bannerbanner
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Полная версия

Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 7

“Gülsünler.” dedi Dick eski korumalarına. “Kırk tane Shire tayı ithal edeceğim. İlk on iki ayda onlara ödediğim paranın yarısını silmiş olacağım. Birçok oğul ve torunun babası ve büyük babası olacak. Kaliforniyalılar benden satın almak için çok istekli olacaklar ve üç bin ila beş bin dolara alabilmek için birbirleriyle yarışacaklar.”

Reşitliğin ilk aylarında Dick Forrest buna benzer birçok çılgınlıklar yapmaya devam etti. Ama en akıl almaz olanı ise milyonlarını ilk çılgınlığında batırdıktan sonra bizzat uzmanlarına işlerini devretmesiydi. Dick’in şart koştuğu genel ana çizgileri geliştirmeleri için önlerine öyle çekler koydu ki feci boyutta hatalar yapmaları zaten olanaksızdı. Sonra da iki direkli yelkenli tekneye bir yolcu bileti alarak çılgınlıklar yapmak için Tahiti’ye gitti.

Zaman, zaman korumaları ondan haber alıyorlardı. Bir keresinde dört direkli çelik yelkenli bir geminin hem sahibi hem de efendisiydi ve İngiliz bayrağı asılı olan bu gemide Newcastle’dan kömür taşımacılığı yapmıştı. Bu kadarını öğrenebilmişlerdi çünkü alış fiyatı konusunda ziyaret edilmişlerdi, talihsiz Orion Gemisi’nin yolcuları Dick’in sahibi olduğu gemi tarafından kurtarıldıklarını gazetelerde okumuşlardı ve Fiji kasırgasında mürettebatıyla beraber Dick’in gemisi kaybolduğunda sigortasından parasını almışlardı. 1896’da Klonike’deydi; 1897’de Kamchatka’da ve iskorbüt hastalığı ile boğuşuyordu ve ondan sonra da Amerikan bayrağı ile Filipinler’de görülmüştü. Bir keresinde nasıl ve niçin olduğunu hiç öğrenememelerine rağmen Lloyd tarafından uzun zaman önce terk edilmiş tuhaf bir şilebin sahibi ve efendisi olarak Siyam’ın himayesinde denize açılmıştı.

Zaman zaman iç yazışmaları yapmak zorunda olduğu için çeşitli liman ve çeşitli şehirlerden Dick’ten haber alabiliyorlardı. Bir keresinde Rusya’da yaşadığı bir sıkıntıdan kurtarmak amacıyla Pasifik sahilinin bütün politik tanıdıklarını Washington ile ilişkiye geçmeleri için araya sokmak zorunda kalmışlardı. Üstelik günlük basın bu meseleyle ilgili tek bir satır dahi yazmamıştı. Ama bu olay Avrupa’nın yüksek mevkideki yargıçlarına gizliden gizliye bir keyif ve haz verdi.

Mafeking’de yaralandığını, Guayaquil’de sarıhumma hastalığına yakalandığını ama daha sonra atlattığını ve New York’un açık denizlerinde barbarlık suçundan hâkim karşısına çıktığını tesadüfen öğrendiler. Basından üç kez öldüğünü öğrendiler, bir kere Meksika’da bir dövüş sırasında, iki defa da Venezuela’da idam edildi. Böyle asılsız haberlerden sonra korumaları kendilerini daha fazla heyecanlandıracak haberlere inanmaya başladılar. Sarı Deniz’i nehir kayığı ile geçtiğini duyduklarında, Beriberi hastalığından öldüğü dedikodusu yayıldığında, Mukden’de Japonların Onu Rusların elinden alıp Japonya’da bir askerî hapishanede esir olarak tutulduğu gibi.

