bannerbanner
Hacı Murat
Hacı Murat

Полная версия

Hacı Murat

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

“Şey, öyle işte… Bazen canım o kadar sıkılıyor ki bir türlü ne yapacağımı bilemiyorum.”

“Bak sen şu işe!” oldu Panov’un cevabı sadece.

“Bir zamanlar, elimde avucumdaki tüm parayı sadece sıkıntıdan içkiye verirdim. Nasıl canım sıkılırdı anlatamam sana… Kendi kendime ‘Leş gibi sarhoş olana kadar iç bakalım.’ derdim…”

“Ama bazen içki içmek durumu daha da kötüleştirir.”

“Evet, bana da öyle oldu zaten. Ama öylesine çaresizdim ki ne yapacağımı bilemiyordum!”

“Peki, bu kadar sıkılmana sebep olan şey neydi?”

“Benim mi? Ne olacak, evimi özledim.”

“Zengin misiniz ki?”

“Hayır, zengin değiliz ama hiçbir eksiğimiz de olmazdı, kendi yağımızda kavrulurduk.”

Ve böylece Avdeyev, Panov’a defalarca anlattıklarını yeniden bir kez daha anlatmaya başladı.

“Biliyorsun, ben ağabeyimin yerine gönüllü olarak askere gittim.” diyordu. “Çocukları vardı. Beş kişilik bir aileydiler ve ben daha yeni evlenmiştim. Annem gitmem için yalvarmaya başladı. Bu yüzden, ‘Gideyim o zaman, ne yapalım, belki kıymetim bilinir.’ diye düşündüm. Bu yüzden efendimize gittim… O iyi bir efendidir ve bana ‘Sen iyi bir adamsın, git!’ dedi, böylece ben de ağabeyimin yerine asker oldum.”

“Eh, sen doğru olanı yapmışsın.” dedi Panov.

“Ama sana bir şey diyeyim mi Panov, şimdi de canım çok sıkılıyor. ‘Neden kardeşinin yerine sen gittin?’ diyorum kendi kendime. ‘Sen burada acı çekmek zorundayken o şimdi orada bir kral gibi yaşıyor ve bunu düşündükçe kendimi daha da kötü hissediyorum. Sadece kendimi çok bedbaht hissediyorum ve içim büsbütün kararıyor!”

Avdeyev sustu.

“Belki bir tütün daha tellendirsek iyi olur.” dedi bir duraklamadan sonra.

“Olur, hazırla o zaman!”

Ancak askerlerin bir tütün keyfi daha yapmaları nasip olmadı. Avdeyev, ağaçların hışırtısının üzerinde yol boyunca gelen ayak sesleri duyduklarında çubuğu yerine sabitlemekle meşguldü, hızla ayağa kalktı. Panov tüfeğini aldı ve Nikitin’i ayağıyla dürttü. Nikitin ayağa kalktı ve kaputunu yerden kaldırdı. Üçüncü asker Bondarenko da onlar gibi ayağa kalktı ve: “Arkadaşlar bir rüya gördüm, bakın…”

“Şşt!” dedi Avdeyev ve askerler nefeslerini tutarak etrafı dinlemeye başladılar. Yaklaşan yumuşak tabanlı çizmeli adamların ayak sesleri duyuldu. Düşen yapraklar ve kuru dalların hışırtıları karanlığın içinden gitgide daha net duyulabiliyordu. Ardından Çeçenlere özgü genizden gelen bir konuşma işitildi. Askerler artık sadece yaklaşan adamları duymakla kalmıyor, ağaçların arasındaki açık bir boşluktan geçen iki gölgeyi de görebiliyorlardı; bir gölge diğerinden daha uzun ve iriceydi. Bu gölgeler askerlerle aynı hizaya gelince Panov elinde tüfeği, ardında yoldaşları ile yola çıktı.

“Kim var orada?” diye bağırdı.

“Ben dostum, Çeçen.” dedi daha kısa boylu olanı. Bu, Bata’ydı. “Silah, yok! Kılıç, yok!” dedi kendini göstererek. “Prens’i göreceğim!”

Daha uzun olan, arkadaşının yanında sessizce duruyordu, onda da herhangi bir silah yoktu.

