bannerbanner
Can Pazarı
Can Pazarı

Полная версия

Can Pazarı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 7

Bir daha ne ben o polisi gördüm ne de o beni… Bir polis tayin olunduğu yerin girdisini çıktısını, benim gibi ‘sütbesüt’ beyzadelerin suratlarını belledi mi bereket versin onu oradan değiştirirler.”

Hafız efendi: “Ulan Aziz, senin bütün bu dediklerin hepimize ‘Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler.’ mısrasını hatırlattı.”

Aziz: “Günahıma girmeyiniz, ben yüreği saf bir çocuğum, matmazelin cebine elimi fena bir niyetle sokmadım. Ben uzun elli olsam bu sefil kıyafette böyle aç gezmem. Fakat tavcılık, hırsızlık dalaverelerine, polis işlerine çok merakım vardır. Bu merak yalnız bende değil ya, çarşı halkının yarısı bugün vakanın arkasında geziyor.”

Kapıdan orta yaşlı, düşkünce kıyafetli biri daha girdi.

Kahvedekiler: “Ooo Tahsin Efendi geldi. Nereden böyle?”

“Çarşıdan…”

“Ne haber?”

“Sormayınız dehşet… İş büyüdü.”

“Ne oldu?”

“Tavcı Patlıcan Ahmet’ten başka Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlı yakaladılar. Nasılsa oralarda dolaşıyormuş. Ne büyük bir kumpanya imiş! Ne hırsızlıklar, ne cinayetler, ne melunluklar… Âdeta bir teşkilat diyorlar.”

Ali Baba şaşkınlıkla Kahraman’ın kuyruğuna basıp hayvanı acı acı bağırttıktan sonra:

“Heyyy birader artık bu memlekette kuru ekmeğini kırıp da rahat yiyecek bir yer kalmadı. Paran olsa soyulursun, tavlanırsın. Olmasa aç kalırsın.”

Tahsin Efendi: “Çete adamları çokmuş, hep buralara avcıya dağılmışlar. Evlerin, dükkânların hâlini, paralı parasız adamları öğreniyorlarmış. Polis her tarafı arıyor. Bu taraflarda dolaşan yabancı adamlardan şüphe ediniz.”

Bütün müşterilerin gözleri kuytu köşede oturan Veysi ile Maşuk’a dikildi. Yabancı çehreli bu delikanlılar hiç söze karışmayıp arada bir fısıldaşıyorlardı. Öyle sessiz dinleyişleri, hâl ve şanları, gizlemeye uğraştıkları sırlar bulunduğu şüphesini veriyordu. Hele türlü mübalağalar içinde, Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının yakayı ele vermiş olduğu haberini duyunca Muhsin’in yakalandığına hiç şüpheleri kalmadı. Ateş üzerinde kızgın bir ızgarada oturur gibi yerlerinde duramaz oldular.

Şimdi ne yapsınlar? Şaşkın bir çurçur gibi gider gitmez oltaya yakalanmak… Bu, Muhsin’in zekâvetine yaraşır mı? Ne oldu? Nasıl tutuldu? Soruşturmada, kendisini şurada kahvede bekleyen iki arkadaşı olduğunu haber vermek ahmaklığında bulunmasın? İlk adımda üç yüz lira çırpmak âlâ fakat böyle başlangıçta yakalanmak ne bela…

Tahsin Efendi: “Tanıdığım bir polis vardı. Bu işin ne olduğunu ondan sordum: ‘Merak etmeyiniz, tavcılardan ve Yavuzlar Çetesi’nden iki kişi yakalandıktan sonra ötekileri elde etmek kolaydır. Görürsünüz yarına kalmaz çete reisi yakalanır.’ dedi.”

Aziz: “Bu mübarek adamın tutulduğunu haber alınca gidip hürmetle elini öpeceğim.”

Kahvede herkesin ağzından bir kötüleme gürültüsü koptu:

“Ulan habis, haydutluğa mı özeniyorsun? Nerede varsa öyle kanlı eşkıyaları Allah kahır ismiyle kahretsin, Ümmet-i Muhammed’i şerlerinden korusun.”

Aziz: “Âmin. Fakat bu adamların yaradılışlarında ben bir başkalık görüyorum. Cesaretine güvenerek bütün insanlara harp ilan etmek şunun bunun yapacağı bir iş değil…”

Yarı sahi, yarı şaka Aziz’in arkasına birkaç kuvvetli yumruk indi. Oğlanın vücudu kafes gibi güm güm inledi.

