bannerbanner
Kızıl Cebe
Kızıl Cebe

Полная версия

Kızıl Cebe

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Başka bir çocuk olsa, evine gelen bu kadar çok yetkiliden dolayı kıvanç duyardı. Turar’ın tekrar içi ürperdi. Nihayetinde bu gelişin sebepsiz olmadığını, iyilik getirmeyeceğini çocuk bile hissetmişti.

– Hay, anasını!.. Annen nerede? diye sordu atının üstünde canı sıkılan muhtar Tavbay.

– Onun annesinden ne istiyorsun? diye diğeri güldü.

– Bunun anası genç, bilmiyor muydun? İzbayşa, hala çok güzel. Bu cılızın öz anası rahmetli Kalipa vefat edince, Rıskul bolısın rızasını almadan İzbayşa’yı nikâhına aldı.

Çocuk şişman surata cevap vermedi.

– Bunun yanı sıra erkek kurdun kendisi de yabancı. Yoksa uluyacak iti, sıkacak biti yok, fakir şey birilerinin istetmeye hazırlandığı İzbayşa’sını alıp kaçmadı mı? diye şişman suratlı muhtar devam etti.

“Çocuk duyuyor, anadan öksüz çocuğun yüreği incinir” diye düşünmek şöyle dursun aklından bile geçirmedi. Her şeyi ters düz etti. Yanındaki ulak:

– “Hey, muhtar, bırak artık. Çocuk dinliyor” – demek üzereyken, ukala şeyden çekindi. Bir diklenirse kabalık yapmakla kalmaz, vurup yıkmadan durmaz. Bolısın polisi gibi. Üzerinde üniforması, belinde jopu yok, yoksa polisin ta kendisi. Onlara özeniyor.

İzbayşa Tüymetay’ın elinden tutarak köydeki İhtiyar Ahat’ın evine gitmişti. Ahat’ın yaşlı eşi küçük köy Tav-Şilmembet’in akraba ve komşu kadınlarını keçe basmak için yardıma çağırmıştı. Rıskul’un barakası önünde bolısın başını çektiği bir grup atlının durduğunu tüm köy gördü. Hepsi de evlerinin eşiğinden sıkış-tıkış bakıyordu. Mülteci olan ve panikleyen köy ahalisi “nasıl yani?” diyerek korkmuştu. Keçi kılından buzağılar için çekme halatı ören dağınık kaşlı Ahat’ın yanı sıra hem kollarını sıvayıp keçe yapan kadınlar, hem de onların gölgesine gizlenen çocuklar korkunç bir şey olacak beklentisiyle, nefeslerini tutmuş, yere çakılmış kazık gibi şaşkınlıkla bakıyordu.

Temmuz sıcağında güzün aralığında kara soğukta titreyen ağacın tepesindeki yaprak gibi o küçük köy bolısın aniden yanındakilerle gelişinden huzursuzdu.

“Vergi mi topluyorlar?” dedi Ahat çaresizlikten. “Yoksa bir şeyden dolayı suçlu muyuz?”

Ahat – Tav-Şilmembet boyunun aksakalı, bilgesiydi. Tülkibas’tan göçeli saygınlığı daha çok artan ihtiyarı. Sinsi fakirliğin döngüsüne ne kadar direnirse dirensin baş eğmemiş, doğruluktan şaşmamış, yüreği tertemiz bir ihtiyar. Meselesi küçük olsa da, temiz giyinip, bembeyaz sakalını yuvarlak şekilde her gün kısaltan takva sahibi bir adam. Büyük burunlu. Kaşları gözüne düşüyor. Yaz kış kırağı düşmüş gibi. Bunu halk işaret kabul ederek, Ahat’ı kendilerince aziz gibi görüyor. Tanrıdan başkasına tapmayan, dağ taş demeden gezen Rıskul’un kendi de Ahat’ın sözüne saygı duyardı. Ahat ise bahadır kardeşinin halinden anlar, yanlış yönlendirmezdi.

Ahat’ın arzusu vakti geldiğinde göçmek zorunda kaldıkları topraklara geri dönmekti. Güz rüzgârıyla sürüklenen çalı gibi Şilmembet boyuna mensup yirmi hane Aksu-Jabağılı nehrinin kaynağından çıkarak, düşe kalka bu Talğar’ın eteklerindeki sayısız dağ geçitlerinin birinde sıkışıp kaldı. Yerli halk bunları “Tav-Şilmembet” diye adlandırdı.