Panov, yoldaşlarına: “Casusum diyor ve Alay Komutanı’mızı görmek istediğini söylüyor.” dedi.

“Prens Vorontsov… Onu görmek istiyorum, bu çok gerekli! Büyük iş için gerekli!” dedi Bata.

“Tamam, tamam! Seni ona götüreceğiz.” dedi Panov.

“Onları sen götürsen iyi olur.” dedi Avdeyev’e. “Sen ve Bondarenko. Onları nöbetçiye teslim ettikten sonra tekrar geri gelin. Aman ha, akıllı olun.” diye ekledi sonra. “Onların önünüze katmaya dikkat edin!”

“Bu ne güne duruyor?” dedi Avdeyev, tüfeğinin süngüsünü birini bıçaklıyormuş gibi hareket ettirerek. “Sadece şişlemem yeterli, sonrasında canı cehenneme!”

“Onu şişlersen ne işimize yarayacak?” dedi Bondarenko.

“Haydi, yürüyün!”

Gözcüleri yöneten iki askerin adımları artık duyulmayınca Panov ve Nikitin görev yerlerine döndüler.

“Şeytanın işi yok, gece yarısı ortaya çıkıyor.” dedi Nikitin.

Panov, “Belli ki öyle olmasına gerek duymuşlar.” dedi. Sonra, “Hava giderek soğuyor.” diye ekledi ve sonra kaputunu üzerine geçirerek sırtını ağaca yaslayıp oturdu.

Yaklaşık iki saat sonra Avdeyev ve Bondarenko geri döndü.

“Tamam, teslim ettiniz mi onları?”

“Evet. Bölükteki askerler de daha uyumamıştı, onları doğrudan komutana götürdüler.

Ayrıca bir şey diyeyim mi, bu kabak kafalılar gerçekten iyi çocuklar!” dedi Avdeyev ve konuşmaya devam etti. “Evet, gerçekten. Onlarla konuşmaya başladım!”

“Hem de ne konuşursun ya!” dedi Nikitin, homurdanarak.

“Gerçekten, doğru söylüyorum; tıpkı Ruslar gibiler. Onlardan biri evliydi. ‘Maruşka6 bar?’ dedim. ‘Bar.’7 dedi. ‘Barançuk8 bar?’ dedim. ‘Bar, çok.’ dedi. ‘Çift mi?’ dedim. ‘Çift.’ dedi. Öyle güzel konuştuk ki. Gerçekten çok iyi adamlar!”

“Çok iyi!” dedi Nikitin. “Sıkıysa onunla tenha bir yerde karşılaş da görelim kaçıp kaçmayacağını!”

“Sanırım çok geçmeden hava aydınlanacak.” dedi Panov.

“Evet, yıldızlar kaybolmaya yüz tuttu.” dedi Avdeyev, oturup rahatladı.

Ve askerler yine sustu.

III

Kışlaların ve asker lojmanlarının pencereleri uzun zamandır karanlıktı ama kalenin en iyi evinin pencereleri hâlâ ışıl ışıldı. Evde Ordu Başkomutanı’nın oğlu olan, Kurinskiy Alayı Komutanı Prens Semyon Mihayloviç Vorontsov yaşıyordu. Vorontsov’un karısı, Petersburg’un sayılı güzellerinden Marya Vasilyevna, küçük Kafkas kalesinde daha önce hiç kimsenin yaşamadığından daha büyük bir lüks içerisinde yaşıyordu. Ancak Vorontsov’a ve özellikle karısına bu durumu soracak olsanız, çok mütevazı bir yaşam sürmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksunluklarla dolu bir hayatları olduğunu iddia ediyorlardı. Diğer taraftan bu yörenin sakinleri ise onların eşi benzeri olmayan görkemli yaşantılarını şaşkınlık içerisinde seyrediyorlardı.

