bannerbanner
İhtiyar Çilingir
İhtiyar Çilingir

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

“Hemşehrim, burada yatan zat kimdir?”

“Arpacı hazretleri.”

Herhâlde ermiş bir zat olacaktı. Durdu, ellerini kaldırdı, Fatiha’sını okudu. Sonra tekrar hemşehrisine sokularak:

“Bunlar nedir ki?” diye sordu.

“Muz hemşehrim, ne niyetine yersen o olur derler.”

“Tatlı mıdır ki? Hemşehrim, Eyüpsultan vapuruna nereden gideceğiz?”

Ona anlattılar.

Bir lahzacık bulunduğu yerden tekrar gürültüye atıldı. Fakat tatlıcı dükkânlarının kaymakları görülen baklavaları, sarığıburmaları, dönen kebapları ona gülüyor “Gel bana bak, gel bana bak.” diyordu.

Kulaklarını dolduran, gözlerini kamaştıran, ağzını sulandıran bütün bu şeyler arasında yürüyemiyor; itiyorlar, kakıyorlar. Zavallı, gözleriyle görüp sürüklendiği, kulaklarıyla işitip kaçtığı, sakındığı bu şeyler arasında oradan oraya sallanıp duruyor ve ancak pek yavaş adımlarla ilerleyebiliyordu.

Orada, biraz kuytu gelen bir dükkânın önünde, bir sarrafın camının yanında durdu. Orada parlayan birkaç altına derin derin baktı, sonra gözlerini yanındaki oyuncaklara, para keselerine, cep defterlerine çevirdi. Anlayamadığı binlerce ufak tefek içinden gözlerini ayıramıyordu.

Yanına birisi sokulmuştu.

“Vapur ister mi? Samsun, Trabzon, Bartın’a, Sinop’a, Akdeniz’e, Karadeniz’e…”

Bu adam sayarken onun aklına memleket geldi. Ellerini şalvarının ceplerine sokarak gözleri karşıdaki kebapçının dükkânına dalmış, memleketini düşündü. Derin bir soluk göğsünü şişirmişti. Gurbette memleket ne tatlıdır… Bir dakikacık düşündü, acaba memlekete gidebilecek miyim?..

“Hemşehrim, Afyonkarahisar’a gitmez mi? Ben oradan köye yayan giderim.”

İlk önce ona söyleyen de şaşmıştı, acaba gider mi? Sonra, ona güldüler.

Orada, bir dükkânın camı içinde süslü kadınlar, erkekler, çocuklar duruyordu. Bunlara derin derin baktı fakat vakit yok. Bir dakika arkasından koşup gelenler çarpıyor, itiyor, geçip gidiyor.

“İhtiyar yol ver!”

“Şöyle dur arkadaş!”

Bir yandan araba “Destur!”, karşıdan gelen başka bir arabacı, dizginlere asılmış, “Sakallı, sakallı!” diye bağırıyor; tramvay düdüğünü çalıyor, “Varda destur!”

Bir arabanın okundan kendini dar kurtararak karşıya geçti, gazetecilerin içine doğru gitti, orada soracaktı.

“Eyüpsultan’a…”

“İhtiyar ya dur, ya git!”

Yerde kaldırım taşları sökülmüş, kaldırılmış, demirler uzatılmış. Bir yana bir tepe yığılmış. Bunların arasında, beygirsiz bir araba titreyerek, sarsılarak geziyor; borusunu öttürüyordu. Yılgın gözlerle bunlara baktı ve köşedeki tütüncüye soracak oldu:

“Eyüpsultan vapuruna…” Ensesinden uzanan bir el para veriyor, bu taraftan bir ses kulağına “Tercüman!” diye bağırıyordu. Bir aralık sorabildi. Bir ihtiyar adam ona parmağıyla Köprü’nün ağzını göstermişti.

“Baba yol ver, destur.”

Ayağı bir demire takıldı, düşecekti. Oraya birikmiş sulara basarak çamurları etrafa saçtı…

“Önüne baksana be adam!”

Çamurlar, taşlar arasında yuvarlanarak, insanlara çarparak şaşırmış, yorgun, destan satan çocukları göğüsleyerek Köprü’nün kenarına kadar sokulmuştu; artık geçecek, Eyüpsultan vapuru elbette orada bulunacak.

