
Полная версия
Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik
Romanda Sehetniyaz Molla vasıtasıyla devletin köy halkına uyguladığı yanlış politika eleştirilir. Halk bir bir köyü terketmiş, köyde kala kala beş hane kalmıştır. Bunun sorumlusu devlettir. Kolhoz sistemi kurulduktan sonra halkın elinden sürü sürü koyunları alınmış, köye kanal açılmış, köydeki evlerin içi nem ve rutubet dolmuştur. Millet de çaresiz kalmış ve göçmek zorunda kalmıştır. Sehetniyaz Molla bu meseleyi Cihansultan ile tartışırken ona şöyle der:
Savaş zamanında bu insanlar sizin partinize lazımdı da, şimdi her şey düzeldikten sonra, işinize yaramaz mı oldular? Onların başına tufan inerken yardım etmeyi düşündünüz mü? Bütün göçebe ve yörük halkını dağıttınız. (s. 32)
Romanda, birlik olamayan, çeşitli heveslerle köyünü, yurdunu terk eden insanların durumu arılar vasıtasıyla anlatılır:
Arılar eskisi gibi vızıldayarak gelmiyorlardı. Neredendir bilinmez bir yerlerden koku alıp uzaklara uçup gidenler oralarda çiçekli bir yer bulup geri döndüklerinde kendi halindeki arıları da kandırarak, beraberlerinde götürürlerdi. Kendi halindeki arılar böyle bir yerin varlığından haberdar olunca başıbozuk arıların ardına düşüp daha uzak yerlere uçarak yollarını kaybedip bir daha dönüş yolunu bulamazlardı… Gel gör ki olur şey değil, çiçek diye giden arıların bir kısmı vücutlarını kirletip gelmişlerdi. (s. 41-42)
Yine romanın bir bölümünde Türk halklarının birlik olamamaları arılardan hareketle anlatılır:
Kovandaki Ece arıların çoğunluğu ölüp, onların neslinin gönlüne endişe düşmüş olmalı. Sonra, herkes kendi başına buyruk olup, her biri kraliçe olmak için, yanlarına asker toplamışlardır. Sonunda ana arı ölüp, dışardan da müdahale eden olmayınca, köşkün içi karmakarışık hale gelip, arılar kendi dünyalarını kendi başlarına yıkmışlardır. (s. 41-42)
Arhip’in annesi Maria’nın ölümünün ardından köyde onun hangi mezarlığa gömüleceği konusunda tartışma başlar. Maria bir Hristiyan olduğu için, onun köydeki Gümüş Mezarlığı’na gömülmesinin doğru olmadığı görüşü köylüler tarafından savunulur. Arhip ise bunun haksızlık olduğunu, annesinin sağlığında köydeki herkesle dostane bir şekilde geçindiğini, öldükten sonra da mezarlığa gömülmeyi fazlasıyla hakettiğini şu sözlerle anlatır:
Hayır doğru yapmıyorsunuz insanlar, kara günlerde kendi kendinizi teselli ettiniz. Yüzünüz nurlandığı zaman birlikte güldünüz. Ömür sandalını aynı gölde küreklediniz. Şimdi niye böyle oldu? Hepsi bu kadar mıydı? Ölüme kadar mıydı? Şimdi niye yollarınız ayrıldı? Bu biçare toprağın otunu ormanını koruyarak can verdi, bu toprak için öldü. Şimdi de ona buradan bir karış yer bulamadınız. (s. 64)