Bundan otuz kırk yıl kadar önce Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden Hokand Hanlığı’nın zorbalığına dayanamayarak göçmek zorunda kalan bir Kazak köyü, Almatı’nın yamacına gelip yerleşmişti. Onlara da ‘Dala-Şilmembet’15 denilmişti. Onlar dağda değil, ovada yaşardı.

Başlangıçta Ahat, Rıskullar kendilerinden önce gelen muhacir akrabalarının yanına barınmaya gelmişlerdi. Fakat yabancının adı yabancı, Dala-Şilmembet sonradan gelen soydaşlarına yardım edemedi. Doğu Talğar Bölgesinin bolısı Rıskul’un grubunu Dala-Şilmembetlerle aynı yere değil, dağın bir vadisine Besağaş denilen bölgesine yerleştirdi.

Ekin yetiştirerek, mahsulleriyle geçinenler için Besağaş uygun bir yer değildi. Su çıkarıp, tohum ekmek için takke kadar yeri yok, eşeğin arkası kadar küçük bir yer. Sadece az hayvanla geçinilebilirdi.

Kara toprağın eteğinden tutarak, sefalet içinde yaşayan Tav-Şilmembetliler eski yurtlarına dönmek istiyordu. Doğdukları toprakları, altın beşiğini çok özlüyordu. Kuş gibi uçup varacak değil ya kanatsız halk. Bir de onun üstüne Davılbay hala öfkeliydi. Yirmi hane Selik’in isyanını püskürtemedi. Davılbay da ölümlü can. O ölünce ne değişecekse? Yerine gelecek başka bolıs ne düşünür? Bilinmez.

Tüm dünya kapanmış, Talğar’ın beyaz zirvesi ile bazen bulutlu bazen açık gökyüzünden başka bu Besağaştan hiçbir şey görünmüyor. Dünyada ne olup bittiği belli değil. Rus devleti ile Japonya savaşıyor dedikoduları yayılıyor. Bu neyin savaşı kim neyi paylaşamıyor, orası karanlık.

Böylesine ayrı kalmış, “yabancılar” olarak adlandırılan küçük bir köye bolısın kendisi gündüz vakti gelip, Rıskul ile özel görüşmesinin sırrı neydi?

Köy şaşkındı. Ahat da şaşkın görünüyordu. Bilge ihtiyarın şaşkın bakışlarını fark eden diğerlerinin umut ve endişeleri birbirine karışmış, ilgisiz bir haldeydi.

* * *

Kara koyunun maliyeti pahalıya mal oldu. Az evvel bolıs da, “Er lokması er kursağında kalmaz” demişti. İşte bu lokma Rıskul’un boynuna bir yular gibi bağlanıp, boğmaya başladı. Bolıs Rıskul’un küçük hatasını bağışlamadı. Kara koyunu bahane edip, Rıskul’u başka bir çetin yola sürdü. Dediğini yapmazsa suçlu duruma düşecekti.

Akşamın alaca karanlığında ahali hanelerine çekilirken Rıskul Şolak Şabdar’ı eyerleyip bindi. Çalılarla kaplı ovanın aşağısına doğru ağaçlar arasından aheste aheste ilerlemeye başladı.

Bu yolculuğu Ahat’tan başka kimse fark etmedi. İhtiyarın kalbi yine bir şey sezmiş gibi titredi. İçinden “Aşağılık bolıs, bu yiğidi yine kesin atlara gönderdi. Tekrar bir belaya düşmeyeydik. Daha önce etraftaki kılkuyruklu toynaklıları bolısın açgözü doysun diye onun boğazını tıka basa dolduran Rıskul’un eline ne geçti, zavallı, ne kazandı? Bu işten zar zor el çektirmiştik. Kendisi de bundan sonra at almaya (çalmaya) gitmeyeceğine söz vermişti. Bu ne iş, bu ne gidiş, yahu! Demek, tekrar kapana sıkıştı, aslanım!” diye düşünerek, “ah” çekti. Rıskul’u yutan uçurumun dibindeki ürkütücü karanlığa uzun uzun baka kaldı. Obur, karanlık gece, tıpkı bolısın boğazı gibi çökmüştü, umursamazca baktı. Şabdar ile binici uçurum aşağısındaki patikadan usulca, kaplan yürüyüşüyle kayarak ilerliyordu. Birkaç kere yakınından yarasalar uçuştu. Ansızın karanlık dalların arasından gözleri ışıl ışıl parlayan bir baykuş belirdi. Baykuşa dönerek:

Ah, eğik gözüm, diyerek baykuşa gülümsedi. İkimiz de gece eşkıyasıyız. Bizim hayatımız gece başlar. Hee-e, tavşan avlamak için pusuda yatıyorsun demek” dedi. Bu sefer Rıskul at sürüsü alıp dönmeyecek. Bu seferki yolculuk sadece yalnız bir at için yapılacak bir eylem. O yalnız atı almaktansa, at sürüsünü getirmek daha kolaydı. Bolıs Rıskul’u bu sefer Tukımbay’ın meşhur Kızıl Cebesini çalmaya yollamıştı.

Kızıl Cebe, ötesi Alban, berisi Kañlı, Istı, Janıs, Jalayır, Şapıraştı boylarının yerleştiği civarın yalnız parlayan yıldızı gibi ün salmış bir küheylanıydı.

Kızıl Cebe, Kerim adında kasabadan bir çiftçinin salpı karın16 kara kısrağından doğma safi kırmızı bir tay. Sıska jabağıyken17 Karakemer’den gelen Kañlı boyundan Kerim’in bir dünürü gelip almıştı. Kızıl Cebe, kunan18dan dönen19 e geçişinde Nisan ayında boy veren lale gibi muhteşem bir küheylana dönüşerek, toy eğlencelerinde düzenlenen baygeleri20 kazanarak dillere destan oldu.

Bir sene evvel Karakemer ovasında yapılan baygeye Rıskul Turar’ı atının arkasına bindirerek götürmüştü. Turar Kızıl Cebe’nin yaman bir koşu atı olduğunu o an anlamıştı. Daha sonra Besağaş’a döndüğünde çocuklarla koşarak oynarken yarışıp: “Ben Kızıl Cebe’yim!” diye bağırmıştı. Korğan ustanın oğlu Arman ise:

– Ne Kızıl Cebesi ya, sen Şolak Şabdar’sın, diye tartıştı.

Arman Besağaş’ta dünyaya geldi. Turar’la yaşıt. Babası ata topraklarına döneceği günü ümit ettiği için oğluna Arman adını vermişti.

– Yok ya, ben Kızıl Cebe’yim, diye diklendi Turar.

– Ya sen kendin bir düşünsene babanın bindiği at Kızıl Cebe değil, Şolak Şabdar dedi Arman, doğru söylediğini vurgulayarak.

– Şolak Şabdar ben değilim, o Orazbak diye Turar cevap verdi. Orazbak Rıskul’un kardeşi Moldabek’in oğlu. Kibirli ve kendini beğenmişti.

– Evet, evet Şolak Şabdar benim, diye Orazbak kibirlendi. Çünkü Şolak Şabdar Besağaş’ın en iyi atıydı. Bu durum Orazbak’ın övünmesi için yeterliydi.

– İşte, dedim ya size, diyen Turar tartışmadan haklı çıktı. Artık onun Kızıl Cebe olduğunu kimse tartışmayacaktı.

Şimdi Rıskul Tukımbay’ın Kızıl Cebesi’ni ne yapıp yapıp getirmek zorundaydı.

Bolısın onunla az önce özel görüşmesinin sebebi buydu. Bolıs Tukımbay’dan Kızıl Cebe’yi almak istediği haberini ileteli epey zaman geçmişti.

Tukımbay ise liyakat göstermedi. Kızıl Cebe’nin yurdu bizim köy. Kerim’in kara kısrağından doğduğunu kimse inkâr da etmiyordu. “Hayvanımızı geri yolla” diyerek, tehdit etmeyi de denedi. Bey buna da yanaşmadı.

Tukımbay da sıradan birisi değildi. Son seçimde bolıs olmak için yarışmıştı. Bu nedenle Saymasay ile arası daha da açıldı. Sonrasında ise durum kavgaya dönüştü. Sayma-say “alacağım!”, dedi. Tukımbay “alamazsın!” dedi. Bir sonraki hedefi pis Tukımbay’ı ne pahasına olursa olsun aşağılamak.

