
Полная версия
Hacı Murat
Güneş, dağılmaya başlayan sis bulutunun ardında kâh kocaman bir çanak gibi kimi zaman bir benek hâlinde görünüyor kimi zaman da tamamen kayboluyordu. Yolun biraz ilerisinde subaylar, davulların üstünde oturmuş bekleşiyorlardı.
Açıklıkta, yoldan biraz uzakta oturan bu kişiler; Poltoratskiy, Astsubay Tihonov, üçüncü bölüğün iki subayı, muhafızların eski bir subayı ve Poltoratskiy’in düello yüzünden rütbesi geri alınmış, askerî okuldan bir arkadaşı olan Baron Freze idi. Davulların çevresine yiyecek kâğıtları, sigara izmaritleri ve boş şişeler saçılmıştı. Subaylar kahvaltı esnasında biraz votka içmiş, sonrasında İngiliz birası içmeye devam etmişlerdi. Davulcu üçüncü şişesini açıyordu. Poltoratskiy, yeterince uyumamış olmasına rağmen kendisini askerleri ve yoldaşları arasında, tehlike ihtimali olan bir yerde bulunduğu zamanlarda hissettiği o tuhaf, kaygısız neşe içerisinde hissediyordu.
Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.
Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.
“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.
Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.
İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.
Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.
Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.
Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.
“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”
Avdeyev buna cevap vermedi.
Avdeyev’in yanında bulunan bir asker, “Tam silahımı dolduruyordum ki bir anda bir ses duydum.” diye anlatıyordu. “Sonra bir baktım, bizimki tüfeğini düşürmüş.”
“Cık, cık, cık!” diye dilini şaklattı Poltoratskiy. “Çok acıyor mu Avdeyev?”
“Acımıyor ama yürümemi engelliyor, ayağa kalkamıyorum. Şimdi bir damla votka olsa ne iyi olurdu!”
Biraz votka -ya da Kafkasya’daki askerler tarafından içilen ispirto-hemen temin edildi ve sert bir şekilde kaşlarını çatan Panov, ciddi bir ifadeyle Avdeyev’e bir kapak içinde ispirtoyu sundu. Avdeyev birkaç yudum alıp kapağı hemen eliyle itti.
“Yok, içim bunu kaldırmıyor, al sen iç!” dedi.
Panov, ispirtonun kalanını bir dikişte içti. Avdeyev yeniden doğrulmaya çalıştı ama yine çöktü. Hemen yere bir kaput sererek onu üzerine yatırdılar.
Astsubay, Poltoratskiy’e: “Komutanım, Albay geliyor.” diye haber verdi.
“Tamam. Buraları siz düzenleyin.” dedi Poltoratskiy ve kırbacını şaklatarak Vorontsov’u karşılamak için atını dörtnala sürdü. Vorontsov safkan bir İngiliz atına biniyordu ve ona alay yaveri, bir Kazak ve bir Çeçen tercüman eşlik ediyordu.
“Burada neler oluyor?” diye sordu Vorontsov.
“Çetelerden biri bizim avcı takımımıza saldırdı.” diye cevapladı Poltoratskiy.
“Aman hadi oradan, sizin yüzünüzden olmuştur!”
Poltoratskiy gülümseyerek, “Hayır Prens, biz değildik.” dedi. “İlk olarak onlar başlattı.”
“Bir askerin yaralandığını duydum!”
“Evet, çok yazık oldu. O iyi bir asker.”
“Yarası ciddi mi?”
“Sanırım, karnından isabet aldı.”
“Peki, şimdi nereye gittiğimi biliyor musunuz?” diye sordu Vorontsov.
“Bilmiyorum, efendim.”
“Tahmin edemiyor musun?”
“Hayır.”
“Hacı Murat geliyor, birazdan onunla görüşeceğiz.”
“Doğru mu duydum?”
Vorontsov, yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini güçlükle bastırarak, “Dün elçisi bana geldi. Birkaç dakika içinde Şalinskiy düzlüğünde beni bekliyor olacak. Keskin nişancıları düzlüğe yerleştirin ve sonra gelip bana katılın.”
“Emredersiniz.” dedi Poltoratskiy, elini kalpağına götürerek ve birliğine geri döndü. Keskin nişancıları çayırlığın sağına yönlendirdi ve Astsubay’a sol tarafa da aynısını yapmasını emretti. Yaralı Avdeyev, bu arada bazı askerler tarafından kaleye geri götürülmüştü.
