bannerbanner
Kızıl Cebe
Kızıl Cebe

Полная версия

Kızıl Cebe

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 5

Kabarık kaşları gözünü kapatsa da, ihtiyar Ahat çok şeyin farkındaydı. Atın üzerinde otururken koynuna eline sokup iç cebinden yıpranmış Hokand cüzdanını alıp şeker satıcısına;

– Hey, şürşit28, şu şekerden on kadarını versene, dedi.

– Ya aksakal, ben Müslümanım, neden bana şürşit diyorsunuz? dedi, Düngen29 satıcı şekerleri kâğıda sararken.

– Eğer müslümansan, bize adresi doğru tarif edersin. Rıskul’un bulunduğu cezaevi nerede? Nasıl gidebiliriz? dedi Ahat gülümseyerek. Ona göre Rıskul’u şehirde tanımayan yok gibiydi ve Rıskul’un cezaevine girdiği herkesin malumuydu.

Gözünün altı morarmış esmer tenli Düngen güneşin sıcağında üzerinde pamuktan kaftanı, başına giydiği eski kalın börküyle kaşları kabarık ihtiyara şaşkın şaşkın bakarak:

– Sizin Rıskul’u tanımıyorum, ancak cezaevini sorarsanız Taşkent sokağında, diye kuzeyi işaret ederek yol gösterdi.

Pazardan çıkınca Ahat heybesine elini sokup kâğıtta sarılı bir adet kırmızı horoz şekerini alıp, Turar’a uzattı. Çoçuğun Ahat dedesine duyduğu minnettarlığı sözden ziyade gözleriyle göstermesine dayanamayan ihtiyar:

– Vay be, al şunu meraklı, hepimizden de sen kazançlı çıktın, diye bir şeker daha uzattı.

Cezaevinin yüksek duvarıyla çevrili büyük kapısı önünde onlar öğleden ikindiye kadar beklediyse de, kapıdaki gardiyan içeri almadı.

– Haydi, müdüre gidin. İzin kâğıdı alın, dedi. Müdürün nerede olduğunu çaylak Kazak nereden bilsin? Sonunda kalın bıyıklı, genç bir Kazak tercüman müdürden izin belgesini çıkarıp, verdi. Cezaevine Ahat ile Turar girebildi, Moldabek ise atlara göz kulak olmak üzere dışarıda kaldı.

Turar babasını “şu yüksek duvarların arkasında geziyor olmalı”, diye düşünmüştü. Oysa, kalenin içinde yine evler ve tüfek kuşanan gardiyanlar vardı. Kenardan ilerlerken bir evin kapısı önünde durakladılar. Kapının önünde yine bir gardiyan bekliyordu, içeri almadı. Rıskul’u da çıkarmadılar. Gardiyan sadece demirli bir kapının avuç içi kadar deliğinin kapağını kaldırarak;

– Jılkıaydarov! Buraya gel, ziyaretçilerin var, diye seslendi.

Delikten tek gözüyle kırpmadan Rıskul’un soğuk bakışı göründü. Turar dayanamadı:

– Baba! diye haykırdı. Rıskul’un soğuk bakışları ısındı. Gülümser gibi oldu.

– Baba! Ben, ben Turar’ım. Dedem Ahat da geldi. Moldabek amcam ise dışarıda, diyen çocuk yerinde duramıyordu. “Baba al bunu”, diye Turar avucuna yapışmış şekeri delikten uzatınca onları izleyen gardiyan;

– Olmaz, diye azarlasa da, çocuğun elindeki horoz şeklindeki kırmızı şekeri görünce:

– Tamam, diye merhamet gösterdi. Babası kesik ses tonuyla, “Kendin ye, Turar” dedi. “Ah evlat, kendi soyundan gelen zavallı çocuk!” diye hüzünlendi Ahat. Öz oğlu olmadığını hatırlayınca tasalandı. “Ey, şaşkın baban şeker yer miydi? Bak, ona köyden yiyecek getirdik”, diye heybeyi gösterdi. Heybedeki kurut, tereyağı, haşlanmış et gibi yiyecekleri çıkararak gardiyana verdi. Memleketten getirilen yiyecekleri gardiyan tutukluya verecektir. Kural gereği öyle olmalıydı. Yiyeceklerin arasına bıçak, törpü gibi kesici aletler gizlenmesin diye kontrol edeceklerdir.

