
Полная версия
Efruz Bey
Gök iyice karardı. Hava gazları “gelip gitme” kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu:
“Daha açılmadı mı?
Kızlar, “Hayır…” dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu’dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:
“… Hep kulağına ‘İsmi Ahmet Bey’miş. Şaka yapmış.’ diye bağırdık. Duymadı.”
......
Ahmet Bey bu tedavi tarzına fena hâlde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak “Bir daha bana ‘Ahmet Bey’ dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!” diye haykırdı.
Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin baş ucunda, ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birdenbire değişen beyinin hâline feci feci baktı:
“Öyle ise artık size ne diyelim?”
“Asıl ismimi söyleyiniz.”
“Asıl isminiz ne?”
“…”
Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu.
“?”
“Yarın söylerim.” dedi. “Aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!”
“…”
***İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi. Esvapları, kitapları, kâğıtları, hasılı her şeyi bu geniş odadaydı.
Hava gazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina’yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti:
“Servit, mösyö, servit…”9
“Haydi, git, yemek filan istemem!” diye onu kovdu.
“…”
İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan “hürriyetperverlik” iddiasını “halk” denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarını âdeta bir sanat edindiği “satışı” sayesinde aldatırdı. Mesela her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı hâlde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir, tanıştıklarının hepsi de onu zengin sanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır, evlerine gider, sofralarında kalır… gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:
“… Başkâtip Paşa’nın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyuyamamışım, kalkınca…”
Yahut:
“… Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeyinden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası beni istemiş! ‘Gidemem, hastayım…’ diyecektim ama… Hınzır Arap’ın hatırını kırmaya gelmez ki… Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi… Evet, neyse… Onu yanıma aldım. Dışarı fırladım…”
Yahut da:
“… Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margerit’e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki… tarif edemem…”
İlah, ilah, ilah…
Hâlbuki bunların hiçbirisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı gibi… görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine “esraralud bir Jön Türk” süsü verir, bir satırını görmediği hâlde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu, rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti… İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de ona göre hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima, aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine, “Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum.” diye sızlanırdı.
“Anne! Yemekte para, masraf lafı etme!” diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi. İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hasılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boyaydı. Neye kıymet verilirse o kıymete sahiden sahip olmaya çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeye uğraşır, muvaffak da olurdu.
Fakat bu son muvaffakiyeti…
… O kadar büyüktü ki… şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıali’de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken, “Yaşasın hürriyet!” diye haykırmıştı. Sonrasını pek iyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O, “cemiyet”in “fert” gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat… fakat çabuk ayılır; hayali, fertten daha çabuk inkisara uğrardı.
Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey, cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor… hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.
Yarın ne olacaktı?
İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?
Fakat ismi?
Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına “Edebiyat-ı Cedide” romanlarında okuduğu isimler geliyordu: “Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Sühran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan…” Hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki… hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olmanın yanında kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saatten ziyade aradı, bulamadı.
Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.
“Yeni bir kelime uydurmalıyım…” dedi. Ama bu nasıl olacaktı? Bestekâr Verdi’nin ismini hatırladı. Tokatlıyan’da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kralından mükâfat olarak ismini istemiş, kral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti:
“Victor Emmanuel, Roi d’Italie”, “v, r, d, i” İşte “Verdi” ismi! “Verdi” ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretleri’nden mi? Hayır! Haşa… Onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sedaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi. Mesela Avrupa hükümdarlarının isimlerinden… Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir tournant10 vardı. Raflar eski “Frou Frou” nüshalarıyla dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinai roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin yatakta okur, Culotte Rouge’un, Sans-Géne’in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinai romanlardan bir tanesi tournantın ta üstündeydi. Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya, cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nicola, Vilhelm, Edvard, Victor Emmanuel, Alfons, Yorgi, Jorj, Fransuva-Jozef, Albert, Hakon… Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:
Nvevayjfah…
Yazdığına baktı. Telaffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:
Hafjyararan,
Fanajavah,
Vanjnuhfa,
Jafnahvu…
Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır… Beğenemedi. Hoşuna gitmedi.
“Vay anasını!” dedi. “Beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.”
Sonra hürriyetin üç meşhur şiarından birer harf almasını düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, uhuvvet! Yazdı:
“Humma…”
Hastalık ismi! Beğenmedi. Sait gibi elifi ortaya aldı:
“Ham…”
Yüzünü buruşturdu.
Bir kere daha değiştirdi:
“Amh…”
Bu hepsinden münasebetsizdi.