Tam şimdi, gece yarısı, ev sahibi ile sahibesi; halı kaplı zemini ve pencerelerine zengin perdeleri çekilmiş geniş oturma odasında, dört mumla aydınlatılan bir iskambil masasında, ziyaretçileriyle kâğıt oynuyorlardı. Oyunculardan biri, sarışın, uzun yüzlü, nişanlarını ve altın saray apoletlerini üzerinde taşıyan, ev sahibi Albay Vorontsov idi. Ona eşlik eden diğer oyuncu ise, Prenses Vorontsov’un ilk kocasından olan oğlunun öğretmeni, son zamanlarda Kafkasya’ya göndermiş olduğu, Petersburg Üniversitesi mezunu, asık suratlı, genç delikanlıydı. Onlara karşı iki subay oynuyordu; bunlardan biri geniş, al yanaklı, muhafız kıtasından taşraya gelen Bölük Komutanı Poltoratskiy, diğeri ise yakışıklı yüzünde soğuk bir ifadeyle sandalyesinde dimdik oturan alay yaveriydi.

İri yapılı, iri gözlü, kara kaşlı bir güzel olan Prenses Marya Vasilyevna; Poltoratskiy’in yanına oturdu, kabarık iç eteğine giymiş olduğu tarlatan ayağını hareket ettirdikçe dizlerine değerken o, elindeki kartlarına bakıyordu. Sözlerinde, bakışlarında, gülümsemesinde, parfümünde ve vücudunun her hareketinde, Poltoratskiy’i kendi varlığının dışında her şeyden habersiz hâle getiren bir şey vardı ve o, partnerinin öfkesini daha çok sınayarak, hata üstüne hata yapıyor, böylece oyun eşini kudurtuyordu.

“Hayır… Bu çok kötü! Yine bir ası boşa harcadın.” diye söylendi Poltoratskiy’in ası attığını gören yaver, öfkeden kıpkırmızı kesilerek. Poltoratskiy, sanki uykudan yeni uyanmış gibi ne olduğunu anlayamadan birbirinden ayrık iri, tatlı bakışlı gözlerini öfkeli yavere çevirdi.

Marya Vasilyevna ona gülümseyerek, “Ah, onu bağışlayın!” dedi. Poltoratskiy’e dönerek devam etti: “Size söylemiştim ya.” diyerek ekledi.

Poltoratskiy gülümseyerek, “Ama bana söylediğiniz bu değildi.” diye karşılık verdi.

“Öyle değil miydi?” diye tatlı bir gülümsemeyle sordu Marya Vasilyevna.

Bu gülümseme Poltoratskiy’i o kadar heyecanlandıran ve sevindiren bir gülümseme oldu ki yüzü âdeta kıpkırmızı kesildi ve kartları hızlıca kaparak karmaya başladı.

“Kartları karma sırası sende değil.” dedi yaver, sert bir tavırla ve sanki bir an evvel elinden atmak istermiş gibi yüzüklü beyaz eliyle kâğıtları dağıtmaya başladı. Prens’in uşağı misafir odasına girdi ve nöbetçinin onunla konuşmak istediğini haber verdi.

“Affedersiniz beyler.” dedi Prens, Rusçayı İngiliz aksanıyla konuşuyordu. “Benim yerimi alır mısın, Marya?”

“Bunu kabul ediyor musunuz beyler?” diye sordu Prenses, hızla ve hafifçe doğrulduğu sırada ipek elbisesini hışırdatarak, mutlu bir kadının ışıltılı gülümsemesiyle beylere baktı.

“Her zaman, her şeyi kabul ederim.” diye cevapladı, karşısına oyunun acemisi olan Prenses’in geçişine sevinen yaver. Poltoratskiy sadece ellerini iki yana açıp gülümsemekle yetindi. Prens, heyecanlı ve açıkçası çok memnun bir şekilde misafir odasına döndüğünde oyun neredeyse bitmişti.

“Ne öneriyorum biliyor musun?”

“Ne?”

“Birer şampanya içelim.”

Poltoratskiy, “Buna her zaman hazırım.” dedi.

“Neden? Memnun olacağımız bir durum mu var?” diye sordu yaver.

“Getir, Vasiliy!” dedi Prens hemen.

“Seni ne için çağırmışlar?” diye sordu Marya Vasilyevna.

“Nöbetçi ile birlikte bir adam geldi.”

“Kimmiş? Ne dedi?” diye sordu büyük bir merakla Marya Vasilyevna.

Vorontsov omuz silkerek, “Söylememeliyim.” dedi.

