
Полная версия
Memlûkler ve Memlûk Halifeleri
Murabıtlar Devleti’ni yıkan Muvahhidler Devleti’nin kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî, hocası ve hareketin lideri Muhammed b. Tûmert el-Mehdi’nin ölümünden sonra 1133 yılında halife ilan edildi.
Muvahhidler’in yıkılmasından sonra yerlerini, 1228 yılında bugünkü Tunus topraklarında tarih sahnesine çıkan Hafsîler aldı. Muvahhidler’in iktidarına son veren Hafsî Hânedanı’nın kurucusu Emîr Ebu Zekeriyya’nın oğlu Muhammed, 1252 yılında Müstansır-Billah lakabını ve emîr-ül müminin unvanını kullanmaya başladı. 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından ele geçirilip halifenin otoritesini kaybetmesi üzerine, Mekke şerifi kendisine Abbasi halifesinin vârisi olduğunu belirten bir berat gönderdi. Böylece başlangıçta emîr ve sultan denilen Hafsî hükümdarları nüfuzlarını genişletince halife ve emîr-ül müminin unvanlarını da taşımaya başladılar ve adlarına hutbe okutup para bastırdılar.
Fas merkezli olmak üzere bugünkü Kuzey Afrika topraklarında Hafsîler’in çağdaşı bir başka devlet de Meriniler olmuştur. Meriniler de Murabıtlar gibi emîr-ül müslimin unvanını kullanarak Abbasi halifesine bağlı kalmışlar, İslam dünyasında meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak 14. yüzyıldan itibaren de emîr-ül müminin unvanını kullanmışlardır.
Fâtımîler de Halifelik İddiasında Bulundu
İslam dünyasında Sünni İslam inancının en önemli rakibi Şii inanışına mensup Müslümanlar olmuşlardır. Şii inanışını benimseyen Müslümanların tarihteki en önemli devletlerinden biri Fâtımî Devleti’dir. Ubeydullah el-Mehdi tarafından 909 yılında İfrikiye denilen bugünkü Tunus coğrafyasında kurulmuş, egemenliğini daha sonra Suriye’ye kadar genişletmiştir. Endülüs Emevi Devleti’nin halifelik iddiasında bulunmasına neden olan da Fâtımîler olmuştur. Fâtımî halifeliği, Şiiliğin İsmailîye kolunun anlayışını esas almıştır; Abbasi ve Endülüs Emevileri hilafetleriyle rekabetinin temelinde de bu husus yatmaktadır.
Fâtımîler’de halife günahsız kabul edilerek ona kutsal bir kimlik atfedilmiştir. Böylece halifelere mutlak itaatin gerektiği anlayışı benimsenmiştir. Abbasiler’de olduğu gibi Fâtımîler’de de halifeye biat şartı vardı. Ancak bu biat seçime değil, itaate ilişkindi. İmam olarak devletin başı ve bütün bilgilerin kaynağı olan halife, şeriatı da yorumlardı. Halife, Allah dostu anlamında veli kabul ediliyordu. Bundan dolayı velayet de imanın esaslarından biri hâline gelmişti.
Fâtımîler’in döneminde Sünni dünyasında Abbasiler ve Endülüs Emevileri olmak üzere iki önemli hükümdarlık vardı. Fâtımî halifesi Muiz-Lidinillah, Endülüs Emevi Devleti’nin en güçlü hükümdarı III. Abdurrahman’dan 958 yılında gelen ve aralarındaki anlaşmazlığın barış yoluyla çözülmesini isteyen mektubu, Abdurrahman’dan emîrül müminin diye söz edildiği için geri çevirmiş, halifeliğin kendilerinin hakkı olduğu iddiasıyla kendilerine karşı halifelik iddiasında bulunan kişilerle savaşmaları gerektiğini söylemiştir.