Yine kapı açıldı. Muhsin gözüktü. Kahvede bekleyen iki delikanlının yüreklerine birdenbire su serpildi. Meraktan, düşünceden çatılmış, buruşmuş suratlarına bir gülümseme geldi. Hemen yerlerinden fırladılar.

Veysi kahve parasını verip dışarıya çıkacağı sırada Aziz’e dönerek: “Birader hafif bir yükümüz var, Aksaray’a götürürsen seni memnun ederiz.”

Aziz biraz duralayarak: “Cerrahpaşa’ya, Taşkasap’a, Yenibahçe’ye kadar Aksaray derler.”

Veysi: “Yok, yok korkma. Gideceğimiz yer Laleli’nin altında…”

Aziz: “Peşin anlatayım, ben arka hamalı değilim. Semerim yoktur.”

Veysi: “Uzun etme canım. Senin ne kadar yük taşımaya dayanacağını çakar boydanız. Elde gidecek ufak bir şey taşıtacağız.”

Aziz birdenbire yerinden sekti. Güreşe hazırlanan bir pehlivan gibi vücudunu geri aldı, boynunu ileri uzattı. Kavgadan evvel birbirini koklayan kediler gibi az bir zaman burun buruna, göz göze geldiler. Sanki yürekten anlaştılar, seziştiler. Arkadaşlarıyla beraber Veysi dışarı çıktı. Aziz’i arkasından mıknatıs gibi çekti.

Sokaktan ıssız bir arsaya yürüyüp dört genç halka oldular. Aziz hangi yükü taşıyacağını anlamak ister bir merakla, şaşkın şaşkın bu yabancı çehrelere bakıp dururken Veysi hemen onun bileğinden kavradı, suratını suratına yaklaştırarak: “Oğlum, gözümün içine bir daha bak, bütün dikkatinle bak…”

Aziz bileğini kurtarmak için hafifçe kıvırarak: “Ağabey, kulampara mısın?44 Eğer öyleysen uzlaşamayız. Yemin ederim ki o huyum yoktur.”

Veysi: “Hayır… O pis lakırtıyı ağzından bırak…”

Aziz: “Ne bileyim ben… Böyle bir teklifle birkaç defa daha beni viraneye çağırdılar da…”

Veysi avucunun içindeki bileği şiddetle sarsarak: “İyi baktın mı bana?”

“Baktım.”

“Kimim ben?”

“Gözlerin yüreğime ürküntü veriyor.”

“Ben Yavuzlar Çetesi’nin reisiyim.”

Aziz yere kapanarak: “Aman şahım…”

“Seni boklu çocuk taşımak sefaletinden kurtaracağım.”

“Emret.”

“Cesaret, sadakat, fedakârlık isterim.”

“Bana para ver, her şeyi iste.”

Maşuk’la Muhsin kendi kendisini reis yapan bu arkadaşlarının yüzüne şaşkınlıkla bakıyordu. Yavuzlar Çetesi deminden kendilerinin uydurdukları bir hayal işiydi. İnsanları olmayan çetenin reisi olur mu? Besbelli Veysi sokaklardan böyle it, ipsiz toplayarak bir takım düzecekti. Ama böyle ilk rastlanan haytaya güvenilmek nasıl caiz olabilirdi?

Veysi, arkadaşlarının bakışlarından gönüllerinden geçenleri anlayarak ikisinin de birer birer kulaklarına eğilip: “Beni bozmayınız. İşin içinde iş var, sonra anlarsınız.”

Aziz’e dönerek: “Oğlum, teklifimi kabul ediyor musun? Seni çeteye yazıyorum.”

“Velinimet, Allah ömrünüze bin bin bereket versin. Hiç kabul etmemek olur mu? Namınızı duyduğum dakikada size kulaktan vuruldum. Yerinizi bileydim, aranıza kabulüm için gelip istida45 verecektim.”

“Okuyup yazman var mı?”

“Okurum… Bütün cinayet kitaplarını ezberledim. Yazıya gelince imlama alışırsanız siz de beni okursunuz.”

“Katlin var mı? Korkma açıl.”

