bannerbanner
Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir
Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir

Полная версия

Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

“Beni anneme benzetirler. Babamın bile kılıcını düşürmüş bir keresinde!”

“Boş ver şimdi kılıç oyununu!”

Sılahan çıkıştı.

“Kılıcını ihmal etmeyen at da bulur. Kılıcını ihmal eden tutsak olur, hey iki gözüm!”

“Medeniyetin zirvesindeyiz!” dedi Hayyam “Etrafta ne âdem eti yiyen vahşiler var, ne de canlı insan kurban edenler. Artık öyle mühim savaşlar olmaz! Meşveretle çözülür her şey. Hem ben seni savaşta değil, kitaplara nakış yaparken görüp sevdim!”

“Güzel olmak gibi güçlü olmak daha güzel. Nizamülmülk’ün kızı atlanıp gelebilir mi buraya? Erkekler duramaz atım Dumankır’ın üstünde.”

Hayyam yanıt vermedi. Selçukiler, nice nesillerden beri kılıca büyük değer verirlerdi.

Cennet sahnesinden gelen melodiler ve gülüşmeler arttı.

“Âlimler de bir hoş eğleniyor” dedi Sılahan. O gece olanları tuhaf buluyordu.

“Arkadaşıma faydası olur ümidiyle tasarladım her şeyi! İddiacı birisi. Kendine zarar veriyor.”

“Anladım! Arkadaşını kazanmak istiyorsun!”

“Evet! Güç ve iktidar istiyor. Başka bir şeyi gözü görmüyor. Takmış kafasına!”

“Alazlama yaptırsaydın keşke!”

“Alazlama korkutmak üzerine! Bunda korkutmaktan daha fazlası var. Hekime danıştım. Bu yöntemi kendisi denemiş İsfahan’ın berduşları üzerinde. O tavsiye etti. Geçenlerde öldü mübarek. Bu karışımın sırrı artık yalnızca bende!”

“Bir zararı olmasın!”

“Kırk yılda bir ne zararı olacak canım! Tecrübe edilmiş bir ilaç! Bakalım kuru siyaset gütmeyi bırakacak mı Sab-bah? Söyledim anlamadı. Ona şimdi gösteriyorum. Sultan ya da vezir olmadan da hayatına renk verebilir insan.”

Hayyam, Sılahan’ın ışıldayan gözlerine baktı.

“Yüzüne ve sözüne yansıyan bu yalın ruhu sevdim ben…” dedi.“Kadınları hepten tutsak sanırdım. Bin tutsak sevgiyi senin bir bakışına değişmez oldum!”

Hayyam içinde kabaran coşkun selin, Sıla’ya doğru yöneldiğini hissediyor, kendi parçalı yalnızlığını giderebilecek yegâne varlık olan bu munis güzelliğin yaratılmış olmasını Tanrı’nın varlığının en büyük delili kabul edip ürperiyordu o an.

Zaman zaman yalnız kalmaya mahkumdu Hayyam. Bilime daldığında yıldızların birer mercan adası gibi serpildiği gökyüzü denizinde, rakamlardan kürekler, formüllerden kadırgalar yapar, yasalardan ve teorilerden yapılmış yelkenleri, deha rüzgârlarıyla şişirip bilinmezlere yol alırdı. Yol aldığı bir âlem miydi? Yoksa insan aklının sonsuz derinlikleri miydi? Bunların hepsiydi ve bunları da kuşatan, genişlemekte sınır tanımayan gönül ufkundaki hayal menzilleriydi. Böyle bir ilahi zenginliği içinde barındırabilen, duyumsayabilen muazzam bir yapı olan insanın bir turp gibi önce buruşup, kuruyup, çürüyüp yok olması ne büyük bir ziyandı! Hareketli yıldızların, her gün farklı bir noktadan doğan güneşin oluşturduğu sinüsler, açılar, rotalar, define gibi kazdıkça arkası gelen formüller, bilinmezlere kapı aralayan çıkarsamalar, yasalar, ölüm gerçeğini unutmanın yegane yoluydu.