Birdenbire göğsüne dayandılar:

“Para!” dediler. “Para!”

“Ne parası?”

“Köprü parası.”

Anlamadı, etrafına baktı, birinden sormak istiyordu. Birini görse biri onun yüzüne baksa soracaktı.

“Hemşehrim, benden para istiyorlar!” diyecekti.

“Haydi düşünme, bak herkes verip geçiyor.” dediler.

Doğru, herkes parasını verip geçiyor.

“Kaç para? Ben fukarayım.” dedi.

Uzun uzun aradı. Derin yerlerden zavallı boş kesesini bulup çıkardı. Onun bütün parası bunun içindeydi. Bir-iki mecidiyenin,28 beş-on çeyreğin arasına sıkışmış bir onluğu ararken arkadan bir araba geliyordu. Birisi ondan kaçmak için geldi; bu zavallıya, bu zavallı Eyüpsultan yolcusuna çarptı. Paraları döküldü. Şaşırmış, kızmıştı fakat bağıracak, darılacak kimse yok, herkes geçip gidiyor. Bir saattir içinde yuvarlandığı bu sokağın verdiği tecrübeyle hemen atıldı, paralarını topladı ve onluğu verdi geçti.

Şimdi gözleriyle Köprü üstünde biraz boş, biraz tenha bir taraf aradı. Arkasını Köprü’nün parmaklığına dayayarak avucunda tuttuğu paralarını saydı. Şükür ki tamam…

Orada, iki sal arasında balık tutanları derin derin seyreden bir ihtiyar efendiye yaklaşıp ondan Eyüpsultan vapurunun yerini, yolunu güzelce öğrendikten, inandıktan sonra parmağıyla Balık Pazarı’ndan, Yeni Cami’den, Bahçekapı’dan, rıhtım tarafından, Köprü’den dökülüp gelen halkın kaynaştığı yeri göstererek sordu:

“Efendi, burası nire?”

“Hürriyet Meydanı.” dediler.

Kendi kendisine mırıldanarak “Aman anam!” dedi. “Hele ki kurtulduk.”

1913

ALTINBALIKLARI 29

Akşamın solgun renklerini doya doya içmek için insana tatlı bir istek veren çiçek kokularıyla ot kokularını getiren serin havası, senin ara sıra sebepsizce bulutlanan, mahzunlaşan taze gönlüne bir neşe, bir sevinç vermişti. Kolumda, pek zayıf dayanarak, asılarak yürüyor ve taze sesinle yapraklar arasında öten küçük kuşlar gibi söylenerek beni cevabını yetiştiremediğim sualler içinde bırakıyordun.

“Bak, bu çan seslerini işitiyor musun? Ne kadar derinden geliyor. Hâlbuki, ihtimal şurada şu hendek arkasından, görünmeyen bir koyun sürüsünden geliyor, değil mi? İnsan sanacak ki karşıki dağlardan geliyor. İşitiyor musun? Bu nazik ve ince kokuyu duyuyor musun? İnsan göğsünü bu kokulu taze, serin havayla doldurdukça yaşadığını anlıyor, değil mi? Söyle, sen bunları duyuyor musun? Bu güzel kırları, bak, güneş ne solgun ne gizli renklere boyamış değil mi?” diye soruyordun.

Ben senin yanında, senin kolunda ömrümün ağırlığını duymayarak, tatlı rüya görür gibi bu güzel mayıs akşamının bütün inceliğini emerek, uzunca bir yol yürüyenler gibi biraz yorgun, sana gülüyor ve cevap vermiyordum.

Bir zaman geldi ki benim bu yorgunluğum, bu hâlim sanki sana da geçti; yavaş yavaş gülen, söyleyen, kıpırdayan kırmızı dudakların soldu. Sessizce yanımda yürümeye başladın. Taze çimenlerin üstünde sürünüp yükselmiş otlara, açılmış çiçeklere baş eğdiren eteklerin, bizim sessiz dalgınlığımıza tatlı bir ninni gibi arkamızdan hafif bir hışırtı bırakıyordu.