“Hayır ağabeyciğim… Adam öldürmeye gelince daha yüreğim yufka. Geçenlerde bir konağın kümesinden bir kaz çaldım. Zevzek hayvan yolda kaçarken koltuğumun altından gak gak bağırır… Baktım olmayacak, boğup sesini kestim. Başka cana kıymadım.”

“Kimsen var mı?”

“Bir kocakarı anamla, bir kız kardeşim var. Üçümüz de evin dışında çalışırız. Anam yaşına uygun gelen sanatı yapar. Kız kardeşim güzelcedir, aç kalmaz.”

“Sıhhatin nasıl?”

“Domuz gibi her cefaya dayanır.”

“Gözlerin?”

“Gece karanlığında sansar gibi görür.”

“Kulakların?”

“Yastığımda pire gezindiğini duyarım.”

“Çevikliğin?”

“Maymun gibi düz duvara çıkarım.”

“Nasıl yaşamak istersin?”

“Zenginin kasasından…”

“Pek gençsin, sevdaya ateşin nasıl?”

“Naza, kendini satmaya gelmem. Mart kedileri gibi nöbet beklemem. Parasız elime ne geçerse eyvallah, tığlar gönlümü hoş ederim.”

“Aziz…”

“Efendimin efendisi…”

“Belki sen şimdi içinden dersin ki…”

“Ne derim?”

“Bu herifler ne ahmak şeyler, kahvede ilk rastladıkları benim gibi bir kopuğa açıldılar. Şimdi şurada, iki adım ötede polisin kulağına bu işi fısıldayıversem bunların üçünü de deliğe tıkarlar. Aziz, sen bizim tırnağımızın altında bir pire gibisin. Nasıl can verdiğini kendin bile duymazsın.”

“Malum ağabey, malum… Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendisini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır. Polise niçin haber vereceğim? Sadakatimi beğenip de beni nefer kaydetsinler diye mi? Biz de polis yazılırsak zabıta kiminle uğraşacak? Kimi kovalayacak? Kimi deliğe tıkacak? Hapisanede kimleri oturtacak? Hasılı polisin, jandarmanın vücuduna ne ihtiyaç kalacak? Dünyada namuslu adam o kadar çok ki bu mübarek şeyin adam başına bölüşülmesinde artık kıtlık görünmeye başlandı. Bazılarına pek az pay düşüyor, bazılarına da hiç… Şimdi bana: ‘Aç oturan bir namuslu mu olmak istersin? Yoksa akşam sabah külbastı, tavuk yiyen, şampanya içen bir namussuz mu?’ diye sorsalar ben bu sual karşısında rahat rahat gülerim, tatlı tatlı öksürürüm. Çünkü buna cevap vermek için istihareye yatmaya lüzum yok. Ah, fakat ne yapayım ki uluorta böyle bir sual soran yok. Sorulsa dünyanın hâlini siz o zaman görürdünüz.”

Aziz’in bu küçük nutku alkışlandı. Dördü, sarmaş dolaş koklaştılar. Güreşten sonra tartışan pehlivanlar gibi birbirini belden kaldırdılar.

12

Eşkıyalık defterine bir gönüllü daha yazdıktan sonra Veysi, Muhsin’e dönerek: “Biz seni yakalanmış diye duyduk.”

“Enayi miyim ben böyle sermayesiz kâr bırakan bir dalaverenin ilk adımında tutulayım?”

“Haberin var mı? Patlıcan Ahmet’i pençelemişler.”

“Malumatın âlâsı bende. Herifi iki polisin ortasında imambayıldı gibi giderken gördüm.”

“Nasıl yakalanmış?”

“Şaşılacak şey… Ne cesaret… Kefiyenin altında kendisine İstanbul’a yeni gelmiş bir hacı süsü vererek bir ikinci tavcılık daha yaparken tutulmuş.”

“Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının da tutulduğunu söylüyorlar ki biz seni sandık.”

