bannerbanner
Henüz 17 Yaşında
Henüz 17 Yaşında

Полная версия

Henüz 17 Yaşında

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

“Ben öyle senin dediğin yerlerde hiçbir eğlence bulamam.”

“Ama artık filozofluğun bu kadarı da fazladır ya!”

“Belki!”

“Belki melki… Şu hâlde sokak ortalarında mı kalacağız? Bununla beraber bu akşam içki üzerindeki duruma bakılırsa ben öyle sanıyorum ki zifaf yerinden de hoşlanacaksın!”

“Allah etmesin! Biz o tecrübeleri çok ettik, azizim. Artık unumuzu eleyip eleğimizi de astık!”

“Aralıkta bir kere aklı başından gidinceye kadar sarhoş olmak öğüdünde bulunan İbni Sina aralıkta bir muvakkat zifafı da öğüt vermiyor mu? Pancar turşusu buna meze olamazsa da şöyle sesleri güzel kızların okuyacakları güzel güzel şarkıları olsun meze yerini tutamaz mı?”

“Hayır. İbni Sina’da böyle bir öğüt görmedim; yalnız bugünkü muharrirlerden Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân1 başlıklı bir hikâyesini gördüm ki senin bir günlük zifaf evi diye tarif ettiğin, yerleri âdeta birer mihnet yeri olmak üzere ispat ediyor.”

“Eğer sen öyle her roman yazanın ispatlarına kulak verecek olursan gerçekten gülünç olursun. Akşam lokantada ne diyordun? Âlemin dediklerine inanacak olursak âlem kadar gülünç olacağımızı hükmetmiyor muydun?”

“Romancıların tasarladıkları âlemin, bir madde âlemi olmayıp hayalde bir âlem olduğunu düşünürseniz romancıları çekiştirmeye lüzum görmezsiniz. Hâllerinden Mihnetkeşan adlı romanda, muharrir, şimdi senin beni götürmek istediğin bir günlük zifaf evlerini öyle bir kılıkla gösteriyor ki hayal ile hakikatın birleştiği yahut birleşebileceği bir nokta varsa o da bundan ibarettir.”

“Güzel ya, a canım; şimdi hayat ve hakikat bahisleri bizi şu yağmurdan koruyabilir mi? İşte araba yok. Otel yok. Yaz olsa bir camiye giderek son cemaat yerinde sabahı edebilirdik. Zati başımıza hiç de gelmemiş birşey değil ya? Yağmur yağmamış olsa sabaha kadar serseri yankesiciler gibi sokakları dolaşır, vakit geçirirdik. Şimdi şu hâlde ise ben başka çare bulamıyorum. Sen buluyorsan söyle de yapalım.

Hem teklif ettiğim yerlere gidenler mutlaka oraların alışverişinde bulunmak zorunda değiller ya? Sana bir yatak gösterirler; yalnız yatıp safâyi hatırla uyursun; hatta benim dahi niyetim öyledir. Yok, eğer mutlaka beni sefihlerden sanıp da bu teklifimi sefihliğime veriyorsan, beni affedersin.”

“E, darılma, kardeşim; dediğin gibi olsun; ama bir şart ile. Ben yalnızca yatacağım; hiç beni zorlama.”

“Kimin nesine lazım!”

Hulûsi Efendi arkadaşını bu kadarcık olsun ikna ettiğine memnun olarak Kristal Kahvesi’nin garsonlarından zati kendi evine dönmekte bulunan kılavuzluğuyla şöyle bir misafirhaneye gitmeye karar verdiler. Sokağa çıktılar, biçarelerin şemsiyeleri dahi bulunmadığı için artık gök kubbesini kendilerine şemsiye yapıp yola düzüldüler.

2

Bizim iki arkadaş… Hayır, kahve uşağıyla beraber üç arkadaş büyücek bir evin önünde durdukları zaman kendilerini görmüş olsaydınız, gülmekten kırılırdınız. Hulûsi Efendi ile Ahmet Efendi’nin ıslandıkları kadar ıslanmak başka bir zamanda kimseler için mümkün olamaz ki!.. Ya böyle bir zamanda insan yola çıkmaz veyahut yağmurdan korunmak için lazım olan vasıtalara başvurur. İşte bu yüzden Ahmet ile Hulûsi gerçekten hiç görmemiş olacağınız kertelerde ıslanmış idiler.

