bannerbanner
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim

Полная версия

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 4

Geylânî, öncelikle Kadiriyye tarikatının kurucu piri olarak bilinir. Adından da anlaşılacağı üzere Geylanlıdır. Geylan, İran’ın kuzeyinde, Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Deylem’in yakınlarında bir yerleşim yeridir ve günümüzde Gilan Ostanı olarak da bilinir. Eğitimini Geylan’da aldı ve kültürel olarak zengindi, bu bölgede Müşebbihe mezhebi çok güçlüydü. Müşebbihe’nin özelliği, Allah’ı şahsiyetleştirme düşüncesidir, Zerdüştlük’ün bir kolu olan Zervânîlerin bir alt yorumudur.

Geylânî işte böyle bir coğrafi bölgede ve çevrede dünyaya geldi ama gençliğinde Bağdat’a gitti. Geylânî, Bağdat’a gelince Suhreverdîler ile tanıştı (Suhreverd günümüzde Tahran’ın güneyinde yer almaktadır.), her iki tarafın da İran kökenleri nedeniyle bu hemşerilik bağlarından da faydalanmış oldu. Geylânî de Bağdat’ta Hanbeli çevrelerle bir arada bulundu (Müşebbihe mezhebinden olanlar amelde Hanbeli’dir.).

Geylanî, Bağdat’taki faaliyetleri esnasında Kadirîlik ekolünü kurdu. Yani İranî bir kültür atmosferi içinde bu tarikat oluştu, zaten tarikatın zikir usul ve erkanı da bütünüyle İran kökenlidir. Geylânî, Bağdat’ta geniş bir nüfuza sahipti, kurduğu tarikatta eski İran kültürel unsurlarını kullandı (zikir, sema vs.). Abbasî Devleti’nin otoritesi ve gölgesi altında faaliyetlerini yürüttü. Abbasîler, fütüvvet teşkilatını İslam dünyasına yayarken, Kadirîler de bu teşkilat içinde güç kazandı; Kadirîlik yolunun takipçileri fütüvvet teşkilatı içinde önemli bir rol ifa etmekteydiler.

Geylânî’nin en önemli özelliklerinden biri de çok miktarda halife3 yetiştirmiş olmasıdır, Bağdat merkezli olarak bu halifeler çevreye yayıldılar. En fazla yayıldıkları ve yerleştikleri bölge Van Gölü çevresidir; Bitlis, Siirt, Çatak, Hakkâri civarında geçmişten beri nüfuz ve etki sahibidirler. Günümüzde hâlen Bağdat’ta Geylânî Camisi ve yanındaki tekkede bu ekol sürdürülür ve her cuma günü Kadirî örfüne göre zikir ve sema yapılır. Tarikatın en önemli özelliği, zikir esnasında kendilerinde taşkınlık belirtilerinin olması ve cehrî (sesli) zikirle cezbeye kapılmaları olup, tarikatın ritüelleri ve öğretisi bağlamında bu husus önemlidir. Bağdat’ta bulunduğum 1969-70 yıllarında, bir iki sefer bu zikirlere şahit olmuş ve bizzat yerinde takip etmiştim.

17.

Ahmed Yesevî (… – 1166)