“İşte buna sizden ziyade ben şaştım. Çünkü tutulanı ben de sizin ikinizden biri sanmıştım. Yavuzlar Çetesi’nden birinin yakalanmış olduğu çarşıya yayıldı. Yavuzlar Çetesi! Aman ya Rabbi, şuradan üç mahalle aşağıda kendi kendimize uydurmuş olduğumuz koftiden bir isim. Ne çabuk ortalığa korku salmaya başladı! Besbelli Patlıcan Ahmet bunu polislere söyledi. Tahkikata başladılar. Ağızdan ağıza dolandı gitti. Yarın gazeteler yazacak. Bütün muharrirler bu isim üzerine kafalarındakini boşaltacaklar. Okurken sana da bana da ürküntü gelecek. Fakat buralarda durmak bizim için iyi değil… Hemen fertiği çekelim. Bir kaçak silah deposu haber aldım, gidelim, bu yeni sanatımız için lazım olan takımı düzelim. Anlıyorum, yeni kurulan her türlü millî şirketlerden, sermaye sahiplerinden ziyade iş göreceğiz. Öyle bir dalavere ki nizamnamesi yok, vergisi yok, sigortası yok. Bugün vurur bugün yeriz, yarına Allah kerim…”

Dört arkadaş Mercan Yokuşu’ndan Eminönü’ne vurdular. Sokakları dolduran bütün insanları ahmak, çelimsiz birer haraca adamı görüyorlar, bankaların önünden geçerken birbirlerini dürterek, “Bu kâgir duvarlar, bu demir kapılar, içerideki kalın kasalar birkaç gün sonra bize birer mukavva parçası gibi teslim olacaklar.” fısıltılarıyla gülüşüyorlardı.

Galata’ya geçtiler. Muhsin, arkadaşlarını rıhtımın arkasında geniş fakat pis, ayaktakımına mahsus bir birahaneye bırakarak: “Benim yalnız gitmem lazım. Siz burada bekleyiniz. Fakat ne olur ne olmaz çok içmeyiniz. Hırlı hırsız bu tarafın bütün sabıkalıları buraya toplanırlar. Polis hafiyeleri de vardır. Burası bizim için bir mektep gibidir, etrafınızda olup bitenlere iyi dikkat ediniz.”

Muhsin, rıhtımın arkasındaki o kömür tozlu, katranlı, çamurlu, yağlı, yazın en kurak günlerinde bile kurumayan cıvık, balçık sokaklarda dolaşarak bir yer arıyordu.

Nihayet buldu: 32 numaralı Avrupa Hanı… Geniş bir kapıdan içeri girdi. Burası iki tarafında mağazalar bulunan boş bir sokağa benziyordu. Soldan saptı. Üçüncü mağazanın önünde durdu. İçerisi halatlar, kıtıklar, ziftler, benzin galonları, kezzap damacanaları vesaire ile doluydu. Tezgâhta duran iri yarı bir delikanlıya sordu:

“Kastro Munhaym?”

Tezgâhtar, mağazanın ilerisini gösterdi. Muhsin yürüdü. Tepe camından aydınlık alan son kısma kadar gitti. Köşede iki metre küp camekânın içinde, Avusturya Yahudi’sine benzer, defterlerle uğraşan kırmızı sakallı, gözlüklü birini gördü.

Camekânın kapısını itti. Kopan ufak gıcırtı üzerine sakallı adam bir kafes içindeki kuş gibi başını kaldırdı. İri tekerlek camlı gözlüğünün altından parlayan keskin gözleriyle gelen adama baktı. Bu bakışta biraz yüz vermeyen “Ne istiyorsun?” suali vardı.

Muhsin içeri adımını attı. Bu kafeste sessiz oturan adama doğru eğilerek gizli bir tavırla: “Baron Aynacıyan Armanak tarafından geliyorum.”

Bu isim, gözlüklünün bakışındaki sertliği biraz dağıtarak Avusturyalı şiveyle: “Ne istiyoğsunuz?”

Muhsin, azıcık daha eğilerek: “Silah.”

“Ne silah?”

“Revolver.”

“Markanız var mı?”

“Markam var.”

“Veğeceksiniz, göğeceğim.”

Muhsin markayı bulmak için cebini karıştırırken Kastro Munhaym puhu gibi tekerlek gözlerinin bütün dikkatiyle onun hiç de centilmen olmayan hâlini süzüyordu. Bu kıyafet düşkünü müşteri yan cebinin en derin köşesinden markayı bulup çıkardı.

Bu, üzerinde okunmaz kare bir mühür ile bir numara bulunan bir mukavva parçası idi. Munhaym rakama baktı: 75. Yazıhanesinin gözünü çekti. Ufak bir defter çıkardı. Yapraklarını çabuk çabuk çevirerek numarayı karşılaştırdı. Besbelli uygun bulacak ki müşteriye döndü:

“Bizde son sistem, gayet iyi Alman marka bir çeşit revolver vağ. Elli lirağa bir tane… Otuz altı fişek berabeğ veğyioruz. Soğa isteğse pağa ile fişek yine veğiyoğuz.”