Ömrümün en tatlı saatlerini yaşadığımı düşünüyordum. Sen, bilmem ne rüyalar içindeydin, ara sıra yüzüme bakmayarak bana bir sual soruyordun:

“Bu gelen köylüyü tanıyor musun? Ne korkunç adam.” diyordun.

Yahut:

“Biraz şurada durur musun, azıcık derenin bu durgun sularına bakalım.” diye beni kolumdan çekiyordun.

Ben, senin her emrine baş eğmekle bahtiyar, her söylediğini dinliyor; itaat ediyordum. Bir aralık:

“Artık yoruldum.” dedin. “Biraz oturalım.”

Derenin geniş bir yerindeydik. Yere yaydığım paltonun üstüne oturduk. Gözlerin ta uzaklara, erguvan dağlara çevrilmiş; ellerinle yanındaki otları okşuyordun.

Orada, derenin durgun, parlak yüzüne uzun sazlar başlarını indirmişlerdi. Bu sık sazlığın gölgesinden kurtulan yerlerde, derenin sakin suları, buğulanmış bir gümüş rengiyle görünüyordu.

Arkamızda güneş yavaş yavaş soluyor, gittikçe bütün ova daha kızıl bir renkle parlıyor; uzakta bir sürü inek, köyüne yavaş yavaş dönüyor, ot orağından dönen birkaç köylü, omuzlarında uzun tırpanlarıyla geçiyorlardı.

Derenin oturduğumuz yerden görünmeyen bir tarafında, serpmeyle30 derede avlanan bir adamın zaman zaman ağını derenin durgun sularına attığı işitiliyordu.

Sen, ilkin bunu duymuyor gibiydin. Sonra o ses yaklaştıkça dikkat ettin.

“Bu nedir? İşitiyor musun?”

“Bir serpmenin sesidir, sevdiğim.”

“Balık tutuyor değil mi? Ne kadar güzel!”

Birden yüzündeki düşünce bulutu uçtu. Ayağa kalkarak gözlerinle derenin eğrilen, kıvrılan yerlerinde avcıyı aradın.

“Ne olur biz de görsek.”

Beraber avcıyı görmek için yürüdük. Üstü başı yırtık, bütün gövdesini örten paçavralar ıslanmış, ihtiyar fakat dinç bir ortakçı, serpmenin uzun ipini koluna bağlamış, ucunda kurşunları sallanan ağını iki eline ayırıyor, bir kenarını dişleriyle tutuyor, derenin kenarında sazlar içinde yürüyerek avının yerini arıyordu.

Bizi görünce serpmenin kenarını dişlerinden bırakarak selamladı. Bir-iki adım daha yaklaştıktan sonra, kendince münasip bir yer bulmuş olmalıdır ki dereye sokuldu ve kuru, ihtiyar vücudu gerilerek serpmesini fırlattı. Elindeyken karışık bir iplik torbası hâlinde duran ağ, havada ilk önce yassı, sonra suya düşerken tam değirmi olarak hafif bir fısıltıyla uçtu. Suların durgun yeşil yüzünde hareli bir dalga bırakarak, iliştiği sazları yatırarak suyun dibine çöktü.

Gözlerin dikkatle açılmış, o mahzun hâlin geçmişti. Orada kolumu bırakmış, benden bir adım önde, bütün kuvvetinle onu seyrediyordun.

Avcı, elinde ipi silkeleyerek hafif, sanki balıklarını ürkütmek istemiyormuş gibi yavaş yavaş ağını çekiyordu. Bu ağdan ufak, iki-üç balık çıktı.

İhtiyar onları torbasına indirdikten, serpmeye ilişen yosun parçalarını temizledikten sonra, tekrar işine başlamıştı. İkinci ağ suya düşerken bana dönerek:

“Bu senin kısmetin.” dedi.

Onu bu sefer, ben de büyük bir dikkatle seyretmiş ve kısmetimi beklemiştim. Fakat ne kadar yazık ki bu ağ boş çıktı. İtiraf edeyim ki kalbimde bir acılık duydum sevdiğim; boş bir ağ, herhâlde iyi bir şey değildi. Fakat sana bundan bir şey hissettirmek de istemedim.