Ahat sıska elini gölgeleyip, delikten bakmaya çalıştı:

– Rıskul, neredesin evladım? Sağlık sıhhatin yerinde mi? Yiyecek sıkıntısı çekiyor musun? diye kulağında işitme sorunu olan kişiler gibi seslendi.

– Sayıları az olan Şilmembetler keklik pisliği gibi dağıldık. Geriye kalan yarım yamalak malı da köy muhtarı hane vergisi olarak topladı gitti. Kış kapıda. Ne yapıp, ne edeceğiz? Sen ne zaman serbest kalacaksın, gözüm?

Öte yandan Rıskul yüksek sesle konuşmakta. Ahat onun bir sözünü duysa, diğerini işitmiyordu.

– Metrey’e mektup yazın, dedi Rıskul sesini yükselterek. “Rıskul cezaevinde suçsuz yatıyor” deyin.

– A? A? Diyor, Ahat anlamasa da. “Hangi Metrey? Metrey de kim?”

– Geçen sene beni de yanına alarak, Talğar’ın zirvesine tırmandığımız devlet erkânı Rus yok muydu? Unuttun mu? Hani, Petersburg’ta oturan. Mektubu nereye yazacağımı söyleyerek, bana bir kâğıt vermişti, diye delikten buruşmuş bir kâğıt parçası uzattı. “Cebimde dolaşa dolaşa yıpranmış biraz. Yazısı silinmemiş galiba. Mektup yazın ona. O, diğerleri gibi değil, merhametli biri. Bizim il başkanına mektup yazdı mı, iş tamam, Allah biliyor ya, beni salacaklardır!”

– Kim bilir, evladım! Bolısın tercümanı olmasa, bizim sülaleden Petersburg’a mektup yazabilecek kimse var mı? Tercümana yalvarıp göreceğiz. Akraban Omar doğduğu topraklara geri dönelim, diye tutturdu, her gün sorun çıkarıyor. Ne yapacağız? Taşınmazsak, bolıs bize gözünü dikmiş. Sen gideli köyümüze dadandı. Yaşlı amcan bu durumda işte. Bugünlerde aklım başımda değil. Ata topraklara dönebilsem, orada ölsem, iki cihanda başka ne isterim ki. Dönmeye kalksak senin evini barkını nasıl bırakırız? “Aklı ayran, düşüncesi viran”.

– Ya, amca, tamam, diye gardiyan Ahat ile Turar’ı kapı deliğinden uzaklaştırdı.

– Hey, Rıskul söylesene! Ne yapacağız?

– Metrey’e mektup yazın!

– Gardiyan Ahat ile Turar’ı dışarı çıkardı. Çocuk kapıdan çıkmamak için direndi, avuç kadar deliğe tekrar tekrar bakıyordu.

– Küçük şeytan, defol çık, diye gardiyan Rusça hakaret ederek, çocuğu tüfeğin dipçiğiyle itekledi.

– Baba! diye haykırıyordu Turar.

O an, birkaç ay sonra babasıyla aynı hücrede aylarca kalacağını hissetmemişti. Gelecekte onu neyin beklediğini çocuk elbette bilemezdi…

* * *

Dönüş yolunda pazarın yakınından geçerken Ahat atın başını geri çekerek durdurdu.

– Rıskul’un emanetini yerine getirelim. Petersburg’a mektup yazalım. Bu pazarda biri bulunur belki, diye Moldabek’e baktı.

