
Полная версия
Çöküş
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, hâlâ verimliyken bölgede yaşayan insanlar -MÖ 4000’den önce dünya üzerinde var olmuş bütün diğer insanlar gibi- barışsever, eşitlikçi, ataerkil olmayan, cinselliğe ve insan bedenine karşı sağlıklı ve açık bir tavrı benimseyen topluluklardı. Ancak iklim değişikliği hem yaşam tarzları hem de -en önemlisi- ruhsal dünyaları üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. DeMeo’nun deyişiyle, onları “anacıl” olmaktan çıkardı ve “atacıl” yaptı.
Yeni GöçebelerSahra-Asya’nın çoraklaşmasının en belirgin sonucu insanların bölgeyi terk etmesi ve yaşamak için yeni yerler aramasıydı. Ortadoğu, Orta Asya, Orta ve Doğu Avrupa’da bu göçün izlerine rastlamak mümkün. Sahra-Asya’nın insanları, barışsever ve anacıl Neolitik halkların yaşadığı yerlere göç ediyordu. Ancak ilginç olan bu devingenliğin kendisi değil, nasıl gerçekleştiği ve göç eden insanların davranış biçimleri ile karakterleri hakkında söyleyebileceklerimiz.
Göç eden topluluklardan bir tanesi de Hint-Avrupalılar, yani modern dünyadaki çoğu Avrupalı, Amerikalı ve Avustralyalının atalarıydı. Hint-Avrupalıların anayurdu, Rusya’nın güneyinde yer alan Karadeniz yakınlarındaki ve Sahra-Asya’nın da bir parçası olan bozkırlardı. Hint-Avrupalılar, bozkırlar onlara yeterli besin kaynağı sunmaktan artık çıktığında batıda Avrupa’ya, güneyde ise Ortadoğu ve Arabistan’a yöneldiler. Daha sonra İran ve Afganistan üzerinden doğuda Hindistan’a kadar ulaştılar (yaklaşık MÖ 1800’de).
Hint-Avrupalılar -ya da Aryanlar- Batı kültürünün kurucuları ve ilk “gerçek” Avrupalılar olarak yüceltilmiştir. Naziler de onları elbette böyle görüyordu. V. Gordon Childe gibi arkeologlar ise onları “istisnai derecede zihinsel donanıma sahip” ve “ilerlemenin gerçek öncüleri” olarak değerlendirmiştir.125 Bu görüş tamamen yanlış değil -daha güçlü bir ego algısına sahip oldukları için Sahra-Asyalıların genel olarak icat yapmaya daha yatkın ve kendilerinden önceki insanlara kıyasla daha bilgili olmaları muhtemel. Ancak her ne olursa olsun, bu gruplar özellikle ilk göç dalgaları sırasında Avrupa ve Ortadoğu’ya yıkımdan başka bir yenilik getirmediler. Daha yüksek bir kültür getirmek bir yana, binlerce yıl önce gelişmiş Eski Neolitik kültürleri yok ettiler. Avrupa’nın güneydoğusu, MÖ 4. binyıl boyunca karmaşa içerisindeydi. Arkeolog J. P. Mallory’nin de dediği gibi, bu karmaşa şu gelişmeleri içinde barındırıyordu:
Birkaç binyılda gelişmiş yerleşim yerlerinin terk edilmesi; bölgede daha önce var olmuş kültürlerin doğu (yani Hint-Avrupalıların geldiği yön) hariç diğer yerlere yönelmesi; ada, mağara ya da Cernavoda126 gibi savunulması kolay tepelere ve kıyıda köşede kalmış yörelere göç etme…127
Bütün bunlar, Mallory’nin de dediği gibi, “göçebe çobanların sürekli devam eden istilasıyla” aynı zamana denk geldiği için vahşi bir işgalin belirtisi olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.