Binlerce yıllık Hint, Yunan, Çin ve İslam matematiğini özümseyip ikiye üçe katlayan, bilime en az bin yıllık bir sıçrama, bir ivme yaptırmak yolunda son rötuşları yapan Hayyam’ın, kendinden geçip yoğunluk içinde çalışırken bir kuşa, bir kediye bile tahammülü yoktu ve olamazdı. Böyle yoğunlaştığında çok sevdiği, hayta dediği, uzun tüylü Afgan kedisinin mırıltısı bile aslan kükremesi gibi gelerek onu rahatsız eder, munis kediyi, ensesinden tuttuğu gibi dışarı bırakırdı.

Sılahan, Hayyam’ın yalnız kalmak istediğini sezer, böyle durumlarda ana ocağına çekilirdi. Bu uyumuyla saygıların en büyüğünü hak ederdi. Dünyada böyle bir ayrı, bir birlikte yaşayan tek çift yaşadıkları çağda belki de Hayyam ile Sıla idi.

Gökyüzü bulutlarla kapandığında müthiş bir sıkıntı basardı Hayyam’ı… Yıldızlarla ilgili yaptığı rutin ölçümleri yapamadığı için diğer hesaplardan da vazgeçer, hatta her şeyden nefret ederdi. İşte tam da o saatte yarinin gül yanağını yanında isterdi.

Sılahan sezmişti, her şeyi, kendiliğinden. Saraya bitişik baba evinden yıldızlara bakar, hava kapalıysa kesinlikle atına binip en hoş yemişlerle, dağ çilekleriyle, koyun budu, yufka, börek, çörek gibi taze yiyeceklerle bu aşka yeni bir nefes vermek için dörtnala at koşturup gelirdi. Kapalı havalarda bulutlara bakarak vuslat anına koşmak kolaydı. Lakin açık havalarda da Sılahan gelirdi bazen. Hayyam her seferinde doğru bir zamanda gelmesine hayret ederdi Sılahan’ın.

Bu boyutuyla dünyadaki bütün büyük aşklardan ayrılan bir zekâ ve ruh flörtüydü aralarında yaşanan. Aniden başlayan, bazen birkaç hafta süren, her seferinde kavurucu hasretlerin, serin vuslatlara dönüştüğü benzeri olmayan, yalnızca yıldızların, her anına tanık olduğu kendine has bir aşktı, bunlarınki. Hayyam yalnızca Sılahan’a değil, ailesine de minnet duyuyordu, her şeyi doğal kabul edip hiç sorgulamadıkları için.

Hayyam, Nişabur’da doğup büyüdüğü evi çok özlemişti, İsfahan’a ilk geldiğinde. Bu özlem nedeniyle rasathane yamaçlarına bilgeler için evler yapıldığında Nişabur’daki evin sevdiği bölümlerinin planını bizzat eliyle çizip yapı mühendislerinin eline vermişti. Küçükken oynadığı sandık odası, kiler, kireç taşından revak sütunları hemen hemen aynıydı. Nişabur’daki sandık, sehpa, rahle gibi eşyalarla büsbütün benzemişti. Merdiven basamaklarının sayısı bile aynıydı.

Bu yeni taklit ev, bir şehir konağı değildi. Soğuklara karşı muhkem bir iki odası olan, temeli taştan, alt katının bir kısmı kerpiç ve tahtadan, üst katı tamamen tahtadan yapılmıştı. Soğukta bir insanın bu ahşap odalarda yaşaması neredeyse imkansızdı fakat Hayyam’a soğuk vız geliyordu. Çünkü Selçuklu devlet hazinesinden hediye edilen, her biri servet değerinde kat kat çinçila kürkler, soğuğa karşı mukavimdi ve aynı işi görecek kumaşlardan beş kat hafif olduklarından varlıklarını unuttururlardı.

Ötelerden gelen müziği bir kervanın ahenkli sadasına benzetti Hayyam. Yüzlerce çeşit ilacı, incelticiyi, sertleştiriciyi, renklendiriciyi taşıyan Semerkant, Musul, Tebriz ya da Konya kervanlarından birine katılmak, medresede dört yıl okumaya bedeldi. Kervan dediğin binlerce devenin üstüne kurulu yürüyen bir şehirdi. Gezgin, bilgin, talebe, si-lahşör ve tüccarlardan halkı olan bir şehir. Böyle düşünme nedeninin Sılahan olduğunu anladı. Sılahan’ın saçlarının rayihasını içine çekti. Şefkatle, sevgiyle kucakladı. Bir tutsak değil aydınlık bir dünyanın diğer yarısıydı yanıbaşındaki güzellik.