Bilemeyiz ki aşırı derecede ıslananlara neden dolayı “Sırılsıklam, sucuk kesilmiş!” derler? Hatta “Sıçana dönmüş!” tabirinin dahi bir türlü sebebini bulamıyoruz. Sucuğun yahut sıçanın başında bir fes bulunup da ıslandığı zaman büzülerek yarım portakal kabuğu gibi bir şey kalır mı?

Püskülü sıçan kuyruğuna benzeyerek ucundan sular akar mı?

Bunların arkasında birer setri bulunur mu ki omuzlarından doğru süzülüp gelen sular yenlerinden ve eteklerinden zırıl zırıl akıp oluksuz saçaklardan beter olsun?

Bacaklarında birer pantolon bulunuyor mu ki şeridi akan sularla ıslanıp ve büzülüp bacaklara sımsıkı sarılarak kendisini yürümekten dahi alıkoysun?

Hele ayaklarında kundura potin bulunur mu ki pantolondan süzülen sularla dolup bastıkça jark jurk ederek insanın baldırlarına doğru çamurlu suları fıskiye gibi fışkırtsın.

Hele bu kunduralar zati biraz fazlaca bol iken ıslandıktan sonra biraz daha açılarak artık ayaklar bunların içinde küçük kalmakla, jark jurk ederken, bazı kere dahi tersine dönmek, yani köselesi yukarıya ve yüzü aşağıya gelmek derecelerini bulsun.

İşte ıslanmış adamın en başlıca hâlleri bunlardan ibaret olur ki bu hâller ne sucukta ne de ıslanmış sıçanda bulunur sanıyoruz; hâlbuki bizim arkadaşlar şu dereceden daha fazla ıslanmışlardı; zira Hulûsi Efendi biçaresi kılavuzu olan uşağa diyordu ki:

“Aman, arkadaş! Daha gidecek miyiz? İki kürek kemiklerimin arasından doğru sızıp gelen sular bel kemiği hizasında sel gibi akarak kuyruk sokumumda âdeta bir çağlayan oluyorlar.”

Uşağın cevap vermesine hacet kalmaksızın “büyücek” diye vasıflandırmış olduğumuz ev önüne gelip durdular. Uşak kapıyı çaldı. İhtiyar bir Ermeni karısının garip Rumca konuşmasıyla; “Kimdir?” sualine uşak birkaç lakırdı söyledi ki manası ne olacağı kolayca anlaşılabilir. Uşağın bu sözü üzerine hemen kapı açılmadı. Kadın gene söyledi, uşak gene karşılık verdi. Sözler âdeta uzun konuşma hâlini aldı, hatta kadının sesinin edasından bayağı kızgınlık eserleri dahi anlaşılmaya başladı. En son, kadın, kapı yanındaki pencereye gelip: “Geliniz bakayım; bir kere yüzünüzü göreyim!” deyince Ahmet Efendi’nin hiddeti bir dereceyi buldu ki hemen sağdan geri ederek dönmeye hazırlandıysa da biçarenin ensesini bir düzine kamçılamakta bulunan yağmur bu niyetini kuvveten fiile çıkarmak elden gelemeyeceğini hatırlatmak yolunda dahi bir uyandırma kamçısı oldu. Kendi kendisine: “İşte vicdanca kınanılacağınız bir işi başarabilmek için şu rezil kadının muayenesinden geçmek alçaklığını kabul etmek lazım geliyor. Hatta kadın bizi beğenmeyip de şuradan kovacak dahi olsa hiçbir şey söylemeye hakkımız olmaksızın, boynumuzu bükerek, arkamıza bakarak, defolup gideceğiz!” diye arkadaşıyla birlikte muayene yerine geldiler.

Kadın bunları görünce epeyce derin bir düşünceye vardı. Zati gecenin bu vaktinde, böyle bir havada, bu kadar ıslanmış olan iki herifin ne takımdan olduklarını kestirebilmek için öyle az buçuk düşünmek yetişir mi?