Şiilerin İsmailîye kolu, Fâtımî Devleti ile halifelik iddiasında bulunurken, İmamiye kolu Mehdi’nin gelişini beklemiştir. Şiilerin diğer bir kolu olan Zeydîler ise Hz. Hasan’ın soyuna mensup imamların yönetiminde, 9. yüzyılın ortalarında Arabistan’da ve aynı yüzyılın sonlarına doğru Yemen’de iki ayrı devlet kurmuşlardır. Bunlardan daha uzun süre yaşayan Yemen Zeydî Devleti’nin kurucusu Yahya b. Hüseyin, halifeler gibi Hadi ilel-Hak lakabını ve emîr-ül müminin unvanını almıştır. Zeydîlere göre imam masum değil fakat müçtehittir. Ona mutlak itaat söz konusu olmayıp Kur’an ve sünnetten ayrıldığı zaman peşinden gitmek gerekmez. Ayrıca liderlik görevinin babadan oğula geçmesi şartı yoktur, liderin Hz. Ali soyundan gelmesi yeterlidir. Yine onlara göre Hz. Peygamber tarafından ismen olmasa da vasfen tavsiye edilen Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeden daha faziletlidir. Bununla birlikte çok faziletli olanın yerine daha az faziletli kişilerin liderliğini de uygun görerek ilk üç halifeyi meşru sayarlar.
Moğol istilası, Abbasi halifeliğinde üç yıl süren bir fetret devri yaşattı. 1258-1260 yıllarındaki bu karanlık dönemi sona erdiren, Ayn Calut Savaşı’nda Moğolları yenmeyi başaran Sultan Baybars oldu. Bu dönemden sonra halifelik, hükümdarlara meşruiyet kazandırma aracına dönüştü.
Sultan Kutuz’u öldürüp Memlûk tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Baybars, Moğolların Bağdat’ı tahribi sırasında, Şam’a giden son Abbasi halifesi Müstasım-Billah’ın amcası Ebul Kasım Ahmed’i, halifelik müessesesini canlandırmak amacıyla Kahire’ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebul Kasım Ahmed’in Abbasi Hanedanı’na mensubiyetini gösteren ve Hz. Muhammed’in amcası Abbas’a kadar uzanan şeceresi ilim adamları, devlet büyükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okundu ve Kadılkudat Ta-ceddin Abdülvehhab b. Bintü el-Eaz tarafından onaylandı; arkasından da kendisi Müstansır Billah lakabıyla 9 Haziran 1261’de halife ilan edildi ve halktan biat alındı. Böylece Abbasi halifeliği üç yıllık bir aradan sonra Kahire’de yeniden kurulmuş oldu.
Mısır Dönemiyle Birlikte Halifeler, Hükümdarın Gölgesinde Kaldı
İsmen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri bulunmayan Mısır’daki Abbasi halifelerinin adları sikke ve hutbelerde Memlûk sultanlarıyla birlikte anılıyordu.
Bununla birlikte Kahire’deki Abbasi halifeleri, İslam dünyasında manevi nüfuzlarını devam ettirmişlerdir. Günümüzde devletlere BM’nin kazandırdığı meşruiyeti, o dönemde İslam dünyasında halifelik makamı sağlıyordu. Halifeler, iktidarı devralan veya yeni devlet kuran bazı Müslüman hükümdarlara, menşur denilen özel berat gönderiyor ve bu şekilde halifeden menşur alan devletler de İslam dünyasında daha fazla tanınma imkânı bulmuş oluyorlardı. Örneğin, Yıldırım Bayezid Niğbolu’da zafer kazandıktan sonra I. Mütevekkil Alellâh’tan sultan unvanını almıştı. Osmanlı Devleti’nde hükümdarlar devletin kurulduğu tarihten itibaren sultan unvanını kullanmalarına karşılık, Mısır’daki Abbasi halifesinin menşuru ile İslam dünyasındaki itibarları daha çok arttı. Halifeler, kişilik özelliklerine ve siyasi konjonktüre uygun davranıyorlardı. Genellikle hükümdarın gerisinde kalmakla birlikte, Mısır Abbasi halifeleri fırsat bulduklarında siyasi olaylara da dâhil olmak istiyorlardı. Mesela 1412 yılında Sultan Nâsır’ın ölümü üzerine Halife Adil kendisini sultan ilan etmiş ancak üç gün sonra Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürülmüştür.
Siyasi Nüfuz Alanı Genişleyince Halifeliğe Yeni Tanım Getirildi
İslam egemenliğinin İspanya’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kullanmaya başladılar. Bu nedenle halifelik bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilerek konunun İslam fıkhındaki yeri sorgulanmaya başlandı. Bu çerçevede, “Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler.” şeklinde yorumlar yapıldı. Osmanlı Devleti padişahları da bu yoruma dayanarak I. Murat’tan itibaren halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı fethetmesinden sonra halifelik mührünü almasıyla halifelik hukuken de Osmanlılara geçmiş oldu.