“Yasemin kokuyorsun,” dedi.

“ Sizin verdiğiniz mayi ile banyo yaptım.”

“ Banyodan sonra da ıtır sürmüşsün!”

“Bu kokuların terkibini bana öğretiniz de siz zahmet etmeyiniz!”

“Sandal ağacı, amber, biberiye yağı, alkol ve lavanta yağı. Öğretirim bir ara, lakin sen tutturamayabilirsin!”

Sılahan şaşkınlıkla baktı. Hayyam başka yere bakıyordu. Gözleri iri seyyareler gibi hareketli, kıvır kıvırdı. ‘Ben de yapabilirim.’ demek ister gibi masumca bakarak dile geliyorlardı.

“İki damla da Hayyam’ın gözyaşı damlamalı yaparken kavanoza!”

“Gözyaşı mı niye?”

Sılahan aniden döndüğünde, Hayyam’ın dolu dolu gözleriyle karşılaşıp yutkundu. Öylece kalakaldı.

“Niye şimdi bu gözyaşı?” dedi hayretle. Elini Hayyam’ın omzuna koydu.

Herkesin başında olan, fakat Hayyam’ın herkesten fazla hissettiği ölümlü olmanın farkındalığı Hayyam’ın başını önüne eğdi. Yanıbaşındaki beyaz kulplu toprak ibriği kaldırdı.

“Şu testi de benim gibi biriydi. O da bir güzele vurgun dertliydi. Kimbilir, belki boynundaki, kulp da. Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.” Dedi.

Sılahan korka korka sordu:

“Yıldızların hareketleri bu konuda bir şey söylemiyor mu?”

“Söylüyor!” dedi Hayyam.

“Milim şaşmadan yürüyor hareketli yıldızlar! Matematik ve geometrinin önemini fısıldadılar bana!”

“Peki o fısıldadıkları işe yarar mı?”

Hayyam, büyük bir inançla kalktı.

“Evet! Bir ilim geliştiriyorum! Bilinenler yoluyla bilinmeyenleri öğrenme ilmi. Verilenler yoluyla verilmeyenleri; görülenler yoluyla görülmeyenleri kavramamızı sağlayacak bir ilim. Yaşamın sırlarını öğreneceğim bir gün. O sayede ölümün sırlarını da çözmüş olacağım. Çözmeden ölürsem gözlerim açık gider.”

“Senden korkulur!” dedi Sılahan. “Yaşamın sırlarını öğrenirsen, ölümün sırlarını da çözersin!”

“Evet!” dedi Hayyam. İhtiraslı bir sesle, “Senin bu kadar kolay anlayacağını ummazdım!”

“Neden şaştın?” dedi Sılahan. “Senden çok şey öğrendim”

“Evrenin yeni bir yasasını keşfediyorum her gün. Yaşadığımı hissediyorum yeni bir şey bulduğumda. Tam yaşıyorum. Herkesten derin yaşıyorum.”

“Böyle coşkulu olursan kendine zarar verirsin!”

“İçimde büyük savaşlar kopuyorsa, bu hesaplaştığım içindir.”

“Benim yerime de düşün!” dedi Sılahan. “Ben düşününce ayrılıklar geliveriyor aklıma. Yıldızlarda neler gözüküyor. Ayrılık var mı?”

Hayyam, on birinci yüzyılın belki de en uzunu olan yıl gibi bir gecenin onca güzelliğine taç olan ay gibi sevgilisine son defa bakıyormuş gibi süzdü. Sılahan’ı kirpiklerinin ucundan öperken fısıldadı.

“Yıldızlarda ne varsa gözlerinde de aynısı var!” dedi.

Sılahan güldü.

“Peki ya saçlarımda!” dedi. “Eskiden saçlarımla da ilgilenirdin!”

Hayyam şiirle yanıt verdi.

“Sevgilimin samur saçlarına ben kavuşamadan. Baktım bir tarak ulaşmış aşkla tutuşmadan. Anladım ki, mümkün değil o saçları okşamak. Tarak gibi diş diş, didik didik olmadan?”

