
Полная версия
Türk Tarihi
Türkiye’de Konevi (Konya), Millî Kültür (Ankara), Türk Dili (Ankara), Kümbet Altında (Tokat), Sanat Sokağı (Bolu), Duygu (Çankırı), Redif (Kastamonu), Yeni Kervan (Ankara), Redif (Bolu), Bilge (Ankara), Diyanet Aylık Dergi (Ankara), Diyanet Çocuk (Ankara), Somuncu Baba (Darende), Kastamonu Eğitim (Kastamonu), Karşın (Ankara), Kültür Çağlayanı (Ankara), Kerkük (Ankara), Birliğe Çağrı (Bolu), İzzetli Genç Kalemler (Bolu), Gök (Ankara), 19 Mayıs Eğitim Fakültesi Dergisi (Samsun), Akra Kültür Sanat Edebiyat Dergisi (İstanbul), Sahne Tiyatro ve Opera Bale Dergisi (Ankara), Nasrullah Gazetesi (Kastamonu), Meşale Gazetesi (Kastamonu), Bolu Havadis Gazetesi (Bolu), Bilimsel Eksen (Ankara), Türk Yurdu (Ankara), Avrasya Bilgi (Ankara), Şiraze (Bursa).
Yurt dışında Türkistan (Türkistan-Kazakistan), Türkçem (Prizren-Kosova), Bay (Prizren-Kosova), Hikmet (Gostivar-Kuzey Makedonya), Dere (Yukarıbanisa-Kuzey Makedonya), Köprü (Üsküp-Kuzey Makedonya), Tuna (Bulgaristan), Ana Dili (Bakü-Azerbaycan) Palimpsest (İştip-Kuzey Makedonya), Bahçe (Üsküp-Makedonya), Haberci (Raptişte-Kuzey Makedonya), Türkçem (Kosova), Canbala (Irak),… gibi dergi ve gazetelerde yazıları, şiir ve hikâyeleri yayımlandı.
Yurt içinde ve yurt dışında pek çok bilgi şölenine ve konferansa katıldı, bildiri sundu. Yurt içinde ve dışında yayımlanmış yüzün üzerinde makalesi bulunmaktadır.
Kitap Hâlinde Yayımlanan Eserlerinden Bazıları:
Baharnâme (Kastamonu 1996), Osmanlı Türkçesi (Kazakistan 2000), Ahmet Kabaklı (Ankara 2003), İlk Adım (Makedonya 2004), Türk Dili ve Edebiyatı-2 (Kuzey Makedonya 2004), Göktürk Mehmet Uytun (Ankara 2004), Bir Osmanlı Aydını İbrahim Edhem Pertev Paşa (Ankara 2004), Dağları Tutukladılar (Ankara 2007), Atatürk Devri Dergilerinde Edebiyatla İlgili Kavramlar (Ankara 2007), İbrahim Alaettin Gövsa’nın Çocuk Şiirleri (Ankara 2009), Mardin Şiir Burcunda (Mardin 2009), Fahri Kaya (Kuzey Makedonya 2010), Dünya Edebiyatına Giriş (Bolu 2011), İslâm Beytullah Erdi Hayatı Sanatı Eserleri (2012), İbrahim Alâettin Gövsa Bedii Terbiye Estetik (Ankara 2012), Korkma Sönmez Mehmed Âkif Ersoy-İstiklal Marşı-Âkif’ten Seçmeler (Bolu 2013), Erzurum’un Yüzleri İbrahim Edhem Pertev Paşa (Erzurum 2015), Fahri Kaya Hayatı Sanatı Eserleri (Üsküp-Kuzey Makedonya 2015), Necati Zekeriya Orhan (Üsküp-Kuzey Makedonya 2015), Ben Gidiyorum Bolu’ya Şairlerin Gözüyle Bolu (Bolu 2015), Türk Dili ve Edebiyatı Meslek Lisesi-II (Üsküp-Kuzey Makedonya 2016), Gülkaya İlhami Emin Hayatı Sanatı Eserleri (Üsküp-Kuzey Makedonya 2016), Makedonya’da Türkoloji Bölümleri İçin Türk Halk Edebiyatı (Üsküp-Kuzey Makedonya 2016), Makedonya’da Türkoloji Bölümleri İçin Eski Türk Edebiyatı (Üsküp-Kuzey Makedonya 2016), Safvetî Ziya Bir Safha-i Kalb (Ankara 2017), Kırmızı Gülün Alı Var Makedonya Yazıları (Üsküp-Kuzey Makedonya 2017), Mütemmim Cüzler Avni Engüllü Hayatı Sanatı Eserleri (Üsküp-Kuzey Makedonya 2020), Namık Kemal Emir Nevruz (Ankara 2021), Atatürk Devri Dergilerinde Edebiyatla İlgili Kavramlar (Ankara 2021), Eğitimci Yazar Recep Murat Bugariç Hayatı Sanatı Eserleri (Üsküp-Kuzey Makedonya 2021), Necib Âsım Yazıksız-Türk Tarihi (Ankara 2022)
Nazlı Rânâ Gürel evli ve üç çocuk annesidir.