Rıskul neyle karşı karşıya olduğunu ve sonunda onu neyin beklediğini biliyordu. Kızıl Cebe’yi elde ettiği takdirde Saymasay’ın eli boş durmayacağını hissetti bile. Bolıs ile özel konuşurken tüm varlığını sarsan bu sonun şüphesini açıklamak istemişti, ancak bolıs:

– Hey, yiğidim, senin işin sadece getirmek, sonrasında ne yapacağımı ben bilirim. Belki Kırgız tarafına aşırırım. Orasını bana bırak, diye niyetini biraz göstermişti. Ardından:

– Bu sefer dileğimi yerine getirirsen, kazanırsın. Yanlışa düşmeden doğru bulanmaz. Dolayısıyla dediklerimi yaparsan, aramızdaki husumeti de unutmaya hazırım, sen de unut. Darılırsın, gücenirsin ancak benden hayırlısını bulamazsın. Aynı soydanız. Sen Şımır boyundan, bense Janıs boyundanım. Her iki boy da aynı ata anadan gelmekte. Kırk sene cenk yaşansa bile hısım hısıma kılıç çekmez, dahası kılıç kınını kesmez, demişti.

Rıskul bolısın bu konuşmasından şüpheliydi. “Kökleri bir olan birbirine zarar vermezse, hısıma hasımlık edilmezse, Janıs boyu şöyle dursun, Şımır’ı Şımır boyu öz yurduna neden sığdırmadı, dışladı? Davılbay baba tarafından seninle kıyaslayınca bana daha yakın değil miydi?”

Rıskul bu düşüncesini sesli dile getirmedi.

Yine çaresiz “tamam, bolıs beyim” demekle yetindi.

Saymasay’ın topraklarına yerleşmiş, suyundan içmiş, otlağını kullanmışsın o halde dediğini yapacak, emrine boyun eğeceksin. İtaat etmeyeceksen, yoluna git. Haydi, Doğu Talğar bolısının sınırlarından defol. Nereye istiyorsan oraya git.

Doğu Talğar toprağına ayak basalı yirmi yılı aşmış. Yirmi yıldır göze görünmeyen o kıl boyunduruğu Rıskul boynuna geçirmiş. Bütün çırpınışına rağmen bu kölelik esaretinden kurtulamadı. Son bir sene bolıstan uzak durmak için çabaladıysa da yine tuzağına düştü.

– Bir koyunun değeri bahanesi oldu. Koyun bir yana Saymasay yurdundan kovacaktı. Nereye gidecek? Tülkibas’ın kapıları kapalı. Merke ile Juvalı’dan yer bulunmadı.

Yedi höyüklü Talğar’ın yüksek zirvesi, Janğırık düzlüğünde su birikintisi altınla buharlaşmışcasına erimiş; etrafını koyu alev kaplamış, dolunay nazlanarak yükseliyordu. Her zaman göze görünmeyen kaymak renkli bulutlar, altın yalatılmış gibi eşsiz bir güzelliğe büründü. Ay tamamen yükseldi.

Ayın nuru ovadan çıkarak, bozkıra yayılmaya başladı. Rıskul’un kirli ak kalpağına da düştü. Şabdar da belirdi, boz renkli kıyafette. Tülkibas’tan tek hatıra kalan ak kalpağı da belirdi. Düzlüğe alçaldıkça arka yöndeki Talğar yükselmiş, uzaktan daha heybetli görünmeye başlamıştı.

Rıskul o an yapa yalınız çıktığı yolculuğunu sürdürürken arkasına dönerek, ayın nurunu bürünmüş o güzelim Talğar’a baktı. Geçen yıl eğitimli bir Rus ile dağın zirvesine nasıl tırmandığını anımsadı. “Bahtiyar olduğumuz günlerdi, adil ve masum bir yolculuktu” diye ah çekti.

Daha sonra Kur’an’ı21 gibi gördüğü tek kısa şiirini mırıldanarak söyledi.