Hayyam Şimşir ağacından tarak oluncaya kadar geçen aşamaları düşünüyordu ki tam o sırada Pervin soluk soluğa yanlarına kadar geldi.

Hayyam ayağa fırladı. “Ne oldu? Bir aksilik mi var?” diye hayretle sordu.

“Yok” dedi Pervin omuz silkerek.

“Saklambaç oynuyoruz!”

“Başka oyun bulamadınız mı?” diye çıkıştı Hayyam. “Çocuk musunuz siz? Diyelim saklambaç oynuyorsunuz. Sen buraya gelip saklanırsan. Arayanlar buraya kadar gelir. Gizli sırlarımız aşikar olur. Yakın bir yere saklan!”

“Ama o zaman buluyor!”

“Bahçede yer çok! Şadırvanın arkasına saklanın! Hadi bakalım. Yallah!”

Pervin çıktı. Hayyam “Ben bir bakayım şunlara!” diye arkasından çıktı. Sılahan da Hayyam’ın peşinden…

Gece çok güzel, ortalık sakindi. Hayyam bir ara sadece sazendelerin görebileceği yüksekçe bir yere tüneyip sazende başı oldu. Saz çalanlara el kol işaretleri yaparak musikiyi gah hızlandırdı, gah yavaşlattı. Sonra Sıla’nın kolunda eski yerleri olan ayvana geçtiler. Her şey yolunda gidiyordu. Fakat daldıkları derin sohbetin etkisiyle mahzundular.

Dehşetli bir sele kapılmış bahtsızların bir kayaya kenetlendiği gibi biri yek diğerine sımsıkı sokuldu. Ruhlarında, insanlığın geçmişinden koparak geleceğine savrulan fırtınanın esrarlı uğultusu olduğu halde, kendilerini Selçuklu gökleri altındaki bu serin gecenin ahengine bıraktılar.

VI

Ey kör! bu yer gök, bu yıldızlar boştur boş.Bırak yakınmaları, gönlünü hoş tut hoş.Şu durmadan kurulup dağılan evrende;Bir nefestir alacağın! O da boştur boş.

Güneş tez doğmuş, öğlen çarçabuk gelip geçmiş, ikindi gölgeleri artık hercai hüzünlere bürünüyordu. Hasan Sabbah gözlerini kapattığı yerde açtığında baş ucundaki Hayyam’a ilk sözü “Biraz kendimden geçmişim!” oldu.

Neredeydi o cennet sahnesi? Sazendeler, rakkaseler, hanendeler, yumuşak ışıklar, baygınlık veren kokulu nadide meyvelerle dolu o cennet köşesi… Endülüs diyarının göğündeki yıldızlardan da uzaktaydı.

Sabbah, irileşmiş göz kapaklarının arasından baktığında Hayyam bir su damlasının, bir elmas kristalinin arkasındaymış gibi görünüyor, kendi nefesini hissetmiyordu.

Hayyam, Sabbah’ın göz kapaklarını ve alnını yasemin kokulu, alkol katkılı özel bir mayiyle sildikçe Sabbah, alnında yitik bir cennetten kalan son esintilerin de hüzünle eridiğini yüreği yanarak izledi.

Sabbah’ın küçülmüş göz bebeklerindeki şaşkınlık, hafifçe doğrulduğunda azalacağı yerde arttı. Halk, haşhaş içenlerde gördüğü bu hayran bakışları derhal tanır, böylelerine “Ağzı açık hayran delisi,” derdi. Hayyam, uzun ve renkli bir yoldan gelen arkadaşına şefkatle yaklaştı. En güzel yiyecekleri eliyle sundu.

Sabbah, kahvaltılıkları, şurupları tadarken etrafa baktı. Yaşadığı renk sarhoşluğundan sonra hayatta her şey ona cansız, yavan ve sönük geliyordu. Uyuyakaldığı viranenin sahibi Hayyam’a acıyarak baktı.

“Bir tuhaf âlemde öylesine canlı hatıralara sahip oldum ki, ne yapacağım bilmiyorum. Her şey bana silik geliyor artık!”

“Rüya görmüşsündür!”