Muhsin, tanesi sekiz on liraya üç revolver almak fikrinde idi. Elli lirayı duyunca apıştı, daldı. Düşünüyordu. Alsa cebindeki o günün vurgununu bütün feda ederek dört kişi ancak iki revolver sahibi olabileceklerdi. Arkadaşları bu yüksek fiyata razı olacaklar mıydı? Almasa hokkabazın hokkası; aşçının bıçağı, masadı; terzinin makinesi, makası olduğu gibi bugünkü modern şehir haydudunun da mutlak silahının bulunması lazımdı. Talihleri yardım ederse yüz lirayı belki o gece çıkarırlardı. Soyacakları insanlar ile zabıta ile silahsız uğraşması olamazdı. Gazetelerde her gün okunan polis vakalarında görülmüyor mu? Birkaç hırsız uygun bir saat kollayarak bazen güpegündüz bir mağazaya, dükkâna, herhangi bir yere giriyorlar. Yıldıracakları zavallıların alın ortalarına namluyu dikerek “Ver!” diyorlar.

Her sözün, her tehdidin tesirini büyültücü bir kuvvet lazım. Bugün fişeksiz bir revolver ile ne büyük iş görmüştü. Nihayet kendi hesabına bir tane almaya karar vererek: “Bugün bir tane alacağım. Eğer verirseniz belki yarın gelip üç tane daha alacağım.”

“Ne vakit ve kaç tane isteyoğsanız veğiyoğuz.”

Silahın parasını aldıktan sonra üzerine “parası ödenmiştir” diye Almanca yazıp markayı geri verdi:

“Perşembe Pazağı’nda Kağlos Han vağ. Kırk yedi numağo… Oğda biğinci kat 19 numağo odada gidecek… Soğacak. Perfilt Strunger kimdiğ? Bu mağka onun elinde veğecek, Gevolveg alacak… İşte bu kadağ…”

Kastro Munhaym, elli liralık alışveriş eden bu kılıksız müşteri ile daha fazla uğraşmaya lüzum görmeyerek sakalını defterin üzerine eğdi.

Muhsin soluğu Perşembe Pazarı’nda aldı. Bu semtin dar, dolambaç, kasvetli, pis sokaklarında kalın taş duvarlı, küçük pencereli, basık hapishane yapılı binalar arasında, tabakçı tüccarın yollara saçtığı samanları, kuru otları, sökülmüş sandık, balya çemberlerini, cam, şişe kırıklarını çiğneyerek dolaştı.

Sonunda, yayılan sidik kokusunun keskinliğinden aksırmadan geçilemeyen bir kuytu sokağın bitiminde 47 numaradaki Karlos Hanı’nı buldu. Küf kokan karanlık bir girişten yürüdü. Etraf, biraz göz alışabildikten sonra hayal meyal seçiliyordu. Ta dipte gözüne kömür ateşi gibi bir şey parladı. Yaklaştı. İhtiyar bir adamın kahve, çay pişirdiğini gördü. Perfilt Strunger’in 19 numaralı odasını sordu.

İhtiyar herif eliyle merdiveni işaret ederek: “Çık, sola yürü, dördüncü kapı…”

Penceresiz kale burçları merdivenlerine benzeyen pek eski usuldeki hantal taş basamaklardan çıktı. Bu Karlos Hanı etrafını saran yüksek binalar arasında ezilmiş, boğulmuş gibiydi. Birinci katın gezinti yeri iki küçük aralıktan donuk bir aydınlık alıyordu… Soldan dördüncü kapı üzerindeki 19 numarayı gördü.

Kapı aralıktı. İtti, girdi. İçerisi videlalar, sahtiyanlar, glaseler, köseleler, yol çantaları, lastik galoşlar, alüminyum mutfak edevatı ile dolu idi.

Kumral saçları taralı, pek genç, güzel bir delikanlı ta dipteki tek pencerenin önüne oturmuş gazete okuyordu. Gireni gördü. Fakat bir yan bakıştan başka bir hareket göstermedi.

Muhsin, ona kadar ilerledi, tam karşı karşıya gelince gazeteyi elinden gönülsüzce pencerenin içine bırakarak düzgün bir Türkçe ile sordu:

“Ne istiyorsunuz?”