E-posta: nrgurel@yahoo.com
SÖZ BAŞI
Hayat hikâyesini, resmî ve husûsî hayatını “Yazarın Hayatı” başlığı altında verdiğimiz Necib Âsım Yazıksız (1861-1935), ömrünü asker, kültür ve bilim adamı olarak Müslüman-Türk milletine ve insanlığa vakfetmiş biri olarak yakın tarihimizdeki abide şahsiyetlerden birisidir.
Yaşadığı zaman dilimi (1861-1935), Türk tarihinin sıkıntılı devirlerine rastlamaktadır. Fransız İhtilali sonrası başlayan milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı Devleti bünyesindeki halklar arasında isyana varan kıpırdanmalarla devleti meşgul ettiği bu süreçte, Sanayi Devrimi sonrasında Batılılaşma gerekliliği; Tanzimat, Meşrutiyet ve nihayetinde Cumhuriyet… Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset olarak adlandırdığı Osmanlıcılık-İslâmcılık-Türkçülük hareketlerinin devlette, kurumlarda ve yayın hayatında kendine yer ve taraftar bulduğu zaman ve zeminde Necib Âsım, Türkçü Necib olarak tanınmış ve bu sıfatın da hakkını veren icraatlarda bulunarak ömrünü tamamlamış bahtiyarlardandır.
Asker bir aileden geliyor olması, meslek olarak askerliği seçmesi ama bu meslekte de eğitim kadrosu içinde yer alması onun dikkatlerini insan, özellikle de eğitim, tarih ve dil odaklı çalışmaların içine itmiştir. O zamanın dünyasındaki millî uyanışlar, onda kendi milletine aşk derecesinde bir bağlılık uyandırmışsa da bu bağlanış hamasetle sınırlı kalmamış milletine ve insanlığa hizmet yolunda ilmî metotlar çerçevesinde çalışarak pek çok yayın yapmış, insan yetiştirmiştir.
Göktürk alfabesini Türklere tanıtmak şerefi 1896’da yaptığı yayınla Necib Âsım’a aittir. David Kushner’in şu tespiti oldukça önemlidir: Necib Âsım, gördüğümüz gibi Türk okuyucularını eski Türk yazılarıyla tanıştırmış, ancak bu yazıları tekrar canlandırmayı teklif etmemiştir (Kushner, 1979:119). Necib Âsım’ın Türklüğe, Türkoloji’ye olan hizmetleri bu kadarla sınırlı değildir. Dîvân-ı Lûgat’it-Türk’teki atalar sözlerini bir kitapta toplayıp yayımlamıştır. Ali Şîr Nevaî’nin Muhakemetü’l-Lügateyn’ini, kitaba bu büyük Türk şairinin hayat hikâyesini de ilave ederek Veled Çelebi ile birlikte yayımlayan da yine Necib Âsım’dır. Ali Şîr Nevaî’nin Muhakemetü’l-Lügateyn’ini büyük şairin 500. doğum yılı dolayısıyla 1941’de Türk Dil Kurumu da yayımlamıştır. Bektaşilikten bahseden bir risaleyi de Bektaşi İlmihali adıyla yayımlamıştır. Umde’tüt-Tevarîh gibi mühim bir eseri ilim âlemine sunmuş ve Türk musikisinin esasının Türk halk musikisi olduğunu ileri sürmüş ve eski Osmanlı musikisine bağlanan, onu müdafaa edenlere karşı koymuştur. Edib Ahmed Bin Mahmud Yükneki’nin İslâmî dönem Türk kültür ve edebiyatının ilk eserlerinden biri olan Atabetü’l-Hakayık adlı eserini de ilk defa bilim muhitine tanıtan Necib Âsım olmuştur. 1906’da bu eserin Uygur harfli metninin bir kısmını yayımlayan Necib Âsım, 1918’de ise metnin tamamını tercüme ve izahlı olarak yayımlamıştır. Necib Âsım’ın bu çalışması bizde ve Avrupa’da önemli bir çalışma olarak kabul edilmiş, değerlendirilmiş ve hakkında ciddi yazılar yayımlanmıştır. Prof. Dr. Fuad Köprülü ve Radlof’un yazıları bu konuda yayımlanmış önemli makalelerdir. Türk dili ve edebiyatının inkişâf tarihinde, bir merhâleyi aydınlatması bakımından mühim bir yer tuttuğu şüphesiz olan Edib Ahmed Yükneki’nin Atabetü’l-Hakayık adlı eserinin yeni bir tenkitli metnini hazırlayıp yayımlayan ise Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat’tır (Arat, 1992).