İslam dünyasındaki tasavvuf hareketi doğduğundan beri İranî bir devlet olan ve Abbasîlerle de yakın ilişkide olan Samanoğulları’nın gölgesinde teşekkül etti. Horasan bölgesindeki Samanoğulları memleketi, hem geçiş güzergâhı olması hem de İran millî kültürünün etkisiyle tasavvufla özel bir ilişki kurdu. İbrahim Ethem, Suhreverdîler, Bâyezid-i Bistâmî, Ebu’l-Hasen Harekanî, Hallâc-ı Mansur gibi tasavvufun kurucu isimleri bütünüyle İran kökenlidir. Tasavvufi zümreler bu siyasi atmosfer içinde gelişme istidadı gösterdi. Bu zümreler dönem dönem Saffarîler, Deylemiler gibi mahallî İslami devletlerin hizmetine girdiler; dinî ve ahlaki eğitimde rol aldılar, askerî sınıfın oluşumunda işlev gördüler (Necmeddin Kübra ve taifesi, Gucdevânî). Bu süreçte, İslam’a yeni girmiş olan ve tabiatları itibarıyla da tasavvufa meyilli olan Türkler de bu kültürle tanışmaya başladı. Türkler de İslamiyeti büyük ölçüde İranlılardan aldı ve öğrenip benimsedi. Hem coğrafi yakınlık hem de kültürel yakınlık ve tasavvufa da yatkın oldukları için İran etkisi, Arap etkisine nazaran, Türklerde daha belirgindir.

Bütün tarikatlarda ve tasavvufta silsileler Hz. Ali’ye (Serçeşme) dayandırılır, bu da herhangi bir delilsiz hüccetsiz ortaya çıkmış olmasına rağmen başlı başına İran etkisine bir örnektir. Tasavvuf hareketi içinde zamanla hâcegân denilen bir zümre belirdi; bu zümrenin ilk kurucusu Hâce Yusuf Hemedanî’dir. Hemedanî tasavvuf tarihinde ilk defa tasavvufi silsileyi Hz. Ebubekir’e bağladı ve İran etkisindeki Hz. Ali silsilesine meydan okudu. Böylece, Nakşibendîlik ekolünün kaynakları içinde Hz. Ebubekir’e dayandırılan bir gelenek oluştu. Ahmed Yesevî işte bu atmosferin içinde dünyaya geldi.

Yesevî’nin babası Aslan Baba ve onunla aynı dönemdeki Abdülhalık Gucdevânî’yi de bu çerçevede zikretmek gerekir. Tasavvuf terminolojisinde bunlara “hâcegân taifesi” denilir ve hepsi de “Hâce” unvanıyla anılır ve bu yolun serçeşmesi de Hâce Yusuf Hemedanî’dir.

Bugünkü Kazakistan’ın Türkistan bölgesinde tedrisata başlayan Yesevî, halifelerini Diyar-ı Rum’a (Anadolu) gönderdi. Kazakistan’da olmakla birlikte Oğuz kökenlidir. Halifeleri olan Şeyh Haydar, Lokman-ı Perendeh gibi mutasavvıflar kendilerini Yesevî’nin takipçisi sayarlar ve irşad için Anadolu’ya gelmişlerdir. Türkmenler arasında da Yesevî’den el almış pek çok şeyh Anadolu’ya geldi ve burada yeni bir koloni oluşturdular.

Anadolu’nun bu şekilde Türkleşmesi ve İslamlaşması bahsinde, Osmanlı tarihçisi Firdevsî-yi Rumî’nin, Anadolu’nun üç ayrı zamanda fethedilmesine dair tespitini de zikretmekte fayda görüyorum:

i) Emevîler ve Abbasîler Bizans’la sınıra ribatlar (askerî karargâh) kurmuştu ve buraya Türk kökenli askerler gönderirlerdi; bunlar zaman zaman Anadolu içlerine akınlar yapıp yağmalar düzenlerdi, bu dönemde Kırşehir’e kadar gelen Türk askerler vardı. O dönemki hudut Tarsus-Maraş-Malatya hattıydı (Suğur).

ii) Selçukluların askerî güçle Bizans’ı Malazgirt’te bozguna uğratması ve Anadolu’yu fethetmesi (11. yüzyıl). Bizans’la yapılan anlaşmada, Kızılırmak sınır teşkil olundu.

iii) Ahmed Yesevî ve diğer Türkmen dervişler (Ebu’l-Vefa Bağdadî vd.) büyük kalabalıklar hâlinde Anadolu’ya dökülüp geldiler. Anadolu’da belli yörelere yerleşerek buralarda yerleşim alanları (koloniler) meydana getirdiler. Ömer Lütfü Barkan bu öncüleri “kolonizatör Türk dervişleri” olarak isimlendirir. Örneğin, Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali, Ebu’l-Vefa Bağdadî’ye intisap etmişti. Şeyh Evhad’ud-din el-Kermanî de “Şeyh-i Türkman” olarak bilinen, Yesevî ekolüne mensup bir dervişti; Ahi Evren de Kermanî’nin talebesiydi.

