
Полная версия
Cezmi
O devirde ateşli silahları en iyi kullanan Türklerdi. İran ordusu, Derviş Paşa ve hatta sonradan imdatlarına gelen Osman Paşa, Behram Paşa ve Ahmet Paşa tümenlerinin toplamından yine de yüzde yetmiş fazlaydı. Türklerin ellerindeki ateşli silahlar işlemez hâle gelince, İranlılar çoğunluklarına güvendiler; ordumuzla göğüs göğüse gelmekten çekinmediler.
Osman Paşa, Derviş Paşa’ya benzemezdi. Derviş Paşa, insan kıyafetinde bir aslansa, Osman Paşa da aslan saldırışında bir insan olduktan başka, askerlik ve savaş bilgileri bakımından zamanındaki komutanların hepsinden üstündü, iş kılıca dayandığı sırada dahi, elindeki kuvvetleri büyük bir ustalıkla kullanarak düşmanın çoğunluğunu hükümsüz bıraktı.
Öğleyin başlayıp güneş batıncaya kadar süren savaşta, Osman Paşa sanki bir yıldırım kesilmişti. Bizim için nerede bir tehlike belirse, hemen Hızır gibi oraya yetişiyor ve yalnız tehlikeyi önlemekle kalmıyor, orada galebe de sağlıyordu.
Derviş Paşa, öyle kendinden daha kıdemli, kendinden daha muktedir bir komutanın savaş alanına gelmesi üzerine, komutayı Özdemiroğlu’na bırakmış, yarasını tedavi ettirmek için bir çadıra çekilmişti. Bununla beraber, savaşın o faslında da düşmanın hücumlarına şiddetle karşı koyan ve düşman dayatmasına karşı en şiddetli hücumları yapan askerlerimiz, yine Derviş Paşa tümeninden sağ kalanlardı; onların en seçkini, en önde gideni yine Cezmi’ydi.
İki taraf askerlerinin birbirine iyice karıştığı, savaşın en çok kızıştığı sırada Cezmi, sol bacağından bir kargı yarası almış, fakat onun da acısına alışmış olduğundan, savaşı artık hiç mühimsememeye başlamıştı. Hele Derviş Paşa’yı o müthiş tehlikeden kurtarmaya muvaffak olduktan sonra, dövüşmeyi âdeta cirit oynamaktan daha kolay görecek kadar nefsine ve talihine güveni artmıştı.
Derviş Paşa çadıra çekilince, Cezmi de hemen, cesaretinin ganimeti olan şahbeğendiyi, atı vurulmuş bir çadır uşağına emanet ederek kendi küheylanına atladı, meydana atıldı ve savaşa katıldı. Gösterdiği bahadırlık ve ustalığa yalnız bizimkileri değil, karşı tarafın kahraman-sever kişilerini bile hayran bıraktı. Elindeki hamiyet kılıcı, buluttaki yıldırımlar gibi, düşman topluluklarının her birine çarptıkça şimşekler çaktırıyordu.
Sırası düştükçe at, silah kullanmakta öyle harikalar gösterdi ki, Osman Paşa gibi vazifesinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen, olanca dikkatiyle savaşı idare etmekte olan ciddi bir askeri bile, vakit vakit âdeta tertibatını unutturacak kadar hayranlıkla kendisini seyretmek zorunda bıraktı.
Güneş artık batmak üzereydi. İki tarafın askerleri son bir defa daha birbirine karıştı. Türklerin renk renk bayrakları, İran topluluklarından meydana gelen karaltılar içinde yer yer birçok eleğimsağma peyda etmiş gibi garip şekiller gösteriyordu.
İranlılar; hava iyice kararıncaya kadar bulundukları yerlerde ister istemez dayanmak zorunda kaldılar; nihayet karanlıktan faydalanarak tabana kuvvet kaçtılar. Savaş alanında beş bin kadar ölü ve yaralı ile bir o kadar da esir bıraktılar.39 Çadırlarını, silahlarını, katırlarını ve diğer savaş araçlarını galiplere terk ederek becerebildikleri kadar uzaklara kaçtılar. Ordularının kılıçtan arta kalmış perişan birliklerini bütün bütün dağılmaktan ancak bu suretle kurtarabildiler.