* * *

“Kızıl Cebe”, diye fısıldadı. Talihi yaver gider de Rıskul Kızıl Cebe’nin eğer takımına bir dokunsa, lanet olsun deyip dağ, taş aşarak Aksu Jabağılı’ya arkasına bakmadan çekip gidesi vardı. Aksu Jabağılı’yı hatırlayınca tekrar hevesi kursağında kaldı, gözyaşı akmaya başladı. Fakat Tülkibas’tan liderlik ederek bu topraklara getirdiği yoksul akrabaları ne olacaktı? Varlıklı olduğu için değil de, yiğitliğinden büyülendiği için genç kızken nikâhına aldığı eşi İzbayşa’yı nasıl terk edecekti? “Ben Kızıl Cebe’yim!”, diye arada sırada kendini gösteren Turar ne olacaktı?

Geçtiğimiz sonbahar Maylıbay’ın anısına aş verildi. Doğudan Alban, Suvan ve Kızay boyları; güneyden Aladağ’ın ötesindeki Kırgızlar; batıdan Şapıraştı, Dulat, Jalayır boyları ile kuzeyden Ayagöz ve Aksu’dan bu tarafa Arğın, Nayman boylarının katılımıyla büyük bir davetti.

Rıskul Şolak Şabdar’ı eyerleyip Karakemer, Şelek istikametine doğru yola hazırlanırken, Turar daha önce görülmemiş bir davranış sergiledi. Önceleri birçok defa yola gitti, ancak hiç “beraberinde götür” dememişti. Bu gidişinde çok ısrar etti. Çocuğun gönlü kırılmasın diye Şolak Şabdar’ın sırtına bindirip beraberinde götürdü.

Adeta karınca yuvası gibi kaynayan kalabalık arasında kaybolur korkusuyla oğlunu dizinin dibinden ayırmadı. Törenin en ilginç yanı altmış kilometrelik mesafeye düzenlenen ödüllü at yarışmasıydı. Cebe bu yarışmayı ok gibi önde tamamlayarak, ününe ün kattı. Törenin üçüncü günü kökpar22 yapıldı. Özellikle kökpar denilince coşan Rıskul Turar’ı sırtına attığı gibi yarışmacıları dolaşıp, müsabaka meydanına kendi çıkmasa da avare avare sesler çıkartıyordu.

Yarışma iki üç kilometre mesafedeki iki tepe arasında başladı. İlerideki Saztöbe Saymasay köyünün, berideki yönde ise Kesiktöbe Tukımbay köyünün varış noktasıydı. Saymasay’ın Küren Kaska23 atı koşu hayvanıydı. Küren Kaska’ya binmiş olan pehlivan Makaş kökparı üst üste iki kez kazanına götürüp attığında (kökparı kazandığında) Tukımbay dona kalıp, sakalını yolmaya başladı, küplere bindi. Şanına şan katan Saymasay ise keyifle gülerek, cesaretlendi.

Aşırı sinirlenen Tukımbay kökpara Kızıl Cebe’nin getirilmesini emretti yiğitlerine. Ancak Kızıl Cebe bu yarışmada yok gibiydi. Ancak yarışmanın kazananı olan Makaş’ın Küren Kaska’sına adım attırmadan yanında biter oldu. Maalesef, Cebe’nin üzerindeki yiğit Makaş’ın bacakları altındaki tay gibi eyerinden silkinip kökparı kapamıyor, boşa çıkıyordu. “Ah, be! Lanet olası! Oh, zavallı Kızıl Cebe!” diye ahali dizlerini dövüp, ah çekiyordu.

Kökpara olan düşkünlük duygusu coşmaya görsün! Coşunca insanın iki gözünü kan bürür, ötesini düşünmez. Rıskul da bu düşkünlük duygusuna kapıldı. Saymasay’ın hizmetinde olduğu aklından çıktı, Kızıl Cebe’nin bir acemi binicinin bacakları altında hor görülmesine dayanamayıp, Şolak Şabdar’ı mahmuzlayıp kalabalığı yararak doğrudan Tukımbay’ın huzuruna çıktı.

– Ey, Tukımbay! Kañlı ya da Janıs boyları için değil, Kızıl Cebe’nin şerefi için, benim gibi garibe izin ver. Ver ben de şansımı bir deneyeyim, dedi.

Tukımbay “Bu nasıl olur?”, diye etrafındakilere bakındı. Kañlı boyunun kalabalığı:

– Ver, Tukımbay, ver! Bu Tav-Şilmembet Rıskul.

– Kökparın piri, kökbörünün ta kendisi zavallı!

– Bacaklarının altında küheylan olmadığı için can atmakta belli ki, diye ahali haykırıştı.