Halife unvanını Osmanlı padişahlarının kullanmasıyla ilgili en çok yapılan tartışmalardan biri, padişahların Kureyş soyuna mensup olup olmadıkları üzerine olmuştur. Bu soru ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde sorulmuş, aynı dönemde Sadrazam Lütfi Paşa, Halâsü el-Ümme Fî Ma’rifeti el-Ümme adlı eserinde, böyle bir şart bulunmadığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın bütün Müslümanların imamı olduğunu belirtmiştir.
Osmanlı Devleti’nin, Hicaz ve Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte İslam dünyasındaki saygınlığı arttı. Bu fetihten sonra Hindistan, Orta Asya ve Uzak Doğu’dan İstanbul’a gönderilen mektuplarda padişaha, halife unvanı ile hitap edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman da saltanat koltuğuna oturduğunda Mekke emîrine gönderdiği mektupta Allah’ın kendisini saltanat ve hilafet tahtına çıkardığını yazmış, emîr de cevabi mektubunda bunu tekrarlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde halifelik unvanının üzerinde fazla durulmamakla birlikte, özellikle Rusların güneye inmek için Osmanlılar’la yaptıkları savaşlar sırasında, bu müessese siyasi bir nüfuz aracı olarak sık kullanılmaya başlanmıştır. Bu konuda, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası olmuştur. Bu anlaşma, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belgedir. Rusların bu kabulü, halifelik müessesesinin tarihî devamlılığını göstermesi açısından önemli kabul edilmiştir.
Diğer yandan Kırım, Osmanlı Devleti’nden özel bir hukuk ile ayrılan ilk İslam toprağı olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi egemenliğinde olan bir İslam toprağını ilk defa Kırım’da gayrimüslim bir devlete terk etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti daha önce olduğu gibi 1783’ten sonra da hilafet hukuku çerçevesinde Kırımlı Müslümanlarla ilgilenmeyi sürdürmüştür. Örneğin, 1782’de İspanya ile bir antlaşma imzalanırken İspanyollar, Kuzey Afrika Müslümanları kendilerine karşı Babıâli’den yardım istediklerinde yardım yapılmaması şartını ileri sürünce Osmanlı Devleti, “cihet-i câmia-i hilafet” sebebiyle onlara yardım etmenin farz olduğunu söyleyerek bu talebi kabul etmemiştir.
Batılı devletler de Osmanlı padişahlarının “bütün Müslümanların halifesi” anlamına gelen “âlemşümul halife” olduklarını kabul etmişlerdir. İngilizler, kendilerine karşı Fransızlarla iş birliği yapmasından kuşkulandıkları Hindistan’daki Meysûr Sultanı Tîpû’ya öğüt vermesi için III. Selim’den mektup yazmasını istemiştir, padişah da bunu yapmıştır. Osmanlı hükümdarlarındaki bu anlayış, 19. yüzyılda daha da artmıştır. 1819’da İstanbul’a bağlılık mektubu gönderen Buhara Hanı Haydar Şah’a gönderilen mektupta, Osmanlı padişahının hadimü’l-haremeyn ve halife sıfatıyla bütün Müslümanların sığınacakları merci olduğu, dolayısıyla Haydar Şah’ın ayrıca biatine ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir. 1850’de Hollandalılara karşı yardım talebinde bulunan Açe Müslümanlarına mektup gönderen Padişah Abdülmecit, II. Selim döneminden beri devam eden Osmanlı Devleti himayesinin kendi döneminde de devam edeceğini teyit etmiştir.