Pazarı dolaşırken, kapalı çarşıdaki dükkanında kumaş satan bir Tatarı gören Ahat:

– Evladım, Müslümanmışsın, karşılığını ödeyeyim, bize bir mektup yazar mısın? dedi.

Tatar tüccar biraz tereddüt etse de “karşılığını öderim” lafını duyunca kabul etti. Ahat, eline kâğıt kalem alan tüccara:

– Yaz, dedi. Petersburg’taki dostum Metrey’e. Yazdın mı? “Saygıdeğer Metrey! Sağlığın, sıhhatin nasıl? Eşin ve çoluk çocuğun iyiler mi? Beyaz Çar’ın ailesi nasıl? Çar mertebeli erkân ile görüşüyor musun? Rıskul kardeşini unutmamışındır. Sana az da olsa faydam olmuştu, hatırlarsan. Sıkıntı çektiğinde mektup yaz demiştin! Yardım elini uzatacağını söylemiştin. İşte, ben bir belaya düştüm. Beni Saymasay bolıs, haksız yere cezaevine attırdı”.

– Yazdın mı? diye Ahat parmağıyla kâğıdı işaret etti.

“Şu anda hapisteyim. Köydeki ailemin durumu çok kötü. Akrabalarım da benim yüzümden sıkıntı çekmekteler. Bolıs bize eziyet ediyor. Vergileri arttırarak, elimizdeki en son mallarımızı da gasp etti. Çok değerli Metrey! Bizim durumumuzu Beyaz Çar’a iletir misin? Aynı şehirde yaşıyorsunuz. O, kişiyi her gün görüyor musun? Tav-Şilmembet’in yakasını bırakın desin bolısa. Rıskul’u azat etsin, desin. Tav-Şilmembet’in malını mülkünü geri iade etsin, dersin. Değerli Metrey kardeşim! Nikola Çar’a söyle: Tav-Şilmembet’e Tülkübas ilçesine bağlı Maylıkent ilçesine geri dönmek için izin versin. Maylıkent bolısı Davılbay’a söylesin. Yirmi haneli Salik Sarı’nın peşini bıraksın. Bize Karakoyun ile Kemerbastav’ın suyunu içmeye hak tanısın desin Davılbay bolısa. Değerli Metrey kardeş, söylediklerimi unutmadan Çar’a ilet”.

– Aksakal, söz kalabalığı oldu sanırım, diye tüccar Tatar söylenmeye başladı.

– Tamam zaten bitmek üzere. Yaz evladım, Allah ne dileğin varsa versin. “Değerli Metrey! Hoşça kalın! Hüda seni korusun. Mektubu yazan, Şımır Şilmembet Jılkıaydaroğlu Rıskul, 1904 yılının Eylül ayı.

– Adresi nerede? dedi Tatar tüccar. Ahat Rıskul’un verdiği yıpranmış kâğıdı dikkatle katını çözüp, tüccarın önüne koydu.

– Petersburg şehri, sokak… diye Tatar yazının devamını okuyamadı. Tam da katlandığı yerden kesilmişti. Sokağın adı silinmişti. “Dimitriyev S.V.” adı bile çok zor okunuyordu. Tüccar Tatar kendini fazla yormak istemedi. Adresi eksik şekilde doldurup, mektubu Ahat’ın eline tutuşturdu.

– Şu sokağın karşısında postane var. Oradan yollayabilirsiniz, dedi.

* * *

Rıskul Almatı’nın cezaevine gireli üç ayı geçmişti. Sıradan kerpiçten yapılmış, ayrı bir koğuşta kalıyordu. Kim bilir, “yağmacı, at hırsızı, ‘vahşi Kırgız30’ kaçıp nereye gidebilecek” diye umursamadılar belki de? Taş duvarlı hücreler boş olmadığından mıdır nedir, Rıskul’u bir hayvan ahırı gibi yapılmış bir eve tıkmışlardı. Yalnızca bir penceresi vardı. O da demir parmaklıydı, kapısı çok sağlamdı.