Ahmet Efendi’de hiddet topukları geçti; hatta Hulûsi’nin bile canı sıkılmaya başladı. Nasılsa kadın muayenesini, mütalaasını, mülâhazasını bitirdikten sonra, dedi ki:

“Birer buçuk liranız var mı?”

Bu kadar rezilce bir söz üzerine, Ahmet Efendi “Bir tufanda boğulmak daha iyi.” diyerek, böyle rezil bir yerde misafir kalmayı kabul etmemek yoluna gider gibi olduysa da Hulûsi Efendi kendisine meydan vermeksizin: “Aç, Dudu, aç! Parası olmayan böyle yere gelir mi?” demiş olduğundan Ahmet Efendi öfkesini yutmak için kendisini zorladı; lakin kadın, ne dese beğenirsiniz! “Paraları buradan, pencereden vermelisiniz!” demesin mi!

Artık, Ahmet, baklayı ağzından çıkarmaya davrandı.

Doğrusu insanın kendi akçesiyle kendisini bu derecelerde rezil etmeye katlanması pek güç bir şeydir; lakin şöyle bir rezalet yerine gelip gitmek için vicdanını sıkıştırmak zorunda kalan insan, bu yoldaki hakaret ve rezaletlere katlanmak zorundadır.

Şuracıkta küçük bir düşünce olarak arz edelim, ki buralara gelip gidenlerin hepsi Ahmet yahut Hulûsi Efendi gibi vicdanını sıkıştırmak zorunda dahi değildir; böyle bir karı tarafından gelen teklif üzerine, göğüs kabartarak: “İşte paralar! Aç bre falan!” diyen de bulunur.

Her ne kadar Hulûsi dahi paraları karıya vermişse de söyleyeceği sözü bu yolda söylemeyip:

“Henüz tanışmadığımız için bu ihtiyatlarda mazursunuz, Dudu. Alınız paraları!” demiş ve işte bu altın anahtar ile o uğursuz kapı açılmıştı.

Karı da özür dilemek için:

“Vallahi, beyim; kusurumuza kalmayınız! Birtakım rezil çapkınlar gelirler, eğlenirler falan da en son para bahsi gelince işin rezaletini çıkarırlar.” dedi. Hulûsi Efendi yumuşaklık gösterip bu edepsizliğe dahi sadece:

“Zararı yok, Dudu; zararı yok!”

Karşılığında bulundu ise de Ahmet Efendi, bu kadarcıkla kalmayarak:

“Bir kere insanın suratına bakarlar da öyle laf söylerler!” dedi. Keşke bunu söylemeseydi. Sözünü esirgemek şanından olmayan karı:

“Efendiciğim, affedersiniz; sizi bu hâlde gören nasıl zatlar olduğunuzu tanıyamazsa mazur görülmelidir.” diye bir tarafta bulunan esvap dolabının kapısındaki aynayı gösterdi ki Ahmet Efendi ile birlikte Hulûsi dahi aynaya bakıp da kendi hâllerini gördükleri zaman öfkeleri kayboldu; kahkahayla gülmeye başladılar.

Ahmet Efendi dedi ki:

“Pek iyi, Dudu; sen ihtiyatı elden bırakmayarak bizden paraları peşin almak istedin. Arkadaşım da hiç ihtiyat etmeyerek sana paraları verdi; fakat ya bize çıkaracağın kızları beğenmeyecek ve burada kalmayacak olursak?”

“Ooo! Onu merak etmeyiniz, beyim; Maryanko’nun evinde beğenilmeyecek kız bulunmaz.”

“Öyle ama biz…”

Ahmet’in bu lakırdısını bitirmesine meydan vermeksizin Hulûsi dedi ki:

“Buraya gelmekte naz eden de önce sen oldun; kız üzerinde ilk bahse girişen de sen oldun! Arkadaş, gerçekten hâllerin pek tuhaftır!”

“Ben sana ne demiştim? Bir şey olunca mükemmel olmalı, dememiş miydim?” Şu kadar ki Ahmet Efendi bu defa şu sözü yüreğinin duygusuna uygun olmak üzere söylemiyordu.

