
Полная версия
Gülistan
Kuş, dane bulunan yere gelir; hiçbir şey bulunmayan yere gitmez.
HikâyeEski padişahlardan birisi memleketi idarede gevşeklik ederdi. Askere de sıkıntı çektirirdi.
Derken çetin bir düşman yüz gösterdi; askerleri de ondan yüz çevirdiler.
Padişah hazineyi askerlerden diriğ ederse askerler de kılıca el vurmayı ondan esirgerler. Eli boş, işi ah ve feryat olan kimse harp zamanı nasıl kahramanlık gösterebilir?
Padişahlarına vefasızlık eden o askerlerden birisinin benimle dostluğu vardı. Onu ayıpladım ve “Azıcık hâlinin fenalaşmasıyla eski efendisinden yüz çeviren ve senelerce yediği nimetin hukukunu unutan kimse insan değildir, nimeti inkâr eden soysuzdur, haknâşinastır.” dedim.
Asker şöyle dedi: “Hâlimi sana anlatırsam beni mazur görürsün. Atım arpasız kalmak, eyer keçesi rehinde bulunmak yakışır mı? Padişah askere paraca bahillik ederse ona askerin canı ile cömertlik etmesi mümkün müdür?”
Askere altın ver ki asker başını versin. Eğer askere altın vermezsen başını alır başka diyara gider.
Karnı tok yiğit şiddetle saldırır, karnı aç ise şiddetle kaçar.
HikâyeVezirlerden birisi mazul oldu, dervişlere katıldı. Dervişlerin sohbetinin bereketi ona tesir etti; gönül perişanlığından kurtuldu. Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.
Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak, meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.
Çekilip selamet köşesinde oturanlar köpeklerin dişlerini, insanların ağızlarını bağladılar. Kâğıdı yırttılar, kalemi kırdılar, kusur bulan insanların ellerinden, dillerinden kurtuldular…
Vezir kabul etmeyince padişah ona: “Memleketin işlerini vaktiyle düşünmek için bize akıllı, işin üstesinden gelir bir vezir lazımdır. Kimi biliyorsunuz, bize tavsiye ediniz.” dedi.
Vezir şöyle cevap verdi: “Akıllı, fikirli insan, kendisini böyle işe atmayandır.”
Hüma kuşu kemik yediği ve canlı mahluku incitmediği için tekmil kuşlardan eşreftir…
Karakulağa demişler ki: “Niçin arslanın peşinde dolaşıp duruyorsun?”
Karakulak şöyle cevap vermiş: “Onun avının fazlasını yiyorum ve onun şevketi sayesinde düşmanların şerlerinden emin olarak yaşıyorum.”
Bunun üzerine: “Pekâlâ.” demişler; “Onun himayesine, gölgesine girdiğini ve onun nimetiyle geçindiğini ikrar ediyorsun, niçin ona daha fazla yaklaşmıyorsun, eğer fazla yaklaşacak olursan seni has bölüğüne alır ve halis muhlis bendelerinden sayar.”
Karakulak cevap vermiş: “Evet onun nimetiyle besleniyor, sayesinde düşmanlarımdan emin olarak yaşıyorum. Bununla beraber onun hırçınlığından emin değilim.”
Ateşe tapan birisi ateşi yüz yıl söndürmeden yaksa o ateşe düştüğü dakikada ateş onu yakar.
Padişaha nedim olan kimse bazen altın bulursa da bazen de başı gider.
Hükema demişler ki: “Padişahların günü gününe uymaz. Tabiatları daima değişir. Bundan sakınmak lazımdır. Bazen selam versen incinirler, bazen sövsen hilat verirler.”
Yine hükema demiş: “Çok zarafet, nedimler için hüner ise de hakimler için ayıptır.”
Sen kadrini, kıymetini, vekarını muhafazaya çalış; oyunu, zarafetini nedimlere bırak.