Poltoratskiy, Vorontsov’un yanına dönmek için yola koyulduğunda, arkasından kendisine yetişmekte olan birkaç atlıyı fark etti. Önde beyaz yeleli bir atın üzerinde, çerkezkasını ve kalpağını giymiş, altın süslemeli silahını kuşanmış, heybetli bir adam vardı. Bu adam Hacı Murat’tı. Poltoratskiy’e yaklaştı ve ona Tatarca bir şeyler söyledi. Kaşlarını kaldıran Poltoratskiy, anlamadığını göstermek için kollarıyla bir hareket yaptı ve gülümsedi. Hacı Murat da ona gülümseyerek karşılık verdi ve bu çocuksu, saf, gerçek anlamda iyi yürekliliği gösteren gülümseme Poltoratskiy’i şaşırttı. Poltoratskiy, korkunç dağ şefinin böyle görüneceğini hiç tahmin etmemişti. Suratsız, sert yüzlü bir adam görmeyi ummuştu ve şimdi karşısında gülümsemesi öylesine nazik, hayat dolu bir insan vardı ki Poltoratskiy kendini eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissetmişti. Ondaki en belirgin özellik, birbirinden ayrık, kara kaşlarının altından sakince, dikkatle bakan ve diğerlerinin gözlerini delip geçen gözleriydi, sanki karşısındakinin içini okuyabiliyordu.
Hacı Murat’ın ekibi, o gece Prens Vorontsov’u görmeye gelen Han Mahoma’nın da aralarında bulunduğu beş kişiden oluşuyordu. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü, siyah kirpiksiz gözleri ve ışıltılı ifadesiyle, yaşam sevinciyle dolu bir adamdı.
Hemen yanında, kaşları birleşik, tıknaz, kıllı bir adam olan Avar Hanefi vardı. Hacı Murat’ın tüm mülkünden sorumluydu ve ağzına kadar doldurulmuş heybeleri taşıyan bir atı tutuyordu. Onun ekibinde özellikle iki adam çok dikkat çekiciydi. Kadın kadar ince belli, geniş omuzlu, kumral, sakalı henüz çıkmaya başlamış, koyun gözlü, yakışıklı bir erkek olan Eldar bunlardan biriydi. Diğeri ise bir gözü kör, kaşı ve kirpiği olmayan; yüzünde burnundan başlayan bir yara izi ile kızıla çalan sakalı bulunan müridi, Çeçen Hamzalo idi.
Poltoratskiy, yolda beliren Vorontsov’u işaret etti. Hacı Murat atını ona doğru sürdü, sağ elini kalbinin üzerine koyarak Tatarca bir şeyler söyledi ve durdu. Çeçen tercüman onun söylediklerini tercüme etti.
“ ‘Kendimi Rus Çarı’nın korumasına teslim ediyorum.’ diyor.” ‘Ona hizmet etmek istiyorum. Bunu uzun zaman önce yapmak istiyordum ama Şamil izin vermedi.’ ”
Vorontsov, tercümanın ne dediğini duyduktan sonra, deri eldivenli elini Hacı Murat’a uzattı. Hacı Murat, bir an tereddütle ona baktıktan sonra tekrar bir şeyler söyleyerek onunla tokalaşırken önce tercümana, ardından Vorontsov’a baktı.
“Serdar’ın oğlu olduğun için senden başkasına teslim olmak istemediğini söylüyor ve sana çok saygı duyuyor.”
Vorontsov teşekkür etmek için başını eğdi. Hacı Murat çevresindekileri göstererek bir şeyler daha söyledi.
“Diyor ki bunlar onun müritleri, onun gibi Ruslara hizmet edeceklermiş.”
Vorontsov o tarafa dönerek onları da başıyla selamladı. Neşeli, kara gözlü, kirpiksiz Çeçen Han Mahoma da başını salladı, Vorontsov’a kendi dilinde bir şeyler söyledi; muhtemelen komik şeylerdi çünkü kıllı Avar, beyaz dişlerini göstererek sırıttı. Ama kızıl saçlı Hamzalo’nun tek kırmızı gözü sadece bir anlığına Vorontsov’a bakmakla yetindi, ardından yine atının kulaklarına odaklandı. Vorontsov ve Hacı Murat maiyetleriyle birlikte kaleye geri döndüklerinde, askerler gruplar hâlinde toplanmış, hatlardan ayrılarak kendi aralarında konuşuyorlardı:
“O lanet olası adam ne çok cana kıymış! Ve şimdi onu kim bilir nasıl baş tacı edecekler!”
“Başka ne olacaktı ki! O, Şamil’in sağkoluydu; artık çok daha kıymetli olur!”
“Yine de inkâr yok! Yiğit bir adam o, yaman bir asker!”
“Şu kızıl saçlıya bakın! Tıpkı bir yaban hayvanı gibi gözlerini kısarak sinsice bakıyor!”
“Öf! Sadece itin biri o!”
Özellikle kızıl saçlı hepsinin ilgisini çekmişti. Kafile odun kesilen yerden geçtiği sırada, yolun yakınında bulunan askerlerin tümü Hacı Murat ve adamlarını daha yakından görmek için öne doğru atıldılar. Subaylardan biri hemen onlara çıkıştı ancak Vorontsov, “Bırakın eski dostlarına bir baksınlar.” dedi.