Letâif, ki rivâyât adıyla bu âciz muharririn on yıl önce yazmış olduğu birtakım küçük hikâyeler içinde Mihnetkeşân başlığıyla kaleme alınmış bir küçük hikâye, bütün eksikliğiyle birlikte, nasılsa Ahmet Efendi’nin zihninde güzelce yer etmiş bulunduğu için, bu eve girdiği sırada hikâyenin bütün tasvirleri bir anda zihnine gelerek o hayalleri burada göreceği asıllarıyla karşılaştırmak için sürekli dört yanına bakınmakta ve her ne görürse zihninde “Ne kadar doğru, ne kadar tamam!” diye hâliyle dahi tasdik ifadeleri göstermekte idi.

Bununla beraber Ahmet Efendi’yi bu yerlerin acemisi bir adam olmak üzere de almamalıdır; vaktiyle bu yerlerin pek devamlısı, pek alışkını idi; hatta bu sefihlikten el çekmeye birinci sebep olan şey dahi yine o Mihnetkeşân hikâyesi olduğunu her zaman söylerdi; ancak sekiz on yıldır gerçekten kendi hâlinde ve kendi âleminde yaşayarak şu yoldaki sefihlikleri büsbütün hatırından çıkarmış, unutmuş olduğundan şimdi her ne hâl görürse eski hatıralarını yenileyerek, ondan dolayı tavrında dahi tasdik ifadeleri gösteriyordu.

Acaba Ahmet Efendi burada ne gibi hâller görerek tavrında dahi bu emareleri gösteriyordu?

Bu suale cevaptan evvel şu hakikat göz önüne alınmalıdır ki her şeyin, her hâlin insanda uyandıracağı duygular, hep o insanın önceden hazırlanmış olan istidadına göre olur.

Hikâye ederler ki Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş olan beş altı adam birkaç yıl İstanbul’da kaldıktan sonra memleketlerine gittikleri zaman köylerinin en akıllısı sayılan ve gerçekten de öyle olan bir yaşlı kişi İstanbul’dan dönen bu adamlarla birer birer görüşerek her birine başka başka: “Oğlum, bizim koca İstanbul’u ne hâlde buldunuz? Neler gördünüz? Biz görmeyeli acaba İstanbul başka türlü mü olmuş?” sualini sorar.

Birisinden: “İstanbul’da olan ilim medreseleri dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Medreseleri, imaretleri şöyle gördüm, böyle beğendim!” cevabını alır. Ötekinden ise: “İstanbul umumi bir meyhane hâline girmiş. Adım başında bir meyhane olduğu gibi içki bulunmadık ev de yoktur.” Ve bir başkasından: “İstanbul bir kadın pazarıdır; hiç yok sayılacak kadar ince yaşmaklı hanımlar sokaklarda her kimi görseler yüzlerine gülerler!” cevabını ve ötekilerden dahi böyle, yani yalnız birer meseleye takılıp kalan cevaplar alır. Yaşlı adam da her aldığı cevabı ayrı ayrı tasdik eder.

Zira kendi kendisine der ki: “Herkes İstanbul’u kendi istidadına, kendi uğraştığına göre bir gözle görmüştür.”

Anadolulu akıllı ihtiyarın bu sözü âdeta her meseleye tatbik kabul eden bir sözdür, insan yalnız İstanbul gibi başlı başına geniş bir âlem olan büyük şehri değil, yalnız bir maddeyi, bir şeyi, bir noktayı dahi kendi istidadına göre olan bir gözle görür. “Bunun için Ahmet Efendi’nin de bu gece girdiği yeri kendi istidadına, kendi duygularına göre bir gözle görüşü eğer okuyucularımızdan bazılarına uygun gelmezse biçareyi kusurlu görmemelidir.