“Söylememelisin öyle mi!” diye tekrarladı Marya Vasilyevna, kinayeli bir tavırla. “Göreceğiz bakalım.”

Şampanya getirildiğinde, ziyaretçilerin her biri birer kadeh içti ve oyunu bitirip hesapları kapattıktan sonra ayrılmaya başladılar.

“Yarın ormana sizin bölüğünüz mü gidiyor?” diye sordu Prens, Poltoratskiy’e veda ederken.

“Evet, neden?”

Prens hafifçe gülümseyerek, “O zaman yarın buluşuruz.” dedi.

Poltoratskiy, Vorontsov’un kendisine ne demek istediğini tam olarak anlamamış olmasına rağmen bir dakika sonra Marya Vasilyevna’nın elini sıkacağı düşüncesiyle meşgul olarak, “Çok memnun oldum.” diye cevapladı. Marya Vasilyevna, alışkın olduğu biçimde elini kuvvetlice sıkmakla yetinmemiş, bu sefer hızlı hızlı sallayarak az önce karoyu atmakla yaptığı hatayı ona anımsatmıştı. Poltoratskiy, bunu söylediği andaki gülümsemesini de çok tatlı, sevimli ve anlamlı bularak, kendinden geçmiş bir hâlde eve gitti.

Ancak eve döndüğünde içi sevinçli bir heyecanla doluydu, onun bu hâlini kendisi gibi toplum içinde büyümüş ve eğitim görmüş, aylarca izole edilmiş bir askerî yaşamdan sonra kendi çevrelerine ait bir kadınla ve dahası Prenses Vorontsov gibi bir kadınla tanışan insanlar kolayca anlayabilirdi. Arkadaşıyla birlikte yaşadığı küçük eve vardığında kapıyı itti ama kilitliydi; ardından çaldı ama sonuç alamadı. Bu duruma canı öylesine sıkılmıştı ki kapıyı tekmelemeye ve kılıcıyla vurmaya başladı. Sonra bir ayak sesi duydu ve bizzat kendi evinden getirdiği kölesi Vavilo, kapıyı kilitleyen sürgüyü açtı.

“Ne diye kapıyı kilitledin, aptal?”

“Ama bu nasıl mümkün olabilir, efendim?”

“Yine sarhoşsun! Ben sana nasıl mümkün olduğunu gösteririm!” dedi ve Poltoratskiy, Vavilo’ya tam vurmak üzereydi ki fikrini değiştirdi. “Ah, canın cehenneme, defol karşımdan! Dur, gitmeden bir mum yak.”

“Emriniz olur efendim.”

Vavilo, gerçekten sarhoştu. Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç’in isim günü partisine gitmiş ve orada içkiyi biraz kaçırmıştı. Sonrasında eve döndüğünde ise hayatını Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç ile kıyaslamaya başlayarak, derin düşüncelere dalmıştı. İvan Petroviç’in bir maaşı vardı, evliydi ve bir yıl içinde emekli olmayı umuyordu. Vavilo ise daha küçük bir çocukken beylere hizmet etmek üzere “yetiştirilmişti” ve şimdi kırkını aşmış olmasına rağmen hâlâ evli değildi, kendine ait bir yuvası yoktu ve derbeder biçimde efendisinin peşinde göçebe bir hayat sürüyordu. Efendisi onu nadiren döverdi ama yine de yaşadığı bu hayat, hayat değildi ki!

“Kafkasya’dan döndüğümüzde beni serbest bırakacağına söz verdi, peki ama özgürlüğümü bana verdiğinde nereye gideceğim ki?” diye sorguluyordu kendini. “Bir köpekten farkım yok!” diye düşünmüş ve içkinin de vermiş olduğu ağırlıkla gözlerini daha fazla açık tutamayacağını anlayınca, birinin içeri girip bir şey çalmasından korkarak kapının kancasını takmış ve sonrasında derin bir uykuya dalmıştı.

***

Poltoratskiy, yoldaşı Tihonov ile paylaştığı yatak odasına girdi.

“Yine hepsini kaybettin değil mi?” diye sordu Tihonov uykusundan uyanarak.

“Hayır, bu sefer hepsini değil. On yedi ruble kazandım ve bir şişe Clicquot içtik!”