HikâyeArkadaşlarımdan birisi kendisine yâr olmayan talihinden şikâyet etti ve dedi ki: “Ailem çok, kazancım az; zaruret yüküne tahammül edemiyorum. Çok kere düşünüyorum, başka iklime gideyim; çünkü orada nasıl yaşasam, kimse benim iyime, kötüme vâkıf olmaz.
Gurbet ilde nice kimseler aç yatar; fakat kim olduğunu kimse bilmez. Çok can dudağa gelir, kimse ona ağlamaz.
Bununla beraber gitmek de istemiyorum; çünkü düşmanlarım arkamdan gülecek, namusumla oynayacak; ailem için bir şey kazanmak ümidiyle gittiğimi mürüvvetsizliğime, hamiyetsizliğime hamledecek ve şöyle diyecekler:
‘Şu hamiyetsize bakın, böyle insan hiçbir zaman bahtiyarlık yüzünü göremez. Yalnız kendisinin istirahatını düşündü; karısını, çocuklarını zaruretler içinde bıraktı.’
Muhasebe ilminde, size malum olduğu üzere, bir şeyler bilirim. Eğer senin yüksek mevkiin sebebiyle ve tavsiyenle kalbimin rahatlığını mucip olacak bir vazifeye geçecek olursam ömrüm oldukça sana minnettar olurum.”
Onun bu teklifine karşı ben: “Dostum,” dedim, “padişah işinde iki şey var: Birisi ekmek ümidi, diğeri can korkusu. Bu ümit ile o korkuya düşmek ise akıllı işi değildir.”
Arazinin, bahçenin harcını ver diye fakirin evine kimse gelmez. Ya gönül perişanlığına, kedere razı ol; yahut böbreğini karganın önüne koy.
Refikim dedi ki: “Bu söz benim hâlime muvafık değildir ve benim sualime cevap olamaz. ‘Her kim hıyanete çalışırsa hesapta eli titrer.’ dediklerini duymadınız mı?”
Doğruluk Allah’ın rızasını muciptir. Doğru yolda gidenlerden azanları görmedim.
Hükema demiştir ki: “Dört kimse dört kimseden korkar ve can yürekten incinir: Harami padişahtan, hırsız bekçiden, fasık gammazdan, fahişe muhtesipten.”
Hesabı temiz olanın teftiş ve murakkabeden ne korkusu olur?
Azil zamanında düşmanın sana bir şey yapmaması için memuriyet zamanında ulu orta gitme.
Kardeş! Sen temiz ol, kimseden korkma. Çırpıcılar kirli olan elbiseyi taşa çarparlar.
Ona dedim ki: “Şu tilkinin hikâyesi senin hâline münasiptir: Bakmışlar ki tilkinin birisi düşe kalka kaçıyor.
Birisi ona sormuş: ‘Ne afet, ne felaket var ki bu kadar korkuya sebep oldu?’
Tilki demiş ki: ‘Develeri angaryaya tutuyorlarmış diye işittim.’
Tilkiye demişler: ‘Ahmak! Senin deve ile ne münasebetin, deveye ne müşabehetin var?’
Tilki cevap vermiş: ‘Susunuz. Eğer hasutlar, garezkârlar benim için bu devedir, derler de yakalanırsam benim deve olmadığımı anlatarak beni kurtarmak için kim çalışır? Iraktan tiryak gelinceye kadar yılan sokan ölür gider.”
“Sen de hakikaten faziletli ve dindarsın; fakat hasutlar pusuya girer; haksız davacılar bir bucakta oturur, gözetirler. Eğer bunlar senin güzel ahlakının hilafını anlatırlar ve sen padişahın divanına çıkarılarak suale, itaba maruz olursan, o sırada senin lehinde kim söz söyleyebilir? Binaenaleyh ben onu münasip görüyorum ki kanaat mülkünü bekleyesin, büyüklük fikrini bırakasın. Nitekim, akıllılar şöyle demişlerdir:
Denizden istifade çoktur; fakat selameti istersen selamet denizin içinde değil kenarındadır.”3
Refikim bu sözü işitince mükedder oldu, yüzünü ekşitti. Sitemle karışık sözler söylemeye başladı ve dedi ki: “Bu ne akıl, bu ne fikir, bu ne anlayış, bu ne buluştur! Hükema ne doğru söylemiştir: ‘Dostlar zindanda işe yararlar, dostlukları o zaman anlaşılır; yoksa sofra başında tekmil düşmanlar dost görünürler.’