Gece yarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılapçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler birbirinden münasebetsiz, birbirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü bıraktı. Yazıhanesinde, romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir “Lügat-i Osmaniye” dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı: Efruz…
Manasını okudu: “Ziyalandırıcı, ruşen edici olan.”
Tekrarladı:
“Efruz…”
“Efruz…”
“Efruz…”
......
Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu. İstibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka… evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.
“Efruz, Efruz…”
Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanamamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tamamıyla büyüklük, ulviyet, yükseklik ve harikuladeliğin ismiydi.
“Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah…”
Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telaffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telaffuz ediyordu: “Efruz Bey, Efruz Bey…”
… Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş ne içmiş ne de uyumuştu. Vücudunda hiç yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki oturamıyor, duramıyordu. Bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir onu nasıl alkışlayacaktı; “Yaşasın Efruz Bey!” diye bağıracaklardı. İsminin aksiyle İstanbul’un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta be hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki… fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten yapacak çok şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Yaşasın Efruz Bey!”
......
Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlatlık, “Ne oluyoruz?” diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Bey’i bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah giyinmemiş, yani dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşi yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi “Ahmetçiğim, niye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var?” diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:
“Hâlâ bana… hâlâ bana ‘Ahmet’ diyorsunuz ha?”
“Ne diyelim?”
“Asıl ismimi söyleyiniz.”
“Asıl ismin ‘Ahmet’ değil mi? Sen deli mi oldun?”
“Sen deli olmuşsun anne! Benim ismim ‘Ahmet’ mi?”
“…”
Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın, gözlerini kırparak tekrar sordu: “Ya ne?”
“Efruz…”
“Ne?”
“Efruz…”
Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi birbirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük cinayet sayıyordu. Sarayda “kapı yoldaşları”nın bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse ismin eski sahibi olan kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü.
Efruz… Hem bu nasıl isimdi?
“Oğlum, sen Müslüman’sın, böyle gâvur ismi takınmaya utanmaz mısın?”
“Bu gâvurca değil, Farisice…”
“Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!”
“…”
Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri hâlde, onun asıl isminin “Efruz” olduğuna inanır gibi oluyorlardı.
… Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü hâlinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.
Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar… büyükler… hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı:
Kalkın ey Osmanlılar!Biz de şâdân olalım,Bir Jön Türk’ün uğrunaBiz de kurban olalım…Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumi cehalete acıdı. Az kalsın gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.
Bütün bandolar, bağıranlar sustular.
“Ne istiyorsunuz vatandaşlar?”
Halk bir ağızdan cevap verdi:
“Seni, seni…”
“Ben kimim?”
“Jön Türk’sün, Jön Türk’sün…”
“İsmim ne?”
“Bilmiyoruz. İsmin ne? İsmin ne?”
“Efruz…”
“…”
“Efruz…”
Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, “Yaşasın!” sedaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.
Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.
Hareket başladı.
Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesi’yle Cadde-i Kebir… Her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni yeni bandolar cemiyete katılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:
Kalkın ey hür kardeşler,Biz de şâdân olalım,Efruz Bey’in uğrunaGelin kurban olalım…… İlk defa Babıali’de bağırarak ilan ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lazımdı. Efruz Bey alkışla bağrıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü’yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yeni Postane binası aklına geldi. Bu müşküldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükûmetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyun-ı Umumiye Dairesi… pek güzeldi. Ama altından çapanoğlu çıkma ihtimali vardı. Büyük bir yer… Demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne “Sahavet Hanı” geldi. Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.
Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanı’na bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellallarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı. İstanbul’un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilatını lağvetmek, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis, hürriyetin en birinci mâniasıydı. İlmin tanıdığı ahlakta kanun, hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlaklı olurdu. Hükûmeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lazımdı.
… Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul’un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalağalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilaveler bir gün evvelki nümayişler esnasında alınan resimlerini basıyor, “Sulukule-Yıldız” tünelinin haritası onar kuruşa her sokakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türklerden alınması için Beyoğlu’nda levantenlerden mürekkep büyük bir anonim şirket teşekkül etti. Yenimahalle’de, Zincirlikuyu’da, Yenibahçe’de, Sulukule’de, Edirnekapısı’nda arazi fiyatı birdenbire fırladı. Hele Sulukule’de Jön Türk tünelinin varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsaların metre murabbası iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Sanmam.”
2
“Bu bir şaka.”
3
“Vay canına.”
4
“Olamaz, imkânsız.”
5
Patrida (Rumca): Vatan
6
Zito (Rumca): “Yaşasın!”
7
“Ne var bre beyim?” (Rumca)
8
“Tamam, tamam…” (Rumca)
9
“Yemek hazır, efendim, yemek hazır.” (Fr.)
10
Döner dolap (Fr.).