“Rüya olsa bilmez miyim? İliklerim boşalmış, gücüm tükenmiş olmasa ben de rüya diyeceğim! Çok uzak bir diyardaydım. Başka bir âleme gidip geldim.”

“Bir yere gitmedin. Sana izah edeyim!”

Hayyam imbiği, ilacı, kurduğu oyun düzenini tane tane anlattı. Sabbah bir türlü ikna olmuyor, direniyordu. Yarım kalmış bir rüyadan kendi sefil gerçeklerine uyanan bir bedbaht gibiydi.

“Peki sazendeler, rakkaseler, sakiler, yanık ötüşleriyle ruhu kavuran o alev katresi bülbüller? Kakgıldıyarak gezinen keklikler, kalemgaşlar, tutiler, tavus kuşları?”

“Gittiler. Senin uyanmanı bekleyecek değillerdi. İsfahan’ın konakları var olsun. Ödünç getirtmiştim hepsini.”

“Haşhaş sütü haplarından mı yutturdun bana?”

“O hapların papucu dama atıldı çoktan! Medeniyet beklemiyor, gelişiyor!”

“Peki yine yap o zaman! Ancak o zaman emin olayım!”

“Arkadaşlık bir kere olur. Ben senin sazendebaşın, çeşnici başın mıyım?”

O sırada Sılahan, elinde türlü dağ yemişlerinden yapılmış ipek gibi pestiller, reçeller, nadide tadımlıklar bulunan gümüş tepsiyle içeri girdi. Hayyam, bu en güçlü kanıtı işaret etti.

“Heykeli hatırlıyor musun? Giysi bile aynı!”

Sabbah, ürkek gözlerle baktı. Cennet sahnesinde en çok şaştığı şey heykellerin üç etekli olmasıydı.

“Benziyor!” diye yutkundu. “Evet, ama bu çok daha renkli ve daha canlıydı!”

“Sana daha canlı görünür tabii. Sen hapı yutmuştun da ondan!”

Sabbah, ikna olmak yerine isyanlı bir sessizliğe gömüldü.

Hayyam, “Sultanlık, vezirlik gibi mevkiler yalnızca konumdur. Asıl olan bu değil özgül ağırlıklardır. Geliniz bilginlerin sultanı olunuz. İmkanlarımızı bölüşelim. Kısmetinizde varsa ileride devlet görevi de yapar, düşüncelerinizi hayata geçirirsiniz!” dedi.

Sabbah, Nuh dedi, peygamber demedi. Kendi yalnızlığına ve müşkül durumuna bakmadan dünyaya meydan okuyordu.

“Elinde böyle bir güç var. Nizam’a boyun eğiyorsun!” diyordu. “Bu ilaçla krallara diz çöktürülür, ülkeler açılır, dünya fethedilir!”

“Sen buna hangi gücü vehmettin anlamadım!”

Sabbah, Hayyam’a gerçekten de acıyarak, hatta aşağılayarak bakıyor, boğuk bir sesle kükrüyordu:

“Şarabı düşün. İsa’nın kanı dediler şaraba. İran toprağında icat edildi. Barbarların çoğu papazların elinde gördüler ve İsa’nın öğretisinden çok papazların testilerindeki mucize ateş suyuyla ilgilendiler. Madem elinde daha keskin bir madde var. Bu hayal ilacıyla her şeyi yapabiliriz!”

Hayyam, Sabbah’ın sınır tanımayan hırsını daha makul bir yöne çevirmek için beyhude uğraştı.

“Bilimde hiç olmazsa gelecek nesillere bilinmezlerle giden yolda bir katkı sağlamak ihtimali var. Kuru siyasette o da yok. Sonunda alacağın boş bir nefestir!” dedi.

“Niye Nizam için değil de benim için böyle bu kural?”

“Nizam, Selçuklular henüz küçük bir beylikken başlamış işe. Sabretmiş ömrü boyunca. Melik ile Nizam’a müdara edip biraz sabredersen sana da mansıp verirler. Lakin kuru kibiri terk edecek olsan adeta canın çıkar!”

“Benim can düşmanımdır gayrı onlar!”

“Cihan hükümdarına böyle demek akıl kârı mı? Bu zahmetli işe değer mi?” dedi Hayyam. Nizam’ın inadı inattı. Hayyam artık tartışmıyor, nasihat ediyordu.