Osman Paşa, savaş alanından dönünce ilk işi Derviş Paşa’nın hatırını sormaya koşmak oldu. İki komutan, savaşa dair konuşmaya başladılar. Derviş Paşa, söz arasında bir münasebet düşürerek, Cezmi’nin kahramanlığını ve kendisini o müthiş tehlikeden nasıl kurtardığını anlatarak, bu gencin mükâfatlandırılmasını rica etti. Osman Paşa, bu sözlere karşı:
“Ben de bugün kula atlı bir sipahi gördüm, paşalarımızdan ziyade işe yaradı. İnşallah ikisini birden mükâfatlandırırız!” deyince, Derviş Paşa, ordu içinde kula atlı bir adam olarak kendisini kurtaranın da yine aynı sipahi olduğunu söyledi. İnsan kıymetini çok iyi bilen Özdemiroğlu:
“Öyleyse bu çocuk iki kat mükâfata layıktır.” diyerek Derviş Paşa’nın adamlarına Cezmi’yi hemen buldurarak kendi yanına göndermelerini sıkı sıkıya tembihledi ve çadırına döndü.
Cezmi’yi bulup komutanın yanına götürdüler. Koskoca Paşa, hemen yerinden kalktı ve öyle tek atlı bir sipahiyi:
“Gel oğlum!” hitabıyla kucaklayarak alnından öptü; taltiflere gark etti; başına kendi eliyle iki çelenk taktı,40 arkasına güzel bir hilat41 giydirdi; ayrıca beş yüz altın ile yine altın saplı bir kılıç ve zümrütlü bir hançer ihsan etti.
Paşa, bunlarla da yetinmeyerek, başka bir isteği olup olmadığını sorunca Cezmi:
“Paşamızın nusretinden,42 devletimizin devamından başka hiçbir ricam yoktur. Hem olsa bile söylemeye utanırım. Bendeniz İstanbul’dan bir kansız kılıç, bir soğuk tüfekle gelmiş, tek atlı bir sipahiyim. Savaşa yalnız bir kere girdim. Derviş Paşa’ya at yetiştirmek gibi ufacık bir hizmetle bu kadar ihsanlarınıza mazhar oldum ki, gerçekte bunların en küçüğüne bile layık değildim.” cevabını verdi.
Gerçekten de, Cezmi’nin yukarıda etraflıca belirttiğimiz ahlak ve emellerine göre, gözünde para, kılıç, hançer, hilat vs. gibi şeylerin o kadar önemi yoktu. Fakat kazandığı çelenkler, gölgesi kimin başına konarsa bir devlet tacına erişmekle meşhur olan devlet kuşu sahiden mevcut olsa da onun kanadından yapılmış olsaydı, ancak bu kadar sevinebilirdi.
Mamafih mükâfat bunlarla da kalmadı. Derviş Paşa ki, kahramanlığı kadar cömertliğiyle de dillere destandı; Cezmi’ye yarı mevcudunu vererek bol bol ihsanlarına gark etti. O zamanın iyi bir geleneğine uyarak öteki paşalar da birbirleriyle yarışırcasına, Cezmi’yi bol bol mükâfatlandırdılar; öyle ki, Cezmi, iki gün içinde orta hâllilikten zenginliğe yükseliverdi.
Bütün bunlardan başka, Osman Paşa, Cezmi’nin hâllerinden ve konuşmasından onun kültürlü bir genç olduğunu sezerek, kendisini sipahilikten müteferrikalığa43 nakletmiş; öyle hem kalemi hem kılıcı ile hizmete muktedir, her türlü eğitime ve ilerlemeye istidatlı bu eşi bulunmaz genci tamamen kendi yanına almıştı.
Cezmi de, Osman Paşa’nın maiyetinde feyz ve şöhret imkânlarını çok daha elverişli gördüğü için, bir yandan çok seviniyor, fakat bir yandan da kendi karakterine çok yakın bulduğu Derviş Paşa’dan ayrılacağına son derece üzülüyordu.