Annesi için söylediği şarkı ile herkesi duygulandıran Arhip, şu sözlerle de birlik mesajları verir: “Bilemiyorum. Yüreğimin kâfir mi Müslüman mı olduğunu bilemiyorum. Annem için de aynısını söyleyeceğim. Ancak her ikimizin kalbi de bu köyün insanlarınınkinden farklı değildi.” (s. 68) Sehetniyaz Molla bu sözlerin ardından Maria’nın Gümüş Mezarlığı’na gömülmesi gerektiğini ifade eder ve kardeş oldukları mesajını yineler: “Bir köyde kardeş gibi yaşayan insanlarız. Mezarlığımız da kardeş gibi olmalıdır.” (s. 69) Arhip Balcı ile annesi Maria’nın köy halkı ile ilişkisi, Elçin’in Ak Deve romanının kahramanı Ziba Teyze’nin mahalleli ile olan sıcak ilişkisini hatırlatır. Ziba Teyze Yahudidir. Bir gün “peygamber hakkı için” diye yemin eder. Aliabbas, ona “Hangi peygamberden bahsediyorsun?” diye sorunca Ziba Teyze ona birliğin önemine işaret eden şu satırlarla cevap verir: “Aliabbas kardeş, Allah seni selamet eylesin, eğer peygamberse demek ki iyi insandır. İyi herkes için iyidir, sen Müslümana da, Hristiyana da, bana da…” (s. 146)
Romanda göbek bağı insanın doğduğu toprağa ve onun değerlerine bağlılığını ifade eden bir sembol olarak kullanılır. Nöker, yazdığı kitapta şu cümlelerle bu bağlılığı ifade eder: “Ey insan, senin varlığını çeken o kuvvet, toprağa gömülmüş olan göbek bağındı. Ne yaparsan yap, fakat göbek bağını yitirme, o gömülü olduğu toprakta atalarının ruhuyla karışıp senin yaşamana neden olmaktadır. O, mukaddeslik çeşmesinin kaynağıdır. Göbek bağına ihanet edersen, anandan emdiğin süte de, kendi kendine de, tüm varlığına da ihanet etmiş olursun. Dünyada bu mukaddesliğe kastetmekten büyük cinayet yoktur.” (s. 7-8) Nöker, sonraları dünyaya gelen bebeklerin göbek bağlarının çöpe atıldığını öğrendiğinde nesillerdeki bozulmayı bununla açıklar: “Nereden onlarda edep, terbiye olsun, asıl onları toprağa bağlayan ruh yok. Bu halde nesiller nasıl küçülmesin.” (s. 101)
Romanda, köylüler istemediği hâlde, zührevi hastalıklar hastanesi köye taşınır. Nöker bu hastanede bekçilik yaptığı için burada polislerin ve doktorların yaptığı ahlâksızlıklara şahit olur. Hastanede yatan kadınlar, hastalık mikrobu taşıdıkları bilindiği hâlde, doktorlar tarafından pazarlanırlar. Polisler de aldıkları rüşvetler sebebiyle bu duruma göz yumarlar. Okumuş kesimi temsil eden doktor ve polislerin bu davranışları toplumdaki bozulmuşluğu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Nitekim ahlâksız bir adam olan Annam da bu kadınlardan biriyle ilişkiye girdiği için hastalanır ve bu hastalığı karısı Sadap’a da bulaştırır.
Romanın geneli göz önünde bulundurulduğunda, yazarın kömünist rejimin yanlış uygulamalarını eleştirdiği ve birlik-beraberlik mesajı vererek milli kimliği güçlendirme gayesi taşıdığı görülmektedir. Ayrıca mevcut düzenin yozlaşmışlığına yapılan vurgu, milli kimlik bilinci üzerine inşa edilmiş olan ve kardeşlik bağlarını önemseyen bir toplumun oluşturacağı yeni bir düzene olan özlemi dile getirmek içindir. Romanda göbek bağı örneğinden hareketle nesil bilincine yapılan göndermede ise, aslında tarih bilincini öne çıkartmak amaçlanmaktadır.