Ağustos çıkmış, Eylül başlamıştı; otların ana dalları sertleşmiş vaziyetteydi. Rıskul’u bir kez hava almaya çıkartıyorlardı. Günde iki kez de tuvalete götürüyorlardı. Cezaevi ve ağılın kuytusundaki tuvalet kulübesine kadar olan mesafe yaklaşık yüz metreydi. Tuvalete giden yolun kenarında duvarı çevreleyen kenevir otu yetişmişti. Zamanında tırpanlamayı kimsenin düşünemediği kenevir otu yonca da değil ki, odun olarak da işe yaramaz. Toz toplamış, çiçeği düşüp kuruyarak lanetli gibi duruyordu.

Rıskul ensesine tüfeğini doğrultan nöbetçi askerle bir o yana, bir bu yana geçerken, neden olduğunu kendi de anlamadan o tarafa yöneldi. Hayatı boyunca dağ taş, bayırda tabiatla iç içe yaşadığından mıdır nedir, o kenevir otu onu kendine doğru çekiyordu. Başkalarının umurunda olmasa da, ona sıcak görünüyordu. Rıskul hiç yadsımıyordu. Belki de ona yamalı keçe evini hatırlatıyordu. Bir de kaçıp arasına saklansa bulamayacağın Aksu-Jabağılı’nın kara ormanını andırıyordu.

Keşke, Aksu-Jabağılı’nın taşına bir ayak basabilse, kendine buzu yastık, karı döşek yapan dağ koyunlarıyla köydeş olurdu. Bunca rezaleti, kıssası, eziyeti, bütün dünyanın kötülük küllerini üzerine çeken belalı varlığını terk ederdi.

Hayır, ondan önce Saymasay beyine gidip selam verirdi. Öyle yapmazsa hayatı boyunca ödenmez, hayır, iki cihanda da bağışlanmaz borcu boynuna geçirilen ip gibi onu boğacaktı. Sadece kendi çektiği eziyetten dolayı değil. Hem de hiç değil! Adalet dediğin lanet olası varlık kurdun dişlediği köpek gibi ses çıkartamadığı için. Suçu Saymasay gibiler yapar, cezasını Rıskul gibiler çeker.

– Bu nasıl oldu, beyim! şeklinde yalnızca bir soru sorabilmek için.

Cezaevine getirildiği geceden beri beynini kurcalayan soru buydu işte. Saymasay’a gidip selam vermek, bir soru sormak, artık onun geride kalan hayatının büyük amacına dönüştü. Çadırı yamalı evinde bıraktığı sevgili eşini o kadar özlemese de, on yaşında geride bıraktığı Turar’ına acımaktaydı, elbet. Onun için de değil belki. Alnından öperek, bir koklayıp, başını okşamak için. Sonrasında…

Kenevire baktıkça bakası geldi. Arasında taş çekirgesinin ötüşü duyuluyordu.

“Zavallı yaratık”, dedi Rıskul içinden. “Cezaevine seni kimse alıp getirmedi ki, neden gitmiyorsun Allah’ın bozkırına”.

Taş çekirgeyi azarladıktan sonra gemini ısıran kaçak atlar gibi tozlanmış kenevire doğru yöneldi. Nöbetçi asker bu davranışından kuşkulanırcasına:

– Önüne bak, düz yürü! diye havladı sanki.

Rıskul basitçe yapılan tuvalet duvarını yıkıp, kaçmayı da aklından geçirmişti. Fakat tüfeğini bir an olsun ensesinden ayırmayan nöbetçi asker bu fırsat vermez, gözünü bile kırpmazdı.

Bu duruma sinirlenen mahkum, nöbetçi askeri çıldırtmak için “padişahların yürüyerek gittiği” yerden çıkmaz, uzun uzun hacetini giderirdi. Asker ayağı yorulana dek çakılmış kazık gibi kımıldamadan beklerdi, sonunda takati tükenir, utanmayı bir kenara bırakarak, gıcırdayan kapının deliğinden bakar:

– Geberdin mi? Yoksa çukura mı düştün? Çık, vaktin sona erdi! diye bağırırdı.

