
Полная версия
Can Pazarı
Aziz hepsine karşı yaltaklanmakla boyun kırarak dedi ki:
“Ah ağabeylerim, velinimetlerim, sayenizde midem yemek, cebim para görecek. Şimdiye kadar çaldığım şeylerden karnımdan çok sırtıma yumruk yedim.”
Veysi: “İlerisi belli olmayan bir iş için bize öyle peşin teşekkür etme. Bizimle beraber yumruk, belki de bıçak, kurşun yemeyeceğin ne malum. Oğlum bu iş götürü can pazarlığıdır.”
Aziz: “Razıyım ağabey; miskin, aç gebermektense rızkımı kısmetimi bir başkasıyla çekişerek ölmek benim için şandır.”
Muhsin, revolverleri nasıl aşırdığını anlattı. Hepsi takdir ile göğüsleri kabararak dinledi. Bu vurgunun heyecanıyla ateşlenerek kadehler doldu, tokalar yapıldı.
Veysi, biten duziko şişelerini tazelettikten sonra sarhoşluğun henüz aşırıya varmayan tatlı neşesiyle arkadaşlarının yüzlerine candan birer tebessüm dağıtarak: “Size ehemmiyetli söyleyeceklerim var. Biz, işsizlikten, parasızlıktan, açlıktan küçük bir çete hâlinde toplandık. Henüz hiçbirimiz, elhamdülillah katil değiliz ve hiçbir vakit katil olmayalım. Mesela, gazetelerde okuyoruz: ‘Silahlı dört kişi filan yerdeki bakkal Panço’nun dükkânına giderek tehditle üç bin lira isterler, verecek o kadar parası olmadığını söyleyen bakkalı yaralayarak ölü bir hâlde orada yere serip savuşurlar.’ İşte bu basbayağı, kötü, hayvanca, çirkin bir haydutluk. Biz böyle bakkala çakkala tenezzül etmeyelim. Çoğu kendi yağıyla kavrulan esnafa el uzatmayalım. Cemiyetin zavallı insanlarını soyanları soyalım. Bakınız ilk vurgunumuz nasıl oldu! Biz tavcılardan yarı yarıya pay aldık. Ellerinden hepsini kapıp savuşabilirdik. Lakin onlara da bıraktık. Emeklerinin hakkını tanıdık. Bu centilmence bir çarpış oldu. Onlardan tavcılıklarının vergisini almış olduk.”
Muhsin: “Günahlarının cezasını verdik.”
Maşuk: “Yahut günahlarının yarısını üzerimize aldık, ahiretteki azaplarını hafiflettik.”
Aziz: “Ah, ben bu yağlı vurguna yetişeydim mantarcıların bütün günahlarını yüklenmeye razı idim. Cehenneme bedel kabul etseler ben zengin bir günahkâr ile pazarlığa girişirdim.”
Maşuk: “Ulan Aziz, başkasının günahına bedel senin kendi günahının olmaması lazım gelir.”
Aziz, “Bu ahiret alışverişinde ben çok para alırsam kendim için de ayrıca bedel verir cehennemden korunurum. Ben bir çocuk kadar suçsuzum. Daha dünkü cennet kuşuyum. Çaldımsa ancak karın doyuracak kadar çaldım. On para artırıp kasaya kilitleyemedim. İhtiyaçlarından yüz misli, bin misli, on bin misli daha ziyade aşırıp da âlemin rızkını bankalara hapsedenler düşünsünler. Mezarda Münkir Nekir gelirse yalnız şu arkamdaki yırtık partal elbiselerin sual cevabını vereceğim. Başka dünya malı tutmam. Bu iki melek ipek çorabından pırlanta kravat iğnesine kadar bilmem kaç yüz liraya giyinen şıkları bırakıp da benim şu kopuk kıyafetimle uğraşmak tenezzülünde bulunursa çok şaşarım.” dedi. Kadehini doldurdu.
Veysi: “Ulan Aziz, sen mideni çok ateşleme, attıkça zevzek oluyorsun.”
Aziz: “Ne yapayım ağabeyciğim, bu akşam benim için hayatımda pek az rastladığım bir düğün, bir bayram ziyafetidir. Bu rakıların, bu mezelerin karşısında da düşünmeye varmış bir derviş gibi susulmaz ya… İçimden gelen narayı zor tutuyorum.”