Necib Âsım, bu çalışmaları yapıp bir kısmını Avrupa’daki yayın organlarında yayımlamakla, Türklerin de bu gibi işlerle ilmî metotlar çerçevesinde meşgul olduklarını Türkoloji’nin merkezi olmakla övünen Avrupalılara da göstermiştir diyebiliriz.
Necib Âsım Yazıksız’ın bu ilmî çalışmaları arasında tarih kitaplarının önemli bir yeri vardır. O, tarih yazarlığını o derece önemsemiştir ki, vefatında mezar taşına “Necib Âsım Türk Tarihi Müellifi” yazılmasını vasiyet etmiştir. Dostları da onun bu vasiyetini yerine getirmişler ve bugün onun İstanbul Kadıköy Sahrayı Ce-did Mezarlığı’ndaki kabrini ziyarete gidenler mezar taşında şu yazıyı okuyacaklardır: Necib Âsım Türk Tarihi müellifi 1861-1935.
Türkçülüğün tarihini yazanların hemfikir oldukları bir görüş vardır: “Necib Âsım’ın Türkoloji ve dolayısıyla Türkçülüğe en büyük hizmeti ilk defa olarak bir Türk tarihi neşretmesidir.” Hakikaten Necib Âsım’a gelene kadar yazılan tarih kitaplarımız 15. asırdan sonra Osmanlı Tarihi olarak anıla gelmiş ve Türk tarihini Osmanlı ile başlatır olmuşlardı.
Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi ve Türk Ocakları adlı eserinde; Necib Âsım Yazıksız (1861-1935) Leon Cahun’un, Asya Tarihine Giriş adlı eserini esas alarak yazdığı Türk Tarihi (1899) ile Türklerin Osmanlı öncesi tarihlerini aydınlatmıştır. Devletin Osmanlı adını almasını Türklerin eskiden beri devleti hanedan adıyla anmalarının bir sonucu olarak gören Necib Âsım, Türkleri devletin yönetici milleti olarak adlandırmaktadır (Sarınay, 1994:74) diyerek, Necib Âsım’ın ve bu eserinin önemini ortaya koymuştur.
Necib Âsım Yazıksız’ın Türk Tarihi adlı eseri, pek çok edebiyatçımıza da eserlerini yazmada ilham kaynağı olmuş, yazarlarımız bu kitapta verilen bilgilerden hareketle yeni makaleler, şiir, hikâye ve tiyatro eserleri kaleme almışlardır.
Leon Cahun’un “Introduction a l’Histoire de I’Asie” adıyla 1896’da Paris’te yayımlanan kitabını esas alan ve Doğu kaynaklarını da okuyarak yeni bilgi ve belgelerle genişleterek Türk Tarihi adıyla yayımlayan Necib Âsım Yazıksız, bir de yine Leon Cahun’dan Gökbayrak adlı bir roman tercüme etmiştir. Bu roman da Osmanlı’da Türkçülük fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Sizin şu anda okumaya başladığınız Türk Tarihi adlı bu kitap, Leon Cahun’un Asya Tarihine Medhal / Giriş adlı eserinden hareketle Necib Âsım tarafından yazılmıştır. Necib Âsım, bu eserini yazarken Leon Cahun’un eserini esas almış ancak, Doğu kaynaklarını ve Türk kültür tarihindeki temel kitapları da okuyarak yeni pek çok ilaveler yapmıştır. Mesela Orhun Kitabeleri’nden parçalar eklenmiş, Ebulgazi Bahadır Han’ın Secere-i Terakime kitabından bölümler alınmış, Kutadgu-Bilig hakkında bilgi verilmiştir. Necib Âsım’ın yararlandığı önemli şahıs ve kaynaklar arasında İbn-i Haldun, Kâtip Çelebi, Sultan Bâbür’ün Bâbürnâme’si, Nestor’un Vakayinâme’si, İbn-i Fadlan’ın Kitâb ilâ Melike’l Sakalibe’si, Şehabeddin Mercânî’nin, Müstefad’ül-Ahbarfi Ahval-i Kazan ve Bulgar’ı, el-Cahiz’in Menâkıb Cünd el-Hilafe ve Fuza’il el Etrak’i, Şair Nedim’in tercüme ettiği Sahayifü’l Ahbar, Nizamülmülk’ün Siyasetnâme’si, Diyarbakırlı Sait Paşa’nın Mir’atü’l İber’i, Galib Edhem Bey’in Meskûkât-ı Türkmâniye Kataloğu ve Takvim-i Meskûkât-ı Selçukiyye’si, Hayrullah Efendi’nin Tevârih-i âl-i Osman ve Yazıcızâde Ali’nin Tevârih-i âl-i Selçuk adlı eserleri sayılabilir.