Balıkçıyla beraber biz de dere boyunda yürüdük. Üçüncü veyahut dördüncü ağ atılacakken ihtiyar köylü bana dönerek:

“Bu da hanımın kısmetine.” dedi.

Sen, birden bütün o genç ve neşeli hâlinle ona cevap vererek:

“Yok.” dedin. “Ben kendi ağımı kendim atmak isterim.” Ve bir lahzada yanına sokularak elinden serpmeyi alıverdin.

“Yorulursun, ıslanırsın, mümkün değil, bu kadar kurşun havada kolayca uçar mı?” diye, sana mâni olmak istiyordum. Bir yandan da köylü gülerek:

“Atamayacaksın, kolay değildir.” diyordu.

“Hayır, hayır bırakınız kendi kısmetimi deneyeceğim.” diye çırpınıyordun. Seni bir arzundan menetmek, benim için ne güç şeydi.

O köylü gibi kirli ipin bir ucunu koluna bağladın, başörtünü sıkıca boynuna sardın ve itiraf edeyim ki herhâlde birçok defa serpme atmış, serpmeyle avlanmış bir avcı gibi ağı bir kolunun üstünde toplamaya başladın. Derenin çamurlu suları üstüne damlıyor, kollarını ıslatıyordu. Büyük ciddiyetle gördüm ki hiç iğrenmeyerek derenin kumuna, çamuruna sürünen bu serpmenin bir ucunu inci dişlerinle tutuyordun. Büyük hırs, bir arzu seni şaşırtmış, çıldırtmıştı.

Yoldan geçen üç-dört kadın durdular, seni seyre koyuldular. Umulmaz bir kuvvetle dereye doğru yaklaşarak ağını fırlattığını gördüm. Fakat bu birinci serpmede muvaffak olamamıştın. İhtiyar köylü yavaş yavaş gülüyordu.

“Yok bu olmadı, bir daha.”

Köylü kadınlar, senin muvaffakiyetsizliğine gülüyorlardı. Bu, beni de biraz kızdırmış gibiydi.

Kızaran yüzün, biraz dağılan saçların, parlayan ela gözlerin gönlümü sıcak bir muhabbetle dolduruyordu.

Köylü, biraz daha tarif etti. Ben de biraz yardımla sana cesaret verdim. İkinci ağ pek düzgün değil fakat elverecek kadar açılarak suya düştü.

“Dikkat sevgilim!”

Sazlara daha ziyade yaklaşarak küçük ayaklarını ıslatan sulardan serpmeyi çekmeye başladın.

Güzel tesadüf seni sevindirmek istemişti. Ağın sudan çıkan yerinde el kadar büyük bir balık göründü. Biraz daha, bir ikinci, bir üçüncü… Sudan çıkarken bir kere silkinerek zavallılar ölüyorlardı…

Bunlar, bu derelerde pek seyrek tesadüf edilen altınbalıklarıydı. O zaman, hepimiz sana yardım ederek balıklarını; büyüklü, küçüklü beş altınbalığını ağdan kurtardık, otların üstüne dizdik. Sudan dışarıda hiç dayanamayarak çabucak ölüyorlardı.

Senin bu muzafferiyetini hepimiz sevinçle karşılamıştık, köylü kadınlar imrenerek sana bakıyorlardı.

Islanmıştık. Balıklarını saza dizip sana veren ihtiyar köylüye bolca bahşiş vererek benimle beraber köye döndün.

Vukuatsız küçük köyde, yarıcılar, ortakçılar arasında senin altınbalıkların bir mesele olmuş, herkes duymuştu. Herkes sana kısmetli kadın diyordu.

Aradan iki uzun sene geçti sevdiğim; dün gece odama girdiğim zaman, bir tepsinin içinde, masanın bir köşesine konulmuş iki tane ufak altınbalığı gördüm.

Senin bol bahşişini alan, kıymetli bir hatıranı saklayan ihtiyar köylü, iki seneden sonra derede iki altınbalığına tesadüf edince kim bilir nasıl bir düşünceyle bunları bana getirmişti.