Tanzimat’la Birlikte Hilafet Kurumu Hükümdarlıkla Bütünleştirildi
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra geleneksel hilafet anlayışında değişikliğe gidildi. Böylece, daha önce İslam’ın hizmetkârı ve devletin başkanı olarak görülen halifeye, devletin bütün unsurlarını birleştiren ve hepsine eşitlik ilkesi çerçevesinde hizmet veren bir hükümdar gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Tanzimat’la birlikte halifeliğe Müslümanların dinî başkanı anlamı yüklenmiştir. Padişahlık unvanı da padişahın devletin bütün unsurlarını yönetmesi nedeniyle siyasi bir kimlik olarak görülmeye başlayınca da hukuki bir ayrışmaya neden olan bu ayırım sonucunda, halifelik unvanı ruhani bir liderlik şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı hilafet anlayışı 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi’nin 3. maddesinde ifadesini bulmuştur. O ifade şöyledir:
“Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî hasbe’l-hilâfe dîn-i İslam’ın hâmîsi ve bi’l-cümle tebaa-i Osmâniyye’nin hükümdarı ve padişahıdır.”
Kanun maddesinde geçen himaye manevi ve dinî nüfuzu ifade etmekle birlikte, uygulamada bu ayrıma her zaman riayet edilmemiştir. Mesela 1873’te Sultan Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’nin himayesine girmek isteyen Doğu Türkistanlı Yakub Han’ın yardım talebi kabul edilmiş ve kendisine askerî yardım gönderilmiştir. Aynı şekilde, II. Abdülhamit döneminde, Hollanda’nın, sömürgesi Cava Adası’ndaki Müslümanlardan topladığı haksız vergi için, Osmanlı konsolosları Hollanda hükûmetine başvurmuş ve Padişah II. Abdülhamit de bu başvuruyu onaylamıştır. Yine Ermenilerin saldırısına uğrayan Kafkasya Müslümanları için Rusya nezdinde girişimlerde bulunan da Osmanlı Devleti olmuştur.
II. Abdülhamit, Halifeliği Yeniden Evrensel Güce Dönüştürdü
Osmanlı Devleti’nde halifelik unvanının en etkin hâle geçtiği dönem, II. Abdülhamit dönemi oldu. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel, Avrupa ülkelerinin iç işlerine müdahalesinin arttığı bir dönemde II. Abdülhamit tahta geçti. Aynı zamanda bu dönemde Rusya ile büyük savaşa hazırlanılıyordu. II. Abdülhamit, daha saltanatının başlarında Osmanlı hilafet iddialarını hem teoride hem pratikte kuvvetlendirme gereği duydu. II. Abdülhamit’i hilafet kurumunu etkin bir şekilde kullanmaya iten, Avrupalı devletlerin bazı sömürgelerindeki halkın Müslüman olması idi. Hindistan’daki, Orta Asya’daki Müslümanları “ittihad-ı İslam” fikrine davet etmek, devlet üzerindeki yabancı baskısını azaltmaya dönük bir siyasete dönüştürüldü. Bu dönemde halifelik unvanı, devletler arası rekabette bir koz olarak çok önemli bir fonksiyon icra etti.
Osmanlı hilafetinin meşruluğu dört esasa dayanıyordu:
1) İlahi iradenin tecellisi.
2) Ecdattan miras kalması.
3) Siyasi ve askerî güç sahibi olarak ilayı kelimetullah için fütuhatta bulunmak.
4) Bilginler, devlet adamları, askerler ve halkın onaylaması ve biat etmesi.
Osmanlı Devleti döneminde halifenin, Kureyş kabilesinden olması şartına itibar edilmemiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan bu yorumun Hulefa-i Raşidin Dönemi ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Halifelik müessesesini savunan Cevdet Paşa’ya göre sa-habelerin çoğunluğunun, halifenin Kureyş’ten olmasını istemesinin nedeni, Kureyş kabilesinin dönemi itibarıyla Araplar arasında sahip olduğu itibardır.
Bir kısım din bilginlerine göre, halifelik gibi devlet başkanlığı da din ve dünya işlerinde “riyaset-i umumiye” demektir ve bu şekilde Müslümanların işlerini üstlenen kişiye “imam el-müslimin” denir. Halifelik, Müslümanlar arasında ittihadı tesis eden bir kurumdur ve ancak güçle ayakta durabilir. Hükümdara itaat etmek ise farzdır. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının hilafetleri meşru kabul edilip onlara itaat etmeyenler asi kabul edilir. Cevdet Paşa, halifelik ve sultanlığın tek kişide toplanması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Abbasiler Dönemi’nde ruhani bir hüviyete bürünen halifeliğe, Yavuz Sultan Selim asli kimliğini kazandırmıştır. II. Abdülhamit’in halifelik anlayışı da Cevdet Paşa’nın fikirlerine göre şekillenmiştir. Cevdet Paşa’ya göre, halife ulülemrdir ve ona itaat Allah ve resulüne itaat anlamına gelmektedir.