Necib Âsım, bu kitabını yazarken en doğru bilgiye ulaşmak için zaman zaman tarih kitaplarındaki bilgileri karşılaştırarak karşılaştırmalı tarih çalışması da gerçekleştirmiştir diyebiliriz, bu hususu da özellikle belirtmekte fayda vardır diye düşünüyoruz. Yani Necib Âsım, nakilci anlayış yerine akılcı bir yaklaşım sergilemiştir.
Necib Âsım’ın Türk Tarihi adıyla hazırladığı bu kitap, iki baskı yapmıştır. Yayınlandığı zaman Osmanlı’da millî şuurun uyanmasına birinci derecede âmil olan bu önemli eserin ilk baskısı İstanbul’da 1900 yılında yapılmış, ikinci baskısı ise Türk Derneği tarafından 1911 yılında yine İstanbul’da olmuştur.
Kitabın sonunda birinci cildin sonu denmesi ve yine eserde Türk tarihinin bütün zamanlarının anlatılmamış olması ikinci bir cilt daha olması gerektiğini düşündürüyor. Necib Âsım, planlamasını iki cilt olarak yapmış ama ikinci cilt hazırlanıp yayımlanmamış olabilir diye düşünüyoruz. Biz, yine de Yusuf Akçura’nın şu tespitine katılıyoruz: Osmanlılar ve belki bütün Türkler içinde ilk ‘Bütün Türk Tarihi’ yazarı olmak şerefi Necib Âsım Bey’indir.
Müellifi Necib Âsım olan Türk Tarihi adlı bu kitap, zamanın Maarif Nezareti Celilesinin 131 numaralı ve 13 Zil’kade sene 315 ve 23 Mart sene 314 tarihli ruhsatnamesiyle basılmıştır. Biz söz konusu bu kitabı önce Arap harfli metinden Latin harfli metne aktardık sonra da günümüz okurunun daha rahat anlayıp istifade edebilmesi için günümüz Türkçesine aktardık.
Necib Âsım’ın Türk Tarihi adlı kitabını yayına hazırlarken yeri geldikçe biz de “çevirmen notu” altında bazı açıklamalarda bulunduk. Bir başka husus da; Necib Âsım’ın farklı kitaplardan yaptığı uzun iktibasları dipnot olarak göstermek yerine kitabın sonuna eklediğimiz “Notlar” kısmında vermeyi daha uygun bulduk.
Necib Âsım, Orhun Âbideleri’nden başlayarak Türkçenin pek çok dönem ve muhtelif lehçe ve şivelerinden ayrıca Arap ve Fars dilleriyle yazılmış metinlerden de alıntılar yapmıştır. Dolayısıyla bu tip metinlerin Türkiye Türkçesine çevrilmesinde dostlarımdan ve sahanın uzmanlarından da destek aldım. Desteğini gördüğüm Dr. Bilge Kaya Yiğit, Yılmaz Baş, kızım Rabia Betül ve eşi Afşin Muhibali’ye, Prof. Dr. Mustafa Kalkan’a teşekkür ediyorum. Kalkan’ın, Şehabeddin Mercânî’nin günümüz Türkçesine aktardığı Müstefadü’l Ahbar Fî Ahval-i Kazan ve Bulgar adlı eserinden istifade ettik.
Necib Âsım’ın Türk Tarihi adlı eseri okuyup anlamak, ele aldığı zaman dilimi itibarıyla; tarihî olarak derinliğine, coğrafî olarak da genişliğine ciddî ve kapsamlı bir bilgiyi gerekli kılmaktadır. Biz bu çalışmayı yaparken pek çok tarih kitabını da okumak zorunda kaldık. Çünkü şahıs ve yer adlarının doğrusunu yazabilmek için bile bu okumalara ihtiyaç vardı. Özellikle yer adları konusunda Mısır, İran, Azerbaycan, Gürcistan gibi ülkelerdeki dostlarımızın ve Türkiye’nin muhtelif şehirlerindeki dostlarımızın bilgilerine de müracaat ettik. Zaman zaman sahanın uzmanı tarihçi akademisyenlerimize de danıştık. Çalışmamızın editörlüğünü de tarihçimiz Prof. Dr. Mehmet Serhat Yılmaz yaptı, kendisine teşekkür ediyoruz.
Kitabın başında yazarıyla ilgili olarak koyduğumuz özgeçmiş, Necib Âsım Yazıksız’ı niçin şimdiye kadar keşfedip okumadım dedirtecek tarzda hazırlandı. Bizim dil, kültür ve tarih sahalarında ilklerden biri olarak tespit ettiğimiz Necib Âsım Yazıksız, bu yayınla yeniden okurlarıyla buluşacak ve hizmeti devam edecektir diye düşünüyoruz.