Annaguli Nurmemmed. Büyük GöçAnnaguli Nurmemmed’in bir diğer romanı Büyük Göç, Selçuknâme’den alınmış bir bölümle başlar.23 Bu eserde yazar, Sultan Sancar’ın esaretiyle zayıfladığı görülen Selçuklu Devleti’nden söz eder. Romanda Dandanakan ve Malazgirt gibi iki büyük savaş ve bu savaşların getirdiği sonuçlar üzerinde durulur. Dandanakan, Oğuzların ata yurduna kavuşmalarını sağlar. Malazgirt ise Rumistan’ın yolunu açmıştır. Göç, Türkmenler için çok önemlidir. Onlar, göçlerinin önünde hiçbir engel olmaması ve rahat göç yapabilmeleri için geniş bir coğrafyaya hâkim olmak isterler. Eserde “Cihan padişahı”, “Yedi iklimin padişahı” gibi ifadeler sıkça geçer. Eserin başı ve sonunda Sultan Sancar’ın esareti vardır. Selçuklu tarihine bu bölümlerde temas edilir. Oğuzların eline düşen Sancar’ın demir bir kafese konmuş olduğu eserin ilk kısımlarında görülür. Babası Sultan Melikşah’ı hatırlayan Sancar, onun kendisine duyduğu güven nedeniyle Horasan tahtını verişini hatırlar. Soyundaki herkesten fazla olarak altmış yıl tahtta oturan Sultan Sancar, Peygamber yaşına geldiğinde esareti tatmıştır. Esareti sırasında aslını, atalarını düşünür. Han sülalesinin kökü Selçuk Ağa’ya kadar varmaktadır: “Esir düşen çok olmuştur da onun canını yakan, gururuna yediremediği Oğuzların eline düşmesiydi.” (s. 11) Sultan Sancar, kendisini niye kafese koyduklarını, böyle bir cezayı uygun gördüklerini anlayamaz. Buna karşılık konuşmayarak tepkisini ortaya koyar. Oğuzlara karşı çok alçak gönüllü davrandığı için başına bunların geldiğine inanır. Sultan, yerden mi gökten mi geldiğini anlayamadığı sesin etkisinde kalır. Bu ses, “Kılıçla değil, göçle yurt edinilsin!..” demektedir. Yayladan dervişler geçerken bu sesin duyulmasını, Sultan hayırlı bir işaret sayar. Konuşmama kararını bozar. Sultan’ın yanında sürekli duran, onu konuşturmaya çalışan Tuti Han, Sultan’ın eksikliklerini ortaya koyar: “Aslında Sultan kendilerinindi. Şu yayladan kaleye gitmişti. Fakat kalede çok telaşa kapılıp bazen yaylasını unutuvermişti… İnsan yaylasını unutursa ufuğunu göremez, gözleri daralır. Sonradansa kendi ufuğu küçülürdü.” (s. 27)
Sultan’ın Oğuzlara karşı yanlış muamele ettiği, başlangıçta beraber hareket ettikleri hâlde sonradan dövüşüp yuvalarını yıkan iki kuşun hikâyesi ile vurgulanır. Tuti Han, Dandanakan’ı da hatırlatarak, o savaşın Oğuzlarla birlikte yapıldığını belirtir. “Dandanakan’da bizim atalarımız Çağrı Bahadır, Sultan Tuğrul’la birlikte savaşmamış mıydı? Aslında bugüne kadar bizim bahadır yiğitlerimiz seni korumamış mıydı?” (s. 30)
Çağrı Bahadır, Sultan Mesud’un ordusunun kalabalık ve güçlü oluşundan çekinenler olmasına karşın Gazneliler ile savaşmak ister. O önceden Takkale’de de Gazneliler ile savaşmış, donanım yönünden zayıf olsa da başarılar elde etmiştir. Ona göre önemli olan korkusuzca, gözü pek savaşmaktır: “Esas olan onların hiçbir şeyden korkmaması, gözü pek bahadır olmalarıydı… Elin alışmış olsa da, gözü karalığın olmasa attığın ok hedefe isabet etmezdi.” (s. 33) Sultan Mesud ise yenilmişliğinin sebebini atalarının ruhunun Selçuklular tarafında yer almasına bağlar:
Hükümdarlık kim iyi hükmediyorsa, onun eline geçer. O yüzden kutlu olmasını, bahtlı olmasını bilir. Aslında Oğuz Han’ın altın yayının, ya da üç gümüş okunun her tarafa yayılması o ‘kut’un aranmasıydı. ‘Kut’ hükümdarlığın gücüydü. Kim âdil olsa, onun yüreğinden çıkıyor. (s. 34)