Ahmet Mithat Efendi, padişahın isteği üzerine hazırladığı raporunda Allah’ın halifeye insanlığın üstünde bir makam verdiğini, Allah ve resulüne itaat emredildiği gibi halifeye de itaatin farz olduğunu, bu emre karşı gelenlerin mürtet kabul edileceğini ve büyük günah işledikleri gerekçesiyle öldürülebileceklerini belirtmiştir. II. Abdülhamit, halifelik müessesesi üzerinde son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır.
Devletin ekonomik ve askerî yönden zayıfladığı dönemde halifelik müessesesini canlandıran II. Abdülhamit’e karşı başta İngilizler olmak üzere bazı Avrupalılar, karşı propaganda başlatmışlardır. Sömürgeleri olan Müslümanlar üzerinde onun gösterdiği tesiri kırmak için, Abdülhamit’in Kureyş soyundan gelmediği iddiasını yayarak onun gerçek halife sayılamayacağını ileri sürüp çok sayıda broşür dağıtmışlardır. Hazırladıkları özel ekiplerle, hac mevsiminde karşı propaganda yaptırmışlar ve İslam dünyasından saygın kişileri ülkelerine davet ederek onları etkilemeye çalışmışlardır.
İngiltere’nin asıl hedefi, Araplar arasından bir halife çıkartarak Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki dinî nüfuzunu zayıflatmaktı. Aslında İngiltere’nin halifelik unvanı ile ilgilenmesi 18. yüzyılın sonlarında başlamıştı. 1870’lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin halifelik çevresinde güçlenmesi ihtimali İngilizleri bu kurumun manevi nüfuzu hakkında korkuya düşürdü. İngilizlerin halife adayı Mekke emîri idi, bu nedenle Osmanlı hilafetinin meşru olmadığı yönünde basında yayınlar yapmaya başladılar. Aynı şekilde, siyasetçiler ve devlet adamları da Osmanlı hilafetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı yönünde beyanatlar verdiler. İngilizler bu iddialarını şu gerekçelere dayandırıyorlardı:
1) Osmanlılar’ın hilafet iddiası, İslam dünyasının tamamı tarafından kabul edilmiş değildir.
2) Osmanlılar Kureyş soyundan gelmemektedir.
3) Osmanlılar halifeliği biatle değil, zorla ele geçirmişlerdir.
Bu propagandalar süreç içinde etkisini göstermiş ve Araplar arasında, hilafetin kendilerine iade edilmesini savunan hareketler de ortaya çıkmıştır. Etkisi sınırlı da olsa yaşanan bu propaganda savaşı 1916’daki Şerif Hüseyin İsyanı’nda rol oynamıştır.
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde, halifelik dış siyasette bir güç olarak kullanılmaya, iç siyasette ise etkisi sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına paralel başlayan tartışmalarla birlikte ortaya çıkan yeni hukuki duruma ilişkin şu görüşler ortaya konulmuştur:
1) Halifelik, Müslümanlar tarafından verilmiş bir vekâlettir. Dolayısıyla halifenin millet üstünde değil, milletin halife üzerinde hâkimiyeti vardır.
2) Halife seçimle gelmiş bir yönetimde hükûmet başkanı makamında olup hak ve yetkileri sadece yürütme organı ile sınırlıdır. Yasama ve yargı gücü başka organlara aittir.
31 Mart Olayı’nın ardından, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden dört ay sonra, 22 Ağustos 1909’da kabul edilen kanun ile halifenin hak ve yetkileri sınırlandırıldı. Fakat aynı süreçte Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, Balkanlar’da patlak veren isyanlar Osmanlı Devleti’ne halifeliğin siyasi nüfuzunu kullanma ihtiyacı hissettirdi. İttihat ve Terakki yönetimi, gösterilen tepkileri de dikkate alarak Müslüman kamuoyunun desteğini alabilmek amacıyla tekrar hilafet kurumunun önemine atıflarda bulundu. İslam dünyasının bağımsız tek Müslüman devleti olması nedeniyle, bütün Müslümanlar halifeliğin kaderiyle kendi kaderlerini bir görmeye başladılar. O dönemde, dünya Müslümanlarının hilafetten başka sığınacakları bir merci bulunmadığından Osmanlılar’ın el birliğiyle güçlendirilmesi ortak bir sorumluluktu.