– Ya, Allah’ım. Bu günümüze de şükürler olsun! diyerek, tutuklu nöbetçiyi daha da sinirlendirirdi. “Benden ziyade senin gibi zavallının yaşadığı hayat, insanoğluna verilmese de olur”, dedi nöbetçiye.

Bir akşamüzeri küçük abdestten dönerken, kara kenevirin yanından geçtiği sırada, öncekilere benzer yoldan çıkar gibi oldu ve ayağını yana eğik bastı. Sağ ayağının ucu bir şeye değmiş gibiydi. Eğilip bakmadı, göz ucuyla bakınca sivri uçlu bir şeyin varlığını fark etti. Durmadı, sır vermeden yanından geçip gitti.

Ertesi günü sabah tuvalete çıktığında, bir gece önce fark ettiği şeyi ayağının ucuyla yine yokladı. Yere saplanmış bir demirdi. Dönüş yolunda yine ayağıyla dokunarak geçti. Sivri uçlu demir yerinden biraz oynadı. Biraz eğilse eliyle kolay alınacak bir şeydi. Ama ne çare, eğilip alamazdı. Eğildiğinde nöbetçi kuşkulanırdı. Manda gibi iri yapılı pehlivan kılıklı gardiyan belki kendisini “bir vurup yerle yeksan edip kaçar” diye korkabilirdi. Dolayısıyla Rıskul’un her adımı kontrol altındaydı. “Yiğit tek ok atımlık” dedikleri bu olsa gerek. Yoksa yaprağı düşmüş çakşır31 gibi herifi nefes bile aldırmadan işini bitirir, kaçar giderdi. Ancak çakşır gibi kuru bitkiye benzese de, bu nöbetçinin silahı vardı, çaresizdi.

Az önceki demiri gevşeterek geçmesi gönlünü rahatlatmıştı. Yaşadığı müddetçe, yarını için bir ümidi vardı. Mahkumun dayanağı ümittir. Ümidi kesildiği andan itibaren mahkumun işi bitmiş demektir. Fakat, Rıskul’un bütün ömrü iyiliği gelecekten beklemekle geçiyordu.

Gece boyu bu sivri demiri aklından çıkaramadı. Toprağın yüzeyine çıkmış olması aletin kırık bir parça olduğunu akla getiriyordu. Yerinden oynadığına göre yanında yine bir parçası olmalıydı.

“Onu koğuşa nasıl getirmeli?” sorusu başında çınladı durdu. Kenevirin tohumuna çekirgenin yerine Ağustos böceği çığırtkanlık yapıyordu. Cezaevinin demirli penceresinden açıkça duyuluyordu. Kafasında çınlayıp yankılanan ile böceğin çığırtkanlığı bir araya gelince tasalı bir şarkıyı rastgele meydana getirdi. Rıskul şaşa kaldı. Sürekli duyduğu ses Ağustos böceğinden değil de, sivri uçlu demirden geliyordu sanki. Demir parçası hapisteki mahkumun ahvalini anlamış gibi çaresiz kaderine acır gibi malum oldu.

Böcek hiç susmadı. “Kırık demir parçasını sanki hiç unutma” uyarısı gibi duyuluyordu. Aralıksız duyduğu sese Rıskul da eşlik etti:

“Dünya eğri yoldur kıvrılan, Bahtı kapandığında ere devlet 32 olmayan, Gününe doksan dokuz türlü bela bulsan, Hiçbir zaman umut kesme Allah’tan…”

diye mırıldandı.

* * *

Sabaha doğru uykuya dalmıştı, derken birden irkilerek uyandı. Kızıl Cebe kişneyerek, hücresinin kapısını tekmeliyordu. Rıskul gerçek ile rüyanın farkına varamadığı için şaşkındı.