Ancak Sultan Mesud’un ordusunun gücüne dair söylentiler, Çağrı Bahadır’ın komutanları arasında telaş yaratmıştır. Çağrı, bu söylentilere bizzat kardeşi Tuğrul’un da inanmasına öfkelenir. Özellikle Hacip Komutan’dan çekinilmektedir. Ancak savaş Merv’i ve Nişabur’u Selçuk Ağa’nın torunlarına kazandırır. Sultan Mesud’un ordusunun gücünden çekinilmesi Çağrı Bahadır’ın kazancı olmuştur. Çünkü ordusu çok büyük bir güçle karşılaşacağını düşünerek hazırlığını da çok daha iyi yapmıştır. Sultan Mesud tarafında ise, Takkale ve Serahs’ta yaşanan yenilgiler hayal kırıklığı yaratmıştır. “Lakin Sultan Mesud, onların mertliğini kabul etmezse, işlerin sarpa saracağını” bilir, öfkesini Türkmenlere kötü sözler sarfederek ortaya koyar. Gazneli Sultan’ın gazabından kaçan askerler ise Çağrı Bahadır’ın tarafına geçmiştir. Bunların savaş anında karşı tarafa geçmesi, casus olması gibi ihtimaller korku yaratırsa da savaş sırasında bu kişilerin Gazne ordusuna karşı saldırıları oldukça etkili olur. Çölün şartları ve ordusunun içine giren endişeler nedeniyle Sultan Mesud geri çekilme ihtiyacı duyar. Vezirin elçisini Selçuklulara yollarlar. Sultan Mesut, Herat tarafına çekilir. Güzün geri dönüp savaşmak niyetindedir. Tuğrul ve Çağrı sultanları, Gazne Sultanı ile mücadeleye sevk eden en önemli etken, göç yolunun rahat hâle gelmesi çabasıdır:
Selçuk Türkmenleri Ceyhun’dan geçtikten sonra doğru dürüst bir yaşam görmediler. Nereye girdilerse onlar kılıçlarıyla birlikteydiler. Her zaman iğnenin üzerinde oturuyor gibi, rahat değillerdi. Şimdi onlar Oğuz yurduna gelip huzurlu, gururlu bir hayata kavuşacaklardı. Yine de Maveraünnehir’deki günleri daha sakindi. Nasıl olsa eski Oğuz Devleti’nden kalan avuç içi kadar yerleri, kaleleri vardı… Burada ise günleri bir olsa kavgaları iki oluyordu. Üstelik Horasan’da yaşayan önceki Türkmenler kendilerine arka bulmuş gibi önceki oğullarına gösterilen zulümlere cevap olarak, Gazne hükümdarına karşı başkaldırmaya başladılar. Bazı yerlerde evlerini yıktılar. Bazı yerlerde sormadan söylemeden izinsiz otlak ve yaylalara girdiler. Bunların hepsi Selçukluların adına sayıldı. Ona sabrettiler, gidecek yerleri yoktu. (s. 127)
Tuğrul Sultan’a göre, Rey ve Irak tarafına gidip önceden oralara yerleşmiş Türkmenlere katılarak o yerleri yurt edinmek gereklidir. Çağrı Bahadır, Selçuk atalarının altın yayı bulmaları konusundaki emeli kendine rehber edinmiştir. Bu topraklar ataların ruhu sindiği için kerametli ve mukaddestir. “… buralara bizi kimin gönderdiğini, kimin çağırdığını hiçbir zaman unutmamalıyız. Gönderen Selçuk Atamızdır, çağıransa Oğuz Atamızdır.” (s. 133)
Bu topraklar göbek bağının kanının damladığı topraktır ki bu ifade Nuh Tufanı adlı romanda da önemli yer tutar. “Eğer er geç cihanı almak arzun var ise, şimdi buradan başla. Yani şimdi Sultan Mesud’u yenmekten başla. Eğer dönüp gidecek olursan, bir daha altın yay hakkında, ataların hakkında asla konuşma…” (s. 135) diyen Çağrı Bahadır, cihanı almak, göç önündeki tüm engelleri kaldırmak arzusu duyar. Dandanakan Savaşı’nın zaferle sonuçlanması ikinci altın yayın bulunuşudur. Sultan Mesud ve oğlu Mevdüt yanındaki birkaç yiğitiyle kaçmak zorunda kalır. Önceki savaşta Merv yakınlarında rastladıkları gök bilimiyle uğraşan bir yaşlı onlara savaşın akıbetini doğru olarak duyurmuş, Mesud’un kuvvetinin zayıf gelip, ordusunun geri çekileceğini bildirmiştir. O günden sonra yanlarında gezdirdikleri bu müneccim, Dandanakan Savaşı’nın sonunda zafer olduğunu onlara müjdelemiştir. Bu müjde Çağrı Bahadır’a büyük bir güç vermiş, bu güçle savaşmıştır.