Rıskul Şolak Şabdar’dan inerek eyerin üstüne Turar’ı oturttu, dizgini ve kamçısını oğlunun eline tutuşturdu.

– Çok dikkatli ol. Atlılara yaklaşma. Ezer geçerler, dedi Turar’a.

Ardından keçe kalpağını bastırarak giydikten sonra kollarını sıvayıp Kızıl Cebe’nin dizginini eline aldı. O an üzerindeki binici ucu ucuna kendini aşağıya atmayı başardı. Sonra Rıskul’a burun kıvırarak ters ters baktı ve:

– Haydi bakalım, ne kadar güçlüymüşsün göster kendini diyerek mırıldandı.

Rıskul Kızıl Cebe’ye atladıktan sonra çok nadir yumuşayan esmer tenli asık suratına nur bitti, gözleri kor saçıyordu, etrafına ruhları bağlamış ve coşan baksı24 gibi birdenbire gururlandı. Bindiği at ise, akan deli kanı, gücü sezmişçesine; gemini çiğniyor, dizgini sert gerilen yay kirişinden fırlamaya hazır ok gibi bekliyordu. Kızıl Cebe’ye güvenmiş, sınırsız mutluluğu tattığı o anlarda kudretli Saymasay da, varlıklı Tukımbay da Rıskul’un gözüne kıpır kıpır yaşamak için mücadele veren sıradan canlar olarak göründü.

Mutluluk duygusu Rıskul’un başını döndürmüş gibiydi. “Ya, ben sarhoş muyum?”, diye söylenerek, atın başıyla ilgilenirken, aynı zamanda Makaş’ın yarışmadan çıkacağı sırayı hazır bekleyip kalkıverdi.

Rıskul gibileri mutlu etmek için çok mala gerek yok. Kızıl Cebe yeterlidir.

… Kökparı bir sonraki yarışmada çekiştirerek alıp, Saztöbe noktasına alışıla gelmiş yöntemiyle böbürlenerek koşturan Makaş’ın eyeri kökparla birlikte kopmuş gibi sezildi. Ahali aniden gürültüyü bastırdı. Ne olduğunu bile anlamayan, koca kafasına kan sıçrayan Makaş, Küren Kaska’nın dizginini çekti, geri dönüp, rakibinin peşine düştü. Boşuna denedi. Çünkü Kızıl Cebe’nin tozunu yuttu.

İşte o koşuda Kızıl Cebe Turar’a parlayan yıldırım gibi göründü. Onun dalgalanan kuyruk yelesi tıpkı yıldırımın ayırımları alev almış gibi koşuyordu. Şolak Şabdar’ın üzerinde oturan Turar’ın ağzından “Oo, Kızıl Cebe!” lafı istem dışı çıkıverdi.

Kızıl Cebe Kesiktöbe’ye ok gibi fırlayıp, toynağı yere değer değmez ulaştı. O koşarken herhangi bir kaplanın atlayışı yahut göl üzerindeki gri ördeği kapmak için gökten süzülen şahin gibi görünüyordu. Kalabalık atın toynağı yere değdi mi, değmedi mi, onu fark edemiyor, “rüya mı, gerçek mi?”, diye düşünüyordu. Yaşananlar hakikatti.

Yanından babasının bindiği Kızıl Cebe’nin geçtiğini gören Turar’a babası at değil de, yıldırıma binip uçuyormuş gibi göründü. Yine “Oo, Kızıl Cebe!”, diye aniden bağırdığını fark etmedi bile. Çıkardığı sesten utandı, etrafındakilere bir göz gezdirdi. Ahali bir ağızdan: “Kızıl Cebe! Rıskul! Kızıl Cebe! Rıskul!”, diye haykırıyordu. Öz evladı önünde itibarı olmayan baba yoksuldu. Rıskul’un bahtı açıkmış. Çünkü Turar onu itibarsız olarak değil, tam tersine o an peygamber gibi görüyordu. Yedi yaşındaki ufaklık ne bilir diyenler yanılıyor aslında. Onun hakkında söylenecek çok şey var. “Oğlan sofra açmayı atadan öğrenir”, derler. İşte yedi yaşındaki bu oğlan çocuğu babasının dürüstlüğünü, güçlüye ezdirmediği gururu, kuvvetliden metanetli olduğunu ve “yoksulum” demenin eksiklik olmadığını bilerek büyüdü. Turar için Rıskul erlerin içindeki en seçkiniydi.