“Hey mübarek! Atların da ruhu olurmuş demek. Kambar Ata’dır belki. Kızıl atın kanı benim boynumda değildi ki?! Neden beni gözetliyor. Ben çalmış olsam da, çaldırtan, kanını akıtıp boğazlatan Samasay değil miydi? Gözünü seveyim, Kambar Ata! Benim kabahatim varsa bağışla! Fakat benim bir suçum yok. Allah şahidim olsun! Eğer görmemişse, Tanrı’nın gözü çıksın! Kızıl atın boğazlanmasına, ihanete razı gelmediğim için araya girdim, haksız yere suçlandım, Kambar Ata!”.

Rıskul atın ruhuna münâcât33 ederken kapısının önünden nöbetçi geçti. Onu çizmesinin sesinden tanıdı.

O zaman kendini toparlayarak, az evvel gördüğü düşün hikmetini anladı. Kapıyı tekmeleyen Kızıl Cebe değil, kara kilidin takılı olup olmadığını gıcırdatarak kontrol eden nöbetçinin gürültüsüydü. Dolayısıyla aklına bir fikir geldi. Yerinden fırlayıp kapıya vurmaya başladı. Nöbetçinin geri dönüp, hızlı adımlarla yaklaştığını duydu.

– Ne istiyorsun? diye azarladı nöbetçi.

– Karnım çok ağrıyor, çabuk kapıyı aç beyim, diye yalvardı mahkum.

– Ölmezsin, dayan biraz! Hala tan atmadı, hala karanlık, diyerek, nöbetçi geri çekilmişti ki, Rıskul kapıyı tekrar yumrukladı.

– Beyim, dayanamayacağım! Tan atmasını, güneşin batmasını bekleyecek taş değil ki. İshal olmuşsam, benim suçum mu?

Nöbetçi söylenip küfür ederek, kapıyı açtı. Sinirden gözleri büyümüştü. Bir gömlek, yalın ayak, şapkasız Rıskul’u tüfeğin namlusuyla dürterek, önüne kattı:

– Beni aldatırsan, acımam, diye uyardı.

Bozaran tan ağarmaya başlamıştı. Koğuştan sonra serin hava tutuklunun boğuk bağrına vurdu, sert soluktan boğulacak gibi oldu.

“Tan ağarmayıp, karanlık biraz daha süreydi” diye diledi Rıskul. Ağustos böceği adeta yorulmuş gibi ses seda yok. Kara kenevirin yanından geçerken, yalın ayağıyla yeri süpürerek, demiri aradı. Sol ayağının ucu koca, sert bir şeye değdiğinde iki parmağının arasına aldı. Yerinden çıkararak yürümeye devam etti. Soğuk sert demir ayak tabanına batmaya başladı. Eskisi gibi hızlı yürüyemedi. Bir ayağını sürükleyerek yavaşladı. Durumu kendince yorumlayan nöbetçi:

– Bas ayağını! Üşümeye başladıysa, acele etmeyecek misin? diye asabileşti.

– Ah, karnım, diye Rıskul iki büklüm ayağını sürüyerek yürüyordu. Aklında “Parmaklarımın arasından çıkmasaydı” diye parmaklarını sımsıkı tutmaya çalışıyordu. Sıktıkça demirin sivri ucu etine saplanıyordu. “Kan damlarsa, her şeyi anlayacaklar” diye korktu.

Yakındaki tuvalete kadar olan on, on beş metrelik kısa mesafe cehennem yolundan yüz kat daha ağır geldi. Er ya da geç gelecek bir ölüm vardı elbet. Öteki dünyada Rıskul cehennem ateşine düşmez herhalde. Allah varsa, gerçek dünyanın borcunu Rıskul’un bu dünyada yüz kat fazlasıyla yerine getirdiğini görmüş olmalı elbet.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

kargir ev. Taş tuğla veya betondan yapılmış temel üzerine kurulu olan yapı, saz ve balçıkla sıvanmış ev.