***

Daha evin önüne geldikleri zaman Ahmet Efendi bu evin en alt katında ve “ev altı” denilen yerinde bir ışık görerek, dört yana bakındığı zaman, öteki evlerin hiçbirisinde aydınlık kalmadığı ve bütün mahalleli uykuya vardığı bir zaman, bu ışık kendisini âdeta ürkütmüştü. Kendi kendisine demişti ki: “Bu ışık ne için olabilir? Limana girecek olan gemilere kılavuzluk eden fenerler gibi bu da, şurasının sefihler uğrağı olmasından ve geleceklere yer göstermek için konulmuş bulunmasından başka ne olabilir?” Bu ışık şuraya gelenlere: “Ey şehvet ve sefahat erbabı! İşte kendinizi, kendi vicdanınızda da kabahatli göstermek için aradığınız yer burasıdır ki ettiğiniz ayıbı şimdi sefahat hasretiyle pek de fark edemiyorsanız yarın o hasret, o hırs geçince, buradan, kendi kendinizden utanarak çıkacaksınız hatta o hâlde ben bile size bakmayacağım, utancımdan ışıldak gözlerimi kapamış bulunacağım!” der.

Şimdi, daha evin önünde ilk duygusu bu olan Ahmet Efendi, evin kadın müdürü Maryanko’nun, arkadaşı Hulûsi Efendi ile açgözlücesine ve rezilcesine bir emniyetsizlik göstererek ettiği pazarlığı da görünce:

“Vay, melun; parasıyla kendisini dünyaya maskara etmeye gelen adamların vicdanlarına karşı utançlarını artırmak için bu hakaretlere de cesaret ediyor!” diye içinde duyduğu acıya bir de öfke binmişti.

İçeriye girdiği zaman, dışarıya taşan ışıklarıyla kendisini ilk uyandıran kandili gördü ki konulduğu yer bir köşedir. Kandile en yakın yerleri kapkara ve uzadıkça rengi akçıllaşmak üzeredir. Köşeyi ocak bacası gibi kurum içinde bırakmış olmasına bakılırsa, kim bilir, kaç aydan, daha doğrusu kaç yıldan beri bu kandil şurada şu iğrenç kılavuzluk hizmetini yapmakta idi? Bunu düşünerek tüyleri ürperdi.

Merdivenden yukarıya çıktılar. Salon gibi yere girdiler ki bütün ev halkı derin uykuya varmış olduklarından ayaklarının patırtısı o kâgir yapı içinde korkunç bir hâlde çınlıyordu. İki üç saat önce buraya gelmiş olsalardı, yaptıklarından dolayı vicdanlarında, kınayan bir düşünce, yüreklerinde bir pişmanlık duygusu bulmak şöyle dursun, belki bu gece kavuştukları zevk ve eğlenceden dolayı sevinçlerinden kaplarına sığamayan ve bunun keyfi ile içkiye başlayarak coştukça coşan sefihlerin ve şehvet düşkünlerinin hayhuyları ve coşkunluk naraları ile duvarların titrediğini görürlerdi. Şimdi ise bunların her biri bir yatakta köpek gibi sızmış, dünyalarından habersiz kalmışlardı.

Ahmet Efendi bunu da hatırladı; hatta kendi kendisine düşünce kabilinden dedi ki: “Acaba şu sarhoşlar için bu ev bir batakhane olsa şimdi, şu anda kendi kendilerine uğrattıkları tehlikenin büyüklüğünü hesaplayabilecekler midir?”

***

Salon dediğimiz yere girdikleri zaman cumba gibi bir yerde bir uşağın horlayarak uyuduğunu gördüler. Maryanko Dudu onlardan önce davranıp ilerleyerek herifin göğsünden dürttü:

“Vasili! Vasili!” diye seslenip uşak gözlerini açtığı zaman:

“Gece uyursun, gündüz uyursun! Nedir senin bu tembelliğin!” diye herife çıkışmaya başladı.

Vasili dediği herif ise zati benzinde kan olmadığı gibi uykusuzluk hâliyle bir kat daha rengi kaçacak; bir konsol üzerinde yarı indirilmiş fitili ile baygın baygın yanmakta ve petrolün bu hâlde çıkaracağı murdar bir koku ile bütün evi kokutmakta bulunan lambanın sarı ışıkları dahi herifin çehresini büsbütün korkunç bir hâle koymuştu.

Esneyerek, gözlerini oğuşturarak ve gelenlere hain hain bakarak aklını başına toplamaya çalışan Vasili, Maryanko’nun çıkışmasına karşı dedi ki:

“Gece uyuma, gündüz uyuma! Geberip gitmeli mi?”