14
Yukarıda bahsettiğimiz askerî başarı, Gürcistan’da birçok reisin hükûmete itaati ve Ahıska’dan44 Tebriz’e45 kadar hemen bütün kalelerin zaptı veya kendiliklerinden teslimiyle sonuçlanmış, itaat altına alınmak sırası şimdi Şirvan’a46 gelmişti.
Ordu komutanı o niyetle orduyu harekete getirerek “Kınık” nehrine yakın münasip bir yerde açık ordugâha geçti.
Öte taraftan ise, Tokmak Han’ın tavsiyesi üzerine, Şah Muhammed Hüdâbende, Tebriz Hâkimi Emir Han’ı sınır boyundaki kuvvetlerinin umumuna komutan tayin etmiş, o da, maiyetine verilen Mogan47 Hâkimi Murad Han ve Nahcivan48 Hâkimi Şeref Han gibi yedi sekiz kişiyi de yanına alarak, Tokmak Han’la birleşmişti. Bu suretle sayıları yirmi bin kişiye yükselen İranlılar, “Kınık” nehrine dökülen çaylardan birini, “Koyungeçiti” adıyla anılan bir yerinden geçtiler; Türk ordusunun, ileri karakollarına sarkıntılık etmeye başladılar.
Ordu komutanı Mustafa Paşa, Emir Han’ın bu hareketlerine karşılık, yine Özdemiroğlu Osman Paşa’yı, ordunun, kınından sıyrılmış o keskin kılıcını sevk etti ve Halep Beylerbeyi Mehmet Paşa ile Zülkadiriye (Dulkadir) Beylerbeyi Mustafa Paşa’yı da maiyetine verdi.
Kısa bir müddet sonra iki tarafın kuvvetleri karşılaştı. Fakat bu defaki savaş, Çıldır Savaşı gibi değişik safhalar geçiren bir boğuşma değildi.
Savaşın başından sonuna kadar Türkler, hep hücumda, İranlılar ise savunmada ısrar ettiler. Şu kadar var ki, bizim aslanların bu defaki hücumları, Çıldır Savaşı’ndaki kahramanlıklarına eşit, İranlıların umutsuzca savunmaları ise o zamanki saldırılarından birkaç kat üstündü. Bununla beraber, Osman Paşa’nın eşsiz ustalığı ve askerlerimizin mertçe gayretleri, İranlıları yine sekiz saat içinde perişan etti. Hatta, can korkusu ve bozgun şaşkınlığı içinde bu defa “Koyungeçiti”ni de bulamadılar; Türk mermilerinden canlarını kurtarabilmek ümidi ile, alay alay nehre atılarak su ve ateş arasında mahvolup gittiler.
İran’ın bu ordusundan ancak yüzde beş asker ve bazı hanlarla artçılık görevi için nehrin öbür yakasında bırakılmış olan Emir Han tümeni kurtulabildi.
Cezmi, bu savaşın başlarında, Çıldır’dakinden daha fazla gayret göstermiş, birkaç İran alayının bozulmasına tek başına sebep olmuştu. Fakat, düşman ordusunda bozgun belirtileri baş gösterince, bayağı üzülmeye başladı. Çünkü kahramanlığı takdir etmek, her kahramanın şanından olduğu için Cezmi de İranlıların o kadar ümitsizce, fakat aynı zamanda o kadar da fedakârca dayandıklarını gördükçe, bayağı üzerlerine varmaya kıyamaz olmuştu. Hatta yağmacı takımından, en büyük marifet ve cüretleri düşkünü ezmek olan birtakım reziller, düşman bozulduktan sonra nehrin kenarına inmişler; bela dalgaları arasında yuvarlanan ve canlarıyla uğraşan zavallılara ateş ederek vücutlarında nişan talimi yapmaya ve eğlenmeye başlamışlardı.
Cezmi, bu alçaklığı görünce aklı başından gitti, atını hemen üzerlerine sürdü:
“Zaten canlarıyla uğraşan bu zavallılardan ne istersiniz? Ecelden de mi merhametsizsiniz? Azrail’le yarışa mı çıktınız? Kaçanı boğmak, can çekişeni öldürmek insanın şanına yakışır mı? Hepiniz defolun bakayım!” diye bağırıp çağırarak hepsini azarladı.