Savaş başlangıçta Sultan Mesud’un lehine sonuçlanacak gibi gözükse de Çağrı Bahadır, müneccimin sözlerine sonsuz güvenmiştir. Savaş zaferle sonuçlanınca Çağrı Bahadır, müneccimi tüm Horasan’ın Yıldızlarbaşı yapar. Ancak zaferden sonra yazılması gereken fetihnâmeler onları zor durumda bırakır. Devlet tecrübelerinin olmadığını farkederler: “Doğru dürüst fetihname yazacak adamlarının olmadığını, şimdiye kadar bu işi önemsemediklerini, gözleriyle gördüler. İlk önce devleti kurma tamamlanmalıydı.” (s. 217)
Çağrı Bahadır, Oğuz Devleti yıkıldıktan sonra büyük bir halkın devletsiz kaldığını, devlet işinin inceliklerini bilen insanların da yitip gittiğini farkeder. Gazne sarayına gidip orada devlet işini öğrenen Türkmen gulamları24 her ne kadar onlara yardımcı olsa da onların ihanetinden de çekinirler. Çağrı Bahadır’ın amacı Oğuz Ata’nın Han kitabına uygun bir devlet kurmaktır. O, çok farklı milletleri barındıran ve bu milletleri İslâm bayrağı altında birleştiren bir devletin içinde karışıklık çıkmaması için dikkatli davranılması gerektiğini düşünür. “… bu devletin kanadının altında herkes olabilir. Merdi de, namerdi de, imanlısı da, imansızı da… Bizim maksadımız namerdi merde, imansızı imanlıya dönüştürmektir. O yüzden çabucak devletimizi ilan etmemiz gerekir.” (s. 220) Selçukluların sorunu güçlü bir devlet kurabilmektir:
Fakat onun üzüldüğü yer, Han kitabın okunmadığı, yeni yaprak eklenmediği çok zaman olmuş. Şimdi bu yurtta devlet düsturuna, yeni kaideler eklendi. Onlardan vazgeçemezsin. Vazgeçsen bile, yeni kurulan devlet, Selçuk Ata’sının hizmet ettiği Oğuz Devleti (cihan devleti olacak yerde) gittikçe küçülerek yumruk kadar küçük bir devlet olarak kalır. (s. 241)
Gazne sarayındaki taht kavgalarının bu yeni devlette yaşanmaması büyük önem taşır. Dandanakan zaferi, Oğuz yurduna geri dönüşü sağladığı gibi, gözlerinin önüne üç ayrı yurt serer: Bunlar İran, Rumistan, Arabistan’dır. Rumistan’ın (Anadolu) idaresini Çağrı Bahadır üstlenir: “Selçukluların büyük kurultayının amacı, Rumistan’ı Oğuz yurduna çevirmekti. Bunun hazırlığını yapmak istiyorlardı. Niyetleri, kapalı olan göç yollarını açmaktı. Çağrı Bahadır, “Buraya göğün adaleti, İslâm’ın adâleti gelecektir” diyerek tellallara söyletiyordu.” (s. 305) Tuğrul Serdar, Oğuz Han’ın attığı üç oktan birinin bulunduğunu ilan eder gibi oklardan birini Çağrı Bahadır’a verir. “Bulunmuş bu okla devlet kurma zamanının geldiği açıklanmalıydı.” (s. 306) En son yıkılan Oğuz devletinden alınmış tağanın üçayağına denk mukaddesleri olmalıdır. Selçuk Ağa, o üç mukaddesin başını toplayamadan gitmiştir, fakat arzusunun torunları tarafından gerçekleştirileceğine inanmıştır. Onlar için değerli diğer varlık geyik derisine yazılmış Han Kitabı’dır. Tuğul ile Çağrı ise tıpkı tağanla geyik derisine yazılmış kitap gibidirler. Çağrı Bahadır, sultan olma hakkını Tuğrul Sultan’a verir. Han kitabının korunması için sultanlığın başkenti Merv’de gizli bir kütüphane yaptırılır. Tuğrul Sultan, göçün önemli ve bereketli olduğunu düşünerek göç emri verir:
Oğuzların da artık kendilerinden emin oldukları iyice ortadaydı. Onlar artık arkalarında büyük bir devletin olduğunu, göçün büyük bir hızla devam edeceğine inanıyorlardı. Garlı Avcı gibi yüzlerce bey sürülerini Selçuk yiğitlerinin savaştan zaferle çıkmaları için bağışlamıştı. (s. 306)
Çağrı Bahadır, yiğitlerinin hem güç, hem akıl bahadırı olmalarını istediği için hoca arayışı içine girer. Önceki himayecisinden çok eziyet çekmiş Hasan Tusi’ye evlatlarını emanet eder. Tuğrul Sultan, Takkale’de görüp âşık olduğu Duruncan, Harzem şehzadelerinden biriyle evlendiği için evlenip, çocuk sahibi olmamıştır. Duruncan eşini kaybettikten sonra vefalı olup eşinin ocağında oturur. Ancak Tuğrul kararlılığı ile onu evliliğe ikna eder. Duruncan ilk eşinden olan çocuğunu da getirir. Tuğrul Sultan esir edildiğinde, vezir Amidü’l-mülk Kundurî, Duruncan’ı kışkırtarak onu, oğlu Anuşirvan’ı hükümdar yapmak sevdasına düşürmeye çalışır. Ancak oğlunu iyi tanıyan Duruncan, Tuğrul Sultan’ı kurtarmayı kafasına koyar. “İbrahim Yınal, Halife Kaim Biemrillah’a ve Selçuklulara düşman çıkan Arap komutan Besasiri’nin tuzağına düşmüştü.” (s. 364) Gizli mektuplarla Yınal’ı ağabeyi Sultan Tuğrul’a karşı kışkırtır. Onu bütün Selçuklulara Sultan olursun diye kandırır:
İbrahim Yınal, Hemedan yakınlarındaki Türkmenlerin kulaklarını doldurmaya başladı. Sultan Tuğrul’dan onlara hiç fayda olmadığını, sultanlığın tüm yetkisinin hilekâr vezirlerde olduğunu, kendi Sultan olursa, her defa vezir atandığında onlara fikir soracağına inandırdı. Türkmenler Hemedan’da kendi Sultanlarını kuşattılar. (s. 364)
Duruncan eşini bu güç durumdan kurtarmak için oğlu Enuşirvan’ın elini kolunu bağlatıp onu yanında götürerek Sultan Tuğrul’un hapsolduğu kaleye hücum eder. Duruncan’ın gelip kendini kurtaracağını hiç düşünmemiş olan Tuğrul Sultan bu olayın ardındaki sebepleri çözümleyip, sonuca ulaşır:
Gelip Hatun’un kendini kurtarması, yalnız onun canı için değildi. Zorluklarla kurdukları Selçuklu Türkmen devletini kurtarmaktı. Aslında Sultan’ın esir alınıp, zindana atılmasının gerçek sebebi de buydu. Henüz, tamamen kendine gelip, kendi ayakları üzerinde durabilecek duruma erişip, dallarını yayıp büyüyememiş bu devleti yok etmeye çalışıp, yıkmayı amaçlayanlar çoktu. Duruncan Hatun’un ana duyarlılığı taşıyan yüreği bunu sezmişti. (s. 368)
Tuğrul Sultan’ın emri ile İbrahim Yınal, kendi yayının kirişi ile boğulur. Duruncan’a hayran olan Tuğrul Sultan, onun vasiyeti üzerine Bağdat Halifesinin kızı Seyyide ile evlenmeye çalışır. Üç yıl aracılar göndererek uğraşır. Yirmi yaşında genç bir kız olan Seyyide bu evliliği hiç istemese de kabul eder. Tuğrul Sultan sevgisi ve şefkati ile ona kendisini sevdirir. Ancak Tuğrul Sultan’ın çok istemesine rağmen Seyyide’den de çocuğu olmaz. Onun çocuğu olmadığı için kendisinden sonra tahta Çağrı Bahadır’ın oğullarından biri geçmelidir. Vezir Kundurî, Çağrı Bahadır’ın oğulları içinde sözünü geçirebileceği, yumuşak başlı Süleyman Şehzade’yi tahta geçirip, kendi vezirliğini daim kılmak ister. Bunu sağlamak için Süleyman’ın annesini etkilemeye çalışır. Tuğrul Sultan da yengesini kırmaz ve vasiyetini Süleyman’a emanet eder: “İki kardeş vuruşarak, birinin