“Mösyö Perfilt Strunger’i görmek istiyorum.”

“Kendisi burada yoktur fakat ona ait her şeyi ben görürüm.”

“Ona söylenecek her şeyi demek sana söyleyebiliriz.”

“Evet.”

Muhsin cebinden markayı çıkarıp uzattı. Çocuk markayı okuduktan sonra Muhsin’e bir iskemle uzatarak “Peki, buyurunuz, oturunuz. İstediğinizi şimdi getireceğim.” dedi.

Kösele yığınlarının arasından ufak bir kapı açtı. Pat pat yürüdü, kayboldu. Yeni işinin icabı olarak Muhsin boş oturmadı. Burası neresi? Nasıl ticarethane idi? Her şeyi öğrenmesi lazımdı. Yavaşça sandalyesinden kalkarak küçük kapıya kadar gitti. Buradan aşağı karanlık bir merdiven iniyordu. Başını uzattı, dinledi. Çocuğun ayak sesleri gittikçe zayıflayarak hâlâ duyuluyordu. Demek burası derin bir yere iniyordu.

Aşağıda ne olduğunu anlamak için Muhsin de yavaşça merdivenden birkaç basamak indi. Kuyuya bakar gibi eğildi. Bir elektrik fenerinin ışığı parladı söndü. “Küt” diye kalın bir kapak açılır gibi oldu.

O zaman sanki elektrik fenerinin çakan sönen parıltısı ile Muhsin’in beyninde bir fikir uyandı. Hiç duraklamadan hemen yapmaya kalkıştı. Bu gibi dakikalarda cesaretli ve birden davranmanın lazım olduğunu biliyordu. İçeriye, dışarıdan birinin girmesini önlemek için hemen koştu, mağazanın aralık duran kapısını itti ve üzerindeki anahtarla içeriden kilitledi.

Bir iskemleye çıktı. Tavandan sarkan ip turalarından birini aldı. Avının üzerine giden bir kedinin yumuşak ve muhteris adımlarıyla merdivenden süzüldü. Gerçekten de çocuk yirmi ayaklık bir merdivenden sonra yerden bir metre karelik bir kapak kaldırarak daha aşağıya inmişti. Orası, yine birkaç basamakla derinleşen bir mahzene benziyordu.

Muhsin buradan aşağıya baktı. Çocuğu elinde elektrik feneriyle bir sandığın üzerine eğilmiş silah seçmekle uğraşırken gördü. İşte saniye o saniye idi. Bir atmaca hızı ile avının üzerine atıldı. Neye uğradığını bilemeyen çocuk gür sedasıyla imdat diye bağırmaya başladı.

Bu ilk eşkıyalık vakasının verdiği çarpıntıyla burnundan soluyan Muhsin:

“Bağırma… Ne ırzına dokunacağım ne hayatına! Lazım olduğu kadar silah alıp gideceğim.”

Sandıkla üzerine abanan Muhsin’in iri gövdesi arasında kalan çocuk kıpırdayamıyor, kopardığı yardım feryatları da etrafın kalın taş duvarları arasında boğulup eriyordu.

Muhsin yalnız göğsüyle genç mağazacının ince vücudunu sıkıca tutarak iki eliyle ip turasını açtı. Çocuğun ellerini arkasına çemreyip sımsıkı bağladı. İki bacağını da ayaklarına kadar birbirine bumbar gibi sardı. Bir mumya hareketsizliğine gelen bu vücudu küçük mahzenin bir tarafına uzattı. Çocuk hâlâ bütün avazıyla bağırıyordu. Sandıktan iri bir revolver çekip korkutmak için zavallının beynine doğru kaldırarak: “Kes sesini… Bu demir parçasını kafana bir indirirsem tuzla buz ederim.”

Bu iri kolun gölgesi altında çocuk titreyerek sustu. Bir tarafa fırlayan elektrik feneri tekerlek beyaz ışığıyla bu yer altı vakasını aydınlatıyordu.

Muhsin, feneri yerden aldı. İçi silah dolu sandığa eğildi. Koltuğunun altına sığabildiği kadar revolver aldı. Sargılarının altında kalıp gibi yatan çocuğa dönerek: “Fişekler nerede? Söyle.”