2

bolıs (болыс): Sovyetler döneminde büyük köylerin, yurtların yöneticisi, beyi.

3

Tav-Şilmembet. Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden gelerek, Almatı’nın dağlık bölgelerini yurt edinen Kazak boyu.

4

Şımır. Kazaklarda bir boy adı.

5

ular. Kafkas kekliği.

6

aşık kemiği. Koyun ve keçilerin arka bacaklarında bulunan dört yüzlü kemik.

7

baybişe. Çok eşli erkeğin ilk hanımı.

8

argımak. Asil ve hızlı koşan at.

9

edelweiss. Alplerde yetişen Alp yıldızı adlı çiçek.

10

akonit/ akonitin. Kurtboğan otu, Asya ve Avrupa’nın dağlık bölgelerinde birçok türleri olan, her birinin zehirliliği farklı ya da benzer alkaloidleri içeren otsu bir bitkidir.

11

hanbalık. Bir çeşit gri benekli alabalık.

12

Bagatır. Bahadır.

13

köje. Taneli tahıl tohumlarıyla suda pişirilerek yapılan bir Kazak yemeği.

14

kunan koyun. 3 yaşındaki koyun.

15

Dala-Şilmembet. Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden gelerek, Almatı’nın ovalık bölgelerini yurt edinen Kazak boyu.

16

salpı karın. Kazaklarda 8-12 yaş aralığındaki atlara verilen ad.

17

jabağı. 5-6 aylık at yavrusu.

18

kunan. 3 yaşındaki erkek at.

19

dönen. 4 yaşındaki erkek at.

20

bayge. Ödüllü at yarışı.

21

Kur’an suresi gibi. Kur’an gibi tekrar tekrar söylediği şiir anlamında kullanılmıştır.

22

kökpar. Türkler ve Orta Asya halklarında atla oynanan bir tür oyun. Kökpar, “Kökbörü Oyunu” olarak da bilinir. Eşanlamlı olarak at üzerinde “Ulaktartış” tanımları da kullanılır.

23

üren Kaska. Alnında beyaz çizgisi olan kahverengi atlara verilen ad.

24

baksı. Baksı sözcüğü Türk, Altay ve Moğol mitolojisinde ve halk kültüründe genel olarak kam, şaman anlamına gelir. Bahşı, bağşı, bahçı, bakşı, bakıcı olarak da ifade edilir.

25

Kambar Ata. Kazak inancına göre atların (yılkı) piri, at sürülerinin sahibi.

26

Albastı (Tatarca, Kırgızca, Kazakça: Албасты, Karaçay-Malkarca almastı Çuvaşça: Алпастă, Azerice: Albasdı, Rusça: Албасты́) – Türk ve Altay mitolojilerinde bir çeşit kötü ruh ve onun neden olduğu ruh çarpması.

27

Kaldaş. Kaldıbek adının kısaltılmış şekli.

28

şürşit. Çin-Mançur soylu gayrimüslim halklar için Kazaklar arasında yaygın kullanılan genel ad. Putperest.

29

Düngen, Dungan ya da Tunggan. Orta Asya’nın eski Sovyetler Birliği devletlerinde yaşayan Çin kökenli Müslüman bir halka ilişkin kullanılan bir terimdir.

30

Kırgız. Çarlık Rusya’sı döneminde bozkır halklarının geneli Ruslar tarafından “Kırgız” adıyla anılmıştır. Bir anlatıma göre Kır gezenler anlamında kullanıldığı iddia edilir.

31

çakşır. (Latince ferula, “çubuk”), maydanozgiller familyasından 170 türü olan bir çiçekli bitki cinsi. Anavatanı Akdeniz bölgesinin doğusu ve Orta Asya’dır. Genelde kurak iklimlerde yetişir.

32

devlet. Mutluluk ve refah içinde olan anlamında kullanılmıştır.

33

münâcât. “Yakarma, dilekte bulunma” anlamı taşır.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
5 из 5