O an babasının Kızıl Cebe’ye bindiğini görünce sevinçten başı göğe değip, gökyüzündeki yıldızları eliyle tutmuş gibi hissetti. Kızıl küheylanın üzerinde gördüğü o güzel manzara çocuğun ruhunu okşadı. Rıskul yay ile atılmış Kızıl Cebe’nin okun demir ucu gibi uçtuğunu, dillere destan Makaş’ın taş gibi sımsıkı bacaklarını ezdiğini ve bacağının arasından kökparı kaptığını görünce, bu hayatın bir yarış olduğunu, mücadeleyi bıraktığında insanın öz kısmetinden belki de bahtından mahrum kalacağını çocuk yüreğiyle olsa da bir nebze anladı. Eğer Rıskul az önceki seyirci kalabalığı içinde sessizliğe gömülseydi, kibirliliğin sarhoşluğundan Makaş’ın iki gözü büyüyecek ve dağıtacaktı.

Turar o zaman korkmamak gerektiğini, adil bir mücadeleden vazgeçmeden, sinsilikle değil, bir çocuk zekâsıyla hissetti.

Kızıl Cebe ile Rıskul Turar’ın okuduğu “hayat” adlı kalın kitabın bir sayfası.

Yalnız bu kudret sınırsız coşkunun, sevincin sonrasında büyük kavgaya dönüşüyordu. Elbette, fitneyi önce Saymasay çıkardı. Rıskul’a:

– Hainsin! Haydutsun! Yurtsuz sığıntı köpek! Mahvedeceğim! dedi.

Makaş buğra gibi üstüne çullanarak, kamçısıyla dövmek istedi. Diğer yandan Kañlı boyu Rıskul’u savunmak için araya girdiler.

– Kabahat bende, beyim! diyerek, Rıskul Saymasay’ın huzuruna elini göğsüne vurarak, baş selamı durdu. Ancak bolısın gözünde değeri yoktu. Çünkü öfkesi büyüktü.

– Atadaşının atı kazanacağına, köylünün tayı kazansın! derler. Rıskul tüm Dulat boyunun namusunu değil, küheylan soyunun namusu, Kambar Ata25 ruhunu, törenin, geleneklerimizin itibarını savundu. Ondan sana zarar gelmez, bolıs! “Yurtsuz” diyerek hor göreceksen, ben ilgilenir yanıma alırım. Şımır ve Dulat boyları bana uzak değildir, sonuçta akrabalarım! diye Tukımbay çıkıştı.

Törenden döndüğünden beri Kızıl Cebe’nin silüeti Saymasay’ın göz önünde oynaştı durdu. Geceleri adeta rüyasına giriyordu. Rüyasında birileri onu kırk kulaç halatla bağlayıp zindana indiriyor. Zindanın bir köşesinde Kızıl Cebe kulaklarını oynatıp, arka bacaklarını kaldırarak, tepmek istiyordu. Saymasay Kızıl Cebe’nin yanına yaklaşamadı. Kırk kulaç halatın ucunu bağlayıp, atın başına kement vurmak istedi. Ancak ela halat, ela boz yılana dönüştü ve başını oynatmaya başladı.

Saymasay rüyasından irkilerek: “Bismillah! Bismillah!” diye uyandı.

– Dur bakalım, Tukımbay! dedi bolıs. Senin cezan Tav-Şilmembet olsun!

* * *

Dediği gibi Tav-Şilmembet onun kurduğu tuzaktan kurtulamadı bir türlü. Rıskul bu gidişi, uzun zamana yayılan bu tuzağın bir ucunun kendi boynunda, diğer ucunun bolısın elinde olduğunu çok iyi biliyordu.

* * *

Tukımbay da bir şeylerden kuşkulanıyordu. Kızıl Cebe’nin namı yayıldıkça beyin huzuru kaçmaya başladı. Yüğrük atın sahibine düşman çok olur. Talih kuşunun konduğu yere hasetlik de çöreklenirmiş. Mal sahibini ayakları altına alamayınca, malına zarar vermek kadim zamandan beri süregelen bir kötülük. İşte bunlardan haberdar olan Tukımbay Kızıl Cebe’nin ayağına bilek kalınlığında bir pranga takarak, kara bir keçe evin içine yerleştirdi ve geceleri eşiğinin önüne bekçi koymaya başladı.