Hint-Avrupalıların vahşi ve savaşçı olduğuna dair başka arkeolojik kanıtlar da mevcut. Neolitik insanların aksine doğaya saygı göstermiyorlardı. Tam tersine savaş ve şiddete itibar ediyorlardı. Sanat eserlerinde çok az doğa, ancak pek çok savaş, şiddet ve silah imgesi mevcuttu. Vücudun çeşitli bölgelerini temsil eden silahlarla resmettikleri erkek savaş tanrılarına tapıyorlardı. Marija Gimbutas’ın yazdığı gibi, “Silahlar tanrının görevlerini ve güçlerini simgeliyordu; hatta tanrının bir uzantısı olarak silahlara tapılıyordu. Silahın kutsallığı tüm Hint-Avrupa dinlerinde çok belirgindi.”128
Hint-Avrupalılar ataerkildiler. Kültürleri atasoylu ve atayerseldi (yani mülkler ailenin baba tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve kadınlar kocalarının ailesiyle yaşıyordu). Tanrılar her zaman erkekti. İlk “törensel dul cinayetlerini” de onlar işlemişe benziyor. Riane Eisler şunları söylüyor:
Uzun ve iri kemikli erkek iskeletlerinin yanına gömülmüş kadın kurbanların -yani ölen adamların eşleri, cariyeleri ya da kölelerinin- iskeletleri, ilk kez Avrupa mezarlarında bulundu. Bu gelenek… Avrupa’ya Hint-Avrupalı Kurganlar tarafından getirildi.129
Eşitsizlik ve toplumsal baskının da kanıtları ortada. İnsanlar ilk defa değişik büyüklükte mezarlara farklı pahada eşyalarla gömülmeye başlandı. Şatafatlı eşyalarla dolu büyük “şef mezarları” vardı. Bu durum Hint-Avrupalıların, “güçlü” ve savaşçı kişiler tarafından yönetildiğini gösteriyor. Bunların yanı sıra içinde hiç eşya bulunmayan ve muhtemelen yönetilenlere ait olan küçük mezarlar da vardı. Kölelik de ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Arkeologlar bazı erken dönem Hint-Avrupa yerleşim yerlerinde, kadın nüfusunun çoğunlukla Eski Avrupalı kadınlardan oluştuğunu keşfetti. Bu durum Hint-Avrupalıların Eski Avrupa kentlerini işgal ettikçe erkek ve çocukları öldürdüğünü, fakat cariye ve köle yaptıkları bazı kadın ve kızları sağ bıraktığını gösteriyor.130
Aynı zamanda Samiler denilen bir halk; yani modern dünyadaki Yahudi ve Arapların ataları-, Arabistan’daki anayurtlarından ayrılarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmaya başladılar.131 Samiler de Hint-Avrupalılar gibi savaşçı ve ataerkildi. Hatta bazı arkeologlar aynı soydan geldiklerini iddia ediyor.132 Ancak arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Fakat Samilerin de “Sahra-Asya”dan geldikleri ve dolayısıyla Hint-Avrupalılarla aynı ekolojik baskılara maruz kaldıkları göz önünde tutulduğunda, bu benzerlik şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Bu durum, onların ruhsal dünyasını da muhtemelen aynı şekilde etkilemişti. Tıpkı Hint-Avrupalıların Avrupa ve Yakın Doğu’da yaptığı gibi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Neolitik insanlarına saldırmaya ve onların yaşadığı yerleri işgal etmeye başladılar.
Bu sürece başka insanların, daha sonraki Fin-Ural halklarının, yani Türkler, İskitler, Moğollar, Şanglar ve Sarmatların atalarının da dahil olmuş olması muhtemel. Bu halklar ancak yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Ancak Hint-Avrupa ya da Sami dilleri konuşmadıkları halde oldukça “atacıl” oldukları ve Sahra-Asya’dan geldikleri için, bölgenin çölleşmesinden etkilenen daha önceki insanların soyundan gelmiş olmaları mümkün. Muhtemelen onlar da Orta-Asyalıydılar. Bazıları Hint-Avrupalılar gibi güney ve batıya göç etse de çoğu doğuya gitmişe benziyor. Örneğin Şanglar, MÖ 2000’de bölgeye vararak Çin’i ilk işgal edenler oldular.