Onları çok heyecanlandıracak bir şey olmuştu aslında, sözüne sadık kalarak otuz yaşındayken çılgın davranışları dinmiş, Kaliforniyalı bir eş ile dönmüştü. Açıklamasına göre birkaç yıldır evliydiler ve işin ilginç yanı üç korumasının her birinin de Onu tanıdığı ortaya çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri gümüşü tedavülden kaldırdığında ve Chihuahua’daki Los Cocos Madeni’nde yaşanan son facianın akıbetinde Bay Slocum sekiz yüz bin dolar kaybetmişti borsada, bunun yanı sıra da bu kızın babası da servetinin tamamını kaybetmişti. Bay Davidson ise Last Stake’den bir milyon çekip çıkarırken, kızın babası da batan ama sonradan diriltilmeye çalışılan Amador Country’den sekiz milyon kazanmayı başarmıştı.

O zamanlar daha genç olan Bay Crockett ise ellilerin sonlarına doğru âdeta kaşık ile altın aramıştı kızın babasıyla, Stockton’da kızın annesiyle evlendiğinde ise nikâh şahitleri olmuştu ve Grants Pass’te babasıyla ve o zamanlar teğmen olan U. S. Grant ile poker oynamıştı. Batı dünyası o teğmenin Kızılderililerle iyi dövüştüğünü ama çok kötü bir poker oyuncusu olduğunu biliyordu.

Ve Dick Forrest, Philip Desten’in kızıyla evlenmişti! Dick’e şans dilemek çok gereksizdi. Ne kadar şanslı olduğunu söylemek boşa konuşmaktı. Korumaları yaptığı çılgınlıkları için onu affettiler. Başarmıştı. En nihayetinde mantıklı davranmıştı. Hatta daha da ötesi dâhiyane bir fikirdi. Paula Desten! Philip Desten’in kızı! Desten kanı! Destenler ve Forrestler! Bu yeterliydi. Eski altın günlerinden Forrest ve Desten’in üç yaşlı arkadaşıydı bunlar, hatta ikisi de aynı zamanda poker arkadaşıydılar. Dick’e sert davrandılar. Aşırı derecede değerli bir hazineye sahip olduğunu, böyle bir izdivaçla kutsal bir görev yüklendiğini, Desten ve Forrest kanının geleneklerine ne kadar bağlı olduğunu ve bunun erdemlerini anlattılar. Ta ki Dick kahkahalarla araya girerek onların bir grup meraklı ve ırkçı saplantıları olan insanlar gibi konuştuklarını söyleyene kadar. Aslında tam da öyle konuşuyorlardı ama yine de böyle kabaca ikaz edilmekten bu üç kafadar hiç de alınmıyorlardı.

Her nasılsa Büyük Ev’in planlarını ve binanın ölçülerini gösterdiğinde onun bir Desten ile evlenmiş olması kafalarını kesin bir onaylamayı belirten sallamalarına neden oldu. Paula Desten sayesinde onun akıllıca ve iyi harcamalar yaptığı konusunda hem fikirlerdi. Dick’in çiftçilik becerilerine gelince Harvest Grup’un tereddütsüz üretim yaptığı su götürmezdi ve bu nedenle hobilerine zaman ayırmasına imkân sağlayabilirdi. Yine de Bay Slocum düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: “Bir iş atı için sadece yirmi beş bin dolar vermek budalalık. İş atları sadece iş atlarıdır ama koşu hayvanlarına yatırım yapılsaydı…

7. BÖLÜM

Dick Forrest Lowa eyaletinin domuz kolerası hakkında bastığı kitapçığa göz atarken, açık olan penceresinden geniş avlunun karşı tarafından bir kızın uyanma sesleri duyuluyordu. Yatağının kenarındaki ahşap çerçeveden gülen bir kızdı bu. İnce düşünceli Oh My’ın Dick’in yatak odasının zemininde unuttuğu o gül rengi, kumaşı ince, dantelli kepi yerden almasının üzerinden henüz o kadar uzun saatler geçmemişti.

Dick, onun sesini duydu, uyanmıştı, bir kuş gibi şarkısıyla beraber. Evin ona ait ek binanın bütün açık pencerelerden titrek sesiyle söylediği şarkısını duyabiliyordu. Dick onu bahçe avlusunda da şarkı söylerken duydu. Ama aynı zamanda kadın Teriyer’i ile tartışmaktan ve çoban köpeğini azarlamaktan da kendini alamadı, çünkü fıskiyeli havuzdaki kırmızı, portakal renkli, kısa yüzgeçli ve çok kuyruklu Japon balıkları hayvanların ilgisini fazlasıyla çekmişti.