18.

Gazneli Mahmud (971 – 1030)

Mahmud, Gazneliler Devleti’nin ikinci hükümdarıdır.

Gazneli Mahmud büyük bir üne sahip olmuş, Hindistan’a seferler düzenlemiş (Toplam 17 sefer), birçok fetihler yapmış, Hindistan’daki fetihlerinden büyük ganimetler elde etmiştir. Mahmud aslen Kırgızistan kökenli bir askerdir; Samanoğulları sarayında yetişmiş, o dönemde görevli bir validir, babası Sebük Tegin de aynı şekilde valilik yapmıştır.

Babası Sebük Tegin’in ardından Gazne’ye Mahmud vali oldu; bu ikisinden önce oradaki vali yine Türk kökenli Alp Tegin’dir, Gazne’nin de fatihidir. Şair Muhammed İkbal, meşhur edip, Gazne’ye gidip Alp Tegin’in kabri başında bir şiir de yazmıştı (Ber Merkad-i Alptegin).

Mahmud vali olunca en büyük emeli Hindistan’a hâkim olmaktı, bu amaçla defalarca askerî sefer düzenledi. Bir seferi çok dehşetlidir; Hindistan’ın orta yerindeki devasa Târ Çölü’nü 300 bin kişilik ordusuyla geçmiş ve Madras’a ulaşmıştı. Tarihçiler, onun bu askerî hareketinin o dönemin şartlarında imkânsız bir iş olduğunu nakleder.

Mahmud keza Samaniler sarayında yetiştiği için eski İran kültürüne vâkıf bir hükümdardır. Gazne’yi büyük bahçe ve parklarıyla inşa edip abâd ettikten sonra büyük ilgi duyduğu kadim İran şahlarının hikâyelerinin yazıya dökülmesini ve kayıt altına alınmasını istedi. Dönemin pek çok şairi kolları sıvayarak bu işi yapmaya koyuldular; Ascudî, Sururî, Rudekî gibi büyük şairler bu işe talip olmuşlardı. Firdevsî de o sırada Nişabur’daydı, haberi duydu ve bu amaçla Gazne’ye doğru yola koyuldu.

19.

Ebu’l-Kasım Firdevsî (940 – 1020)

Firdevsî aslen Horasan’daki Nişabur’dandır; orada yetişmiştir ve eski İran kültürüne çok ihatalı bir şekilde vâkıftır (Tus ve Nişabur kadim İran kültürünün kök saldığı yerlerdendir.). O dönemde Gazneli Mahmud, Samaniler sarayında yetiştiği için eski İran kültürüne vâkıf bir hükümdardır. Şair ve ediplerden, şahsen büyük ilgi duyduğu kadim İran şahlarının hikâyelerini yazıya dökmelerini ve kayıt altına almalarını istedi. Dönemin pek çok şairi kolları sıvayarak bu işi yapmaya koyuldular; Ascudî, Sururî, Rudekî gibi büyük şairler bu işe talip olmuşlardı.

Firdevsî de o sırada Nişabur’dadır ve haberi duymuştur, bu amaçla Gazne’ye doğru yola koyulmuştur. Gazne’de kendisini kabul ettirmiş ve saraya alınmıştır. Kendisinin de ifadesine göre 30 sene boyunca burada mesnevisini (Şâhnâme) yazmakla meşgul oldu.