Elips Kitap’ın sahibi Yasin Topaloğlu’na da özellikle iki kere teşekkür etmek istiyorum; birincisi yayımlandığı zaman devrin aydınları ve yazarları üzerinde çok etkili olmuş olan bu eseri keşfedip günümüz Türkçesine kazandırma arzusu için, ikincisi de bu eseri yayımlayarak günümüz ilim ve kültür dünyasıyla buluşturduğu için.
Necib Âsım’ın Türk Tarihi adlı bu kitabı, Arap harflerinden Latin harflerine aktarımından ziyade günümüz Türkçesi ile yayına hazırlanması oldukça zor bir eser, erbabı benim ne demek istediğimi mutlaka anlayacaktır. Bizim bu çalışmamızda birtakım eksiklerin olması da muhtemeldir, okurlar zaman içerisinde fark ettikleri yanlışları ve eksiklikleri iletirlerse bir sonraki baskıda düzeltme imkânımız olacaktır. Bu tür dikkatleri için okurlara şimdiden teşekkür ediyorum. Türk Tarihi’nin müellifi Necib Âsım Yazıksız’ı da rahmet ve minnetle anıyorum.
Ankara, 23 Nisan 2021Dr. Öğr. Üyesi Nazlı Rânâ GürelTÜRK TARİHİ
BİRİNCİ KİTAP
Maarif Nezareti Celîlesinin 131 Numaralı ve 13 Zil’kade sene 315 ve 23 Mart sene 314 tarihli ruhsatnamesiyle basılmıştır.
BAŞLANGIÇ
Türkler ve Moğollar İran ve Çin medeniyetleri arasında ara bulucu oldular. Büyük toplumlar ve devletler kurup asayiş zamanlarında önemli medeniyetler meydana getirdiler.
Cenkten doğmuş ve fetihler için bir araya gelmiş bu topluluklar kendi komşularının zihnî kazanımlarında canlanarak bir ganimet malından istifade edercesine onlara da yayıldılar. Türk ve Moğol fatihlerinin fikir ve kurumları, uzun süre etki altına aldıkları kavimler ile birlikte karışmamak için direnme esasına dayanmakla birlikte, bunları kendi kavimlerine dönüştürüp kaynaştırmak için de esaslı bir fikir oluşmamıştı. Çünkü bunlar var olanı korur ve himaye eder, kendilerine yenilenlerin medeniyetlerini alır, ileri götürürlerdi.
Büyük fetihler ve güçlü devletler kuran Türk ve Moğollar ilk önce iki komşuları olan İran ve Çin ile ünsiyet kurmuş ve bunlarda görüp beğendikleri fikir ve bilgileri kabul etmiş oldukları için İran’a komşu olan Türklerin, Çin’e Acem terbiyesini, Çin’e komşu olanların da İran’a Çinli terbiyesini sırayla naklettikleri görülmüştür. İşte bu şekilde hicretten iki asır evvelinden dokuz asır sonrasına kadar şiddetle yer değiştiren Türk ve Moğollar, Doğu ve Batı Asya’nın iki medenî kavmini birbiriyle ilintilendirmeye ve her iki tarafın fikirlerini ve medenî eserlerini diğerine nakletmeye aracı olmuşlardır. Bu şekilde sürekli fikir ve medeniyet değişimine sebep ve aracı olan bu iki kavim kendi fikir ve kurumlarının başlangıç alâmetlerini geliştirmeye ve açmaya fırsat bulmuş ve medenî hizmetleri ile de tarihte önemli bir yer kazanmışlardır. Tarihlerinden çıkartılan bu sonuç yalnız bunlarda görülüp başka kavimlerin hiçbirisinde etki altına alınanların fikir ve kuruluşlarının esasları ve birbiri üzerine olan müşterek hareketleri bu kadar açık görülemez. Türk ve Moğol kavimleri ile oluşturdukları devletlerin tarihî vaziyetlerinin incelenmesi, bunlara çağdaş olan diğer cemiyet ve devletlerin daha karışık olan tarihî olaylarının hakikatini araştırmayı genellikle kolaylaştıracak bazı eserlerin ortaya çıkmasına yardım eder. Türk ve Moğollar daima galibiyete alışmış ve münasebette bulundukları kavimleri kılıçla dize getirmiş oldukları için bahsedilen kavimler tarafından kaydedilen fakat “tarih” adına gerçeği yansıtmayan vakayinamelerde Türklere birtakım fenalıklar isnat olunarak bu şekilde öç almaya kalkışılmıştır. Hatta Sadi-i Şirazî Gülistan’ında Şiraz bölgesinden gurbete gidişine sebebin