Çocuk hazin hazin ağlıyordu. Cevap vermedi. Muhsin, kalın tabanlı ayakkabısının ucunu zavallının gırtlağına dayayarak: “Bir basınca canın aşağından çıkar.”

Sözde şaka yoktu. Mağazacı kundakta çocuk gibi bağlarının içinde kıvrandı. Yaşlar dökülen yüzünü ekşiterek kederli bir sesle “Öbür köşeye bak.” dedi.

Muhsin, feneri öbür tarafa çevirdi. Bir sandık daha gördü. Gitti, kapağını açtı. İçinde üzeri meşin kaplı küp şeklinde bir sandık daha göründü. Onun kapağını da kaldırdı. Parşömen kâğıtlara sarılı paketler buldu. Bir tanesini açtı. Uzun bir mukavva kutu çıktı. Her birinde birer düzine fişek vardı. Bunlardan da yeteri kadar ceplerine yerleştirdi. Yine, yalnız yaşla gözleri parlayarak yerde kalıp gibi yatan çocuğa döndü:

“Ustan Perfilt Strunger’e selam söyle. ‘Yavuzlar Çetesi’nden parasız silah satın aldılar.’ de. Hırsızın büyüğü kendisidir. Kim bilir kaç senedir gümrükten yasak mal kaçırarak devleti zarara sokuyor. Böyle, günde birer marka ile gelen dost düşman kimselerin ellerine silah veriyor. Arkamızdan bir patırtı çıkarırsa onun hâli bizden berbat olur. Hâlin biraz rahatsız ama ne yapalım çorbacın gelinceye kadar bu hâlde kalmaya dayanacaksın. Adiyö.”

Muhsin, merdivenlerden yukarı fırladı. Mağazanın gezinti mahalline olan kapısını açtı. İki tarafına bakındı, kimse yok. Koltuğunun altındaki revolverleri güzelce bir paket yaptı, sicimle bağladı. Etrafa bir göz attı. Köşedeki ufak kasanın kapısını yokladı. Kilitli değilmiş, açıldı. Bütün bölmeleri, gözleri aradı. Yetmiş iki lira kadar para buldu, cebine indirdi. Kapıdan çıktı. Bütün bu işler on sekiz, yirmi dakika içinde bir sinema vakası hızı ile olmuştu.

Hanın merdiveninden indi. Karanlık köşede ihtiyar kahveciyi sessiz ve ağır hareketlerle yine işiyle uğraşır buldu. İçeriye birkaç kişi girdi. Muhsin, mağazadan alışverişte bulunmuş bir müşteri tavrıyla koltuğunda irice paketini taşıyarak sokağa çıktı, kalabalığa karıştı.

Muhsin, şimdi yolda giderken ne harcayıp ne kazanmış olduğunu hesaplıyordu. Elli lira vermiş yetmiş iki lira almış; fişekle bir paket revolver de caba… Kârlı dalavere ama soğukkanlılık, akılları durduracak atılganlık, âleme parmak ısırtacak cesaret, çeviklik, nazik anlarda hemen karar vermek gibi zihin işlemesi lazımdı.

13

Akşam yaklaşıyor, Muhsin koltuğunda paketiyle gidiyor. Pakette ne olduğunu bilseler en büyük cezaya uğrayacak. Fakat akşamüzeri Karaköy’de kaynayan siyah insan anaforu içinde koltukları yüklü geçenler hesapsız. Kim ne taşıyor, ne malum? Bunların hangisinden şüphelenip de paketine, bohçasına, çantasına, torbasına bakmalı? Bu işi görmek için hemen o kalabalığın üçte biri kadar polis memuru lazım. Bu olacak şey mi? Kim bilir o anda, cepte, pakette, bavulda, balyada, sandıkta oradan oraya ne yasak, ne zararlı, ne öldürücü, ne yıkıcı şeyler taşınıp götülüyor? İş, kendinden şüphe ettirmemekte.

Muhsin, tavanına kadar adi cigara ve puro dumanı bürümüş birahaneden içeri girdi. Arkadaşlarını bir köşede muhabbet etmekte buldu. Yanlarına gitti. İyice neşelenmişlerdi. Paketini peykenin üzerine, aralarına koyarak oturdu.

Veysel hemen sordu:

“O ne?”

“Revolver.”

“Kaç tane?”

“Ne kadar taşıyabilirsem o kadar aldım.”

“Ucuz mu buldun?”