kanı akarsa, sultanlık da bundan sonra bu gibi çekişmelerle devam edip gidecektir. Süleyman kendini sultan saysın, vezirse cihanı parmağının ucunda döndürebilsindi.” (s. 458) Ancak Alparslan kendi rızasıyla taht üzerindeki hakkından vazgeçmemiştir. Kundurî, kardeşlerin arasına ateş düşürmeyi başarır. Babası Arslan’ın Sultan Mahmud tarafından zindana atılmasını, onun hükümdarlığını da Tuğrul ile Çağrı’nın almasını hiç içinden çıkaramamış olan Kutalmış Han, Sultan Tuğrul’un ordusuyla çatışır:
Kutalmış Han, etrafına sultanlıktan pay alamayan Türkmenleri toplamıştı. Hâlâ Oğuzluk yoluyla göçlerine devam edenler çoktu. Onların arasında İslam çok geç yayılıyordu. Onların yeri yurdu belli değildi… Sultan Tuğrul onları hiçbir zaman kendinden uzaklaştırmak istememişti. Onlara göçün yolunu açmıştı… Sultan Tuğrul’un son zamanlarda her şeye eli değmiyordu. Onun büyük amaçları vardı… Tüm Oğuzları Peygamberin akrabası yapmak, kan kardeşi yapmak istiyordu. O bunu gerçekleştirmek için üç yıl çaba göstermişti. O zamanlar Rumistan’ı da, oraya giden Türkmenleri de unutmuştu. Onlara yardım elini uzatıp, kalesinin kapısını açamamıştı. (s. 459, 461)
Tuğrul Sultan vefat edince Sultan Alparslan düşmanın üstüne saldırır. Kardeşlerin birbirine girmesini istemez. Rum yurduna giren Sultan Alparslan’ın amacı insanları Müslüman yapmaktır. İçlerine girip, güçlerini denedikten sonra geri dönmeyi uygun gören Sultan Alparslan bu işi yiğitlerine emanet eder. Gümüş Tegin ile Afşin Bey’i Rum yurdunda bırakır. Ancak gulam olan Gümüş Tegin tavır değiştirir ve ganimet payanı vermez. Afşin Bahadır buna öfkelenir ve onu öldürür. Alparslan’ın hiddetinden ürken Afşin Bahadır yolunu ayırır ve Rumeli’ye kaçar. Sultan, onu yakalaması için dünürü Kurtçu Bahadır’ı görevlendirir. Kurtçu Bahadır ise Bizans İmparatoru’na giderek, onların tarafına geçer. Gümüş Tegin’in ihanet etmediğini, aksine Rumistan’da kendileri için fetihlerini sürdürdüğünü gören Sultan hata yaptığını anlar. İş tersine çevrilir. Afşin, Kurtçu’yu yakalamakla görevlendirilir:
Alparslan, Bizans İmparatoru’na yakınlık gösterdi. Onun elinde kendine ait düşmanları olduğunu, onları geri istediğini bildirdi… O ne yapıp edip Alparslan’a Kurtçu Bey’i geri vermek istemiyordu. (s. 467)
Alparslan’ın Rumistan’a yaptığı savaşların talanlarından canı yanmış olan İmparator, elindeki tutsağı vermek gibi bir âdeti olmadığını söyleyerek Kurtçu Bahadır’ı himayesinde tutar. İmparator, daha güçlenerek doğu yurtlarına saldırmak, hepsini almak isteği duyar. Sultan Alparslan ise gururunu çiğnetmek istemez. İki tarafın bu karşılıklı durumu onları savaşa sürükler. Ancak bu savaşın büyük bir katliam olacağını gören Bağdat Halifesi, arabuluculuk yapmaya çalışır. Alparslan, Bağdat Halifesi’nin tövellasına hayır deme niyetinde değildir. Halife’nin elçisi ve Alparslan’ın elçisi Sav Tegin, Bizans İmparatoru’nun kapısına gitse de İmparator’un uzlaşmaya niyeti yoktur. Ancak savaşın Alparslan lehine sonuçlanacağını gösteren bir olay olur:
Nizamülmülk gulamlardan birini yanından uzaklaştırıp, onu sevmemeye başladı. Onu yerli yersiz üzdü. Bu İran’da orduya asker toplarken başlamıştı. Komutan Güherâyin ise o güçsüz askerden yana oldu. Vezir ise kendi sözünün doğru olduğunu, gulamın hiçbir işe yaramayacağını baş belası komutana anlatmaya çalışıyordu. Komutansa niçin ondan yana olduğunu bilmiyordu… Sonunda Nizamülmülk dayanamadı: – Bu kulun sana Rum İmparatoru’nu esir alıp getireceğini mi düşünüyorsun? (s. 488)
Komutan bu soruya “Evet, Rum padişahını esir alabilir.” diyerek cevap verir. Bu olayı öğrenen Alparslan, savaşa umutlu girer. Malazgirt Ovası’nda yapılan savaş Selçukluların zaferiyle sonuçlanır. Gûherâyin’in koruduğu gulam gerçekten İmparator’u esir alır. Alparslan durumdan endişelenir. “Elindeki esir İmparator’a acıyarak onunla anlaşma yaparak onu salıverdi.” Ancak imparatorluğu elinden alının hükümdarın yaptığı tüm anlaşmalar geçersiz sayılır. Yeni Rum İmparatoru, Sultan Alparslan’ı tanımak bile istemez:
Sultan yiğitlerini toplayarak: – Rumistan’a girip hakkınızı almanız helâldir. Yurt sizindir diyerek ferman verdi. Kendine ise bunun sonucunu, yiğitlerin o yeri yurt yaptıklarını görmek nasip olmadı. Bu onun oğlu Sultan Melikşah’a nasip oldu. (s. 561)
Melikşah, Arslan Han’ın oğlu Kutalmış’ın çocuklarından Süleyman Kutalmış’a aralarında kin olmadığını belirterek “Yurt sizin, sahip çıkın” der. Antakya, Konya, Aksaray, Kayseri tek tek Selçukluların eline geçmeye başlar. Kardeşi Tutuş Han ile Şam’ı fetheden Sultan Melikşah, kardeşini de Şam’da bırakır. İlerleme içinde olan Melikşah, geriye bakmayı da ihmal etmez: “Maveraünnehir’de, Gazne’de ayaklanma duysa, hemen arkaya dönüp, hallerinden haber alırdı.” (s. 562)
Kervansaraylar yaptıran Melikşah onların korumasını da üstlenir. “Vezir Nizamülmülk, cesur Şehzade Melikşah’a gizli devlet üslubunu, tüm işleri en ince ayrıntısına kadar tüm iniş çıkışlarıyla öğretiyordu.” (s. 563) Sarayda yetişen Sultan Melikşah bunları yadırgamadan öğrenir. Ancak Nizamülmülk’ü kıskananlar sürekli iftiralar atarak Sultan ile veziri arasına kötülük tohumunu ekmeye çalışırlar. Sultan Melikşah kullarının birisini Merv’e emir olarak gönderir. Orada yaşayan Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk Osman, Sultan’ın gönderdiği kulun boş yere gururlanarak, halkı rahatsız etmesinden huzursuz olur. Onu yakalatıp zindana attırır. Bunu fırsat bilenler durumu Sultan’a haber verirler. Sultan bu duruma öfkelense de Siyasetname adlı bir eser hazırlatmayı düşündüğü veziri bağışlar: “Vezir, Selçuk Sultalarının bildikleri, sultanlık, senin öğütlerin hiçbir zaman kaybolmamalıdır. Onları kâğıda geçirip derleyebilsen…” Kullar arasında anlaşmazlığın sorun çıkaracağını anlayan Sultan Melikşah sürgünde yatan Vezir Kundurî’nin ölüm emrini verir. Devlet siyasetinin kitabını hazırlamanın önemi büyüktür:
Devletin büyük ve güçlü olması her zaman köke dayanıyormuş. Kökten güç alması gerekiyormuş. Önceki gelip geçen sultanların, hükümdarların köşk düsturunu bilmese yeniden güçlü devlet olanamayacağını biliyordu. İlk önce sarayın içindeki görevlilerin, dışarıdaki emirlerin ne yapmaları gerektiği, nasıl çalışmaları gerektiği, kesin hükümlere bağlanmalıydı. (s. 582)