Türkler olduğunu ve S’ad bin Zengi zamanında Fars ülkesinin imar olunduğunu naklederken bir Türk’e kendi hemcinsini yerdiğinin farkına bile varmamıştır. İşte bu gibi hâller yabancıların yazdıklarında bütün Türkler için görülebiliyor. Tarihî hikmetler ise bu kindar saldırıları reddeder. Öncelikle dinî düşmanlıklar, bunların ihtişamlı zaferleri üzerinde pek az etkili olmuştur. En haşmetli ve kuvvetli zamanlarındaki hükûmet tarzlarına misal olan Moğol Devleti zamanında belirli bir dinleri yoktu. Bunlar kılıç ile ne yapılırsa onu yaptılar. Kazandıkları başarılar hep kılıçlarının ekmeği idi. Devletlerini askerî fikirleri esas alarak kurdular. Kahramanlık, itaat, istikamet, meşru ve faideli zevkler gibi sahip oldukları güzel hasletleri, kendilerinin hakkıyla savaş ehli olduklarını ispat eder. Bunlar sağlam, hükmedici, metîn, iyi idare amirleri idiler. Sanatları ve ilmi tahkir etmek şöyle dursun erbabını onurlandırır, yüceltir, ünlendirir ve aklî melekelerle oluşturulan eserleri alır, bunlara meyleder, mesai sarf ederlerdi. Türklerin yaratılışında bulunan istikamet ve nurani bakış dolayısıyla ait oldukları medenî kavim, uygarlık eserlerini alıp benimsemeye pek müsait idi. Bu fatihler, İranlı ve Çinlilerden aldıklarını kendi tavır ve zekâlarına uydurarak genişlettiler.
Hicrî altıncı asırda “Buda” mezhebine girerek diğer Müslüman Türklerden ayrılan ve “lama” denilen Buda rahiplerinin tesirleri ile zaten rahata kavuşan Moğollar hakkında Çin’in tuttuğu siyasî yol ve Batı Türklerinin aslî vatanlarından coğrafî mekân ve siyasî ahval açısından ayrı düşmeleri her iki tarafı birbirine arka çıkmak ve korumaktan uzaklaştırmışsa da huy ve kurallarını değiştirememiştir. Hatta Afgan Emîri Abdurrahman Han meşhur layihasında bunu hatırlatarak muktedir bir kumandan çıktığı takdirde Türkistan’dan cihanı sarsacak ordular çıkabileceğini zikreder. Çin İmparatoru Kien Long o zamanın Moğolları hakkında: Moğollar artık bittiler! Rahipleri bunları eve bağladılar, demiştir. Bu sözü nakleden Çin tarihçisi de: Şefkat duyguları bunlardaki savaşçı ruhu söndürdü. Ahiret mükâfatları inancı gururlarını aldattı: (Buda mezhebini düzenleyen) Tsongkhapa Çin ve bütün âlem için iyi sonuçlar doğuran başarı temsilidir, diyor.1
Bu büyük milletin ortaya koyduğu irili ufaklı devletlerin tarihte yapmış oldukları faaliyetlerin tamamını içine alan ve tarihî hikmetleri esas alarak oluşturulmuş bir umumi tarihlerinin bulunmayışı, insanlık âlemi için büyük bir gecikme sayılabileceği gibi, bilhassa bizim için büyük bir gaflet alâmeti sayılabilir. Dolayısıyla bu önemli ve zor vazifeyi üstlenmeme sebep millî muhabbet hissinden başka bir şey değildir. Fakat bu mukaddes söz hilafetpenahîye layık ve milletimizin büyüklüğüne yakışan, oldukça mükemmel bir eser meydana getirebilmek için yalnız bir kişinin teşebbüs edip özenle çalışması yeterli olamayacağından bazı ehil kişilerin malumatlarına başvurulduğu gibi doğru ve yanlışı ayırt eden kardeşim Hasan Tahsin Bey’in ziyadesiyle takdire şayan yardımlarına nail oldum. Kaynakların güzelce tedariki, ismi geçen Bey’in ilim muhabbeti ve yardımları sayesinde, millî tarihimiz oldukça istifadeye layık bir inceleme olarak bir araya getirilmiştir diyebiliriz.
Bu eser “etrâk-i bî-idrâk” falan diyerek koca bir milleti küçük düşürmekten utanmayan ve tarihçilik sıfatını haksız yere sahiplenen kindarların yalan ve iftiralarını reddederek, övünülecek milliyetimizi yine onların eserleriyle ispat edebilecektir. İşte bu fayda da bizim için hayırlı bir sonuç demektir.
