bannerbanner
Efruz Bey
Efruz Bey

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

......

Kapının yanından bir ses haykırdı:

“Ben sizi tanırım efendim!”

“Kim o?”

“Kim o, kim o?..”

Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacıydı. Ahmet Bey’in kalemindeki Arapgirli, saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar, “Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Bey’dir!” diye haykırıyordu.

Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarını kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:

“Hayır, yalan söylüyor, ‘Ahmet’ benim müstear ismimdir. Asıl ismim değil. Beni kimse tanımaz.”

Odacı “bir senedir tanıdığını” haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu “Ahmet” ismini inkâr ediyordu.

Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet, birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.

Ahmet Bey sözüne devam etti:

“Bu cahil adam benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de mümeyyizler de müdür de hatta nazır da hatta İstanbul ahalisi de… hatta be hatta evimdeki ailem de beni ‘Ahmet Bey’ olarak tanıyorlardı. Hâlbuki… yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya’daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule’de bir Çingene evinin altındaki eşek ahırında yapardık. Düşündük taşındık. Bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule’den ta Yıldız Sarayı’na kadar bir tünel kazmak… Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebiti sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak… Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilan ettirmek… Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.”

Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:

“Affedersiniz Ahmet Bey!” dedi. “Pardon, müstear isminizi söyledim, kahraman bey! Kongrenizde on bin altı yüz imza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır, Sulukule’de değil, İstanbul’da bile yok, sakın rakamda bir yanlışlık olmasın…”

“Hayır, hayır…”

“Fakat…”

“Ne fakatı be?..”

“Nasıl olur bu?”

......

Mümeyyiz vaziyeti tayin etmemişti. Hâlâ Ahmet Bey’e madun muamelesi ediyordu. Kahraman kızardı.

“Hayır, hayır!” dedi. “İtiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi hatta iki kişi kâfi… Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasi cemiyetler vardır ki kongrelerini yıllarca bir aza ile yapmışlardır. Hasılı… lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.”

Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:

“Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.”

“Hayır siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha…”

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

“Kapıdan değilse nereden, nereden attıracaksınız?”

“Pencereden, evet… pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-ı Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek ‘istibdat’ cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdatın cezası bütün hür milletlerde birdir.”

“Nedir? Nedir?” diye bağrıştılar.

“İdam!”

Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevi sükûn içinde hikâyesine devam etti:

“… Evet benim projem kabul olundu! Tüneli kazmaya başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule Deresi’ne atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?”

“…”

Hayretten kimse tasdik edemedi.

“… İstanbul’un bir sahili denize doğru büyüyordu da kimse bunu görmüyordu. Hâlbuki Nil Nehri’nin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu. Nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?”

“…”

“… Hayır, bir inkılapçı, bir ihtilalci için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik! Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü…”

Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule’nin, Yenibahçe’nin, Fatih’in, hatta Haliç’in, Beyoğlu’nun, Nişantaşı’nın altından geçen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; “Yirmi dört yaşındayım!” cevabını alınca projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı… İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç, kazmayla değil, daha bir toplu iğne ile toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi. Âdeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmaya başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Suali karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvari sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.

“İdam! İdam!”

Pencereyle avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman, hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmamazlık aklına gelmiyordu. Cumhur… Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın, asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, “zaman, mekân” umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet… Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman, hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:

“İşte vatandaşlar!” dedi. “Bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ihtilal aletiyle mevkimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. ‘Haydi, siz gidin, beni yalnız bırakın.’ dedim. Onlar tünele girdiler. Yer altından Sulukule’ye doğru gitmeye başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki… Ben ne heyecanlar geçiriyordum…”

Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebitin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.

?!?!..

“Müstebit, ‘Aman, Jön Türk! Benden ne istersen iste! Vereyim. Yalnız canıma dokunma!’ deyince ben, ‘Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan edeceksin. Yoksa karışmam!’ dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyincilere sakalı elimdeyken yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır…”

......

Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor… ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Babıali’nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakıayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip, Jön Türk’ün kahramanlığını anlatıyorlar, işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar… Kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebitin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

***

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı’ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıali’ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilanına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıali’ye üşüşmüşlerdi. Hepsi Ahmet Bey’in arabasına koşuldu.

“Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!” nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıali Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprü’den geçerken Ahmet Bey, “Artık köprü parası alınmayacak bu vahşiliktir, hürriyete yakışmaz!..” diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay, Köprü’nün ortasına gelmeden Aziziye Karakolu’nu boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları Ferik Paşa önlerinde olduğu hâlde Galata’ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk’ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Karaköy’e geldiği hâlde Zülfikar gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçekapı’sında, biri henüz Yeni Cami muvakkithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata’da dükkânlar kapandı. “Patrida”ları5 olan Türkiye’yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık “yerli Yunanlı” kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk’ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat’tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumi bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu’na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü… O kadar büyüdü ki Cadde-i Kebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir ilah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey, Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına “Çüş!” manasına gelir garip bir ses çıkardı:

“Durrrr…”

Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lahuti sükût içinde Jön Türk’ün, hürriyet mabudunun sedası işitildi:

“Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusya’sının sefarethanesi önündeyiz… Onları selamlayalım. Eski, hain istibdat idaresi sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürriyetperver Rus çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır… Hiçbir devlet kendi komşusuna düşman olmaz. Olamaz! Bu mantığa muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da yine de muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükûmetleridir. Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan çarın hükûmeti hür bir Türkiye’ye düşman olamaz…”

… Bu nutuk uzadı. Uzadı… Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz, ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar, “Zito, zito, zito…”6 diye avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. İngiltere sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakiki dostumuz, hatta vücudundan haberimiz olmayan müttefikimiz Rusya imiş…

… Alay, Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki… artık hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiçbir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:

“Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da gideyim.”

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:

“Asla, ey ‘kahraman-ı hürriyet!’, asla! Senin ayağın toprağa layık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu… Onların başlarına basarak yürü… İstediğin yere git…”

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş… kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeye başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:

“Ya… şa… sın… Hür… ri… yet!”

Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış, kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu hâlde Türkçe konuşmasını öğrenememiş bir Çerkez’di. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lakin sevgili Ahmet’inin ismini duyunca “Acaba bir kaza mı oldu?” diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başları üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Panjuru aralık etti:

“Ayol ümmet-i Muhammed’imin başında böyle yürümeye utanmıyor musun Ahmet!..”

Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.

“Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil…” dedi.

Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı… Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte… oydu! Ta kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu… Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

“Halt mı etmişsin, edin seni Ame…”

“Değil işte…”

“Hayır, Ame, Ame…”

“Ahmet değil işte!”

“Sus, aklı mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.”

“Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin…”

......

Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga hâlini aldı. Zavallı kadın oğlunun isminin “Ahmet” olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şahit gösterip pencereye getiriyor, rahmetli babasının, şeyh efendisi doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak “Ahmet” ismini koyduğunu… hatta bu ezanın şiddetinden küçükken kulağının ağrıyıp ta akil baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere karşı inkârında inat etti. O kadar ki… annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.

“Hayyy…” diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü, bayıldı. Ahmet Bey’in üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi birbirine karışıyor; “müthiş Jön Türk’ün hakiki ismini annesinin bile bilmediği” uzaklara; İstanbul’un en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde “Deli Saraylı” şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kilitlenir, bayılınca saatlerce ayılmazdı. Ahmet Bey son bir gayretle, kapının önündekileri biraz aralık edip aşağıya inmeye çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişler bir granitin ecza-yı fer-diyesi gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray’ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıkları, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden, Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam! der, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat… Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilave edecekti. Diyeceklerdi ki:

“Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!”

Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlatlığa, “Kız, dadımı çağır!” diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.

“Dadı gelmiyor.”

“Niçin?”

“Hanımefendiyi koku ile ovuyor.”

“Mehveş’i çağır!”

“Mehveş ablam da hanımefendinin kollarını ovuyor.”

“Peyker’i çağır!”

“Peyker ablam da hanımefendinin ayaklarını ovuyor.”

“Pesent’i çağır!”

“Pesent ablam da hepsinin ellerine kolonya döküyor.”

“Despina nerede?”

“Bilmem…”

“Git çabuk, bak…”

Evlatlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencerede görünerek haykırmaya başladı:

“Despina aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.”

“Geliyor mu?”

“Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.”

… İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı… Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokaktaki gürültüden, bağrışmalardan hiçbir şey anlamayan Bolulu aşçıbaşına demin hürriyetin manasını, “Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!” diye anlatmıştı. “Tuh tuh, töbe… Sus gopeğin gizi…” diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım, düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.

“Ne istiyorsunuz beyefendi?”

“Görüyorsun ya içeri gireceğim! Sokak kapısına inecek yer yok.”

“Ne yapayım?”

“Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.”

Bu kadar alaylı bir manzara Despina’yı gülmekten katıltıyordu.

“Simdi, simdi küçük bey!..” diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeye gitti. Ahmet pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme, kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.

“Hürriyet!”

“Yaşasın!”

“Jön Türk!”

Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olan bir uğultu… Müthiş, muazzam bir gürültü…

Despina elinde iple ikinci kattan görününce Ahmet Bey “En üst kata, en üst kata çık!” diye haykırdı.

“Düsezeksiniz, beyim.”

“Haydi, sen karışma! En üst kata çık diyorum!”

Ahmet Bey’in, fırsat düşünce muvaffakiyetin azamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken, ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina’yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki…

“Sarkıt, sarkıt…”

“İşte!”

“Biraz daha…”

Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukarıdan haykırdı:

“İpi nereye bağlayayım.”

“Orada bir yer yok mu?”

“Panjurun demir mandalı var.”

“Pekâlâ, işte ona bağla.”

İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmaya başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina’nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepesine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiçbir şikâyet sedası çıkarmadı. Bilakis yine olanca kuvvetiyle “Yaşasın Jön Türk, yaşasın!” diye haykırışlar… Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı.

“Despina, Despina…” diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum kızı alkış hezeyanına uğramış, sıçrayıp duruyordu. Bu Ahmet Bey’in bir hafta evvel Müstahdemin İdaresinden getirdiği genç, şuh bir hizmetçiydi. Elini salladı:

“Despina, Despina… be!”

Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:

“Ti ehi vire begimu?”7

“Tekrar ip sarkıt.”

“Ne yapazaksınız?”

“Göreceksin…”

“Kala, kala…”8

“İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.”

“Kala, kala…”

......

Tavan arasının balkonundan eve girmeyi pek hoş bulan kız yine keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey, Despina’nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmaya başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü; “Yaşasın Jön Türk! Yaşasın Jön Türk!” gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet Bey işte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı. İdmanı kaçmıştı. Elleri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına, tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı. İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi?.. Jön Türk!.. Ulvi bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk “Yaşasın, yaşasın!” diye haykırıyor, karşı tarafında açılan panjurlardaki çoluk çocuk kafalar da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina, ince sesiyle “Gayret begimu, gayret…” diye onu teşci ediyordu.

Ne ise zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina’yı kucakladı. Mevkisinin sevinciyle, bu siyah, zorla gülen gözler derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığını görür gibi oldu. Halk, Jön Türk’ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu beyaz yanakların üstündeki ince kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilahi bir seda “Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun?” dedi.

“Evet. Ne yapıyorum?” diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

“Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle…”

“Haydi, sen aşağı in.”

“Başüstüne!”

Kızı aşağı savınca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi pırlanta şuleleriyle titremeye başlamışlardı.

“Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına!” diye haykırdı. “Yarına… Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyiniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum… Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki… bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.”

Kırmızı tuğlaların altındaki sıcak taşlar bağrıştılar:

“Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?”

......

“Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakiki ismimi söyleyeceğim. Evet yarın bunu işiteceksiniz!”

Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki… manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor; her tarafta açılan panjurlardan kadın, kız, erkek, çocuk başları uzanıyor; bu umumi tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, ânâtını değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki hâline geliyordu.

Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede esirîleştiğini, âdeta bütün kâinata inkılap ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu. İpten sıyrılarak kanayan ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır… Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk, ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil hatta hiçbir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah’la Tûr-ı Sina’da görüşen Musa’nın müminleri kaç kişi idi? Kızoğlankız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa’nın kaç mümini vardı. Topu tüfeği on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet… Bu havayı tanıyordu.

Halk… hayır, halk değil; halkın “deha” sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

На страницу:
2 из 3