Karınlarının altı beyaz, arkaları altın gibi parlayan bu hayvancıklara bakarken gözlerimden yaşların yuvarlandığını, toplandığını duydum. Senin o hâlini gördüm, “Beni ne kadar seversin?” diye soran sesini duydum.

O zamandan beri senin hayalin gözlerimden ayrılmıyor, artık sensiz bu ömrün ağırlığı beni yıkmaya başlıyor, çıldırtıyor.

Beni bu hâl ile gördükçe bizim ihtiyar da derin düşüncelerle beni adım adım takip ediyor.

Dün gece, dışarıda rüzgâr derin uğultularla esiyor, korkunç bir soğuk bütün dünyayı donduruyordu. Geç vakte kadar rüzgârın bu vahşi uğultularını dinleyerek ocağın başında oturdum. Yalnız seni düşündüm.

Ömrümde boş bıraktığın yerde şimdi yalnız bu fırtınalar esiyor.

Böyle zamanlarda gece korkuludur. Uzaktan kulağıma gelen sesleri dinleyerek dalmışım. Ocakta odunlar yanmış, sönmüştü.

Birden seninle bahtiyar yaşadığımız yerleri görmek isteyerek çılgınca bir fikirle dışarıya fırladım. Başım ateşler içinde yanıyordu.

Bütün köy, üstü donmuş karlar altında, sessiz uykudaydı. Zaman zaman bulutlardan kurtulan ay, bu karları esmer bir aydınlıkla parlatıyordu.

Bütün ovalar bu iniltili rüzgârların altında kalmıştı.

Seninle o altınbalıklarını tuttuğumuz yerlere kadar koştum. Delice bir sıtma içinde karları ellerimle karıştırarak senin küçük ayaklarının izlerini aradım.

Senin ağının düştüğü yerde, şimdi dere donmuştu. Ben oraya yaklaştığım zaman, burada boş yere biraz su aramış bir yaban ördeği, kanatlarını buzlara vurarak uçtu. Sonra uzakta, ta uzakta vahşi, aç kalmış bir balıkçıl bütün rüzgârların uğultusunu yırtarak ovada aksedip kaybolan sesiyle haykırdı.

Oralarda senden hiçbir nişan kalmamış. Kutupta yalnız kalmış bir adam gibi korktum, sevgilim. Beni bu hâlde, böyle geceleri korkular, rüzgârlar içinde yalnız göreydin bana acır ve beni koynuna alırdın. Bana mezarcığının bir ucunda ufak bir yer verirdin. Ne güzel, orada seninle yan yana, bütün seni unutan bu dünyadan uzak, sessiz uykumuzu uyurduk.

Şimdi her gün, elimde boş bir ömürle, yalnız bunları düşünüyor ve bu kırları gezerek seni arıyorum. Senden kalmış bir iz, bir hatıra kovalıyorum, zavallı sevdiğim. Hâlbuki, gezdiğin yerleri kar örtmüş, buz kaplamış, her şey seni unutmuş…

1913

VAKİTSİZ BİR EZAN

Güneş köyün kumlu yollarını kızdırmıştı. Dört-beş çocuk oynuyorlar; bir kırmızı horoz, bütün yiğitliği, bütün erkekliğiyle bir gübre tepeciğinin üstünde, tavuklarının ortasında hizmetini ifa eden bir nöbetçi gibi duruyor, boynunu dik tutuyor, kuyruğunun kenarında, boynunda parlak altın tüyler parlıyordu.

Çocuklar ilk önce kumdan bir fırın yaparak oynuyorlar, birbirine bağırıyorlar, çalışıyorlardı, sonra içlerinde büyükçelerinden birinin kulağına sanki birisi geldi, söyledi: “Haydi ezan okuyalım!..”

Bunu işittikleri vakit, fırın oyununu bıraktılar; bu ezan okumak fena bir fikir değil, bunu söyleyen çocuğun dayısı da meyzin!31 Biraz sonra, köyün küçük mescidinin tahta minaresine koştular, zavallı tahta minare… Gıcırdadı, sallandı, çoktan böyle gürültü, kalabalık görmemiş, böyle velvele duymamıştı. Böyle vakitsiz yoklanmaya alışmamıştı da… Mescitçiğin bir köşesine odun dikilmiş, üstünden eski bir araba tekerleği geçirilmiş, üstüne tahtalar döşenmiş, kenarına korkuluk yapmışlar, bu minarecik böyle olmuştu.