Muhsin dudağını kıvırarak alaylı bir yan bakışla: “Para mı verdim sanıyorsun?”

“Satılması yasak koca bir paket revolver gündüz ortasında parasız nasıl alınır?”

“Para ile mal alanlar sıradan müşterilerdir. Biz, esnafın, tüccarın, sarrafın, sermaye sahibinin filanın filanın sırtından yaşamaya karar vermedik mi ya?”

“Canım, nasıl aldın?”

“Bir kolposuna getirdim aldım. İnsanın kumarda olduğu gibi hırsızlıktan da talihi açık olursa bu öyle tatlı, kârlı bir iş ki bugüne kadar nasıl olup da aç oturduğuma, aç oturduğumuza şaşıyorum.”

Masanın üzerine karidesinden, midye pilakisinden kızarmış sucuğuna kadar meyhane mezelerinin çeşitleri dizilmişti. Hemen Muhsin’in bir şişe düzü, kadehi, bardağı geldi.

Aziz, içkiden süzülmüş gözleriyle dikkatle, şaşkınlıkla Muhsin’e bakıyordu. Gündüz ortasında tutulmadan, görülmeden, dayak yemeden bir koltuk dolusu revolver aşırıp gelmek; bu ne büyük bir hıza, ustalığa, ataklığa bağlı bir şeydi!

Genç dolandırıcı, derin bir beğenme duygusuyla titreyerek bu sanat pirinin elini öpmeye atıldı.

Muhsin şaşırarak: “Ne yapıyorsun?”

Aziz, sarhoşça bir muhabbetle: “Ustamın elini öpüyorum.”

“Ben ne ustayım ne hocayım.”

“Dudaklarım mübarek eline değsin de ben de faydalanayım.”

Muhsin güle güle sağ elini çekip solunu uzatarak: “Berhudar ol, dert görme, kemik yala et görme, oğlum. Bunu da öp… İstersen istersen ayaklarımı da çıkarayım…”

Maşuk: “Yeter… Burası çırak mektebi değil meyhane…”

Aziz, hazin bir neşe ile gözleri sulanarak kadehini doldurup:

“Ah, ilk hırsızlıklarımda ne kadar dayak yediğimi bilmiyorsunuz. Harp yıllarının açlıktan sokaklarda düşüp düşüp adamlar öldüğü bir zamanı oldu. İşte o vakit ben iki yumurta aşırırken yakalandım, arkama beş yumruk yedim. Ağzımdan kan geldi. O günden beri hâlâ betimi benzimi toplayamadım. İnsanlara, toklara, zemininden tavanına kadar tıklım tıklım zahire dolu mağaza sahiplerine, lokantalarda kartlardan istedikleri yemekleri seçmek hakkı olanlara derin bir kin bağladım. Böyle tımtıkız yiyeceklerle donanmış dükkânların, nefis kebaplar, balıklar tüten lokantaların önlerinden geçerken midem göbeğimden doğru çekilir, büzülür, açılır, sızlar, bir şeyler olur. Bütün ömrümde ona böyle lezzetli yiyecekler veremediğim için sanki bana lanetler eder. Bazı da masaların önünde domuz gibi kalın enseli, kırmızı pancar suratlı, ayı yapılı müşteriler görürüm. Fesi çıkarmış, başını tabağına eğmiş, her lokmayı yutuşunda hazzından gözlerini yumup açarak gövdeye atıştırıyor. ‘Artık yeme be herif, çatlayacaksın!’ narasıyla sokakları çınlatacağım gelir. Bazı da masa başında armut sapı boyunlu sıska, sarartma kimselerin önlerindeki tavuğu iştahsızlık tereddütleri içinde on defa evire çevire istemeye istemeye yediklerini görür de fena hâlde sinirlenirim. Bu, yemeğe karşı tokgözlü adamın ince ense köküne bir yumruk indirerek ‘Kalk be miskin, o tabağın başına ben geçeyim de tavuk nasıl yenirmiş gör. O nimetin kadrini bilmek için niyetsiz olarak aylarla döngel orucu tutmalısın.’ demeli. Pek sofu, namazcı kimseler üç ayları tutarlar. Biz evce altı ayları, seneleri tuttuk. Bu kadar mide işkencesi çektik. Hiç şüphesiz bu açlığımız sahici oruç gibi ahirete de sevap yazılmadı.”

На страницу:
6 из 7