Uyandığından duyduğu mutluluğun farkındaydı. Asla yok olmayacak bir mutluluktu, kendisi saatler öncesinden kalkıyordu ama Paula’nın sabahları avluda söylediği şarkıları duyana kadar aslında Büyük Ev’in uyanmadığı hissine kapılıyordu.

Uyanık olduğunun farkındalığının mutluluğunu tattıktan sonra Dick, her zamanki gibi kendini işlerine verdi. Tekrar domuz kolerasının Lowa istatistikleriyle meşgul olurken kadın aklından uçup gitmişti bile.

“Günaydın, mutlu sabahlar.” diye duydu yanı başında, yine o her zaman taptığı sesti bu. O sabah giydiği kimonosu içinde yumuşacık ve diri vücuduyla içeri süzülerek Dick’in yanına gitti ve kolunu boynuna dolayarak bir dizinin üzerine oturdu, sonra da kendisini kollarına bıraktı. Washington Lowa’da, Simon Jones’un çiftliği için Profesör Kenealy’nin domuz aşılama konusunda tespit ettiği sonuçların bütününü incelemek amacıyla yarım dakika daha göz atmasına rağmen, Dick ona sımsıkı sarıldı ve onun varlığını ve yakınlığını hissettiğini ilan etti.

“Ah!” diye itiraz etti kadın. “Sen çok şanslısın. Zenginliklere boğulmuşsun. Senin hanımefendin yanına geliyor, senin küçük ‘tepedeki ay ışığın’ geliyor yanına ve sen ona ‘Günaydın küçük hanımefendi, iyi ve rahat uyuyabildin mi?’ bile demiyorsun.”

Ve o an Dick Forrest, Profesör Keneally’nin aşılama konusundaki istatistiksel veriler yazısını okumaktan vazgeçerek karısını yanına çekip öptü, ama yine de ısrarla sayfanın üzerine sağ işaret parmağını koyarak kaldığı yeri kaybetmedi.

Buna rağmen, kadının serzenişleri ona sorması gereken soruyu sormaktan alıkoydu: Adamın verandasında unutulan dantelli kepten bu yana geceyi rahat geçirip geçiremediği idi bu soru. Kaldığı yerden devam etmek amacıyla kitapçığı sağ işaret parmağının üzerine kapatarak sol kolunu karısına doladı.

“Ah!” diye çığlık attı kadın. “Ah! Ah! Dinle!”

Dışarıdaki bıldırcınların şarkıları duyuluyordu. Keyifli ve yumuşak notalar arasında duyduğu memnuniyet ile kocasına dayanarak ürperdi.

“Kuş sürüsü dağılıyor.” dedi Dick.

“İlkbahar geliyor!” diye bağırdı Paula.

“İyi havanın da işareti.”

“Ve aşkın!”

“Ve yuva yapıp yumurtlamanın.” diyerek güldü Dick. “Dünya hiç bu sabahki kadar bereketli görünmemişti gözüme. Leydi Isleton’un doğurduğu domuz yavrularının sayısı on bir. Angora koyunları bu sabah üremeleri için getirildi. Onları görmeliydin. Ve yabani kanaryalar verandada saatlerdir birlikteliklerini müzakere ediyorlar. Bence özgürlük yanlısı bir âşık modern aşk kuramlarıyla onların tek eşlilik cennetlerini sonlandırmaya çabalıyor. Ve bu sohbet sırasında senin uyuyabilmen şaşılacak bir şey. Dinle! Yine başladılar. Bu bir alkış mı? Yoksa isyan mı?”

Önce yaramaz civcivler gibi bir cıvıltı yükseldi, sonra da en üst perdeden heyecanlı acı acı bağrışmalar duyuldu. Dick ve Paula keyifle kulak kabarttılar. Ta ki birdenbire ani bir kıyamet habercisi gibi kocaman bir gürültüyle bu ufak, altın sarısı renkli âşıkların mikrofon etkisi yaratan koro sesleri sürüklenip yok olana kadar. Bu yeni ses daha az vahşi, daha az ahenkli, daha az aşk ile tutkulu değildi ama kendisi muazzamdı, baskındı ve cüssesi çok iriydi.