Sen servet, saadet içinde iken dostluktan bahsedenleri, kardeşimsin diyenleri hakiki dost sanma. Hakiki dost; perişanlık, zaruret, felaket zamanında el tutan kimsedir.”
Baktım ki müteessir oluyor ve benim nasihatimi sadakatsizliğime hamlediyor, aramızda bulunan muarefeye binaen divan sahibinin yanına gittim. Arkadaşımın hâlini anlattım. Onu küçük bir vazifeye tayin ettiler.
Aradan bir müddet geçince kabiliyetini, işi iyi idare ettiğini, güzel düşündüğünü gördüler; beğendiler. Vazifesi yükseldi.
Daha yüksek bir memuriyete nakledildi. Saadetinin yıldızı durmadan terakki ediyordu. Nihayet elde edilmesi istenilen rütbelerin en yükseği olan vezaret rütbesine nail ve padişahın yakınlarından olarak parmakla gösterilir oldu. Ayan ve ekâbirin itimatgâhı, müracaatgâhı oldu. Onun bu yüksekliğine sevindim, dedim.
Hayatın, arzuya uygun olarak geçmezse müteessir olma, sabret. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
Bir işi bağlanmış görünce çözülmez, açılmaz diye düşünme; mustarip, mahzun olma; çünkü abıhayat zulmet içindedir.
Ey musibete düçar olan kimse, mahzun olma.
Cenabıhakk’ın nice gizli lütufları vardır.
O sırada tesadüfen birtakım dostlar ile Mekke’ye sefer ettim.
Mekke’yi ziyaretten dönüşümde o dostum iki konaklık yerden karşıladı. Hâlini perişan gördüm. Mazul olduğunu anladım. Zira devlet adamı bir dost, ancak azledildiği zaman dostlarını görme hevesine düşer.
Mesnet ve devlet meşguliyetleri arasında tanıdıklarını aramazlar. Çaresizlik ve fakirlik zamanında dert yanmak için dostlarının yanına gelirler. Onu böyle fakir ve perişan bir hâlde görünce: “Bu ne hâldir?” dedim.
Dedi ki: “Senin vaktiyle söylediğin çıktı. Birtakım insanlar bana hasetle bir hıyanet isnat ettiler.
Padişah işi etrafıyla tahkik etmedi. Eski dostlarım, merhametli arkadaşlarım hakkı müdafaa etmediler, sustular, eski arkadaşlık hukukunu unuttular.”
Görmez misin ki mansıp, ikbal ve rütbe sahibinin karşısında herkes onu överek el bağlar, durur.
Eğer zaman, bir mansıp ve ikbal sahibini yıkacak olursa herkes ayağını onun başı üzerine koyar.
“Sözü kısa keseyim; türlü ukubete giriftar oldum. Nihayet bu hafta ‘Hacılar geliyor.’ diye müjde gelince bu müjde şerefine beni ağır zincirden çıkardılar. Fakat kendime mahsus olan malımı, mülkümü hazine namına zapt ettiler.”
Dedim: “Evvelce benim nasihatimi kabul etmedin. Ben demiştim ki padişah işi deniz yolculuğu gibidir. Hem faydalı hem korkuludur. O, tılsımlı hazineyi açmak için uğraşmaya benzer ki ya hazineyi elde edersin, yahut tılsımın tesiriyle ölürsün.”
Tüccar, ya sahilde iki eliyle altınları kucağına çeker; yahut bir gün dalga onu ölü olarak bir sahile atar. Fazla söyleyerek kalbinin yarasını deşmek, hem de üstüne tuz ekmek istemedim. Sözümü şu iki beyit ile bitirdim:
“Bilmedin mi ki kulağına insan nasihati girmezse ayağını zincirde görürsün?”
Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: “Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma.”
HikâyeBirkaç ahbabım vardı. Bunlar görünüşte iyi insanlar idiler.
Büyüklerden birisi bunların haklarında fazla hüsnüzanda bulundu. Bunlara tayınat bağladı. Nasılsa içlerinden birisi dervişlerin hâllerine yakışmayacak bir harekette bulundu. Bundan dolayı o zatın hüsnüzannı bozuldu ve bunların tayınları kesildi.
Bir suretle bunların tayınlarını tekrar bağlatmak istedim. O büyük zatı görmeye, ona hürmetlerimi takdim etmeye gittim. Kapıcı beni içeri bırakmadı ve bana cefa etti. Kapıcıyı mazur gördüm; çünkü hükema demiştir ki:
“Bir vasıta olmadıkça beyin, vezirin, sultanın kapısının etrafında dolaşma. Zira köpek ile kapıcı bir soydandır. Bir garibi görünce köpek onun eteğine, kapıcı da yakasına yapışır.”
Bu sırada o büyük zatın yanında bulunan şerefli zatlar benim hâlime vâkıf oldular ve beni izaz, ikram ile huzura götürdüler. Huzurda bana en yukarı bir yer gösterdilerse de tevazuyla aşağı bir yere oturdum.
“Ben kusurlu bir kul olduğum için beni bırak, bendeler sırasına oturayım.”dedim.
Ben böyle deyince o muhterem zat: “Allah Allah bu nasıl sözdür?” diye bana iltifatta bulundu ve şöyle dedi:
“Eğer sen benim başım, gözüm üzerinde otursan ben senin nazını çekerim; çünkü sen nazı çekilecek bir zatsın.”
Hulâsaikelâm, oturdum. Öteden beriden konuştuk. Nihayet söz sırası bizim ahbapların işledikleri hataya geldi. Şöyle dedim:
“Evvelce ihsanı, inamı sebkeden velinimet ne cürüm gördü ki bendelerini nazarında hakir tutuyor? Kulun cürmünü gördüğü hâlde, ekmeğini eskisi gibi vermek büyüklüğü, lütfu Cenabıhakk’a mahsustur.”
Bu söz valinin çok hoşuna gitti ve dostlarımın tayınlarının eskisi gibi verilmesini ve kaç gün tatile uğramış ise onun da ilave edilmesini emirle maişetleri esbabını temin buyurdu.
O zatın lütfuna teşekkür ettim, lazım gelen hürmeti yaptım ve böyle bir tasdia cesaretimden dolayı özür dileyerek huzurundan çıkarken şu sözü söyledim:
“Kâbe, hacetler kıblesi olduğu cihetle nice fersahlık yerlerden halk onu görmeye gelir. Senin gibi büyük zatlar bizim gibi fakirlerin tasdilerine tahammül etmelidirler. Çünkü meyvesiz ağaca kimse taş atmaz.”
HikâyeBir melikzade, babasından miras olarak birçok hazineye malik oldu. Kerem elini açtı, sahaveti bütün manasıyla icra etti. O bitmez tükenmez sanılan hazineyi askere ve ahaliye saçtı.
Öd ağacından yapılan bir tabla güzel kokmaz. Kokmadığı için de burun ondan güzel bir koku alıp da rahat edemez. O öd ağacını ateş üzerine koy ki amber gibi koksun. Sana büyüklük lazım ise ihsan inam et. Çünkü daneyi saçmazsan bitmez.
İdare ve tedbir hususunda kâfi derecede ehliyete sahip olmayan vezirlerden birisi ona nasihate başladı ve dedi ki: “Senden evvelki padişahlar bu kadar parayı çalışarak kazanmış ve lüzumlu bir gün için saklamışlar. Bu hâle devam etme; zira önümüzde müşkül zamanlar, arkamızda düşmanlar var. Hazineyi böyle dağıtırsan lüzumu zamanında âciz kalırsın.