“Dün gece” dedi Hayyam. “Seni farklı bir biçimde ağırladım. Yaşadığın tatsız olayları unutup yeni bir hayata başlamanı istedim. Sultanların bile tatmadığı bir müzik ve raks ziyafeti çektim sana. Hayatın böyle bir tadı da var demek istedim. Manevi lezzetlere de yönelebilirsin. Siyasetsiz de kâm alınabilir dünyadan. Hele senin mevcut durumda siyasette hiç şansın yok! Bırak bu kuru kavgayı. Gel kendine kıyma! Bir yiğit kırk yılda hasıl olur, seni anan bir daha doğurmaz. Başın kesilirse yonca değildir, bir daha bitmez.”

Hayyam’ın ilmi cömertliği, bazı meselelerin çözümünü sonraki nesillere bırakan özverisi Sabbah’ta yoktu. İçinde bulunduğu duruma bakmadan, tarihte eşi görülmemiş çok boyutlu bir iktidardı onun biricik isteği…

Hayyam’ın gayretleri tam tersi bir sonuç doğuruyor, Sabbah’ın sivri fikirleri büsbütün sivrilip keskin bir hançer gibi mevcut gerçeklere meydan okuyordu.

Soğuk bir biçimde vedalaştılar. Sabbah, Hayyam’ı ikna edememenin öfkesiyle ayrılırken, bakışlarında Hayyam’a acıyan bir ifade vardı. Hayyam’ın yüzündeki de farklı nedenlerden doğan benzer bir ifadeydi.

VII

“Yarım somunun var mı, bir ufak da evin?Kimsenin kulu-kölesi değil misin?Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?Keyfine bak! En hoş dünyası olan sensin.”

Hayyam, sonraki birkaç gün içinde kendini, üzerinde çalıştığı yıldız haritalarına ve öz icadı olan üç bilinmeyenli denklemlerin çözüm yasalarını geliştirmeye verdi. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı vardı.

Evine hırsız girip kitaplarını, risalelerini ve özellikle hayaller ilacının formülünü çalınca bu sıkıntı daha da arttı. Aynı ilacı yine yapabilir, yine formüle edebilirdi. Fakat hayaller ilacı kimbilir hangi ellerde, hangi amaca hizmet edecekti? Bunu düşünmek bile istemiyordu.

Üç gün sonra Selçuklu Sultanı Melikşah’ın özel habercisi gelip saraya davet edildiğini söyledi. Haberci, ziyaretin gizli yapılmasına refakat edecekti. Hayyam telaşlandı. Neden Melikşah? Neden tam da bu zamanda? O meçhul yüzbaşı zaten garip bir biçimde sabaha karşı kaçar gibi çıkmıştı evden. Sılahan’ın yüzüne umutla baktı.

“Sana söylemiştim!” dedi Sıla. Zihninden geçenleri okumuş gibi.

“O yüzbaşı, Sultan Melikşah’tı!”

Özel ulakla birlikte önce İsfahan Bedestanı’ndaki küçük bir kumaş dükkanının arka bölümünde yüzlerini de örten uzun siyah kadın giysileri giyen Hayyam ve Sılahan, oradan kapalı bir arabayla sarayın ahırlarına girip, sarayın gizli geçitlerine ulaştılar.

Hiç durdurulmadan dosdoğru vezirlerin, danışmanların tartıştığı ünlü Divan-ı Âlâ’nın arkasındaki Sultan’ın dinlenme odasına girdiler. Buraya yalnızca sultan girer, diğerleri, kudretli vezir Nizamülmülk bile içeri girmeye çekinirdi. Sultan’ın özel konukları burada kafeslerin olduğu özel bölmelerden Divan-ı Âlâ’daki görüşmeleri dinlerlerdi.