Hikâye her yerde aynıydı. Hint-Avrupalılar, Eski Avrupa kültürünü MÖ 4000’den itibaren (elbette ki yaklaşık olarak çünkü Marija Gimbutas, Eski Avrupa’nın ilk kez MÖ 4300’de işgal edildiğini öne sürüyor) bir yangın gibi yerle bir ettiler. Gimbutas’ın da yazdığı gibi, “binyıllık gelenekler bozulmuş, kasaba ve köyler dağılmış, resimli muhteşem seramikler, tapınaklar, freskler, heykeller, imgeler ve yazılar kaybolmuştu.”133 Artık her şey farklıydı. Kadın heykelcikleri, doğal betimlemelerle dolu sanat eserleri, müşterek mezarlıklar ya da eşit büyüklükte mezarlar artık yoktu. Sanatta artık savaş tabiattan, ölüm yaşamdan önce geliyordu. Her yerde silahlar vardı ve yerleşim yerleri korunaklı, her an savunmaya hazırlıklı ve surlarla çevriliydi. Tarihçi P. Stern, Hint-Avrupalıların MÖ 3500’den itibaren Doğu ve Orta Avrupa’da bıraktığı etkiyi şöyle anlatıyor:
Dünyanın daha önce barış dolu olan bir bölgesini şiddetle tanıştırdılar. İnsafsız işgaller, önceden haber verilmeden başlatılan savaşlar ve kadınları mülk olarak görmek, erkekliğin hüküm sürdüğü bir dünya yarattı. Sahip olma ve iktidara karşı duyulan bastıramadıkları bir iştahla hem kendilerinin hem de başkalarının acı ve ıstırap çekmesi karşısındaki duyarsızlıkları, yaptıkları her şeye şekil verdi.134
Ortadoğu’nun Neolitik insanları da aynı kaderi paylaştılar. Mezopotamya (günümüzde Irak) ve Doğu Akdeniz’in (yani günümüzde Ortadoğu’da İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan bölgenin) anacıl kültürleri, Sami ve Hint-Avrupalılar tarafından işgal edildi. Bu sırada Hint-Avrupa halklarından olan Hititler de Anadolu’yu istila ettiler. Bunun sonucunda, DeMeo’nun deyişiyle “kadın heykelciklerinin yerini kaleler aldı.”135 Hemen hemen aynı zamanda Samiler de Kuzey Afrika’ya akın etti.
Üstün bir savaş teknolojisi ve acımasız bir zalimlikle donanmış Sahra-Asyalılar karşısında silahsız, hiç savaş deneyimi olmayan ve saldırgan bir karaktere sahip olmayan Eski Neolitik insanlar korunaksız yerleşimleriyle birlikte çaresiz kaldılar. Gimbutas’ın sözleriyle, “uzun bıçaklı ve atlı işgalciler karşısında kolay avdılar.”136 Aynı yıkım ve istila her yerde vuku buldu. Artık ilk defa savaş, toplumsal tabakalaşma ve ataerkillik “olağan” hale gelmişti. Eisler’in de dediği gibi, “İnsanlar antik dünyanın tümünde birbirleriyle savaşıyor, erkekler hem kadınlarla hem de kendi aralarında çatışıyordu.”137
Gerhard Lenski’nin tarih anlatımına göre, MÖ 4000’de Ortadoğu’da ilk “ileri bahçe tarımı” yapan toplumlar ortaya çıkmaya başladı.138 Bunlar madenleri ilk kez yoğun bir şekilde, üstelik silah üretmek adına kullanan insanlar oldular. Lenski’nin de dediği gibi, bu dönemde “her yetişkin erkeğin mezarına savaş baltaları, hançerler ve başka silahlar konulmaya başlandı.”139 Lenski, maden kullanımını bu toplumların en temel özelliği olarak görüyor. Ancak bu husus -silahlara büyük bir talep yaratan- savaşlarla yakından alâkalı olduğu için bu toplumların en temel özelliği olarak madenciliği değil de savaşı görmek muhtemelen daha doğru olur.