Açık Fransız balkonu ve yatak odasının tel kapısının biraz ilerisinde bulunan ve leylaklarla bezenmiş yolun arasındaki mecraya doğru kadın ve adam ateşli gözlerle baktılar. Kendisi gözükmeden aşk çağrısını yapan o muhteşem damızlık atın ortaya çıkmasını nefeslerini tutup beklediler. Görünmeyen at bir kez daha aşk çağrısını ilan etti. Bunun üzerine Dick:

“Sana bir şarkı söyleyeceğim, tepedeki ay ışığım. Bu şarkıyı ben yazmadım. Mountain Lad’in şarkısı. Bak hafifçe kişneyerek söylüyor. Dinle! Tekrar söylüyor. Onun söylemek istediği aslında şu: Beni dinleyin. Ben Eros’um. Tepelerde dolaşırım. Geniş vadileri doldururum. Kısraklar beni duyuyor ve ürküyorlar sessiz otlaklarında çünkü beni tanıyorlar. Çimler gitgide daha verimli oluyor, topraklar ise daha bereketli ve ağaçlar bitki özüyle dolu. Artık ilkbaharı yaşıyoruz, ilkbahar benimdir. İlkbaharda kendi varlığımın hükümdarıyım. Kısraklar benim sesimi hatırlıyorlar. Beni önceden tanıyorlar. Tıpkı annelerinin de tanıdığı gibi. Beni duyun! Ben Eros’um. Ben tepelerde dolaşırım ve yaklaşırken çıkardığım seslerin yankısıyla geniş vadiler benim teşrifimi haber veriyor.”

Paula ve Dick birbirlerine biraz daha yaslandıklarında, Paula dudaklarını kocasının alnına dokundurdu. İkisi de leylaklarla dolu boş yola gözlerini dikip bakarlarken birdenbire Mountain Lad’in heybetli ve güçlü görüntüsü belirdi. Şaşılacak biçimde ufak, tatarcık görünümlü bir adam vardı atın sırtında. Kısrakların göz çevresindeki o mavi parıltıyla vahşi ve arzu dolu bakıyordu. Ağzı köpük püskürtmekten benek benek olmuştu. Âdeta öfkesiyle keyiflenmişti. Parlak tüylü kuyruğunu dizlerine aceleyle, sabırsızlıkla hareket ettiriyordu. Kafasını göğe doğru kaldırdı, havada asılı kalan o güçlü ve etkileyici sesiyle aşk çağrısını yineledi.

Neredeyse aynı anda, uzaklardan ona cevap verircesine ince, tatlı bir kişneme sesi duyuldu.

“Forherington Prensesi!” dedi Paulo hafifçe nefes alarak.

Mountain Lad çağrısını tekrar ilan etti ve Dick şöyle dedi:

“Duyun beni, ben Eros’um! Ben tepelerde gezinirim!”

Ve neredeyse bir anlık da olsa kocasının kolları arasında Paula kocasının o muhteşem hayvana olan hayranlığına içerledi. Doğruya doğru, kocasının bu huyunu kabullendiği için, hissettiği içerleme hemen yok oldu ve neşeyle bağırdı.

“Evet artık Red Cloud! Meşe Palamudunun Şarkısı’nı istiyorum!” Dick parmağını arasına koyduğu kitaptan başını hafifçe kaldırarak ona boş boş baktı ve sonra aynı neşeli ses tonuyla şarkısını söylemeye başladı:

“Meşe palamutları cennetten geliyor!

Kısa palamutları vadiye ekiyorum!

Uzun palamutları vadiye ekiyorum!

Filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu, filizleniyorum, ben filizleniyorum.”

Şarkı söylediği sırada Paula kocasına iyice sokulmuştu ama birkaç dakika geçtikten sonra domuzlarla ilgili kitapçığın arasına parmağını koyan elin huzursuz hareketlerini hissetmeye başlamıştı. Zamanın 11.25 olduğunu gösteren saate hızla ama isteksizce göz attığını da yakaladı. Kocasına yeniden sarılmaya çalıştı ama artık ikisi de isteksizdi. Yaptıkları boşunaydı. Bu da kocasına karşı biraz alıngan olmasına neden oldu.