“Ve Marya Vasilyevna’yı seyrettin…”

“Evet, Marya Vasilyevna’yı seyrettim.” diye tekrarladı Poltoratskiy.

Tihonov, “Neredeyse kalkma zamanı geldi.” dedi. “Altıda yola koyulacağız.”

“Vavilo!” diye bağırdı Poltoratskiy. “Yarın beşte beni uyandırmazsan sonunu sen düşün!”

“Uyandırınca dövüyorsunuz ama nasıl uyandırayım?”

“Beni uyandırmanı söylüyorum, o kadar! Duyuyor musun?”

“Emredersiniz.” dedi Vavilo, Poltoratskiy’in çizmelerini ve kıyafetlerini alarak dışarı çıktı. Poltoratskiy yatağa girdi, bir sigara yaktı ve bu sırada gülümseyerek mumunu söndürdü. Karanlıkta, önünde Marya Vasilyevna’nın gülümseyen yüzünü görüyordu.

***

Vorontsovlar hemen yatmadı. Misafirler gidince Marya Vasilyevna kocasının yanına gitti, onun önünde durdu ve sert bir şekilde: “Eee, beni çok üzdünüz, söylemeyecek misiniz?” dedi.

“Aman canım, önemli değil…”

“Canımı filan geç! Gelen bir casus muydu?”

“Her ne pahasına olursa olsun bunu size söyleyemem.”

“Söyleyemez misiniz? Öyleyse ben size söylerim!”

“Siz mi?”

“Hacı Murat’tı, değil mi?” dedi, birkaç gündür görüşmelerden haberdar olan ve Hacı Murat’ın kocasını görmeye geldiğini düşünen Marya Vasilyevna. Vorontsov bunu tam olarak inkâr edemezdi, gelen gerçekten de bir casustu. Gelenin bir casus olduğunu öğrenmesi Marya Vasilyevna’yı hayal kırıklığına uğratmıştı ancak casus, Hacı Murat’ın ertesi gün orman tarafından geleceğinin haberini ulaştırmıştı. Kalenin monoton yaşamında böyle bir olayın yaşanacak olması genç çifti tedirgin etmekten ziyade âdeta sevindirmiş, Vorontsov’un babasının da bunu duyunca ne kadar memnun kalacağını aralarında konuştuktan sonra, saat üçe doğru yatmışlardı.

IV

Şamil’in onu yakalamak için gönderdiği adamlardan kaçarak geçirdiği üç uykusuz geceden sonra Hacı Murat, Sado ona iyi geceler dileyip kerpiç evden çıkar çıkmaz uykuya daldı.

Başını eline dayamış, giyinik hâlde ve tetikte uyuyor, dirseği ev sahibinin kendisi için ayarladığı kırmızı kuş tüyü minderlere gömülüyordu. Biraz uzakta, duvarın yanında da Eldar uyuyordu. Sırtüstü yatmış; güçlü, genç uzuvları öyle bir uzanmıştı ki üzerine dikili siyah fişekliğiyle beyaz çerkezkasının içindeki kabarık göğsü, yastıktan düşen yeni tıraşlı, maviye çalan kafasından daha yüksekte duruyordu. Tıpkı çocuklarınkini andıran şişkin üst dudağı sanki bir şeyler içiyormuş gibi büzülerek kabarıyordu. Hacı Murat gibi Eldar da giyinik hâlde, kemerinde tabancası ve hançeriyle tetikte uyuyordu. Ocaktaki çalı çırpının ateşi geçmek üzereydi ve duvarda asılı kandilin ölü ışığında oda tam anlamıyla bir loşluk içerisindeydi.

Gece yarısından hemen sonra misafir odasının zemini gıcırdadı ve Hacı Murat elini tabancasına koyarak aniden ayağa kalktı. Sado, toprak zemine usulca basarak içeri girdi.

“Ne oluyor?” diye sordu Hacı Murat, sanki hiç uyumamış gibi.

“Bir sıkıntı var.” diye cevapladı Sado, onun önüne çömelerek. “Bir kadın senin buraya geldiğini pencereden görmüş ve kocasına söylemiş, şimdi bütün avul senin geldiğini biliyor. Bir komşu az önce karıma ihtiyarların camide toplandıklarını ve seni yakalamak istediklerini haber verdi.”