Eğer halka bir hazineyi dağıtacak olursan her aile reisine pirinç kadar bir şey düşer. Niçin halkın her birinden her gün bir arpa miktarı gümüş almıyorsun? Her gün sana bir hazine hâsıl olur.”
Melikzade yüksek yaradılışına uymayan bu sözden yüzünü ekşitti, veziri cezalandırdı ve şöyle dedi: “Hak Teala Hazretleri, yemek ve ihsan etmek için beni bu memlekete malik kılmıştır. Bekçi değilim ki bekleyeyim.
Karun’un kırk ev dolusu hazinesi varken öldü gitti, iyi bir adı kalmadı. Fakat Nuşirevan ölmedi, çünkü iyi bir ad bıraktı.”
HikâyeNuşirevan (lakabı “Adil”) için bir av yerinde bir avı kebap edeceklermiş, fakat tuz yokmuş. Bir parça tuz getirmek üzere uşaklardan birini köye göndermişler. Nuşirevan, uşağı çağırıp “Tuzu para ile al, ta ki köyden tuz almak hükûmetçe bir âdet olup köy harap olmasın.” diye tembih etmiş.
Nuşirevan’ın yanında bulunanlar: “Bir parça tuzdan ne fenalık çıkar?” demişler.
Nuşirevan: “Zulmün esası cihanda evvela az imiş. Sonra her gelen bir parça arttırmakla bugünkü dereceyi bulmuştur.” demiş.
Eğer ahalinin bahçesinden padişah bir elma yerse uşakları, ağacı kökünden çıkarırlar.
Birisinden yarım yumurta almak suretiyle padişah, zulmü reva görecek olursa padişahın askerleri bin tavuğu şişe geçirirler.
Hikâyeİşittim ki bir vali, sultanın hazinesini mamur etmek için ahalinin evini yıkarmış. Hükemanın şu sözlerinden haberi yokmuş. Hükema demiş ki: “Her kim halkın gönlünü elde etmek için Cenabıhakk’ı gücendirirse Cenabıhak o halkı onun üzerine musallat kılar. Onun dünyadan kökünü kaldırır.”
Kalbi mahzun, hatırı mecruh bir kimsenin gönlünün tütünü zalimi öyle yakar ki ateş, üzerliği o nispette yakamaz.
Derler ki tekmil hayvanların reisi aslan, canlıların en aşağısı da merkeptir. Mamafih akıllılar: “Yük çeken eşek, adam paralayan aslandan hayırlıdır.” derler.
Zavallı eşeğin her ne kadar idraki yoksa da yük çektiği için değeri vardır. Yük taşıyan öküzler, eşekler, adam inciten insanlardan daha iyidir.
O valinin kötü huylarından bir kısmı padişahın malumu olmuş; ona işkence edilmesini emretmişti.
Ahalinin gönlünü aramazsan padişah senden razı ve memnun olmaz. Eğer Cenabıhakk’ın lütuf ve ihsanını istersen Allah’ın kullarına iyilik et.
Vaktiyle o validen zulüm görmüş olanlardan birisi ona rastlamış, hâlinin perişanlığını görüp şöyle demiş:
“Kolunun kuvvetine ve mansıbına güvenen her kimse halkın malını sebepsiz yere alıp saltanatla yiyemez. İri kemiği boğazdan geçirip yutmak kabildir; fakat o kemik göbeğe inince insanın karnını yırtar.
Kötü yaşayışlı zalim, ölür gider; fakat üzerindeki lanet ebedî olarak kalır.”
Hikâyeİnsanları incitmekten zevk alan birisi salih bir adamın başına bir taşla vurmuş. Dervişin o zalimden intikam almaya kudreti yokmuş. Derviş, başına vurulan o taşı alıp saklamış.
Bir gün gelmiş, padişah o zalime kızıp onu bir kuyuya attırmış.
Derviş gelmiş, o saklamış olduğu taşı onun başına atmış.