Kendisini Osman Paşa’nın ne kadar çok sevdiğini, herkes gibi onlar da gayet iyi bilirlerdi. Bu yüzden başlarına gelebilecek belayı anladıkları için hiç ses çıkarmadılar ve defolup gittiler.
15
Cezmi, bu haşeratı kovduktan sonra çadırına dönmek üzereydi ki, yanı başında, nehrin içinde, imdat ister yollu iki el ve arkasından bir de baş gördü. Başın görülebilen kısmı, suların içinde çeneye kadar yükseldi, sonra birden yine sulara gömüldü ve gözden kayboldu.
Cezmi, bu zavallının henüz yaşamakta olduğunu anlamıştı. O gün ise, vicdanının görünmez derinliklerinde beliren bir garip değişiklik ile bir can kurtarmayı, bir düşman ordusunu mahvetmekten daha büyük bir fazilet sayıyordu. Mümkün olduğu kadar soyundu ve hiç düşünmeden sulara atıldı; biraz önce gördüğü vücudun tekrar su yüzüne çıkmasını bekledi.
Aradan bir iki dakika geçince, deminki eller, bu defa kırk elli adım uzaktan yine görünmeye başladı. Cezmi hemen o tarafa doğru yüzerek, yakalamaya koştuysa da boğulmak üzere olan bu zavallının göründüğü yer akıntı üzerinde olduğundan, imdada yetişmek bir türlü mümkün olamadı. Gördüğü iki kol, dirseklerine kadar meydana çıkar çıkmaz, yine batmaya başladı. Cezmi, yüzerek yanına vardığı zaman, herif büsbütün kaybolmuştu. Cezmi’nin ise –canı pahasına da olsa– azminden dönmek, şanından değildi. Biraz bekledi; adamcağızın bir daha meydana çıkmadığını görünce, kendisi nehre daldı ve araştırmaya başladı. Birkaç saniye geçer geçmez kolunu yakaladı, herifi suyun yüzüne çıkardı.
İkisi birlikte suların yüzüne çıktıktan sonra, kendisine sarılmamasını ve yalnız eteğinden tutarak kendini takip etmesini sıkı sıkı tembihledi; sarıldığı takdirde ikisinin de boğulacağını anlattı. Fakat zavallı adam, can korkusu ile, bu sözlerin belki manasını bile anlamamıştı. Cezmi’nin iki kolunu kendi kolları arasına alarak vücuduna öyle sımsıkı sarıldı ki, hareketine meydan bırakmadı.
Cezmi, bir yandan sadece ayaklarıyla yüzmeye, bir yandan da tutulduğu bu zorlu beladan kurtulmaya var kuvvetiyle çalıştı. Fakat ne mümkün? Herif bütün kuvvetini kollarına toplamış, güya canını kurtarmaya çalışıyordu. İkisinin de boğulmak üzere olduğundan haberi bile yoktu. Elleri birbirine kilitlenmiş, sinirlerinin her biri sanki bir zincir kesilmişti. Cezmi’nin bütün çabaları faydasız kaldı.
Böylece on, on beş dakika kadar suyun yüzünde uğraştıktan sonra, ikisinin de takati kesildi. Nehrin dibine doğru inmeye başladılar.
Hayatını kurtarmaya çalıştığı adam, kendisi için âdeta bir kaza eceli şekline girmişti. Biçare Cezmi, savaşlarda bu kadar ateşlerden, kılıçlardan kurtulduktan sonra, kendi isteğiyle bir iyilik yapayım derken, şimdi bu genç yaşta boğulup gitmek, pisi pisine ölmek üzereydi. Derin bir ümitsizliğe kapılmıştı. Kollarına söz geçirebilse, birkaç dakika önce, nehirde boğulmaktan kurtarmaya çalıştığı adamı, şimdi kendi elleriyle boğmak isteyeceği muhakkaktı.