Ahmet Efendi’nin duyguları biraz daha başkalaştı. Bu heriflerin gece de gündüz de uyumamakla vazifeli olmak zorunda olacaklarını göz önüne koyarak, beşer cemiyetinin bir sınıf fertlerini bir sefihlik çirkefine batırmak için açılmış olan şu fabrikanın ne gibi uşakları olduğuna, Vasili’yi örnek aldı; iğrenmesi arttı. Hele Vasili orada sadece uşak sayılacak bir adam değildi. İki metreye yakın boy, seksen santimetre kadar geniş omuz; olur olmaz adama bacak olabilecek kadar kalın pazılar ve yüzünden düşen bin parça olacak kadar çatkın, lanetli, sert bir surat uşak olacak bir adam için fazla ve lüzumsuz şeyler olup bu herifin kalıbına, kıyafetine, tavrına, çehresine bakıldığı ve madamın çıkışmasına aldırmadan bir de cevap verdiğine dikkat olunursa, bu evde asıl vazifesi polislik ve jandarmalık etmek ve evin kanunlarına, nizamlarına uymayanları uymaya zorlamak olduğu anlaşılırdı.

***

Ahmet Efendi bunu da anladı. Maryanko ise Vasili’ye Rumca birkaç lakırdı söylemeye başladı ki bu sözlerin içinde Mari, Olempiya, Amelya, ve Agavni gibi kadın adları da bulunduğuna bakılırsa yeni gelen müşterilerine çıkaracağı kızları emrettiği öğrenilirdi.

Uşak çıktı. Biraz sonra Maryanko dahi dışarıya çıktı.

İki arkadaş yalnız kalınca, Hulûsi Efendi dedi ki:

“Ne düşünüyorsun, arkadaş? Sanırım, konyakların da hızı geçti?”

“Sarhoşluktan eser bile kalmadı.”

“Ee, ne düşünüyorsun?”

“Hiç! Akşamdan beri iki defa sarhoş olup ayılan bir adamda kafa sersemliğinden, baş ağrısından başka ne olabilir? Fazla olarak bir de ıslaklık, uykusuzluk hesaba katılırsa tir tir içimin titrediğini de pek kolay anlayabilirsin!”

“Sitem ha! Fakat başka sığınacak yerimiz olmazsa ne yapabilirdin? Hatta Kristal Kahvesi’nin uşağına bu hizmeti için bir mecidiye bahşiş bile verdim. Herif olmasaydı…”

“Bir mecidiye bahşiş mi?”

“Ya buraya kadar kılavuzluğunu bedavaya mı sandındı?”

“Yarın o gelip ev sahibinden bahşişini alabilir.”

“Müşterinin de vermesi âdettir.”

“Resmî tabirle ‘teâmül-i kadime riâyet’ ha?”

“Öyle bir surette söylüyorsun ki hemen hemen taş attığına hüküm vereceğim geliyor.”

“Ne münasebet! Ama senin de hâlinden, duruşundan anlıyorum ki sen de bu gece şu gidişimizden pek hoşnut değilsin.”

“Zaruri, mecburi olduğunu anlatamadık mı? Hava böyle olmasaydı bu yerlere kim gelirdi? Ama senin rakı üzerindeki felsefene burada da yer verecek olursak hiç de böyle bir üzüntü, pişmanlık hâli göstermemeliyiz. Mademki bir iştir oldu; mademki üç dört lira masrafa giriyoruz; bari zevkini de çıkaralım.”

“En doğrusu öyle olacak… Ama bunlar galiba kızları getirmeye gittiler. Keşke tembih etseydik de yalnız iki kız getirselerdi.”

“Sebep?”

“Hangisi olursa olsun, iki kız getirselerdi de onlar da beğenilmiş sayılabilselerdi…”

“Hikmetini anlayamadım?”

“Beş altı kız gelirse hepsini alıkoyacak değiliz ya? Sonra ötekilerini üzüntülü üzüntülü geri yollamak nasıl olur ya?”