“O zaman hemen gitmeliyim!” dedi Hacı Murat.

“Atlar hazır.” dedi Sado ve hızla dışarı çıktı.

“Eldar!” diye fısıldadı Hacı Murat. Adını ve hepsinden öte efendisinin sesini duyan Eldar ayağa fırladı, kalpağını düzeltti. Hacı Murat önce silahlarını sonra da yamçısını giyindi. Eldar da aynısını yaptı ve ikisi de sessizce kerpiç evden, sundurmanın altına çıktılar. Kara gözlü çocuk atlarını getirdi. Dışarıda, sert toprak üzerinde toynakların takırtısını duyan biri, komşu evin kapısından kafasını çıkardı ve bir adam tahta pabuçlarını takırdatarak tepeden camiye doğru koştu.

Ay yoktu ama karanlıkta sanki sundurmanın ana hatları görülebilsin diye yıldızlar kapkara gökyüzünde ışıl ışıl parlıyordu, köyün üst kısmındaki minareleri ile cami, diğer binaların üzerinden yükseliyordu. Camiden uğultulu sesler geliyordu.

Hızla silahını alan Hacı Murat, ayağını dar üzengiye soktu; sessizce, âdeta belirsiz bir hareketle vücudunu atın üzerine aktararak, eyerin yüksek minderine oturdu.

“Allah sizden razı olsun!” dedi Sado’ya doğru bakarak, sağ ayağı içgüdüsel olarak üzengiyi hissederken ve atını tutan çocuğa, bırakması gerektiğinin bir işareti olarak kamçısıyla hafifçe dokundu.

Çocuk kenara çekildi ve at, sanki ne yapması gerektiğini biliyormuş gibi, çevik adımlarla patikadan doğrudan ana yola yöneldi. Eldar da hemen arkasından dörtnala onu takip ediyordu. Koyun postu giymiş Sado, ellerini hızla sallayarak dar ara sokağın bir tarafından diğer tarafına geçerek peşlerinden koşuyordu. Avulun sokakla buluştuğu yerde, yolun karşı tarafında ilerleyen hareketli bir gölge göründü, sonra bir diğeri belirdi.

“Dur… Kimsin sen? Kıpırdama!” diye bağırdı bir ses ve birkaç adam yolu kapattı.

Hacı Murat durmak yerine belinden tabancasını çıkardı ve hızını artırarak atını yolu kapatanların üzerine doğru sürdü. Yoldakiler bir anda dağıldılar ve Hacı Murat etrafına bile bakmadan atını dörtnala bayır aşağı koşturdu. Eldar onu hızlı bir tırısla takip ediyordu. Arkalarından iki el ateş açıldı ancak vızıldayan iki kurşun ne Hacı Murat’a ne de Eldar’a isabet etti. Hacı Murat aynı hızla at sürmeye devam etti ama üç yüz metre kadar gittikten sonra nefesi kesilmeye başlayan atını durdurdu ve etrafı dinlemeye koyuldu. Karşıdan, aşağıdan hızlı akan suyun şırıltısı duyulabiliyordu. Arkalarında bıraktıkları avuldan sanki birbirlerine cevap veriyorlarmış gibi öten horozların sesi işitiliyordu. Bu seslerin üzerinde arkasından yaklaşan nal sesleriyle konuşmaları duydu.

***

Hacı Murat atını mahmuzladı ve aynı hızda sürmeye devam etti. Arkasındakiler dörtnala koştuklarından kısa sürede onu yakalamışlardı. Bunlar, Şamil’in gözüne girmek için Hacı Murat’ı tutuklamaya ya da en azından onu alıkoyuyormuş gibi göstermeye karar vermiş, yirmi kadar atlıydı. Karanlıkta görülebilecek kadar yaklaştıklarında Hacı Murat durdu, dizginini bıraktı ve sol elinin alışkın bir hareketiyle kılıfı çözüp sağ eliyle silahını çıkardı. Eldar da aynısını yaptı.

“Ne istiyorsunuz?” diye haykırdı Hacı Murat. “Beni almaya mı geldiniz? Haydi, alın beni öyleyse!” dedi ve tüfeğini doğrulttu.