“Sen tuhaf ama muhteşem bir Red Cloud’sun.” diye yavaşça söze başladı Paula. “Bazen sapına kadar senin Red Cloud olduğuna inanıyorum, meşe palamutlarını ekerken ve bu ekim sırasındaki acımasız neşeni şarkına yansıtırken. Ve bazen de sen bana göre ultra modern bir adam oluveriyorsun. İki bacaklı erkek türünün son örneğisin. İstatistiklerin kuşatması altındayken Truva maceraları arayan ve ellerin deney tüpleri ve şırıngalarla doluyken değişik mikroorganizmalarla âdeta gladyatör dövüşü yapan bir kişi oluveriyorsun. Zaman zaman senin gözlük takman gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman öyle görünüyor ki…”

“Ufak tefek bir kadına hükmedecek enerjimin olmadığını söylüyorsun.” diye tamamlayıverdi onun için. Paula’yı biraz daha kendine çekti. “Ben gülünç, bilimle ilgilenen bir canavarım. Ve gururlu, tatlı, gül renkli çiçek tozunu hak etmiyorum. Bak, dinle beni. Bir planım var. Birkaç gün içinde…”

Ama planı ortaya çıkmadan bitmişti. Tedbirli davranarak arkalarından uyarı niteliğinde saygılı bir öksürük sesi geldi. İkisi de aynı anda kafalarını çevirdiklerinde yardımcı sekreter Bonbright’ı karşılarında gördüler. Elinde sarı kâğıt demeti vardı.

“Dört telgraf geldi de.” diye mırıldandı özür dilercesine. “Bay Blake ikisinin çok önemli olduğunu söylüyor. Bir tanesi Şili’den gönderilmiş boğalarla ilgili.”

Paula yavaşça kocasından uzaklaştı, ayağa kalktı. Masasındaki istatistikler ile hayvanları yükleme masraflarının faturalarına ve ayrıca sekreterlerine, ustabaşılarına ve yöneticilerine yoğunlaşmıştı artık kendisinden uzaklaştığını hissedebiliyordu Paula.

“Ah, Paula.” Sessizce kapıdan çıkarken Dick arkasından bağırmıştı. “O son alınan çocuğu vaftiz ettim ona artık Oh Ho diyeceğiz. Ne dersin beğendin mi?”

Yanıtı üzgünlüğünü ifade ediyordu ama bu üzgünlüğü gülümsemesiyle kayboldu. Dick’i uyardı:

“Uşakların isimleriyle taş kaydırma oyununu oynuyorsun.”

“Safkanlarla asla böyle bir şey yapmam.” diye inandırdı onu ciddiyetle. Ama gözlerindeki meydan okuyan parıltısını gizleyemedi.

“Onu demek istemedim.” diye sitem etti Paula. “Dildeki olasılıkları tükettiğini söylemek istedim. Çok geçmeden onlara Oh Bell, Oh Hell9, ya da Oh Go To Hell demek zorunda kalacaksın. Kullandığın ‘Oh’ların hepsi yanlış. Red10 ile başlamalıydın. O zaman ‘Red Bull, Red Horse, Red Dog, Red Frog, Red Fern11’ diyebilirdin ve geri kalan bütün Red’leri kullanabilirdin.”

Paula odayı terk ederken ikisinin kahkahaları birbirine karışmıştı ve hemen ardından işine dalan Dick, önündeki telgrafa bakıyor, yükleme detaylarını inceliyordu. Her birinin fiyatı iki yüz elli dolardan Şili’deki sığır meralarına üç yüz adet kayıtlı ve bir yaşında boğalar gönderecekti. İşleriyle uğraşırken bile evin uzun kanadındaki verandasına giderken Paula’nın belli belirsiz ama biraz sevinçle şarkı söylediğini duydu. Ne var ki onun sesindeki az ama çok az olan durgunluğu fark edememişti.