Bu minarecik köyün bütün evlerinden, bütün bacalarından yüksekti ve mescidin duvarının bir kenarından, odundan bir merdivenle çıkılıyordu.

Bu çocuklardan birinin dayısı olan ihtiyar meyzin ona acıyarak, gece karanlık havalarda elleriyle basamakları tutarak, bazı kere de o kadar yüksekliğe lüzum görmeyerek o tekerleğin altında kesik, titrek sesiyle ezanını okur; iki-üç cemaatle, bazen de yalnız kendi gölgesiyle namazını kılar, sonra da yatmaya giderdi.

Zavallı minarecik, bu ihtiyar efendisinin iyi bakmasıyla senelerden beri yağmurun, karın altında eriyor; içini kurtlar yiyor, tahtalarını yağmur çürütüyor, güneş kavuruyor, yavaş yavaş ömrünü tüketiyordu. Bir gün düşüp devrilecekti.

Çok zahmete katlanamayacak kadar kuvvetsiz olduğundan, genç çocukların ayakları altında çatırdadı. Lakin kim bakar?.. Onlar, dört-beş çocuk, yukarıda toplandıktan sonra, hepsi birden ezan okumak hevesini duydular. İlk önce birisi başlayacak oldu, ilkin minareye çıkmak aklına gelen hemen yumruğunu tıkadı, susturdu. “Ben okuyacağım!..” Ve okumaya başlayacaktı. Öteki kendini kurtardı, boğazına saldırdı. Bir üçüncüsü, ikisinin boğazlaşmalarından istifade ederek başlayacak oldu. Diğerleri bu defa onun üzerine atıldılar.

Minare sallanıyor, inildiyor, düşmek üzere bulunuyordu. Onlar, birbirinin yakasına sarılmış, gözleri dönmüş “Hele başla bakayım!”, “Hele vur bakayım!” diye bağrışıyorlar, hiçbiri vuramıyor, hiçbiri okuyamıyor, yalnız birbirini tartaklıyor, sarsıyor, hepsi birden de minareciği sallıyorlardı.

Bu savaşma arttıkça arttı, minarecik sallandı, sallandı nihayet çatırdayarak eğildi, kaldı…

Birbirinin yakasını bıraktılar, yere döküldüler… Zavallı minareciğin ihtiyar vücuduyla genç insan yavrularının yaralı vücutları birbirine karıştı. Yerden toz kalktı, feryatlar yükseldi, taze kanlar toprağa yayıldı…

Köylüler gürültüyü, bağrış çağrışları duyup kahveden, evlerden fırladılar. Kabahatin ihtiyar minarecikte olduğuna karar verdiler… Çürük minare devrilmiş, çocukları yaralamış, birinin de ölümüne sebep olmuştu..

1911

İHTİYAR ÇİLİNGİR

Koyunpazarı’nda bir ufacık dükkân; bir küçük ocak yanıyor, bir ufak çocuk körük çekiyor. İhtiyarlamış, küçülmüş, ak sakallı, küçük yüzlü bir adam, gözünde çifte gözlük, minimini halkaları ateşte ısıtıp zincir bağlıyordu.

Ne hoş manzara, gözüm ilişti. Dükkânın önünde kaldım. Bir çilingir dükkânı. Ufak kilitler, eski zaman kapı halkaları, rezeler, menteşeler, hayvan zincirleri. Böyle ufak tefek şeyler yapıyor. Bunlardan pek çok da yapmış, dükkânın ötesine berisine asmış.

“Kolay gelsin, usta.”

“Kolayı başına gelsin!..”

Bir tarafa dayanıp durdum. Adamcık, benimle hiç meşgul olmuyor göründü. Birer tarafı açık, ufak halkalar hazırlamış, bir halka takıp açık tarafını ateşe tutuyor, o hazır oluncaya kadar bir başkasını ateşten çekip ucunu kemali dikkatle kapıyor, bir parça büküyor, onu tekrar ateşe verinceye kadar, evvelki hazır oluyor, böylece muntazam çalışıyordu. Emin olunuz ki gayet dürüst ve muntazam bir zincir vücuda geliyor, bir cilası noksan kalıyordu.