Zalim demiş ki: “Kimsin; bu taşı benim başıma niçin vurdun?”
Derviş: “Ben filancayım, bu taş da filan tarihte benim başıma vurmuş olduğun taştır.” demiş.
Zalim: “Bu kadar zamandan beri neredeydin?” demiş.
Derviş cevap vermiş: “Mansıbından korkarak yanına uğramıyordum. Şimdi seni kuyuda görünce fırsatı ganimet bildim.”
Bir münasebetsiz adi kimseyi bahtiyar, mesut görünce akıllılar ona itiraz etmez, hoş görürler. Mademki keskin, yırtıcı tırnağı yoktur, öyleyse kötüler ile cenkleşme. Her kim polat kollu birisiyle pençeleşirse kendisinin gümüş gibi narin bileğini incitmiş olur. Sabret, felek o kötünün, polat kolunun elini bağlayınca o zaman istediğin gibi onun beynini çıkarırsın.
HikâyePadişahlardan birisinin korkunç bir illeti vardı ki o illetin adını tekrarlamak caiz değildir.
Yunan tabiplerinden bir cemaat, müttefikan dediler ki bu derdin devası ancak şu sıfatlarla mevsuf bir insanın ödü olabilir.
Padişah emretti, her tarafa arayıcılar çıktılar, o sıfatlarla mevsuf bir insan aradılar. Araya araya bir köylü çocuğunu buldular ki tabiplerin dedikleri sıfatlar onda tamamıyla mevcut idi.
Padişah, çocuğun anasını, babasını çağırttı, onlara birçok para, mal, mülk vererek onları razı etti.
Sonra padişah işi kadıya havale ile çocuğun katli için fetva istedi.
Kadı, padişahın vücudunun selameti için ahaliden birisinin kanını dökmek caizdir, diye fetva verdi. Çocuğu meydana getirdiler. Cellat geldi. Çocuğun boynunu vurmak için kılıcını çekti, hazırlandı, işaret bekledi. Tam o sırada çocuk gözlerini göğe dikti. Gülerek kendi kendine bir şeyler söylendi.
Çocuğun gülmesi padişahın dikkatini celbetti: “Çocuk! Bu gülecek zaman mıdır?” diye sordu.
Çocuk şöyle cevap verdi: “Padişahım, çocukların nazı anasına, babasına geçer; davayı kadıya götürürler; adaleti padişahlardan isterler. Gel gelelim şimdi benim anam babam dünyanın fâni malları için beni ölüme teslim ettiler; kadı kanımın dökülmesi için fetva verdi; padişah ise kendi sıhhatini benim ölümümde görüyor. Allah’tan başka, bir penahım kalmadı. Onun için göğe baktım; onun adaletini, merhametini istedim ve bana acıyacağını bildiğim için sevindim, güldüm…” dedi.
“Senin elinden kime feryat edeyim? Senden yine sana şikâyetle adalet istiyorum.”
Çocuğun bu sözünden padişah müteessir oldu, gözleri doldu: “Benim ölmem böyle bir bigünahın kanının dökülmesinden evladır!” dedi. Çocuğu kucakladı, başını, gözünü öptü. Ona hadsiz hesapsız para, mal, mülk verdi, onu azat etti.
Bu hikâyeyi nakledenler derler ki padişah hemen o hafta içinde o dertten şifa buldu.
Nil Nehri’nin kenarında bir filci beyit söylüyordu. Henüz hatırımdadır, diyordu ki: Ayağının altındaki karıncanın hâlini anlamazsan, bilmiş olasın ki filin ayağı altında senin hâlin gibidir.
HikâyeAmr İbni Leys’in kölelerinden birisi kaçmıştı. Arkasından adamlar gittiler, tuttular, getirdiler; huzura çıkardılar.
Vezirlerden birisinin o köleye garezi vardı: “Padişahım, diğer kölelerin böyle bir harekette bulunmaması için bunun idamı lazımdır.” dedi.