Avullular durdu ve Hacı Murat elinde tüfekle vadiye inmeye koyuldu. Atlılar onu takip ettiler ama daha fazla yaklaşmadılar. Ancak Hacı Murat vadinin diğer tarafına geçtiğinde, adamlar ona seslenerek kendilerini dinlemesini istediler. Cevap olarak Hacı Murat tüfeğini ateşledi ve atını dörtnala koşturdu. Onu dizginlediğinde takipçileri artık sesleri işitilemeyecek kadar geride kalmıştı ve horozların ötüşü de artık duyulmuyordu; sadece ormandaki suyun şırıltısı artık daha belirgin geliyor ve arada sırada bir baykuşun çığlığı işitiliyordu. Karanlık bir duvar gibi yükselen orman artık çok yakın görünüyordu. Bu, müritlerinin onu beklediği ormandı.

Oraya vardığında Hacı Murat durakladı, ciğerlerine bolca hava çekerek bir ıslık çaldı ve sonra sessizce dinledi. Bir sonraki dakika ormandan gelen benzer bir ıslık sesiyle kendisine karşılık verildi. Hacı Murat yoldan saparak ormandan içeri girdi. Yüz adım kadar ilerlediğinde ağaçların gövdeleri arasında yanan bir ateşi, çevresinde oturan bazı adamların gölgelerini ve ateşin ışığıyla yarı aydınlanmış eyerli, nalları köstekli bir atı gördü. Dört adam ateşin etrafında oturuyorlardı. İçlerinden biri hızla ayağa kalktı, Hacı Murat’ın yanına gelerek atının dizginine ve üzengisine sarıldı. Bu, Hacı Murat’ın ev işlerini onun adına yürüten manevi kardeşiydi.

Hacı Murat atından inerek, “Ateşi söndürün.” dedi. Adamlar odunları dağıttılar, yanan çalıları ayaklarıyla ezdiler.

“Bata geldi mi buraya?” diye sordu Hacı Murat, yere serilmiş bir yamçıya doğru ilerleyerek.

“Evet, uzun zaman önce, Han Mahoma ile gittiler.”

“Ne tarafa gittiler?”

Hanefi, Hacı Murat’ın geldiği yönün tersini işaret ederek, “Bu taraftan.” diye cevapladı.

“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat ve tüfeğini omuzundan indirerek doldurmaya başladı.

“Dikkatli olmalıyız, peşimdeler.” dedi ateşi söndüren bir adama.

Konuştuğu bu adam, Çeçen Hamzalo’ydu. Hamzalo, yere serili yamçının üstünde, kılıfında duran tüfeğini aldı, sessizce düzlüğün kenarına, Hacı Murat’ın oturduğu yere gitti.

Eldar atından inince Hacı Murat’ın atını da aldı ve iki atın başını yukarı kaldırıp iki ayrı ağaca bağladı. Sonra Hamzalo’nun yaptığı gibi tüfeğini omuzladı ve düzlüğün diğer tarafına gitti. Ateş sönmüş, orman artık eskisi gibi kendi karanlığının içine gömülmüştü ama gökyüzünde yıldızlar hâlâ parlıyordu. Gözlerini yıldızlara kaldıran Hacı Murat, Büyükayı, Küçükayı ve Kuzey Yıldızı’na bakarak gece yarısının çoktan geçtiğini, sabah namazı vaktinin geldiğini hesapladı. Hanefi’den bir ibrik istedi (Hiçbir zaman heybesinde bir tane taşımayı ihmal etmezdi.) ve yamçısını alarak suya gitti. Ayakkabılarını çıkarıp abdestini alan Hacı Murat, çıplak ayakla yamçının üzerine çıktı ve baldırlarının üzerine çömeldi; önce parmaklarını kulaklarına koyup gözlerini kapattıktan sonra güneye döndü ve her zamanki gibi namaz dualarını okumaya başladı.

İbadetini bitirdikten sonra yerine geri döndü ve yamçının üzerine oturarak dirseklerini dizlerine dayadı, başını eğip derin düşüncelere daldı. Hacı Murat’ın her zaman için kaderine sarsılmaz bir güveni vardı. Herhangi bir şeyi planlarken her zaman başarıya ulaşacağına önceden inanırdı ve bu yüzden de kader ona hep gülerdi. Gerçekten de çok nadiren karşılaştığı bazı aksaklıklar dışında, fırtınalı savaşçılık hayatı her daim yolunda gitmişti, bu sefer de öyle olacağını ümit ediyordu.