Nihayet nehrin pek de derin olmayan dibine varmışlardı. Son kalan kuvvetini topladı; takatten büsbütün kesilmeye başlayan herifi şiddetle silkerek bir tarafa itti; sonra ayaklarını hızla yere vurarak suyun yüzüne çıktı. Cezmi kıyıya doğru yüzmeye uğraşırken herif yine suyun yüzüne çıkmaya başlamıştı. Fakat, bu çıkış, diriden ziyade, bir ölünün çıkışına benziyordu. Zavallının zerre kadar takati kalmamıştı. Bu durum karşısında Cezmi’nin yine merhamet damarları kabardı; çektiği bu kadar sıkıntının, atlattığı bu kadar tehlikenin boşa gitmesine gönlü bir türlü razı olmuyordu. Yine herifin imdadına koştu. Adam baygın bir durumdaydı. Belindeki kuşağa el attı.
Vücuduna bir canlının eli değivermekle, herifin biraz önce tükenmiş gibi görünen hayat kuvveti yine şiddetle harekete geldi. Bu sefer evvelkinden daha berbat bir şekilde Cezmi’ye sımsıkı sarıldı. Birkaç dakika önce atlattığı tehlike, şimdi daha korkunç ve giderilmesi imkânsız olarak yeniden baş göstermişti.
Mevsim her ne kadar yaz ortaları ise de, civardaki yüksek dağların karları, buzları daha yeni çözülmeye başladığı gibi, havalar da fazlaca yağmurlu olduğu için, nehirde o gün gözle görülebilir bir taşkınlık vardı.
Bu ikinci tehlike belirdiği sırada, seller, bela tufanı hâlinde coşup taşıyordu. Cezmi’nin hâli evvelkinden daha tehlikeli, daha bitikti.
Savaş alanının güneybatısından kuzeydoğusuna doğru akıp gitmekte olan nehrin geçtiği yerler, pek ziyade arızalı olduğundan, takip ettiği akış yolu yılankavi bir şekilde, yirmi yirmi beş adım aralıklı girinti ve çıkıntılarla uzayıp gidiyordu.
Sanki musibet selleri coşmuş da dağları, kırları, içlerinde bulunan bitkiler ve hayvanlarla birlikte yerlerinden sökmüş sürüklüyor gibi, bu coşkun suların üzerinden binlerce sökülmüş ağaç, telef olmuş hayvan leşi yuvarlanıyordu.
Cezmi, zaten vücuduna sarılmış olan beladan kurtulmaya bile çare bulamazken, şimdi üstelik bir de sellerin sürüklediği ağaç dalları ve hayvan leşleri karşı durulmaz bir şiddetle sağdan, soldan üzerine hücum ediyordu. Zavallı genç, kurtuluştan artık büsbütün umudunu kesmişti. Bir yandan herif, avına sarılmış ejderha gibi Cezmi’yi baskısı altında ezip dururken, bir yandan da kâh bir ağacın dalları, kâh bir leşin ayakları iki zavallıyı birden sarıyordu. Nehrin birkaç dakikada bir yön değiştiren şiddetli akıntıları –kemiklerini kırarcasınabir girintiden öbür çıkıntıya çarpıyor, bu çarpmalarla vücudunda başlayan dayanılmaz acılar da takatini büsbütün kesiyordu.
Suların akıntısıyla öteye beriye çarptıkça, sahildeki kaya parçaları, ağaç kökleri, vücudunda yaralar açıyor, bu yaralardan akan kanlar pıhtılaşarak, nehrin teşkil ettiği ufak tefek girdaplar üzerinde eğile büküle korkunç şekiller meydana getiriyor ve sanki zavallının her tarafına kara yılanlar yapışmış sanılıyordu.
Kırk kırk beş dakikadan beri su içinde bulunan vücudu, yorgunluktan ve can acısından başka, esmekte olan şiddetli rüzgârın tesiriyle iyice üşümüştü; sanki damarlarındaki kan, yavaş yavaş donuyor; vücudunun harareti gittikçe düşüyordu.
Üst üste başına gelen bu belalar içinde Cezmi’nin artık uğraşmaya hiç takati kalmamıştı; kurtarmak istediği adamın ağırlığı üstün gelerek ikisi birden yine aşağı doğru inmeye başladılar.