Bu söz üzerine köle, başını yere koydu ve şöyle dedi:
“Padişahım, sen benim velinimetimsin. Hakkımda verilen hangi hükmü beğenirsen layıktır, razıyım. Kölenin ne diyeceği olur, söz efendisinindir.”
Köle söze devam ile dedi ki: “Yalnız şu kadar var ki bu hanedanı alişanın nimetiyle beslenmişim, istemem ki yarın kıyamette benim kanımdan dolayı size bir muaheze vaki olsun. Eğer bu kulunuzu öldürmek istiyorsanız şeri şerife tatbik ile öldürünüz, ta ki kıyamette muaheze olunmayasınız.”
Padişah sordu: “Katlinin şeri tatbik edilmesi nasıl olur?”
Köle dedi ki: “Müsaade buyurunuz ben şu veziri öldüreyim, katil olayım, o zaman kısas suretiyle katlimi ferman buyurursunuz ve hakkıyla öldürtmüş olursunuz.”
Padişah güldü, vezire hitap ile “Ne dersin?” dedi.
Vezir cevap verdi: “Padişahım muhterem pederinizin kabri şerifi sadakası için olsun şu haramzadeyi af buyurunuz, ta ki belaya sokmasın. Kabahat bendedir ki hükema sözlerini nazarı dikkate almadım.” Hükema şöyle demiştir:
“Kesek taş atanlarla cenk edecek olursan cehaletle kendi başını kırmış olursun. Düşmana karşı ok attığın zaman düşün ki sen de onun karşısına oturmuş hedeftesin.”
Zevzen padişahının bir hocası (defterdarı) vardı. Ahlakı güzel, değerli bir zat idi. Herkese tevazu ile hürmet ederdi. Kimseyi arkasından çekiştirmezdi.
Nasılsa bir hâli padişahın hoşuna gitmedi. Tekmil malını müsadere ettirdi. Kendisini de hapse atıp işkence edilmesini emretti.
Ona işkenceye memur olan çavuşlar vaktiyle ondan iyilikler gördükleri, teşekküre borçlu oldukları için kendisine eziyet, işkenceler değil; iyi muamele eder ve zorlamayı, itap etmeyi reva görmezlerdi.
Düşman ile sulh hâlinde bulunmak istersen o seni arkadan zemmettikçe sen onu yüzüne karşı takdir, tahsin et.
Fena dilli bir kimsenin sözü nihayet onun ağzından çıkar. Acı söz istemezsen onun ağzını tatlı yapmaya çalış.
Padişahın fermanı mucibince birçok işkenceye maruz olduktan sonra cezasının kalan kısmını da zindanda geçiriyordu.
O taraflardaki padişahlardan birisi o hoca hakkında mahremi bulunan bir kimseye mektup gönderdi. Mektubunda şöyle diyordu: “Oranın padişahı böyle büyük bir zatın kadrini bilmedi, ona hürmetsizlikte bulundu. Bu bize ağır geldi. Eğer hoca hazretleri (Tanrı onun sonunu hayretsin) bizim tarafa iltifat buyuracak olursa hatırına son derece riayet edilecektir ve bu memleketin büyükleri onu görmeye muhtaçtırlar. Mektubun cevabını muntazırız.”
Mektup gizlice hocaya verildi; hoca mektuba vâkıf olunca işin sonundaki vehameti düşündü. Münasip gördüğü veçhile kısa ve ele geçtiği zaman töhmeti mucip olmayacak bir cevap yazıp gönderdi.
Zevzen padişahının adamlarından birisi bu işi öğrendi; padişaha bildirdi ve “Hapsettirmiş olduğunuz filanca, etraftaki padişahlar ile mektuplaşıyor.” dedi.
Padişah kızdı ve bu işin meydana çıkarılması için emir verdi.