Veysi: “Sakın ha… Sonra işi falso edersin…”
Aziz: “Yüreğimden doğuyor. Rakı çingene körüğü gibi beynime üfürüp içinden bir şeyler taşırıyor. Eğer mektepleri yalnız dışlarından görmeye idim, akıl irfan öğrenmek için şapka giyilen memleketlere gideydim belki şair olurdum, belki muharrir, edip, profesör, konferansçı, işte öyle bir şeyler olurdum. O zaman sarhoş olup boyuna saçmaladıkça sözlerimde herkes derin manalar, hikmetler arardı. Ah zavallı ben, sefalet fideliğinde yetiştim. Bir insan aç kalmayınca, midesinin boşluğundan mortoyu çekmemek için öteberi aşırmadıkça, çaldığını cebine sokarken yakalanıp da karnından evvel vücudu şişinceye kadar marizlenmedikçe hayatı anlayamaz. Böyle yetişmiş yedi yaşında bir çocuk nimetler içinde ihtiyarlamış yetmiş yaşındaki bir moruktan daha bilgili, daha yaşlı demektir.”
Veysi: “Aziz çenen pırtı. Onda bir, mola ver. Bak insanın bir ağzı var iki kulağı… Söylemekten çok dinlemek lazım olduğu bundan anlaşılıyor. Frenkler cilt cilt her tarafa hikmet satarlar. Onlara göre laf gümüş, susmak altınmış. Asri hikmet öğrenmek için arada bir gazete oku.”
Aziz: “Kahvede gazeteler boş kaldıkça ‘kef esa ki pösteki’ diye ben de şavullarım. Paris’te, Londra’da, Amerika’da en ziyade laf söyleyenler susmak altındır diyen koca şapkalıların oğullarıdır. Konferansçılık illeti bize Frenklerden geçmedi mi? Herkesten yüksek bir yerde oturup üç saat ha dırlan ha, ha dırlan ha… Bu konferans çene oyununu çıkaranlar susmak altındır diyenler değil mi? Susmak altın, laf gümüş ise konferans da mutlaka bakırdır. Venizelos’un sözleri paslı tenekedir, Konstantin’in İzmir’deki nutukları çürük hırdavattır. Lloyd George köyde bir Protestan papazının oğlu imiş. Bu papaz oğlunun kasabasında yalın ayak gezdiğini yeminle anlatıyorlar. Verdiği nutukların bütün madenlerden aşağı birer kofti oldukları şimdi anlaşıldı. Aman bu Frenkler her yerde ‘hürriyet, medeniyet, müsavat’ ilan ederler. Çıkarlarına birazcık dokunur bir söz söyle de bak sana ne yaparlar?”
Muhsin: “Aziz oğlum politikaya girme.”
Aziz: “Politikanın en ateşli laf ocakları mahalle kahveleri, meyhanelerdir. Büyük devlet diplomatlarından yüz kişinin halledemediklerini bir fincan kahve, iki cigara yahut dört kadeh rakıdan sonra berikiler çarçabuk faslediverirler.46 Bazı bazı bu kahve, meyhane diplomatlarının arasında da cıngar çıkar. Her biri memleketin kurtuluşunu başka türlü düşünür. İşte buna ‘fırka kavgası’ derler. Allah seni beni belasından saklasın, illetlerin hiç ilacı olmayan en belalısıdır. Tehlikeli zamanda siner, havasını buldu teper, pupasına kabarır.”
14
Kendisini dinleyenin olup olmadığına pek aldırmayan Aziz coşuyor, onu bazı yumuşak, bazı da sertçe sözlerle susturmaya uğraşıyorlardı. Oğlancağızın sarhoşken yazdıklarını hayranlıkla okutmanın, söylediklerini şaşırtarak dinletmenin ancak büyük edip ve şairlere mahsus olduğu yolundaki yumurtladıkları yabana atılacak sözlerden değildi.
Veysi parmağını dudağına götürdü. Arkadaşlarına susma işareti vererek: “Rakı insanın zihnini cilalar, abuk sabuk söyletir. Hepinizi kendi vurgunculuk dalaveremizden başka söz söylemek zevzekliğinden menederim. İşimize bakalım.”
Muhsin: “Haklı söylüyor.”
Maşuk: “Ben de hak veririm.”
Aziz: “İki kadeh daha çekersem dayanamam. Lafın gümrüğünü verir yine söylerim.”
Veysi: “Ben senin lakırtı deliğini tıkamanın yolunu bilirim.”
Aziz: “Vurgunculuk dalaveremize dair çok söyleyeceklerim var.”
Veysi: “Sana da söz sırası gelecek, nöbetini beklersin.”
Aziz: “Hiç şimdiye kadar böyle lakırtı yasağına uğradığımı bilmiyorum. İçinde laf birikince insan acaba neresinden çatlar? Bunu anlamak için susacağım.”
Veysi: “Sen böyle laf sıtmasında sürüp gidersen ben senin nerenden çatlayacağını beklemem, bir yumrukta kaburganı deşerim, ne derdin varsa ortaya dökülür, kurtulursun.”