Nehrin o kısmı, evvelce battıkları yerden birkaç kat daha derindi. Cezmi’nin takatsizliğine şimdi bir de şaşkınlık eklenmişti; çok iyi bir yüzücü olduğu hâlde, şimdi kolunu oynatmayı bile düşünemiyordu. Ezici bir kuvvet kendilerini cehenneme doğru çekip götürüyormuş gibi, aşağıya doğru iniyorlardı. Nihayet donmuş birer cisim hâlinde kendilerini nehrin dibinde buldular. O sırada herife bir uyuşukluk gelmiş, Cezmi’ye sımsıkı sarılan kolları çözülmüştü. Şimdi kendisine sol eliyle tutunuyordu.
Cezmi, bu suretle kollarını serbest görünce, birdenbire ümitlendi; aklı başına, kuvveti yerine geldi; su altında kalmış bir hava kabarcığı gibi hızla yükseldi. Sol eli Cezmi’nin gömleğinden ayrılmayan İranlı da kendisiyle beraberdi. Çıktıkları yer sahile pek yakındı. Nehrin o kısmında hayvan leşi, ağaç döküntüsü falan gibi engeller de yoktu. Cezmi, son bir gayretle yüzmeye başladı. Yolunda canını Azrail’in pençesine kaptırarak saatlerce mücadele ettiği İranlı ile birlikte, birkaç dakika sonra kıyıdaydılar.
Kim bilir kaç saatten beri o bela selleri içinde yuvarlanan herif, iyice kendinden geçmiş, Cezmi’nin de uğradığı meşakkatler yüzünden vücudunu kımıldatacak hâli kalmamıştı. Bununla beraber, öyle çıplak ve ıslak bir durumda dinlenmeye kalkışmak, ölümü davet etmek demekti. Onun için Cezmi, orada düşmanın başıboş terk ettiği hayvanlardan birini yakaladı; hastayı onun üzerine sardı; kendisi de atına bindi; beraberce orduya döndüler.
Cezmi, çadırına gelince, hemen bir hekim getirtti. Gereken sağlık tedbirleri alındı. Kendisi çektiği sıkıntılardan ve bilhassa vücudundaki berelerden âdeta hasta olduğu hâlde, yine de hizmetçi gibi herifin etrafında pervane oluyordu.
Hasta İranlı pek güzel bakıldığı için, birkaç günde iyileşti. Cezmi’nin rahatsızlığı ise yedi sekiz saatlik bir uykudan sonra tamamen geçmiş ve hastası iyileşinceye kadar vücudundaki bereler de kapanmaya yüz tutmuştu.
Cezmi’nin bu herif yüzünden uğradığı sıkıntıların maalesef sonu gelmemişti. Herifin iyileşmesinden iki gün sonraydı ki, Kınık Savaşı’nda esir edilen ve karargâhtaki sayıları pek az olan İranlı esirler bir gece kaçmaya kalkmışlar ve ellerine geçirebildikleri silahlarla birkaç askerimizi de öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Osman Paşa çok sinirlenmiş ve o zamanın kötü âdetlerine uyarak bütün esirlerin idamını emretmişti.
Cezmi, bir dostunun yanından çadırına dönmek üzereydi ki, ölümlerden kurtardığı talihsiz misafirinin üzerine birkaç kişinin hücum ederek, ellerini bağladıklarını ve boynunu vurmak üzere yere çökertmiş olduklarını gördü.
Cezmi, bu adamı canı pahasına kurtarmıştı. Bundan başka, ecelin pençesinden kurtardığı bir adamı cellat eline teslim etmek, onun mert karakterine uyacak şeylerden değildi. Hemen cellatlara yaklaşarak bu zavallıdan ne istediklerini sordu. Onlar da, esirlerin idamı için komutan tarafından emir verildiğini söylediler. Bunun üzerine Cezmi:
“O, esir değildir, benim adamımdır.” diyerek yarı tatlılıkla, yarı zorla herifi cellatların elinden aldı.