Halifeliği, günümüzde de tartışma konusu hâline getiren, Osmanlı Devleti’nin siyasi birliğini sağlamak için kullanılan söylem olmuştur. Abbasiler’in son dönemlerinde yaptıkları gibi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan bu siyasi söylem, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde yoğunlaştırılarak kullanılmıştır. Halkın maneviyatını yüksek tutmak, yedi düvele karşı verilen savaşta İslam dünyasının desteğini almak, İngiliz, Fransız ve Rusların yönetimi altındaki Müslüman halkları kışkırtmak amacıyla kullanılan bu söylem, süreç içinde dinî bir derinlik kazanmış ve birlik fikrinin merkezine oturtulmuştur. Ancak buna rağmen, savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslam ülkelerinde, beklenen tepki görülmemiştir. Aksine İngiltere’nin Araplara yönelik propagandası sonuç vermiş ve Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etmiştir.
İngilizler, verdikleri sözlerin aksine, isyan ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılan Şerif Hüseyin’e Birinci Dünya Savaşı bitene kadar hilafet meselesini gündeme getirmemesini tavsiye etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde ise halifelik çekişmesine karışmak istemediklerini Şerif Hüseyin’e bildirmişlerdir. Şerif Hüseyin, kendisine verilen halifelik sözünü 1923’te Lozan masasında gündeme getirmiştir. Ancak İngilizler, halifelik sözünün 1914 şartlarında verildiğini belirterek sözlerini tutmaktan imtina etmişlerdir. İngilizleri halifeliği Şerif Hüseyin’e vermekten vazgeçirten ise Hindistan’da başlayan Hilafet Hareketi idi. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Hindistan Müslümanlarının tepkisini kırmak için Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün aksini Hindistan Müslümanlarına vermişlerdir. İngilizler, Hindistan Müslümanlarına Osmanlı hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. İngilizlerin bu sözlerini tutmayacakları Sevr Antlaşması ile görülmüştü. Bunun üzerine Hint Müslümanları, Osmanlı hilafetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattılar. Hindistan Hilafet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu. Bu süreçte, halifelik müessesesi siyasi kimliğiyle daha ön plana çıktı.
Halifeliğin akıbetini belirleyen süreç ise Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı oldu. Savaş süresince İstanbul’u işgal altında tutan İngiliz kuvvetleri, halifelik müessesesini de Kurtuluş Savaşı aleyhine kullanmaya çalıştı. Bu süreçte, Ankara’da kurulan yeni meclis, padişah-halifenin durumunun “padişah ve halife cebir ve ikrahtan azade olduğu zaman” ele alınacağını açıkladı.
Son Halife Abdülmecit
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra Lozan Konferansı’na katılacak Türk heyetinin tespiti, Ankara ve İstanbul’da mevcut iki hükûmetten kaynaklanan iki başlılığın sıkıntılarını gündeme getirdi. İngilizler, konferansa hem Ankara hem İstanbul hükûmetinden temsilci çağırdılar. Ancak ülkenin iki başlılıktan kurtarılması gerektiğine inanan TBMM hükûmeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı ve hilafet makamlarını birbirinden ayırarak, saltanatı kaldırdığını ilan etti. Halifelik müessesesi ise yapılan müzakereler sonunda sadece dinî içerikli bir kurum olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu kararından endişeye kapılan Padişah Vahdettin 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz gemisiyle Anadolu’yu terk etti.
Son derece sancılı sonuçlar doğuran bu değişim döneminde, veliaht Abdülmecit Efendi ile görüşülerek kendisinden saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alındı. 19 Kasım’da yapılan oturumda, hilafet makamını terk eden Vahdettin’in yerine Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği belirtildi. Aynı gün Abdülmecit Efendi’nin bir halife olarak nasıl davranması gerektiğini belirleyen bir de çerçeve hazırlandı. Buna göre Abdülmecit Efendi sadece “halife-i müslimin” unvanını kullanacak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeyecekti. Ayrıca İslam dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara’ya gönderecekti. Bu beyannamede Abdülmecit Efendi halife seçilmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdettin’in davranışı tenkit edilecek, Türk devleti ve Büyük Millet Meclisinin bütün İslam âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirtilecek, Türk hükûmetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecekti ve halife siyasi sayılabilecek başka hiçbir beyanda bulunamayacaktı.