Mektup götüren kimseyi tuttular, mektubu okudular. Yazmış ki: “Büyüklerin hakkımdaki hüsnüzanları değerimden çok fazladır. O tarafa gidersem hüsnükabul ile şeref bulacağım yazılmış. Bunu kabul etmeye imkân yoktur; çünkü bu hanedanın nimetiyle beslenmişim. Azıcık infialden dolayı velinimete vefasızlık edemem.”
Hükema demiş ki: “Senin hakkında her zaman kerim olan bir kimse eğer ömründe bir kere sitem ederse mazur gör.”
Hocanın hakşinaslığını padişah beğendi, onu affetti; hilat giydirdi, paralar verdi ve “Hata ettim, senin gibi bigünahı incittim.” diye özür diledi.
Hoca şöyle dedi: “Padişahım, kulunuz da bu işte bir hata görmüyorum. Belki başıma böyle nahoş bir iş gelmesi takdiri ilahîde varmış. O işin sizin elinizde vukua gelmesi pek iyi oldu; çünkü üzerimde çok nimetiniz, lütfunuz, ihsanınız vardır, size minnettarım.”
Eğer halktan bir zarar erişirse incinme; çünkü halktan ne rahat erişir ne de mihnet erişir.
Düşmanın düşmanlığını, dostun dostluğunu Allah’tan bil; çünkü her ikisinin de kalbi Cenabıhakk’ın yed-i tasarrufundadır.
Atılan ok yaydan geçer; fakat akıllı insan oku yaydan bilmez; yayı tutan insandan bilir.
HikâyeArap meliklerinden birisi mukarreplerine der ki: “Filancanın aylığı her kaç ise iki kat yapınız; zira saraya devam ediyor ve fermana fevkalade riayetkârdır. Diğer hizmetkârlar ise eğlence ve oyun ile meşgul oluyor ve hizmette tembellik, gevşeklik gösteriyorlar.
Ariflerden bir zat bunu işitti ve coşup vecde geldi.
Sebebini sordular:
“Cenabıhakk’ın dergâhında kullanılan derecelerin artması da böyledir.” dedi.
Bir kimse padişahın hizmetine iki sabah devam ederse, üçüncüsünde padişah ona lütuf ile bakar.
İhlas ile ibadet edenler de Cenabıhakk’ın âsitânından elbette meyus dönmezler.
Büyüklük buyruk kabul etmektedir. Buyruk tutmamak mahrumluğun delilidir. Kimde doğruların siması varsa eşikten ayrılmaz hizmet eder.
Bir zalimi hikâye ederler ki fakirlerin odunlarını zulüm ile alır ve zenginlere cebren verirmiş.
Ariflerden bir zat o zalime tesadüf edip şöyle demiş:
“Sen bir yılansın, ki kimi görsen sokarsın, yahut baykuşsun, ki nerede otursan viran edersin.
Senin gücün bize yeterse gaybı bilen Cenabıhakk’a yetmez. Yer ehline cebretme ta ki göğe beddua akmasın.”
Zalim bu sözden incinmiş, suratını asmış. Ona iltifat etmemiş, böbürlenmiş.
Aradan çok geçmeden, bir gece o zalimin odun ambarı yanmış. Yalnız odunları değil konağı, nesi var nesi yok hepsi de yanmış. Zalim yumuşak döşekten kızgın külün üzerine düşmüş.
Tesadüfi olarak evvelce ona nasihat eden zat oradan geçerken ona rastlamış. Bakmış ki ahbaplarını, hempalarını toplamış onlarla hasbihâl ederek: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma nereden sıçradı.” diyormuş.
O zat: “Fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından.” demiş.
Yaralı gönüllerin tütününden sakın, çünkü gönül yarası nihayet tesir eder; elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye çalış, çünkü bir ah cihanı altüst eder.
Keyhüsrev’in tacında şu kıtanın mazmunu yazılıydı:
“Nice yıllar, nice uzun ömürler halk, yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir. Saltanat denilen şey elden ele bize kadar geldiği gibi böylece bizden sonra başkalarının ellerine de geçecektir.”
HikâyeBirisi pehlivanlıkta birincilik kazanmıştı.