Hayyam ve Sılahan ne yapacaklarını şaşırdılar. Sultanın huzuruna çıkanların diz üstü yürüdüklerini biliyorlardı. Burası da huzur sayılırdı. Sultan belki de bölmelerden birindeydi. Sılahan önde, Hayyam arkada, diz üstü yürüyerek ortaya kadar geldiler. Sonra biraz geride durmanın uygun olacağını düşünüp diz üstü adımlarla geriye yürüdüler. Hayyam, alışkın olmadığı örtüler içinde bunalmıştı. Kendini maskara gibi hissediyordu. Her perdenin arkasında bir cellat, sırıtkan bir soytarı varmış gibi geliyordu Hayyam’a. Yüzündeki peçeyi araladı. Derin bir nefes aldı. Uzaklardan gelen seslerden ürperiyordu. Bunun bir yanılma olduğunu bildiği halde korkuyordu. Bütün bu sancılar kendini Melikşah’a karşı suçlu hissetmesinden ileri geliyordu.

Selçuklu Sultanı, ünlü Divan-ı Âlâ’da yüksek memurlarını ve danışmanlarını toplamış olmalıydı. Belki de ayrı heyetler yüksek yargı, askerlik, rençberlik, hazine ya da ticaret konularını görüşüyorlardı. Hayyam, gerek hazine hesapları gerekse arazi ölçümleri için bu heyetlerde zaman zaman bulunmuş, hatta dünyanın gördüğü en güzel yel değirmenlerini icat ederek hizmete sokmuştu.

“Bize gelen yüzbaşı, sultanımız Melikşah ise ne yapacağız?” diye fısıldadı Hayyam, Sılahan’ın dizine dürterek.

Uğultular yaklaştıkça şiddetini artıran kılıç şakırtıları ve kahkahalara dönüştü. “Al sana Melikşah!” “Karşıla Terken!” gibi nidalar işitildi. Melikşah ile Terken Hatun birlikte olmalıydılar. Hayyam bir umutla Sılahan’a döndü. Sılahan yüzünü ekşitti.

“Dedim ama sen Terken Hatun’a bile söz esledün! Bilge olacaksın bir de!”

Hayyam’ın hepten paçaları tutuştu.

“Bilge olmak ahmak olmaya engel değil ki! Ne yapayım!”

“Titreme yeter şimdilik!”

“Dişlerim. Dişlerim titriyor sadece. Bak ellerim titremiyor. Ne yapacağız? Bu örtüyü niye giymemi istemiş olabilir? Neden kadın kılığına sokturdu beni?

“Bilmem… Daha önce hiç böyle uygulama işitmemiştim. Sultanımız bilir ne yapacağını!”

Hayyam cevap vermedi. Dilini tutamamıştı o gün. Bu gafletinin bedelinin ne olacağını merak ediyor, belirsizlik onu ürpertiyordu.

Vazgeçilmez olmadığını biliyordu. Bağdat, İsfahan, Rey, Merv, Belh, Musul gibi Selçuklu şehirlerinde bulunan Nizamiye medreselerinden binlerce kişi mezun oluyordu. Hayyam kadar olmasa da devletin işini görecek hesap ve hendese bilen mühendisler pek çoktu.

Terken Hatun, kılıç oyununda Melikşah’ı kabul salonuna kadar püskürtmüş olmalıydı. Melikşah soluk soluğa “Bes Terken!” dedi. Terken Hatun kafasını uzatarak bu tuhaf konuklara baktı ve çekildi. Melikşah bu kadar soluklandığına göre Terken zorlu bir silahşördü. Melikşah kısa bir süre sonra, tahtın arkasında kafesler içindeki bölümü gösterdi.

“Hoşgeldiniz. Buyurun şöyle halvet otağına gelin.”

Dizlerinin üstünde kımıl kımıl bir yürüyüş başladı. Melikşah sertçe haykırdı.

“ Kalkabilirsiniz. Bu diz üstü kuralını ben koymadım. Ezelden böyledir.”

‘Ben söylerim ama siz tedbiri elden bırakmayın’ demek ister gibi geldi Hayyam’a bu sözler.

“Siz oturmadan oturmam. Ben sizin kulunuzum.” dedi.

Melikşah’ın işaretiyle Sılahan diz üstü gerilemeye çalışarak Terken Hatun’un göründüğü kapıdan geçip kayboldu.

Melikşah’ın sesi ancak Sıla gittikten sonra daha yumuşak bir tonda duyuldu.

“Estağfurullah! Paravanın arkasında durursanız siz dışarıyı görürsünüz ama kimse sizi dışarıdan göremez. Sürahilerde gül kokulu Şiraz şarabı ve dilbüken şerbeti var.”