Şüphesiz, eski binalarda gördüğümüz o müzeyyen32 edevat, böyle dükkânlarda, bu nezaketle, bu ihtimamla, bu kanaat ve feragatle işlenir, yapılırdı. Sanata böyle bir merbutiyyet-i dindarâne33 vardı. Her şeyi inkâr eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp gitmeyecekti. Lanet olsun o zamana ki bütün mukaddesatı34 inkâr ettirmiş, kanaatleri öldürmüş, huzur ve rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.

Ben oradayken gençten bir adam geldi. Elinde bir değnek vardı. Demirciye uzattı. Bu değneğin ucuna beş-on halka geçirilecek. Bu genç adam, onunla her sabah akşam bağa giderken eşeği dürtecek.

Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç-beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı. Lakin genç adam, usul hilafına değneğin yan tarafına bir halka daha taktırmak istiyordu. Çilingirle aralarında mübahase35 başladı. Çilingir, “Olmaz.” dedi. “Bunun usulü böyledir.”

Delikanlı usulü bozmakta ısrar ediyordu.

“Canım sen tak. Nene lazım…”

“Takılmaz evladım… Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim.”

“Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma!”

İhtiyar belki ısrar etmeyip takacaktı ancak “parasıyla” sözüne fena hâlde içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra:

“Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır.” dedi.

Düşündüm kaldım. Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar; şüphesiz sanatının âşığıydı. “Filan usta gitti, bu sanatı da götürdü.” diyecekler diye, bu dükkânı bekliyordu. Onun nazarında filan şey filan şekilde yapılır, başka türlüsü sanata saygısızlık olurdu. Bunu yıllarca belki asırlarca ustalar böyle yapmışlar; öyle ya onun arkasında bu yolda, bu erkânda gelmiş geçmiş ustalar, pirler vardı. Dükkânlarını Halik’e ibadet eder gibi açıp kapamışlardı. Sanat, onlara bahşolunmuş bir kerametti.

Evet, bu adam para âşıklısı değildi. O, ustalarının postunda oturur bir sanat halifesiydi. O nasıl derse desin, işlediği sanatta, teraküm etmiş36 bir vedaat37 mevcut olduğunun kaili bulunuyordu. Selahiyattar38 olmayan bir adamın, parayla onu tebdile ne hakkı vardı!..

1916

BOZDAYI

Dağ köylerinden birinde bir cinayet olmuştu. Köylülerin Boz-dayı dedikleri ihtiyar bir adamla karısını, bir gece, yorgana sarıp üstünden bıçaklayarak öldürdüler.

Köylüler bu cinayeti, Bozdayı’nın güveysi berber Hafız’dan ve Bozdayı’nın çocukları İbrahim, Mustafa ve Deli Hüseyin’den bildiler. Hükûmet tahkikat yaptı. Bunları tutup hapsettiler. Lakin Mustafa’nın kaynatası İbrahim Hoca çalıştı, kasabadan Bilâl Efendi’yi avukat tuttular. Altı ay, bir sene dava sürdü. Bir hayli paralar harcadılar. Neticede kurtuldular. Resmen bir şey tahakkuk etmediyse de köylüler, fikirlerinde sabit kaldılar. Hatta İbrahim Hoca’nın da işten haberdar olduğunu iddia edenler oldu.

İşin üstünden iki sene geçtikten sonra, bir gün köye, Bozdayı’nın en küçük oğlu Ali, askerliğini bitirmiş, geldi. Babası ve kardeşleri gibi iri kemikli, uzun boylu, soluk esmer renkli, çakır gözlü, ağır tavırlı, az konuşur bir delikanlıydı. Gidip eski arkadaşlarından Halil’in evinde misafir oldu. İş güç yok. Elde para yok. Babasından kalan üç-beş parça tarla varsa da onları da kardeşleri sürmüşler. Harman gelirse buna da bir pay verecek oldular.