8. BÖLÜM

Paula onun yanından ayrıldıktan beş dakika sonra saniyesi saniyesine dakik davranarak dört telgrafın da icabına bakılmış şekilde Dick, Idaholu alıcı Thayer ve Breeders Gazetesi’nin özel muhabiri Naismith ile çiftliğin motorlu taşıtına biniyordu. Davarlardan sorumlu yönetici Wardman ağılda onlara katıldı. Birkaç bin genç Shropshire koçunu toplamış ve kontrol edilmeleri için sürüyü orada bekletiyorlardı.

Çok az konuşma oldu. Bu nedenle Thayer açıkça hayal kırıklığına uğramıştı, ne de olsa on vagon dolusu böyle pahalı hayvan satın almak yeterince ciddi bir işti ve sohbeti hak ediyorlardı doğrusu.

“Lafa gerek yok.” diye ikna etti adamı. Sonra da Naismith’e dönerek Kaliforniya ve kuzeydoğudaki Shropshire koçları hakkında yakında gazetesine yazacağı makale için bazı veriler vermeye başladı.

Dick on dakikanın sonunda Thayer’a “Aralarından seçmek için endişe duymamanızı tavsiye ederim.” dedi. “Hepsi birinci kalitedir. On vagonu doldurmak için bir haftanızı seçerek geçirebilirsiniz ama size ilk elden vereceğimizden daha kaliteli olmayacaklardır.”

Satış çoktan tamamlanmış gibi serinkanlı tavırlar sergileyen Dick’in karşısında Thayer’ın aklı karışmıştı. Aslında hiç bu kadar yüksek kaliteli koçu daha önce görmemişti ve siparişini yirmi vagon olarak değiştirmeyi bile düşündü.

Büyük Ev’e tekrar döndüklerinde yarıda kalan oyunlarını tamamlamak için istekalarına tebeşir sürerken Thayer Naismith’e konuyu açtı.

“Bu benim Forrestlere ilk ziyaretim. O bir deha. Ben Doğu’dan satın alıyordum ve ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçları benim karar vermemi sağladı. Fark ettiyseniz siparişimi ikiye katladım. Idoholu alıcılar onları görünce çıldıracaklar. Sadece altı vagon dolusu almak için emir almıştım ve beklenmedik bir olay karşısında iki vagon daha alabilecektim. Ama o koçları gören her alıcı siparişini ikiye katlamazsa ve geride kalanlar için izdiham yaşanmazsa ben de koyun ticaretinden bir şey anlamıyorum demektir. Onlar gerçekten en iyisi. Idaho’nun bu koyunlarını kapmak için hevesle üzerlerine atlamazlarsa… Eh, işte o zaman ne Forest iyi bir üretici ne de ben alıcıyım. O kadar.”

Öğle yemeğinin hazır olduğunu bildiren gonk çaldı. Kore’den gelmiş devasa bronz bir gonktu bu ama Paula’nın kesin olarak uyanık olduğundan emin olana kadar asla vurulmazdı. Büyük verandada Japon balıklarının bulunduğu fıskiyenin etrafında toplanan gençlerin yanına gitti Dick. Bert Wainwright’a kız kardeşi Rita ve Paula ile onun kız kardeşleri Lute ve Ernestine tarafından çeşitli tavsiyeler ve emirler yağdırıyorlardı. Bert, elinde kepçeyle balıkların arasına dalmıştı çünkü Paula kendi gizli verandasındaki fıskiyenin içinde bulunan özel damızlık tankına ayırmak için çok güzel bir tanesini yakalamasını istemişti. Balığın boyutu, rengi, yüzgeç ve kuyruğundaki çeşitlilik Paula’nın hayran kalmasına neden olmuştu. Heyecan, neşe, ciyaklamalar ve kahkahalar arasında eylemi gerçekleştirebilmişlerdi. Büyük balık bir kavanoza konulmuş, orada bekleyen İtalyan bahçıvana götürmesi için verilmişti.

“Şimdi kendini savun bakalım ne diyeceksin?” Dick yanlarına katıldığında Ernestine ona meydan okurcasına bakmıştı.