“Amma yaptın ha! Böyle bir yerde bu kadar utangaçlık… Parasıyla…”

***

Üst katın merdiveninden aşağıya birkaç ayak patırtısının inmeye başlaması Hulûsi Efendi’ye sözünün tamamlanması için meydan bırakmadı. Bir kız, onun arkasından bir dahası içeriye girdiler. Merdivenin üst tarafından da başka birkaçının ayak patırtısı işitildi.

Ahmet Efendi görenlerin sahiden kakavan sanacakları derecelerde bir şaşkınlık içinde bulunup Hulûsi ise oldukça güler yüzle kızları karşılamaya yürüdü.

Bunlar henüz yataktan kalkmış ve hâlâ esnemekte bulunmuş idiler. Arkalarında birer beyaz gömlek ve onların üzerinde sonradan omuzlarına aldıkları birer palto yahut kabı yırtık kürk bulunup ayakları çıplak ve saçları perişan bir hâlde idiler. Sanki alafranga “reverans” olmak üzere azıcık eğilmekle beraber elleriyle de birer temennâ ettiler ki şu hâle ve istemeye istemeye, kendilerini zorlayarak yüzlerinde gülümseme göstermeye çalışmalarına bakanlar, onlardan önce hiçbir kaltak karı görmemiş olsalar, işte “kaltak” denebilecek kadınların ancak bunlar gibi olabileceğini hükmederlerdi.

Bunların ardınca da başka üç karı daha gelip, beşi dahi kendilerini müşterilere beğendirmek için ellerinden geldiği derecede sevimli yüzlerini gösterdikten sonra birer yana oturdular.

Bu anda hiçbir taraftar söz söylenemeyeceği tabiidir.

Ahmet ve Hulûsi Efendiler, kızları birer birer gözden geçirerek dikkatleri hangisi üzerinde durursa o kızın bir lahzaya mahsus olmak üzere, gözleri yere eğilerek tavrı değişirdi; ama bu hâlin yalnız bir lahzaya mahsus olduğunu bilmelidir. Bu utangaçlık eseri ise kendi hâllerini kendileri dahi korkunç ve ayıp görmekten ileri gelmeyip acaba müşteri beni beğenecek mi, beğenmeyecek mi, şüphesinden doğma bir şeydi.

Müşterinin kendisini beğendiği veya beğenmediği ilk bakıştan sonra, hâlinde belirecek hususi alametlerden anlaşılacağı bu kadınlarca zati denenmiştir ve bu yolda kendileri pek ustadırlar. Her hâlde müşterinin bu tavrını görmemek için bir saniyeye, bir ana mahsus olmak üzere gözlerini yere indirirlerdi.

***

Sükût bayağı uzadıktan sonra, Hulûsi Efendi, söz açmak için: “Matmazeller size zahmet verdik.” dediyse de kızlarda esnemekten ve elleriyle gözlerini oğuşturup saçlarını, falanlarını düzeltmekten başka cevap görülmedi.

Ahmet Efendi sanki bir acemi asker imiş de ayak talimi ediyormuş gibi oda içinde bir aşağı, beş yukarı gezinmekte ve önce yapıp hazırlamış olduğu cigarasını yakmayı dahi akıl edemeyerek ucu yanmamış cigarayı çekip yürümekte idi.

Neden sonra Maryanko Dudu geldi; dedi ki:

“Nasıl beyefendiler; kızlarımı beğendiniz mi?”

Hulûsi:

“Maşallah, hepsi güzeldir, Dudu!”

Maryanko:

“Öyle ise size hangileri lazımsa onlar kalsın da ötekiler de rahatlarına baksınlar.”

Hulûsi:

“Söyle bakalım, arkadaş; hangisini beğendin?”

Ahmet:

“Dudu, burada bir adamın yalnız yatması yasak mıdır?”

Kızların beşi birden gülmeye başladılar.

Dudu dedi ki:

“Demek oluyor ki siz beğenmediniz?”

“Hayır beğenmedim değil; ama yalnız yatmak istiyen adam ne yapar, diye sordum.”

“Yalnız yatmak isteyen adam bir otele gider.”

“Yağmur yağar, vakit gecikir de otel bulamayarak buraya gelirse?”