İş bu kadarla kalsa, belki pek önemli olmayabilirdi. Fakat böyle bir mertlik örneği karşısında ona uymamak, Türk yiğitliğinin şanından olmadığı için, askerler arasında kendine güvenenler, Cezmi’nin, düşkünü korumak hususundaki bu cüretinden cesaretlendiler; yalnız kendi esirlerini değil, eş ve dostlarının esirlerini de kurtarmakta âdeta merhamet yarışına giriştiler.
Osman Paşa, zamanın diğer vezirlerine nispetle pek insaflı ve haksever bir zat olduktan başka, gayretli ve yürekli insanları da pek sevdiği ve takdir ettiği için, bu yoldaki şefaat ve ricaları bol bol yerine getiriyor; verdiği kesin emre rağmen, esirlerin idamdan kurtarılmalarına göz yumuyordu. Fakat iş yavaş yavaş çığırından çıkmaya başlamıştı.
Osman Paşa’nın insanlık yönü yanında bir de komutanlık yönü vardı, işgal ettiği mevkinin haysiyetine çok düşkün olan bu ciddi ve mert asker, devlet otoritesinin kırılmasına, hatta zedelenmesine asla tahammül edemezdi. Bilhassa güvendiği, sevdiği insanlar, emirlerine aykırı davranışta bulundukları zaman, bu davranışların paşa üzerindeki tepkisi çok şiddetli olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, paşanın yakın adamı olmasına güvenerek Cezmi’nin esir kurtarmakta gösterdiği cüret komutanı son derece hiddetlendirdi.
Osman Paşa çok sinirli bir insan olmasına rağmen, öyle pek olur olmaz şeylere öfkelenmezdi. Cezmi’nin bu davranışı yüzünden, verdiği emirlerin yerine getirilmediğini haber alınca, baştan aşağı kızgınlık kesildi; yüzünü kara bir bulut kapladı. Cezmi’yi, nerede olursa olsun, derhâl bulup huzuruna getirmeleri için arka arkaya birkaç adam gönderdi. Paşanın takındığı tavır çok müthişti. Kızgınlık dolu bir sükût içinde susuyordu. Yanında bulunan diğer komutanlar ve yüksek rütbeli devlet adamları, göz ucu ile yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyorlardı.
Osman Paşa da gerçi bir beylerbeyiydi; orada hazır bulunan paşaların çoğu da akranıydılar. Fakat işgal ettiği mevki, bütün rütbelerin üstünde olduktan başka, Özdemiroğlu’nun memleket çapında bir ismi ve kendine mahsus ayrı bir otoritesi vardı.
Cezmi, bu suretle sıkı sıkı arandığını ve bilhassa aramaya memur adamların cellatlık hizmetinde kullanılan takımdan olduklarını görünce, başına gelecek tehlikenin önemini pek çabuk takdir etti.
Bununla beraber, paşanın lütfuna olan itimadı yine büsbütün kaybolmadı. Zaten böyle bir itimat olmasa bile, kendisi korkunun ne olduğunu bilen takımından değildi. Zerre kadar heyecanlanmaksızın ve telaşa kapılmaksızın komutanın huzuruna çıktı.
Osman Paşa, Cezmi’yi görünce hiddeti bir kat daha arttı. Ağzından alev püskürür gibi şiddetli, yıldırım patlar gibi gümbürtülü bir sesle:
“Sen herhâlde casussun ki, verilen emirlere karşı geliyor, milletin ordusunu fesada veriyorsun!” diye bağırdı.
Hazır bulunanlar, birden sonucu kavrayamayarak paşanın ağzından “Kaldırın! öldürün” gibi bir emir çıkacak diye korktular. Buna meydan vermemek düşüncesiyle, Cezmi’nin affı için, birbiri ardınca ricaya, şefaate başladılar.
Özdemiroğlu’nun huyunu suyunu hepsi gayet iyi bildiklerinden, yalvarış yollu bir söz söyledikçe arkasından, paşayı yumuşatmak için Cezmi’nin hizmetlerini sayıp döküyorlardı.
Yalvarmalar tesirini göstermiş, paşa biraz sakinleşmişti.
“Bu defalık size bağışladım, esirlerin idamına da kendisini memur ettim; gitsin, vazifesini yapsın.” emrini verdi.