“Hiçbir şey.” diye üzgünce cevap verdi. “Çiftliğimi tükettiler. Üç yüz adet çok güzel, genç boğalarımdan yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere yola çıkacaklar ve Thayer -onunla dün akşam tanışmıştınız- koçlarımdan yirmi vagon dolusunu götürecek. Tek söyleyebileceğim benim kutlamalarım Idaho ve Şili’yi de kapsamı içine alıyor.”

“Daha çok palamut ekersin.” diyerek kahkaha attı Paula, kız kardeşlerine kollarını dolamış, hepsi de kaçınılmaz maskaralığın beklentisiyle bakıyorlardı.

“Ah, Dick, meşe palamudu şarkısını söylesene!” diye yalvardı Lute.

Dick tüm ciddiyetiyle kafasını salladı.

“Daha iyisini söyleyeceğim. İnanç doğruluğunun en saf, temiz hâli. Red Cloud ve meşe palamudu şarkısını idama götürecek nitelikte. Dinleyin! Bu Doğu yakasında yaşayan küçük bir kızın Pazar Okulunun yardımlarıyla taşraya yaptığı ilk gezisiyle ilgili. Oldukça genç bir kız. Özellikle peltek konuşmasına dikkat edin.

Ve sonra da Dick şarkısına peltek, peltek konuşarak başladı:

Japon balıkları çanakta yüzüyor,Ağaçların üzerinde bir ardıç kuşu var;Onların ağaçta bu kadar rahat oturmalarını sağlayan nedir?Göğüslerine bu tüyleri kim yapıştırdı?Tanrı’m! Tanrı’m! O yaptı!

“Kopya çekmişsin.” dedi Ernestine kahkahalar yavaş yavaş kesildiğinde.

“Öyle oldu.” diye hem fikir oldu Dick. “Rancher ve Stockman’den12 çaldım, o da Swine Breeders Journal’’dan13 büyük ihtimalle o da Western Advocate’den14 o da Public Opinion’dan15 çalmıştır. Onlar da şüphesiz şarkıdaki küçük kızın ta kendisinden ya da belki Pazar Okulundaki öğretmeninden öğrenmişlerdir. Aslında bu meselenin ‘Our Dumb Animals’ta16 ilk olarak basıldığına inanıyorum.”

Bronz gonk ikinci kez çaldığında Paula bir kolunu Dick’e, diğerini de Rita’ya dolayarak evin içine yöneldi. Arkada kalanlara gelince, Bert Wainwrite, Lute ve Ernestine’e yeni bir tango adımını göstermekle meşguldü.

Bir şey daha var Thayer.” dedi Dick, ona bir kenarda, kızlardan ayrılmıştı Dick, onlar da itiş kakış içinde merdivenlerin başında karşılaştıkları Thayer ve Naismith ile yemek odasına doğru yola koyuldular. “Bizden ayrılmadan önce merinoslara göz atmanızı çok isterim. Onlar gerçekten benim gurur kaynağım. Amerikalı çiftçiler mutlaka gelip onlara bakmalı. Tabii ben ithal üretime başladım ama Kaliforniya damızlıklarından öyle bir seçim yaptım ki Fransız üreticileri bile bana şapka çıkarır. Gidip Wardman ile görüşebilir, seçiminizi yapabilirsiniz. Naismith de sizinle birlikte onları inceleyebilir. Hazır trenleriniz buradayken arasına yarım düzine katın, tamamen benim hediyem olsun ve tek istediğim Idaholu üreticilerin onlara göz atıp gerekli bilgiye sahip olmalarını sağlamanız.”