Şâhnâme’yi tamamlayıp saraya teslim ettikten sonra kendisine bu çalışmasının karşılığı olarak fazla olmayan (Daha doğrusu şairin emeklerinin karşılığı olduğunu düşünmediği) bir miktar para verilmiştir. Hâlbuki şair, 60 bin beyitlik bu devasa çalışmasının her bir beytine bir dinar para alacağını umuyordu. Firdevsî bu az miktar parayı hakaret olarak kabul eder; parayı alıp hamama gider, paranın üçte birini kapıcıya, üçte birini tellağa, kalan üçte birini hamamın sahibine verir; sonra da saraya giderek kitabına bazı ilaveler yapacağını söyleyip geri alır, kitabı eşeğine yükleyerek Nişabur’un yolunu tutar.

Firdevsî bu andan sonra Nişabur’da münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Bir süre sonra Gazneli Mahmud kendisini soruşturunca kitabını alıp çekip gittiği söylendi. Bilahare Mahmud, Şair’in Nişabur’a gittiğini ve kendisine verilen parayı az bulduğunu öğrendi; bunun üzerine Gazneli Mahmud, Firdevsî’ye verilmek üzere bir fil yükü hediyeler hazırlatıp Nişabur’a gönderdi, bu şekilde Şair’in gönlünü almak istiyordu. Ancak hediye yüklü fil Nişabur’a varmadan önce Firdevsî öldü ve hayallerini süsleyen hediyelerine kavuşamadı.

Gazneliler zamanının meşhur şairi Firdevsî, eski İran kültürünün malzemelerini, bilhassa Hodânâme’yi mesnevi tarzında yazıya dökmesi yönüyle, Attâr’ın yaptığına benzer bir iş yaptı.

Attâr’ın Esrarnâmesi’nde anlattığına göre; Firdevsî Gazne’den dönüp geldiği Nişabur’da öldüğü zaman orada Ebu’l-Kasım adında bir kadı vardı; Firdevsî öldüğünde bu kadı halka “Bu adam 30 yıl Mecusîlere methiye düzdü, böyle bir şairin namazını kılmak caiz değildir.” dedi; böylece Firdevsî, cenaze namazı kılınmaksızın defnedildi. Ancak sonradan Gazneli Mahmud’un Firdevsî’yi affettiği ve kendisine hediyeler gönderdiği haberini alınca, Kadı halkı toplayıp rüyasında Firdevsî’yi gördüğünü, cennet bahçelerinde dolaştığını, bunu nasıl yaptığını sorduğunu; Firdevsî’nin de “Benim mesnevimde Allah’ı metheden bir tane beytim var, benim o methim cennete girmeme vesile oldu.” cevabını verdiğini söylediği kaydedilir Esrarnâme’de.

Firdevsî’nin beyti şu şekildedir:

Cihânrâbulendivupesti Tu’yi (Alemde yücelik ve enginlik adına ne varsa o Sen’sin.)

Nedânemçeyi her çihesti Tu’yi” (Sen’in ne olduğunu bilmiyorum, fakat alemde ne varsa o Sen’sin.)

Firdevsî, 30 yıl boyunca emek verdiği bu kıymetli mesnevisiyle İran kültürünü âdeta yeniden yaratmış, kendi ifadesiyle “Bu Farsça’yla Acem’i yeniden diriltmiştir.” Şâhnâme esasen, Sâsânî sarayında bulunan ve eski şahların vakayinameleri gibi düşünülebilecek olan Hodânâme (Allah Risalesi) kaynaklıdır; Firdevsî İslami hassasiyetten dolayı, bu metne artık Hodânâme demeyi uygun bulmadı ve adını Şâhnâme olarak değiştirdi.