“Bunun kim olduğunu biliyor musun?” diye ekledi, en yakındaki askere dönerek ve kelimeleri İngiliz aksanıyla yavaş yavaş söyleyerek.
“Hayır, komutanım.”
“Hacı Murat. Onun adını duydunuz mu?”
“Nasıl duymam komutanım? Ona kaç sefer dayak attık!”
“Evet ama oldukça çok dayağını da yediniz.”
“Evet, bu doğru, komutanım.” diye cevapladı asker, komutanıyla konuşma fırsatı bulmuş olmaktan dolayı mutluydu.
Hacı Murat, kendisi hakkında konuştuklarını anladı ve gözlerinin içi neşeyle güldü. Vorontsov da çok neşeli bir ruh hâli içinde kaleye döndü.
VI
Genç Vorontsov, Şeyh Şamil’den sonra Rusya’nın baş ve en aktif düşmanının yanında Hacı Murat’ı kendi saflarına çekme fırsatını yakalamış olmaktan dolayı çok mutluydu. Burada tek bir mesele kendisini rahatsız ediyordu: General Meller Zakomelskiy, Vozdvijenskaya’daki ordunun komutanıydı ve bütün mesele onun aracılığıyla yürütülmek zorundaydı. Vorontsov, hiçbir şeyi bildirmeden kendisi yaptığı için bazı tatsızlıklar olabilirdi ve bu düşünce, onun memnuniyetini az da olsa gölgeliyordu. Evine vardığında Hacı Murat’ın müritlerini Alay Komutanı’na emanet etti ve Hacı Murat’la birlikte içeri girdi.
Zarif giyimli ve güler yüzlü Prenses Marya Vasilyevna ile altı yaşında, kıvırcık saçlı, yakışıklı bir çocuk olan küçük oğlu, misafir odasında Hacı Murat’ı karşıladı.
Hacı Murat ellerini göğsünün üzerinde çaprazlayarak, biraz da resmî bir tavırla, onunla birlikte içeri giren tercüman yardımıyla, kendisini kabul eden Prens’i kendi kardeşi gibi gördüğünü, misafiri olduğu kardeşi ve onun ailesini kutsal saydığını söyledi.
Hacı Murat’ın görünüşü ve tavırları, Marya Vasilyevna’nın hoşuna gitti ve iri beyaz elini ona uzattığında adamın kıpkırmızı kesilmesi, onu daha da mest etti.
Prens, konuğuna oturması için yer göstererek, kahve içip içmediğini sorduktan sonra hizmetçilerine kahve getirmelerini emretti. Ancak Hacı Murat gelen kahveyi içmedi. Biraz Rusça anlıyor ama konuşamıyordu. Anlayamadığı bir şey söylendiğinde gülümsüyor, gülümsemesi Poltoratskiy’i sevindirdiği gibi Marya Vasilyevna’nın da hoşuna gidiyordu.
Yanında duran kıvırcık saçlı, keskin gözlü, -annesinin Bulka diye çağırdığı- küçük çocuk; kendisinden her zaman büyük bir savaşçı olarak bahsedildiğini duyduğu Hacı Murat’tan gözlerini ayırmıyordu.
Hacı Murat’ı karısının yanında bırakan Vorontsov, bu olayı büyüklerine haber vermesi gerektiğinden, komutanlığın muhabere ofisine gitti. Vorontsov, Grozni’deki sol kanadın komutanı General Kozlovskiy’e bir rapor ve babasına bir mektup yazdıktan sonra, karısının kendisini bu korkunç yabancıyla bıraktığı için ona kızacağından korkarak aceleyle eve geri döndü. Karısının ona gücenmesinden ve sonucunda yine hiç de nazik olmayacak biçimde muamele görmekten çekiniyordu. Ama korkuları yersizdi.
Hacı Murat, dizinde Vorontsov’un üvey oğlu Bulka ile bir koltukta oturuyor ve başı eğik, ona gülen Marya Vasilyevna’nın sözlerini aktaran tercümanı dikkatle dinliyordu. Marya Vasilyevna, Hacı Murat’a dostlarının her beğendiğini onlara armağan olarak verirse Âdem Baba’ya döneceğini söylemişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kafkasya’da Müslüman köyü. (e.n.)
2
Şeyh Şamil (1797-1871): Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi. (e.n.)
3
Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk. (e.n.)
4
Beşmet: Kafkas halklarının, Tatarların giydikleri içi astarlı, dize kadar gelen bir çeşit hırka. (e.n.)
5
Çerkezlerin geleneksel kıyafeti. (e.n.)
6
Kadın, eş. (e.n.)
7
Var. (e.n.)
8
Çocuk. (e.n.)