Abdülmecit, kendisine önerilen halifeliği kabul ederken Ankara ile temasa geçerek, “halife-i müslimin ve hadimü’l-haremeyn eşşerifeyn” unvanını kullanmasına izin verilmesini istedi. Ayrıca cuma selamlığında önceki halifelerin yaptığı gibi hilat giymek, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarmak isteğini de ifade etti. Bununla beraber, İslam dünyasına bir beyanname yayımlamak istediğini, beyannamede Vahdettin’den söz etmeyeceğini bildirdi. Abdülmecit’in isteklerinden Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarması kabul edilmedi. İslam dünyasına bulunacağı beyanda da Vahdettin zamanında yaşanan olumsuzluklardan bahsetmesi istendi. Abdülmecit, birkaç gün sonra açıklamasını yayımladı. Ankara’nın uyarısını dikkate almadan şaşaalı bir törenle halifeliği üstlendi. Yeni süreç, taraftarları ve karşıtları açısından TBMM’de tartışmalara neden oldu.
Halifelik Nasıl Kaldırıldı?
TBMM’nin yeni üyelerinin belirleneceği seçimlerin yaklaştığı bir dönemde Atatürk, 13 Ocak 1923’te yurt gezisine çıktı. Amacı, halifelik müessesesi hakkında halkın nabzını tutmaktı. Onun Ankara’dan ayrılmasından bir gün sonra Karahisarı Sahib Mebusu Hoca Şükrü Efendi, “Hilafet-i İslam ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir risale dağıttı. Risalede halifeliğin kaldırılmasının kabul edilemeyeceği belirtiliyordu. İslam dünyasına sabır tavsiye edilen risalede, halifenin dinî sorumluluklarının yanında, devlet görevlerinin de olduğu ve şartların normale dönmesi durumunda halifenin bu görevlerini yerine getirebileceği belirtiliyordu. Atatürk, durumu İzmit’te haber aldı ve buradaki basın toplantısında gerektiği takdirde halifeliğin de kaldırılacağını söyledi.
Diğer yandan aynı günlerde Lozan’da da barış konferansı başlamıştı. Lozan’da takip edilecek yöntem konusunda tartışmalar yaşanırken üzerinde en çok durulan hususlardan biri de halifelik konusu idi. Meclisin mevcut tablosu, ülke yönetiminde köklü reform yapmaya müsait değildi. Ankara yönetimi, büyük zaferi taçlandıracak reformları yapabileceği yeni bir meclis tablosuna ihtiyacı olduğuna karar verdi. Bunun üzerine, Meclisin 15 Nisan 1923’te gerçekleştirilen son oturumunun ardından 28 Haziran 1923 tarihinde seçimlere gidildi ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, yeni oluşan parlamentonun 11 Ağustos 1923’teki ilk toplantısında onaylandı.
29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildi. Bundan sonra sıra sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel reformlara gelmişti. Bu dönemde gündemin ilk maddesi hilafet tartışmaları oldu. Halife taraftarları ve karşıtları oluştu. Bu durum, yeni kurulan cumhuriyete zarar vermeye başladı. Halifelik tartışması, İstanbul-Ankara arasında iktidar savaşına dönüştü. Bu bölünmüşlük TBMM üyeleri içinde de bölünmeye neden oldu. Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Adnan Adıvar gibi Atatürk’ün yakın çevresindeki arkadaşlarının Abdülmecit Efendi’yi İstanbul’a ziyarete gitmelerinin kamuoyunda yankıları oldu. Halifelikle atılacak adıma ilişkin en somut mesaj 22 Kasım 1923’te İsmet İnönü tarafından verildi. İnönü, Cumhuriyet Halk Fırkası genel başkanlığına seçildiği toplantıda yaptığı konuşmada, “Tarihin herhangi bir devrinde bir halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behemehâl koparacağız!” dedi.