Emir Timur, hatıratında, İran’a geldiğinde bazı mobidlerle (Mecusî din adamları) görüştüğünü, mobidlerin kendi önüne Pehlevîce metinler koyduklarını ve oradan bir şeyler okuduklarını ve Firdevsî’nin bunları yanlış bildiğini söylediklerini, Firdevsî’nin yanlışlarını kendi huzurunda ortaya çıkardıklarını söyler. Timur, mobidlerin bu izahatı karşısında çok şaşkına döndüğünü ifade eder. Bu bize şunu gösterir; Firdevsî Nişabur’dan kalkıp Gazne’ye giderken yanında çok miktarda eski Pehlevîce metin götürmüş ve bu metinler üzerinde çalışarak Şâhnâme’sini vücuda getirmiştir.

20.

Ömer Hayyam (1048 – 1132)

Ömer Hayyam aslen Tus’ludur. Tus, o dönem şair ve ediplerin çokça yetiştikleri bir yöredir. Ömer Hayyam da bu coğrafyada yetişmiştir, ancak esas çalışma alanı itibarıyla hey’etşinas (astronom) ve matematikçi yönü ön plana çıkmaktadır.

Felsefeye de yatkın bir ediptir. Nitekim onu çağdaşı olan Mu’tezile mezhebine mensup ünlü müfessir Zemahşerî, Hayyam’ı “hakîm-üz zaman” (Devrin hikmet sahibi) olarak anmaktadır. Keza bu meziyetinden dolayı, Hayyam’ın bilahare Melikşah’ın kurduğu Rey Rasathanesi’nde görevlendirildiğini görürüz.

Bir düşünür olarak fikirlerini rubai tarzındaki dörtlüklerde dile getirmiştir. Hayyam’ın rubailerinde dikkati çeken en önemli şey, kendisine izafe edilen yüzlerce rubaiyle laubali, ahlaksız, lakayt bir profilde takdim edilmesidir. Hayyam bu şekilde bohem hayatı yaşayan bir şair olarak lanse edilmiştir. İran edebiyatında “rubai üstadı” olarak anılmaktadır. Ancak Hayyam bu ahlak dışı rubailer perspektifinde tanıtılmış ve değersizleştirilmiştir. Oysa Hayyam’ın Rey’deki rasathanede çalıştığı dönemlerde astronomi ve matematik ilimlerine dair hazırladığı eserleri, onun ne kadar donanımlı bir bilim adamı olduğunu açıkça göstermektedir.

Said Nefisî gibi İranlı edebiyat tarihçilerinin ifade ettiğine göre Hayyam’a ait rubailerin sayısı en iyimser tahminle 38 adettir. Said Nefisî, Hayyam’a ait olduğu belirtilen rubailerin eski el yazmalarını incelemiş ve kendisine doğrudan nispet edilen şiirlerin çok az olduğunu, bu yazmalardaki şiirlerin büyük kısmının sonraki dönemlerde kendisine izafe edildiğini belirtmiştir. Nefisî bu şiirler arasında, aşk ve işret içerikli olanlarından ziyade felsefeye dair olanların Hayyam’a ait olduğunu tespit eder.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın Türkçe, Osmanlı Türkçesi ve Farsça şiirlerinin bir araya getirildiği Sarâyî Divanı’ndan alınan bu şiirde, şairin vezne dair hassasiyetinin yanı sıra imla ve yazımına bu kitabın yayımlanması sırasında müdahale edilmemiştir. Bayram’ın diğer şiirleri için bk. Prof. Dr. Mikâil Bayram, Sarâyî Divanı, Konya: 2010, Özel Basım/ İnci Ofset, s. 145-146. (e.n.)

2

Söz konusu kapsamlı eseri incelemek için bk. Yaşar Nuri Öztürk, Enel-Hak İsyanı – Hallâc-ı Mansur: Darağacında Miraç, İstanbul: 2011, Yeni Boyut Yayınevi, s. 732. (e.n.)

3

Halife: Tasavvuf ve tarikatlarda mürşit ya da pirin bir şehir/beldedeki dinî temsilcisi. (e.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
4 из 4