“O halde şerbet tercih ederim.”

Melikşah, “Yaptığınız hesaplar şüphesiz huzur, uyanıklık hali ve gönül tokluğu gerektiriyor,” dedi.

“Allah devletinize zeval vermesin. Siz beni herkesten doğru anladınız.”

“Bizim de adaletle hükmetmek için sizlerle meşverete ihtiyacımız var! Hem bizi eleştirmek hem de uzak durmak insaf değildir!”

“Düşünen insanlar pek öyle kolay beğenmezler. Beğenselerdi dünya daha iyi bir dünya olmazdı.”

Melikşah, rahlenin yanındaki nişin üzerindeki raftan bir tomar irili ufaklı kağıt getirdi.

“Bunlar sizinle ilgili şikayet pusuluları. Koca müderrisler, ilim sahipleri sizi beğenmeyip şikayet ederler. İbret için cezalandırılmanı isteyenler pek çoktur!”

Hayyam, kaçacak delik bulmuş da düşmanın gaflet anını bekleyen tetikteki bir av gibi başı önde, gözleri yandaydı.

Melikşah geçti, karşısına oturdu.

“Hayyam Ata!” dedi. “Bizden yüz çevirmeyiniz. Siz dahi böyle yaparsanız biz kiminle söyleşeceğiz?”

Hayyam göz kapaklarını kırpıştırarak baktı.

“Güneşe bakan göz kamaşır. Size dik bakamıyorum.”

Melikşah’ın Hayyam’dan duymak istemediği sözlerdi bunlar. ‘Bu tavrı göstermesi için ona nasıl bir gaddarlık yaptım?’ diye hafızasını yoklamadan edemedi. Hanesinde esip kükreyen Hayyam gitmiş, başka birisi gelmiş gibiydi.

“Böyle söylemen hoşuma gitmiyor,” diyebildi.

Hayyam’ın derdi Melikşah’tan ve Terken Hatun’dan özür dilemekti. Durduk yerde kaba konuşmuş olmak temiz ve çocuksu vicdanını rahatsız ediyordu.

“Viranemize şeref verdiğinizde ben kulunuz, hakir-i pür -taksir kulunuz, size ve…”

Melikşah konuşturmadı.

“Terken Hatun’a anlattım gülüp geçti. Benim yalnız evdeşim değil, can yoldaşım, arkadaşımdır.”

Hayyam kıvrandı.

“Aman sultanımız, duacıdır kulunuz, Terken Hatun’a!”

Melikşah dayanamadı. “Fesüphanallah” çekti. Bu konu açıldıkça sultan da rahatsız oluyor, şaşırtıcı bir giysiyle Hayyam’ın hanesine destursuz girdiğini hatırlayıp mahcup oluyordu.

“Bazen makam, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor; o yüzden sizinle aracısız görüştüm. İncinmişliğim yoktur,” diye kükredi.

Hayyam bunu çoktan anlamıştı. Fakat doğal haline bir türlü dönemiyordu.

“Hayyam Ata!” dedi Melikşah! Şefkatli bir sesle, “Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Başka bir yol bilmedikleri için kimine sultan derler kimine kul. Biz bize iken saygı gerekmez, ona göre! Evinde nasıl davrandıysan yine öyle davran. Şu örtüyü de çıkar artık!”

Hayyam oturduğu yerden beceremeyince ayağa kalktı. Giysinin içinden sıyrılıp çıktı. Ayaklarının altına düşen kadın giysilerini biraz uzunca çiğnemesi boş yere korkuya kapılmasından ve normale dönememekten kendine duyduğu kızgınlıktı.

“Çaputlar terletmiş seni!” dedi Melikşah. “Saray halkının dokuz tane gözü var derler! Baş başa görüştüğümüzü kimse bilmesin istedim. Kıskanır, size bir ziyan verirler maazallah!”

“Size düşmanlık kim eyleyebilir? Devletiniz Çin’e, Adalar Denizi’ne dayanmışken.”

“Yaparlar. En büyük düşmanlar en yakındadır çoğu zaman. Bıçak keskin de olsa kendi sapını yontamaz. Bugün Divan çalışıyor. Hem devleti yönetelim hem bunları konuşalım.”

На страницу:
3 из 4