Vorontsov’un emrine vereceği orduyla Şamil’e nasıl yürüyeceğini, onu esir alıp intikamını nasıl alacağını, Rus Çarı’nın onu nasıl ödüllendireceğini ve sadece Avarları değil, kendisine boyun eğecek olan tüm Çeçen halkını nasıl yeniden yöneteceğini hayal ediyordu; bu düşüncelerle farkında olmadan uykuya daldı.

Rüyasında, kendisinin ve cesur müritlerinin ilahiler söylediğini, “Dağılın, Hacı Murat geliyor!” naralarıyla Şamil’e nasıl saldırdığını, onu ve karılarını nasıl yakaladıklarını, hepsini nasıl birlikte tutsak aldığını görüyor; tam bu sırada sanki o kadınların çığlıklarını bile duyabiliyordu. Birden uyandı. Rüyasında okunan “La ilahe illallah!” naraları, Şamil’in eşlerinin feryatları, onu uyandıran çakal ulumalarından başka bir şey değildi.

Hacı Murat başını kaldırdı, doğuda çoktan aydınlanmaya başlayan ağaçların gövdeleri arasından görülen gökyüzüne baktı ve kendisinden biraz uzakta oturan bir müridine Han Mahoma’yı sordu. Han Mahoma’nın henüz dönmediğini duyunca tekrar başını göğsüne bıraktı ve uykuya daldı.

Bata ile olan görevinden dönen Han Mahoma’nın neşeli sesi uyandırdı onu bu sefer. Han Mahoma hemen Hacı Murat’ın yanına oturdu ve ona askerlerin kendilerini nasıl karşıladıklarını, Prens’e nasıl götürdüklerini ve Prens’in kendisiyle nasıl konuştuğunu, Rusların Miçik Deresi’nin karşı yamacında Şalinskiy düzlüğünde odun kırdıkları yerde bu sabah onlarla nasıl buluşmaya söz verdiğini teker teker anlattı. Bata, kendi ayrıntılarını eklemek için dostunun sözünü keserek onun anlattıklarını tamamlıyordu.

Hacı Murat özellikle Vorontsov’un Rusların yanına gitme teklifine hangi sözcüklerle cevap verdiğini sordu. Han Mahoma ve Bata bir ağızdan, Prens’in Hacı Murat’ı misafir olarak kabul etmeye, onun iyiliği için çalışmaya ve öyle davranmaya söz verdiğini söylediler. Sonra Hacı Murat onlara yol hakkında sorular sordu ve Han Mahoma ona yolu iyi bildiğini, onu doğrudan oraya götüreceğini garanti edince Hacı Murat biraz para çıkardı ve Bata’ya vadedilen üç rubleyi verdi. Adamlarına heybeden altın işlemeli silahlarıyla, sarığını çıkarmalarını; müritlerine de Rusların arasına girdiklerinde iyi görünmeleri için kendilerine çekidüzen vermelerini söyledi. Onlar silahlarını, koşum takımlarını, atlarını temizlerken yıldızlar çoktan kayboldu, hava iyice aydınlandı ve sabahın öncüsü serin bir rüzgâr esmeye başladı.

V

Sabahın erken saatlerinde, hava henüz karanlıkken, Poltoratskiy tarafından komuta edilen ve baltalar taşıyan iki bölük, Şahgirin Kapısı’nın altı mil ötesine yürüdüler ve gün ağarınca odunları kesmek için harekete geçen bir dizi avcı, ormanın içine yayıldılar. Saat sekize doğru, tatlı bir biçimde tıslayarak çatırdayan ateşten yükselen nemli yeşil dalların kokulu dumanına karışan sis, yavaş yavaş kalkmaya başladı ve o zamana kadar beş adım öteyi görmemiş ancak birbirlerini duymuş olan oduncular, şimdi kesilen ağaçların yığıldığı orman yolunu iyice seçebiliyorlardı.

На страницу:
2 из 3