Muhsin: “Veysi sen sözünü tamamla. O istediği kadar dırlansın. Aziz kulağa söylemiyor, havaya söylüyor. Zevzekler, dinletmek için söylemezler, çenelerinin zevki için söylerler. Boş odada kendi kendisiyle konuşanları bilmez misin?”
Veysi: “Birinci vurgunda tavcıları sızdırdık. Bundan pişman değiliz.”
Maşuk: “Asla…”
Muhsin: “Hiç…”
Aziz: “Pay almadığım için bana söz düşmez.”
Muhsin: “İkinci vurgunu ben tek başıma yaptım. Bir kaçakçı mağazasından silah kaldırdım. Avrupa Hanı’nda markayı imzalayan Kastro Munhaym ile Karlos Hanı’nda çırağını bağladığım Perfild Strunger görünürdeki ticaretleri dışında büyük ölçüde silah kaçakçılığı yapan bir şirkete bağlı olmalılar. Bunların cinayetleri üç dört türlü. Memlekete yasak mal sokmak bir. Kaçakçılıkları iki. Dosta düşmana silah satmaları üç. Kıymetten düşmüş eski sistemde revolveri büyük bir kâr ile satmaları dört. Ve daha ve daha… Bu heriflerden parasız beş altı revolver almak, cinayetlerinin binde birini bile karşılamayacak küçük bir cezadır.”
Maşuk, düz dolu kadehin üstüne su akıttı. Berrak içki bulandı, süt gibi beyaz bir renk aldı. Rakının yarısını dikti. Meze tabaklarını birer birer dolaştıktan sonra:
“Biz şunu bunu tarıyoruz, eliyoruz. Kanuna karşı mazeret arıyoruz. Tavcıları üç yüz lira tavladığımızı, silah mağazasında çocuğu bağlayıp sandıktan revolver aşırdığımızı söylesek bu hâlimizi nasıl anlatırsak anlatalım, dünya yüzünde bizi suçsuz görecek bir hâkim bulunmaz sanırım. Yakayı ele verince kimse bize ‘Aferin yiğitler, pekâlâ yapmışsınız.’ demez, bizi hemen deliğe tıkarlar.”
Muhsin: “Malum…”
Maşuk: “Biz Boğmaklı Reşide’yi soyduk, üç yüz lirasını aldık, üç yüz lirasını da üzerinde bırak…”
Muhsin: “İşte bu ahmaklıktır. Bizden daha kuvvetli birkaç kişi işi haber alıp da bize çullanmış olaydılar, üzerimizde buldukları paranın hepsini alırlar, yarısını bize bırakmak hımbıllığında bulunmazlardı.”
Maşuk: “Bu da malum…”
Aziz: “Bana lafı yasak ettiniz ama söylemesem çatlayacağım. Bir insan ya namuslu olur ya hırsız, dolandırıcı, mantarcı olur. Bir parça namuslu, bir parça tavcı hırsız olmak olamaz. Bir adam ya büsbütün öyle olur ya böyle olur. Bulduğunuz paranın yarısını sahibine bırakmakla avallıktan başka bir şey yapmış olmazsınız.”
Veysi arkadaşlarına söz yetiştirmek için bir dolu kadeh yuvarladıktan sonra biraz süzgünlük gelen gözleriyle hepsinin yüzüne bakarak: “Ben lakırtı ebeliği istemem. Ben katilliğin pek kötü bir şey olduğunu deminden beri söyledim. Adam öldürelim demiyorum, geçinelim diyorum.”
Aziz: “Hırsız yakaladığı adama: ‘Çıkar paranı!’ deyince soyulan hemen çıkarıp verse hiç öldürme cinayeti olmaz. Kabahat kimde?”
Veysi: “Biz insanları soyanları soyacağız. Bu davranışımız için özür aramak yahut yaptıklarımızı kanuna, şeriata uydurmak saçma bir şeydir. Yakalanırsak bizim gibilerini götürdükleri yere bizi de tıkarlar. Bunu göze almalı. Ama yine yakalanmamaya bakmalı.”
Maşuk: “Yakalanmayı hangi hırsız ister? Bu, istenilmeyerek uğranılan bir kazadır.”
Veysi: “Bu işin tehlikesinden korkuyor, namuslu kalmak istiyorsanız yol yakın iken dönebilirsiniz.”
Muhsin’le Maşuk gözlerini kadehlere dikerek tuhaf bir gülüşle düşünmeye daldılar.
Veysi, Aziz’in arkasını okşayarak: “Siz çekilirseniz bana bu çocuğun arkadaşlığı yetişir. Çokça lafazan ama vurgunculuk için çok cevherli bir kopil… Zannederim ki sözümden bir nokta dışarı çıkmaz.”