***Böyle bir kitapta şahıs ve yer isimleri tamamıyla doğru ve muntazam olamaz. Hatta Hîve Hanlarından olup hicrî 1073 yılında Şecere-i Türkî adıyla ataları olan Türk ve Moğolların tarihini kaleme alan Ebulgazi Bahadır Han bile hakikate tam uygunluğun zorluğunu, Moğol Tarihi’ni yazan meşhur Reşidüddîn’in Farsça kitabının yanlışlarla dolu olduğunu beyan için şu şekilde bir açıklamada bulunuyor: Bütün dağ, ırmak, şehir ve şahıs isimleri Türk veya Moğolca iken bunların üçte bir ve hatta yarısını değiştirmiş veya yanlış yazmıştır. Bu tarihi yazmakla görevlendirilen zat ile nüshaları bize kadar ulaşan müstensihler tamamen Moğolca ve Türkçe bilmez Acem veya Taciklerdi. Birtakım Moğol adları vardır ki bir Tacik on günde doğru telaffuzunu öğrenemez. Artık bunlar onları nasıl doğru yazabilirler?2
Ebulgazi’nin bu şikâyeti çok doğru olup bu eseri meydana getirmek için Arapça, Farsça ve Fransızca eserlerde bir ismin çok farklı şekillerde kaydedilip yazıldığı görülmüş ve bunlardan asılları Arapça ve Farsça olanlar aslî imlalarıyla kaydedilerek Türkçe ve Çince isimler için elde edebileceğimiz Türkçe eserler ve leksikolojinin yardımına başvurularak mümkün mertebe düzeltilmeye çalışılmıştır. Kullanmakta olduğumuz Arap alfabesi kelimeleri hakkıyla ifade etmekten aciz olduğu için yeri geldiğinde harekelemek ve hatta Latin harfleriyle yazmak gereği de duyulmuştur.
Kitabımız Türk ve Moğolların eski tarihlerinden de bahsettiği için bu devre ait hâllerden dolayı kavimlerin cehalet ve vahşetine hükmedilemez. Bugünün medenî kavimlerinin o zamanki hâlleri, Türk ve Moğollarınki ile kıyaslanırsa bunların ahlakî üstünlük ve diğer faziletlerce onlara kat kat üstün geldikleri görülür. Türklerin ve Moğolların eski ahvalinde Romalılar, Yunanlılar ve Arapların cahiliye devrinde görülen kötü hâllerin hiçbirisi değilse de pek çoğu görülemez. Dolayısıyla ilmî dikkat sahiplerinden eserimizi işte bu şekilde okumasını temenni ederiz.
***Bu tarihi meydana getirmek için bir kütüphane dolduracak kadar kaynak tedarik edilmiş ve her birisinden yapılan alıntılar yerli yerince gösterilmiştir. Fakat en çok işimize yarayan eser, Paris’te Mazarine Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Mösyö Leon Cahun cenaplarının Introduction a l’historie de l’Asie, les Turcs et les Mongles adlı seçkin eseridir.
Hicrî 753 yılına kadar kaynak göstermeksizin naklettiğimiz vakaların çoğu bu kitapta ya aynen yahut az bir değişiklikle alınmıştır. Hakikaten Türk tarihine vukufu ve Türklere muhabbeti ile meşhur olan Mösyö Leon Cahun cenapları zaten eserinin tercümesine ve istenilen şekle konulmasına müsaade ettiler. Bu sebepten kendilerine samimi hislerimizi arz etmeden sözü sonlandıramayız.