Eniştesi Berber Hafız; hilekâr, oyuncu, düzenci bir adam. Onun sakin duruşundan, hiçbir şey dememesinden korkar, şüphelenir oldu. Ona sokulmak, onu kendi yanına almak istedi. Ali kaçtı, sokulmadı. Hiçbir şey de demedi.

Bir gün, bir ikindi vakti, hayvan yerinde, Karayazı Çiftliği yozcusuna39 tesadüf etti. Onu, Hasan Kâhyaların duvarı dibine götürdü, ikisi bellerini duvara dayayıp çömeldiler. Ali sordu:

“Ne dersin Mehmet?” dedi. “Babamı, anamı sahi ağalarımla bu Berber mi tepelediler?”

Mehmet, müspet cevap vermedi.

“Gayri kim vuracak!..” dedi.

Yani etrafta, bu cinayeti yapacak kimse bilinmiyordu. Yozcu Mehmet, bu kırlarda kimlerin dolaştığını biliyor, bu cinayeti yapacak kimseyi tanımıyordu. İlave etti:

“Berber’in işine benzer.” dedi.

Vâkıâ kati bir şey söyleyemiyordu ama kır adamları hükümlerinde yanılmazlar. Bu defa Mehmet sordu:

“Sen kırlayacak mısın?”

Öteki başıyla tasdik etti.

“Berber’in, Mustafa’nın kaynatasının hükûmette elleri var!” dedi.

Ali, hiç cevap vermedi. Kararını vermişti. Dağlar ona mesken!.. Allah’ın ormanlarında, bozkırlarında hükûmet adama ne yapacak?

“Çavuşun Mehmet’i yanına al!”

“O kaçakçılık ediyor, gelmiyor.” dedi. “Başka bir şey de söylemedi. Ayrıldılar.”

Bir gün sonra, onu köy içinde, omuzunda bir mavzerle gördüler. Kardeşlerinde, eniştesinde hayli telaş oldu. O gece, İbrahim Hoca’nın evinde toplandılar. Gidip şehre, hükûmete haber verecek oldular, Mustafa mâni oldu. “Ortada hiçbir şey yokken ne haber vereceksiniz!” dedi.

Ali’nin nerede yatıp kalktığını kimse bilmiyor. Kırda, mandıralarda, orada burada gezdiği zannolunuyor. Hiç kimsenin şüphesi yoktur ki dağa çıkacaktır.

Bir gün bir öğle vakti, Berber’in kapısını vurdu. Ablasını çağırdı ve dedi ki:

“Ben eniştemi, ağalarımı tepeleyeceğim. Ona söyle, kendini korusun!”

Kadın, arkasından bağırdı, çağırdı ise de kulak vermedi. Çekti gitti. Berikiler de tedbir aldılar. Berber işini şehre kaldırmayı bile düşündü. Gece sokağa çıkamıyor, evlerinde yatamıyorlar. Bütün gece ot odaları dibinde, ahırlarda, yemlik içinde barınıyorlar. Hükûmete haber verdiler. Ali’yi takip için candarmaya emir verdirdiler.

Lakin bütün bu tedbirlere rağmen, bir gün güpegündüz Deli Hüseyin’i köyün kenarında, arpalık hendeğinin içinde hem tüfek hem bıçakla vurulmuş, öldürülmüş buldular.

Berber Hafız, çoluğunu çocuğunu kaldırdı, şehre kaçtı. İbrahim’le Mustafa köyde kaldılar. Kendilerini korumakta dikkatli olmaktan başka bir şey yapamadılar. Candarmalara, takip için daha şiddetli emirler verildi.

Aradan az zaman geçti. Kopuklardan Salih isminde birinin de dağa çıktığı duyuldu. Bunları, Ali’yi öldürmek için Mustafa’nın çıkardığını söylediler. Aradan bir hafta daha geçti Salih’in, Bozapa Mandırası’nı bastığı, çobanları dövdüğü haberi duyuldu. Çobanın birini arabayla getirmişler. Bozapa beyleri, Candarma Zabiti Nihat Bey’e geldiler, şikâyet ettiler. Kaymakama çıktılar. Salih’i, Dağköylü Mustafa’nın beslediğini, kardeşinin korkusundan bu itlere ekmek yedirdiğini söylemeye başladılar.

На страницу:
3 из 4