Rıskul bundan da haberdardı. Ay iyice yükselip, dolunay halini aldığında köyün yukarı yamacından aşağı doğru inmeye başladı. Yaban elma ağaçlığının kenarındaki ovadan geçerken, köy ay ışığıyla açıkça görülebiliyordu. Koyunların yattığı ağılı çevreleyen kahverengi evler bulunuyordu. Zenginlerin evlerinin dış cephesi genelde beyaz renkli olurdu. Tukımbay ağılın yakınına ev yapmazdı. Kaplumbağa şeklindeki koca ev köyün tam ortasından yer almıştı. İşte, zenginin evi orasıydı.

Yay gibi eğik yerleşmiş evlerin tam ortasında, koyun ağılının yanı başında ayrı bir ev belirdi. Kızıl Cebe ise oradaydı.

Tepedeki yaban elması ağaçlığının arkasına gizlenerek, etrafı iyice gözetledikten sonra Şabdar’ı bir ağaca bağlayıp, yürüyerek köye indi. Ağılın köşesinde nöbetçi duruyordu. Koyunlara bekçilik eden koca ağızlı, uzun tüylü çoban köpekler de oradaydı. Ağılın köşesinden girmeyi denemedi. Rıskul doğrudan zengin beyin koca, kahverengi evinin yanından geçti. Geçerken kulak misafiri oldu. Tüm köyde uyumayan tek kişi varsa, o Tukımbay’ın ta kendisi olmalıydı. Ötekiler aylı gecenin ninnisiyle derin uykudaydılar.

Uykusu hafif, ürkek ihtiyarın uyanık olduğuna dair işaret yoktu. Hareketsizdi. Sobanın yanı başında uyuyan yaşlı kedinin mırıltısı gibi ses çıkarıyordu. Arada küçük evde hapsolmuş yalnız eniğin acı sesi gibi bir ses duydu. “Zenginin kuması!” dedi Rıskul. “Zavallı, titrek, dermansız bir ihtiyarın elinde sefil olmuşsun. Yanında eğer aklını başından alan bir erkek yatsaydı, bu vaziyette olmaz, uykun su kadar duru ve sakin olurdu”.

Bir an İzbayşa düştü aklına. Sıcacık yatağında, İzbayşa’nın sımsıcak kucağında papatya ile yıkanmış o güzel saçlarını koklayarak, servi boyu, yay şeklindeki belini sağ eliyle kavrayarak, atlas gibi pürüzsüz vücudunu okşayıp, gecenin hediye ettiği lezzeti almak varken, aç kurt misali köyün eşiğinde sessizce soluk alarak, gizlendiğine çok pişmandı.

Tanrı geceyi huzur, gündüz çekilen azaptan bir müddet ayrılarak, sıcak bir kucak, tatlı bir uyku için var etti. Fakat Rıskul’un birçok gecesi zorluk, gürültü, baskın ve kavgalarla geçti. “Bu sefer talihim dönerse, bu işi mutlaka bırakacağım” diye kendine defalarca söz verdi.

Ancak kendi özgürlüğü, kendi elinde olsaydı. Kimsenin görmediği lanet bir tuzak vardır. İstemsiz ve kararsız bırakır, karşına dikilir, lanet olası bu kötü yola sürükler, yine sürüklüyor. Hayat dediğin uzun bir halat, geniş bir kementmiş, çoğunlukla kısalır, daralırmış.

Kızıl Cebe’nin kapatıldığı eve gizlenmeden, dik ve yavaş adımlarla yürüyerek geldi. Pusuda gizlendiğini insan değil, hayvan da hissederdi. Geviş getirirken çenelerini gıcırdatan koyunlar yatmaktaydı. Ürkmediler.

Asıl zor olan kapıdan baktığında Kızıl Cebe’nin ürkmesiydi. Geçen seferki kökparda heyecanlanan küheylanı damağından çıkardığı sesle sakinleştirmişti. Evin kapısına yaklaşır yaklaşmaz damağıyla seslendi. At birdenbire hareketlendi, kulağını kabartarak ona gözlerini dikti, burnunu kaldırarak yavaşça kişnedi.

На страницу:
3 из 5