Necib ÂsımASYA-ARAZİ
Batıya doğru uzanmış bir kolundan ibaret olan Avrupa kıtası gibi, Asya’nın da sahillerinde derince içeriye sokulmuş denizler vardır. Güneyde Hint Okyanusu Asya kıtasının içerilerine girerek Şap Denizi’ni (Bahr-i Kulzüm), Basra Körfezi’ni veya Acem Denizi’ni, Siyam ve Tonkin kıyılarını teşkil eder. Avrupa’nın İber, Rhone ve Po nehirleri, Akdeniz’den Pirene ve Alp yamaçlarına çıktıkları gibi bu girintilere tamamlayıcı olan Fırat, Sind ve Ganj nehirleri de içerilerde Kürdistan ve Kafkas dağlarına, Hind veya Hindikuş, Bin Dağ veya Himalaya dağlarına çıkarlar. Fakat kuzeyde bu iki kıtanın manzarası büsbütün başkalaşır. Avrupa’da Baltık, Kuzey ve Manş denizleri, güneydeki Akdeniz’e karşılık kuzeyde bir iç deniz oluşturdukları gibi güneyde bulunan yarımadalara nazire olarak İsveç, Danimarka yarımadalarıyla, İngiltere, Konstantin ve Britanya arasını gösterir. Hâlbuki Asya’nın güneyinde bulunan Arabistan, Hindistan, Hint Çini yarımadalarının mukabilleri Kore ve Japonya’da ortaya çıkmıştır. Hint Okyanusu’nda bulunan canlı körfezlerle Kuzey Denizi’ni sınırlayan ruhsuz sahiller arasında pek geniş karalar vardır. İlk bakışta Avrupa ile Asya arasında görülen benzerlik, sahillerinin gözden geçirilmesiyle derhâl ortadan kalkabilir. Asya’da, Avrupa’da olduğu gibi Ren, Rhone, Po ve Tuna gibi gemi seferlerine elverişli, denizlere açılan ve aktıkları girintileri kaynaklarına yaklaştıran nehir yolları yoktur. Kuzeye doğru akmakta olup Türklerin Ögüz ve Yençü, eskilerin Oxus ve Yaksart dedikleri Ceyhun ve Seyhun3 (şimdiki adları Amuderya ve Siriderya) nehirleri ve güneye akan Fırat ve Sind nehirleri ve doğuya doğru akan Nehr-i Asfer aralarında olan benzerlik, Ren ve Alp, Ren, Po ve Tuna nehirleri arasında dahi bir dereceye kadar bulunmaktadır. Ren ve Elbe nehirlerini alan Avrupa’nın kuzey iç denizine karşılık Asya’da iskâna elverişli geniş bir toprak vardır. Nitekim vaktiyle Viking denilen deniz korsanları kuzey iç denizini Baltık’tan Manş’a kadar nasıl gezinti yeri saymışlarsa bu arazi de çöl halkına birçok zaman gezinti yeri olmuştur. Yukarı Yenisey4 ile İrtiş, Emba, Yayık (Ural), İdil (İtil-Volga), Ton (Don) nehirleri arasında bulunan stepler,5 dağlar, ormanlar Vistül ve Luvar arasında bulunan denizler, körfezler, yarımadalar ve burunlara mukabildir. Eğer doğuya doğru bakılırsa iş büsbütün değişir. Çünkü Yeni Çay’ın yüksek havzasından hareket eden bir Tatar, atından inmeksizin Nehr-i Asfer’e doğru gidebildiği gibi Don Nehri’ne de varabilir. Hâlbuki Vistül veya Danimarka ile İsveç arasındaki boğazdan gemiye binen bir seyyah gemisini terk etmeksizin Tuna ağızlarına inemez. Çünkü burada gemi seyri çok karışık, ziyadesiyle eğri büğrü, çok engellidir. Asya’da Hazar Denizi’nin kuzeyinde bulunan ekinsiz ve geniş yerler Aral,6 Balkaş gölleri arasından bir atlı ulağın geçmesi için mevcut olan kolaylık ve güçlük Avrupa’da da Kuzey İç Deniz yaygın adıyla anmakta olduğumuz Baltık, Kuzey ve Manş denizleri arasında sefer gerçekleştirecek gemiciler için de mevcuttur. Denizci nasıl Cebel-i Tarık Boğazı’nda bir engelle karşılaşacak ise seyyah da Karadeniz Boğazı’nda öyle olacaktır. Fakat Avrupa’ya has olan şu nehir ve denizlerin birleşmesi keyfiyeti, Asya’nın hiçbir yerinde bulunmayan imara sebep olmuştur. Avrupa’da Tuna kaynaklarından Po, Rhone, Ren, Sen kaynağına gidildiği gibi Asya’da da kara yoluyla mesafe oranı korunmak şartıyla Asfer Nehri kaynaklarından Yenisey, İrtiş, hatta Ceyhun ve Seyhun kaynaklarına kadar gidilir. Fakat Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin denize bir çıkış yeri olmadığı gibi Obi, Yenisey ve Nehr-i Asfer ağızlarının arasında da gemi seyahati imkânı olmayan Kuzey Buz Denizi yolu veya devr-i âlem yolundan başka ulaşım vasıtası yoktur. Avrupa’da ulaşım hayatı damar mesabesinde bulunan kara yolları, nehirler ve denizlerde cereyan ettiği hâlde Asya’nın içerisinde kara yollarıyla, dışarıya çıkışı bulunmayan nehirlerde cereyan ediyor. Avrupa’nın kuzey iç denizinin baktığı yön Asya’nın Karadeniz kuzeyinden ve Tuna’dan başlayarak Japon Denizi ve Nehr-i Asfer’e kadar uzanan bozkır mıntıkası olduğundan beri bir denizden ibaret olan şu ulu yolun adaları yerinde olan dağlarını, körfezlerini teşkil eden vadilerini, boğazlarını, çukurlarını, sarp yerlerini, su akıntılarını incelemek gerekir.