Hulûsi:

“O hâlde geceliği tamamıyla verip bir yatakta yatabilir; öyle değil mi madam?”

Maryanko:

“Orası öyle ya! Ama ben size mutlaka kız beğendirmek isterim.” (Kapı yanında bulunan uşağa) “Vasili git. Virgina’yı kaldır da al, getir!”

Uşak bu emir üzerine karının yüzüne öyle bir bakış baktı ki Hulûsi Efendi bu bakışın manasının: “Canım, Virgina nasıl kaldırılabilir? Bilmiyor musun ki müşterisi vardır!” demek olduğunu anladı.

Ahmet Efendi dedi ki:

“Yok, yok! Zahmet etmeyiniz, Dudu. Kimseyi zahmete koymayınız. Kız beğenmediğim için değil. Tabiatım öyledir. Yalnız yatmaktan hoşlanırım.”

Maryanko:

“O da sizin bileceğiniz şey, beyim. Ya sizin için hangisi kalsın, efendim?”

Sözün ikinci fıkrası Hulûsi Efendi’ye karşı söylenmiş olduğundan Hulûsi Efendi Dudu’ya bir cevap vermeden önce, arkadaşının yanına sokularak, Fransızca: “Adam, niçin böyle ediyorsun? İşte bu gece de böyle eğlenelim!” diye birçok sözle kandırmaya çalıştı. Ahmet kendisine karşılık veriyordu ise de ileriye sürdüğü deliller birbirinden kuvvetli olacağına gittikçe zayıflıyordu.

Bunlar Fransızca söyleşirlerken, kızların birkaçı sanki Fransızca anlıyorlarmış gibi davranarak birkaç kelime söylediler ki bu kadar pis lakırdılar, yalnız Fransızcadan değil, Çin dilinde dahi ağıza alınamayacak kadar murdar sanılırlar. Anlaşılıyor ya, görüştükleri sefihlerden öğrendikleri sözler olup bunları son derecede soğuk bir tarzda söylemişlerdi.

Nihayet Hulûsi Efendi arkadaşını kandırabildi; ama Ahmet, kendisi için hangi kızın kalması lazım geleceğini göstermeyip bu işi dahi Hulûsi yaparak ve bir tane de kendi için ayırarak öteki üç kıza lüzum kalmayınca, onlar kalkıp gittiler.

Kızlar giderken arkalarından bakan Ahmet Efendi’nin yüreğinden ve zihninden acaba neler geçiyordu? Mutlaka pek müthiş şeyler geçiyordu ki kaşları gözlerini örtercesine burnu üzerine düşmüş ve gözleri ateş gibi parlamaya başlamış ve burnunun kanatları dikilerek soluğu dahi yunus balığının soluğu gibi bir şiddet peyda etmişti.

***

Üç kız gittikten sonra Vasili denilen uşak sokulup:

“Mastika falan bir şey ister misiniz?” dedi. Ahmet Efendi ile Hulûsi bir anda; fakat birbirine uymaz birer cevap verdiler:

Ahmet “Rakı falan lazım değil; hemen yatacağız!” Hulûsi ise: “Güzel konyağınız varsa biraz getir!” demişti.

Akşamdan beri görülmekte olan birlik burada ayrılmaya başlamış, iki arkadaş rakı yahut konyağın lüzumu, lüzumsuzluğu üzerine de biraz söylenmişlerse de uşak, tabiatıyla, Hulûsi’nin emrini Ahmet’in tembihinden üstün görerek hemen elinde bir şişe ve dört kadeh ve bir tabak içinde de birkaç çürük çarık meyva bulunduğu hâlde dönmüştü.

Konyak diye getirdiği şey ne olsa beğenirsiniz? Rom! Hem de Limon iskelesine fıçı ile gelerek okkası üç buçuk dört kuruşa verilen pis şeylerden! Hulûsi, kadehin dibine birkaç damla koyarak tadına bakınca yüzünü buruşturup tükürecek yer dahi bulamayarak oda içinde birkaç kere dönmüş ve nihayet kapıdan dışarıya çıkarak bir yana püskürmüştü; bunun üzerine uşağa:

На страницу:
2 из 5