşıyor, bir de onlara beddua ediyor.” diye geçiren Mukay, ona şaşırıyordu. İkisi böyle sohbet halindeyken kiliseden çan sesi duyuldu. Sokaklarda beliren Ruslar, kiliseye doğru ilerliyorlardı.

–Okuyacağım, Rusça öğreneceğim derken kilisede tapınmayı öğrenme sakın! dedi köle Kırgız şakayla.

Mukay, hem halkından ayrılmış buralarda yaşıyor hem de bana akıl öğretiyor diyerek başını salladı. İkisi birlikte onları takip ederek kiliseye doğru yaklaşıp, seyre daldılar. “İbadet ediyorlar.” diye çok defa duymuştu. Mukay, ibadet eden Rusları yakından dikkatle izledi. Onların önünde, başköşede duran sakallı kişiyi Rusların “Otets Mihail” Kırgızların ise “Uzun kaftanlı Mukayıl” diye adlandırdığını biliyordu. Ancak şu an onun dilini anlayamıyordu.

–Anlamı ne bunun? diye köle Kırgız’a sordu.

O, üstünde yırtık kıyafet olan, at sürüsüne bakan birisi olmasına rağmen Rusçayı iyi bilen bir köleydi. “Kiliseye girenler, Rusya’nın savaşı kazanması ve Çar’ın sağlığı için dua ediyorlar.” diyerek izah etti Mukay’a. Onların toplanarak Çarlarının sağlığı için dua etme geleneği Mukay’a çok ilginç geldi. Çarları sanki onları görüyormuşçasına, hepsinin geleceği Çar’ın elindeymiş gibi ibadet ediyorlardı. Kendileri burada, Çar başka bir yerdeydi. Fakat Ruslar, Rus olarak yaratıldığı için, sanki Çarlarıyla canları bir verilmiş gibi ibadet ediyorlardı. “Dua ettikleri Çar mujiklerin dilediğini veriyormuş, iyiymiş, boluş ve köy muhtarlarının yönettiği bizim halkımızın dilediğini kim verir?” Nasıl bir insanmış ki? Anlı şanlı AzCanıbek’ten büyük, yeryüzündeki en kudretli, en zengin adam herhalde diye düşündü sonunda.

Irgat genç, uzun kaftanlı Mikayil’i parmağıyla göstererek:

–Bu, onların imamı! Kırgızlardan hoşlanmaz, diye fısıldadı.

Bir yandan onun söylediklerini dinleyen Mukay, bir yandan da “Kimin dileği daha güçlü, Allah kimin duasını kabul ediyor, kimi duyuyor?” şeklinde düşünüyordu. Bir araya toplanıp yalvaran Ruslara karşı yalnız başına, göğe bakıp Gök Tanrı’ya sığınan ırgatın yakarışını mı duyar, yoksa çan çalan, yüksek sesle şarkı söyleyen, toplanarak kiliseye gelip ibadet edenlerin duasını mı duyar? Bu düşünce yanımdaki eski şapkalı kölenin aklına geldi mi hiç? diye düşünürken ırgat:

–Tanrım yerle bir etsin sizi! diye beddua ederek oradan uzaklaştı.

–“Tanrı diğerlerini ezse de Çar’ı nasıl ezer?” diye düşündü Mukay.

Çar’ı görünce, yani onun resmini görünce kölenin sözlerini hatırladı. Zaman içinde okulda çarla ilgili daha çok bilgi anlatılıyordu. Öğretmen de Kırgız çocuklara “Çalışkan olursanız, Tatar çocukları gibi başarılı olursanız size Çar’ın resmini yakından göstereceğim.” diyerek sanki bir ödül gibi gösteriyordu. Rus Çar’ını, yeryüzünün en kudretli, en şefkatli, en merhametli hükümdarı olarak anlattı. “Rus İmparatorluğu’nun Coğrafyası ve Tarihi Hakkında Bilgiler” adlı ders vardı. Bu derste duyduğu kadarıyla, Rus devletinin geniş topraklara sahip, bir okyanustan diğer okyanusa kadar uzanan bir devlet olduğunu anlattı. Söylenene göre sadece Kırgız ve Kazak değil dili farklı, yüzü farklı birçok halk bu devletin içinde yaşıyormuş. Tatarlar başta olmak üzere Sarı Nogay, Kara Nogay halkları bu devlete uzun süre önce boyun eğmişler.

Tüm bunları duyunca, “Boyun eğmeyen sadece Çin mi kalmış?” düşüncesi akla gelebilirdi. “İşte bu büyük devleti Rusların Çarları kurmuştur.” diyerek öğretmeni her gün tekrarlıyordu. Komiserler, papazlar, boluşlar, muhtarlar, mujikler, göçebe halklar, Tüzem okulunda okuyanların hepsi Çar’ın tebasıdır.

Bir gün resmi getirdi. Bu Ruslar neleri getirmedi ki Kırgız topraklarına: Toprağı süren alete “pulluk” diyorlarmış, ip gibi uzanan telin bir ucundan vurulunca diğer ucundan mektup olarak düşüyormuş, ona “telgraf” diyorlarmış, onu Rusların Pişpek dediği Bişkek, Tokmok, Almatı gibi büyük şehirlerde yerleştirmişler, Kırgızlar, biz kendi gözümüzle görmedik ama hızlı sürülen trenleri “ateş arabası” varmış diyerek Rusların elinden ne görürse, ağzından ne duyarsa şaşırdıkça şaşırıyorlardı. Şimdi ise resmin karşısında Mukay bu haldeydi. Boya dese, hayır boya değildi. Kurşun kalemle mi çizilmişti? Hayır, o da değildi. Kalın kâğıda kişinin küçültülmüş gölgesi yapıştırılmış gibiydi. Sadece ses çıkartmıyor, kıpırdamıyor ve gözlerini kırpmadan sürekli bakıyordu. Hem de onu, boyu bir arşın, genişliği yarım arşın olan, ağaç kalıba yerleştirip, çiviyle duvara asmaya uygun hale getirmişlerdi. Mukay’ın şaşırarak baktığını fark eden öğretmen “Gosudar!” yani Çar dedi. Kilisedeki olaydan sonra Çar’ın, Allah’ın dünyadaki peygamberi gibi olduğu zihninde yer eden Mukay, yaklaşarak resme baktı.

На страницу:
3 из 5