Hepsi istenildiği kadar uzatılabilen masaya oturdular. Uzun, alçak tavanlı yemek odası, eski Kaliforniya’nın Meksikalı arazi krallarının büyük çiftliklerindeki yemek odalarının kopyasıydı. Zeminde büyük kahverengi döşemeler vardı, kirişli tavan ile duvarlar kireç badanalıydı ve devasa, süssüz, beton şömine ise irilik ve sadelik bakımından büyük bir başarıydı. Derin pencere boşluklarından yeşillikler ve çiçekler âdeta selamlıyordu içerisini ve oda temizlik, saflık ve sakinlik kavramlarını çok güzel ifade ediyordu. Duvarlarda çok fazla olmasa da birkaç kanvas asılıydı. İçlerindeki en iddialısı odanın başköşesine asılmıştı. Xavier Martinez’in hüzünlü gri renklerle donattığı alaca karanlıkta bir Meksika manzarasının tablosuydu bu. Kasvetli, engin bir Meksika arazisinde bir köle ön planda, elinde eğri büğrü bir kürek ile iki öküzle gamlı gamlı saban sürüyordu. Eski Meksika-Kaliforniya hayatından daha neşeli tablolar da vardı tabii. Reimers tarafından pastellerle yapılmış alaca karanlıkta bir okaliptus ağacı ve arkasındaki dağın tepelerinde güneşin batışı resmedilmişti. Peters’in bir ay ışığı tablosu vardı. Ve Griffin’in Kaliforniya yazlarında bir tepenin ışıltısı ve sarımsı kahverengi sis kaplı ormanlıklar arasında için için yanan kanyonları yansıtan anız merasında bir tablosu mevcuttu.

“Bakar mısınız?” diye alçak sesle mırıldandı Thayer Maismith’e. O sırada Dick ve kızlar çığlık çığlığaydılar, şakalaşıyorlardı. “Eğer Büyük Ev hakkında bir şey yazacaksanız makaleniz için bazı bilgiler vereyim. Ben hizmetkârların yemek odasını görmüş biriyim. Her öğünde kırk kişi o yemek masasında oturuyor. Buna bahçıvanlar, şoförler ve dışarıdan gelen yardımcılar da dâhil. Kendi içinde bir misafirhane gibi. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, bunu yapan müthiş bir zekâ ve müthiş bir sistem kurmuş. O Çinli çocuk mesela. Adı Oh Joy. O tam bir sihirbaz. Ona evin idarecisi diyebilirsiniz ya da ne isterseniz onu diyebilirsiniz ama hepsini birden idare ediyor ve her şey saat gibi işliyor, hiç duraksamadan.”

“Esas sihirbaz Forrest.” Naismith kafasını sallayarak onayladı. “Akıllı insanları seçen akıllı adam o. Bir orduyu, bir kampanyayı, hükûmeti hatta Dingo’nun ahırını bile yönetecek kapasitesi var.”

“Son örnek pek övgü doluydu.” Thayer içtenlikle onunla hemfikir olduğunu paylaştı.

“Ah, Paula!” Dick karşısında oturan eşine seslendi. “Yarın sabah Graham’ın geleceğini haber aldım biraz önce. Oh Joy’a söyleyelim de onu saat kulesine yerleştirsin. Oldukça büyük bir konut. Belki tehdidini yerine getirir de kitabı üzerine çalışmalarını yoğunlaştırır.”

“Graham mı? Graham?” Paula hafızasını yoklayarak sesli düşündü. “Ben onu tanıyor muyum?”

“İki yıl önce tanışmıştınız, Santiago’da, Venüs Kafe’de. Bizimle akşam yemeği yemişti.”

“Ah, denizcilerden biri mi?”

Dick kafasını salladı.

“Hayır, sivil. O iri yarı, sarışın çocuğu hatırlamıyor musun? Siz ikiniz yarım saat boyunca müzikten söz ederken Kaptan Joyce Amerika Birleşik Devletleri’nin Meksika’yı bütün saldırı tehditlerinden temizlemesi gerektiğini söyleyerek kafamızı şişirmişti.”

“Ah, pek emin olamadım.” Paula hayal meyal hatırlar gibi oldu. “Siz daha önce bir yerde karşılaşmıştınız. Güney Afrika mıydı? Yoksa Filipinler miydi?”

“Evet, o. Güney Afrika’ydı. Adı Evan Graham. Daha sonra Sarı Deniz’de ‘Times’ kurye botunda buluşmuştuk. Ondan sonra yollarımız en az bir düzine daha kesişmişti ama hiç karşılaşamamıştık ta ki Venüs Kafe’de birbirimizi gördüğümüz o geceye kadar.”

На страницу:
6 из 7