Aziz, sevincinden yerinde birkaç defa hopladıktan sonra lakırtı yasağını bozarak: “Benden her yararlık bekleyiniz. Bana inanınız, bana güveniniz. Emrediniz, denizlerden yürüyerek Adalar’a gideyim. Tayyaresiz beş dakikada Çamlıca’ya uçayım. Masallarda büyülü külahı giyenler gibi şimdi gözlerinizin önünden kaybolayım. Suratımı değiştireyim. Genç iken ihtiyar şekline gireyim, erkek iken kadın olayım.”
Veysi: “Pek iyi, pek iyi… Anladım. Şimdilik lafa yekûn çek. Senden, başka fedakârlık, başka mucize istemem.”
Veysi, bir zaman arkadaşlarının cevaplarını bekledi. İçki, onların üzerlerinde tersine bir tesir yapıyor gibiydi. Serbestleyecek, şahlanacak, suya ateşe saldıracak, her tehlikeye meydan okuyacak yerde uyuşur, duraklar gibi bir şeyler oluyorlardı. Sözlerine cevap alamayınca Veysi devam etti:
“Namuslu kalmak istiyorsanız iki vurgundan aldığınız paralar ile silahları tam olarak bize veriniz.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Mangiz: Para. (e.n.)
2
Kokoz: Parası olmayan, züğürt. (e.n.)
3
Salamurya: Şenlik, curcuna. (e.n.)
4
Boğada: Küllü veya sodalı su ile çamaşır yıkama. (e.n.)
5
Gusto: Beğeni, haz, ağız tadı. (e.n.)
6
Kantin atmak: Palavra, yalan söylemek, aldatmak. (e.n.)
7
İrat: Gelir getiren. (e.n.)
8
Prostela: Önlük. (e.n.)
9
Tavcı: Yurt dışından geldiğini söyleyerek üzerindeki değeri düşük altın veya mücevherleri çok değerli gösterip dolandırıcılık yapan kimse. (e.n.)
10
Mega: Aman Tanrı’m. (e.n.)
11
Tenavül: Yemek, yutmak. (e.n.)
12
Zadegân: Soylular. (e.n.)
13
Luit Corç: David Lloyd George. (e.n.)
14
Tarikat-ı kebabiye: Kebap tarikatı. (e.n.)
15
Şavullamak: Araştırmak. (e.n.)
16
Katalaviz: Anladın mı? (e.n.)
17
Katalava: Anladım. (e.n.)
18
Mortoyu çekmek: Ölmek. (e.n.)
19
Alarga: Açıktan, uzaktan. (e.n.)
20
Çakşır: Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı. (e.n.)
21
Unnabi: Hünnap renginde, üzüm renginde olan. (e.n.)
22
Celep: Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse. (e.n.)
23
Kıta: Parça, adet. (e.n.)
24
Mezat: Açık artırma ile satış. (e.n.)
25
Muhammin: Malın değerini oranlayan, tahmin eden kimse. (e.n.)
26
Misafir: Gözün saydam tabakasında herhangi bir sebeple oluşan beyaz leke. (e.n.)
27
Çopur: Yüzü çiçek hastalığından kalma küçük yara izleri taşıyan, aşırı çiçek bozuğu olan kimse, işkembe suratlı. (e.n.)
28
Hebenneka: Zeki ve becerikli olmadığı hâlde kendisini öyle sanan kimse. (e.n.)
29
Lakırtı beynimizde: Laf aramızda. (e.n.)
30
Hamail: Omuzdan çapraz olarak bele inen bağ, hamaylı. (e.n.)
31
Tırıl: Beş parasız, züğürt. (e.n.)
32
İnşirah: Ferahlık, gönül açılması. (e.n.)
33
Zağar: Bir cins çoban köpeği. (e.n.)
34
Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)
35
Karmanyolacı: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak soygunculuk yapan. (e.n.)
36
Ak ağa: Haremlerde hizmet gören hadım ağalarının beyaz ırktan olanı. (e.n.)
37
Kabultü: Kabul ettim. (e.n.)
38
Kezalik: Aynı şekilde. (e.n.)
39
Kaşane: Büyük, süslü köşk, saray gibi yapı. (e.n.)
40
Zıvlamak: Sıvışmak. (e.n.)
41
Curnal: İş yerinde mesaiye başlarken ve mesaiyi tamamladıktan sonra imzalanan defter. (e.n.)
42
Halisüddem: Katışıksız, safkan. (e.n.)
43
Beyni balâ: Beynin üstünde. (e.n.)
44
Kulampara: Oğlancı. (e.n.)
45
İstida: Dilekçe. (e.n.)
46
Fasletmek: Çözmek, sonuçlandırmak. (e.n.)