Cezmi, hayatı pahasına da olsa, kimseye eyvallah edecek insanlardan değildi. Herkesin susmasından faydalanarak söze başladı, önce Şair Zade’nin:
Teenniden etme sakın içtinapUmûr-u siyasette kılma şitapKi bir demde berhûna vardır mecalVeli mürdeyi zinde etmek muhal 49beyitlerini okudu; arkasından da herifi sudan nasıl kurtardığını tesirli, gayet şairane bir eda ile etraflıca anlattıktan sonra:
“Hayatımı tehlikeye koyup da bir can kurtardığım için beni idam etmek, insanlığa ve mertliğe yakışırsa ona da razıyım; fakat esir öldürmek elimden gelmez. Ben askerim, cellat değilim.” diyerek sözünü bitirdi.
Osman Paşa, olayı dinledikçe derece derece yumuşuyor; kalbindeki iyi duygular, öfke ve şiddetini yavaş yavaş eritiyordu. Fakat zaaf göstermemek, komutanlık haysiyetine halel vermemek için istifini hiç bozmadı:
“Bir düşman kurtarmak için canını bu kadar tehlikelere atmakta ne mana vardı? Onların bize yaptıklarını bilmiyor musun?” diye Cezmi’yi azarlamaya kalkıştı.
Cezmi ise, işin o cihetini hiç düşünmemiş olduğu için, birden cevap veremedi. Alelacele bulup verebildiği cevap:
“Kurtardığım adam, Şii50 değil, Sünni’dir.51 Kendi adı Pertev, fakat babasının adı Ömer,52 kız kardeşinin adı da Ayşe’dir. Arkasında Şirvan esvabı gördüğüm için imdadına koşmuştum.” sözlerinden ibaret kaldı.
Bu sözlerin birçok yeri gerçeğe uygundu; yalnız bir iki yeri doğru değildi. Gerçi herifin babasının adı Ömer, kız kardeşinin adı da Ayşe’ydi ve her ikisi de Sünni idi. Fakat Pertev, İranlı Şii bir cariye (odalık)den doğmuş ve büyüdüğü zaman annesinin mezhebini seçmişti. Fakat bu gerçeği Cezmi de bilmiyordu. Konuşmasının Pertev’le ilgili kısmı, onun üzerinde Şirvan elbisesi görmek meselesinden ibaretti. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Cezmi nehre atıldığı zaman herifin kollarıyla başının bir kısmından başka bir yerini görmemiş ve bittabi cinsiyetini, milliyetini fark edememişti.
Osman Paşa, bu izahat üzerine Pertev’in idamından vazgeçti. Cezmi’nin fedakârlığı paşaların ne derece takdirini çektiyse, bu fedakârlığın sonucu olan başarısı da o derece gıptalarını davet etti. İçlerinden Halep Beylerbeyi Mehmet Paşa, sevap ortağı olma gayretiyle söze başladı:
“Diğer esirler arasında da Sünni bulunmak ihtimali vardır. Bundan başka, Sünni olmayanların hepsinin isyana katıldıkları da sabit değildir. ‘Affetmek zaferin zekâtı’ olduğuna göre, onlar da af buyrulsa daha münasip olmaz mı?” dedi.
Osman Paşa da:
“Allah cezasını versin, Cezmi zaten hem bu işteki tutumu hem de buradaki sözleriyle emrimizin yerine getirilmesini engelledi. Bundan böyle kimse idam edilmesin.” cevabını verdi.
Böylece, Cezmi’nin başladığı ve Mehmet Paşa’nın da tamamladığı insanca aracılık sayesinde, iki bin kadar zavallı, cellat elinden kurtulmuş oldu.
Başta Osman Paşa olmak üzere, kahraman askerlerimizin gayretiyle kazanılan Çıldır Savaşı, Gürcistan’ın istilasına başlangıç olduğu gibi, Kınık Savaşı da bütün Şirvan mülkünün Türk topraklarına katılmasını sağlamıştı. Bu başarı üzerine Özdemiroğlu’na vezirlik rütbesi verildi; Şirvan askerî valiliğine ve komutanlığına tayin edildi.