Pek çok sosyolog gibi Lenski de bu yeni toplumların ortaya çıkışını “toplumsal evrimin,” yani bahçe tarımcılarının zamanla daha fazla bilgi ve teknolojik beceri edinmesiyle gelişen doğal sürecin bir sonucu olarak görüyor. Ancak konuya tarihsel açıdan baktığımızda durum daha farklı. Daha önce de gördüğümüz gibi, mesele belli bir toplum türünden bir başkasına ilerleme değildi. Bu, bir toplumun diğerinin yerine geçmesiydi. Çünkü Eski Dünya halklarının yaşadığı yerler, savaşçı Sahra-Asyalılar tarafından işgal edilmiş ve tamamen ele geçirilmişti.140
Mısır ve SümerBu yeni ruhsal dünyanın bazı olumlu yanları da vardı. Bir yandan vahşet ve bencillik doğarken, bir yandan da yeni zihinsel beceriler, işlevsel zekâ ve yaratıcılık ortaya çıktı. Bazı “Eski Dünya” halkları yüksek bir teknolojik seviyeye erişse de MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu daha öncekilere kıyasla çok daha büyük bir teknolojik gelişme yaşadı. V. Gordon Childe’ın da yazdığı gibi “MÖ 3000’den önceki yaklaşık son bin yıl, MS 16. yüzyıla kadar en çok keşfin ve icadın yaşandığı dönem oldu.”141 Bu yeniliklerin arasında (kısa sürede yük arabası ve çömlekçilikte kullanılmaya başlanan) tekerlek; saban, pulluk ve yük arabalarını çekmek için hayvanların kullanılması; rüzgâr gücüyle çalışan yelkenliler; gelişmiş bir yazı tipi; sayı sistemi ve takvim sayılabilir. Anne Baring ve Jules Cashford’un The Myth of the Goddess (Tanrıça Efsanesi) adlı kitaplarında özetledikleri gibi, Tunç Devri’nin başında “yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.”142
Bu yenilikler çoğunlukla Mısır ve Mezopotamya’da gerçekleşti ve bu bölgelerde ünlü antik medeniyetlerin gelişmesini sağladı. Bunların -geleneksel arkeolojinin iddia ettiği gibi- dünyanın ilk uygarlıkları olup olmadığı bu kelimeden ne anladığımıza bağlı. Marija Gimbutas gibi medeniyeti “bir halkın çevresine uyum sağlaması ve uygun sanat eserleri, teknoloji, alfabe ve toplumsal ilişkiler geliştirmesi” olarak tanımlarsak onun da öne sürdüğü gibi o zaman “Eski Avrupa” da kesinlikle bir uygarlıktı.143 Ancak klasik arkeologlar medeniyet dendi mi yaklaşık son 5000 yıldır var olan uygarlıkları kastediyor. “Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askerî güce vs. sahip olması gerekiyor. Ancak bence daha doğru olan uygarlıkları Çöküş-öncesi ve Çöküş-sonrası diye ikiye ayırmak. Eski Avrupa ile Mısır ve (Mezopotamya’nın bir parçası olan Sümerler kesinlikle farklı medeniyetlerdi.
Bu yeni uygarlık tipi, MÖ 4. binyılın ikinci yarısında gelişti (Sümerler az farkla da olsa Mısır medeniyetinden önce ortaya çıkmıştı). Arkeologlar ilk Mısırlı ve Sümerlilerin kim olduğu sorusunu hiçbir zaman kesin olarak yanıtlayamadılar. Bazı kanıtlar Nil Havzası’nı “medenileştiren” Mısırlıların, çölleşen bölgelerden gelen göçmenler olduğunu gösteriyor. Brian Griffith’in de dediği gibi, kayıtlı tarih gitgide genişleyen çölden gelen göç dalgasının gölgesinde Kuzey Afrika’da gelişti: “Mısırlılar hanedanlık kurulmadan önce, çoğu çölden yeni gelmiş kabilelerden oluşuyordu.”144 Nil çevresinde ilk toplumsal karışıklık, kendilerine “Horus’un145 takipçileri” diyen bir halkın yönetici sınıf olmasıyla yaklaşık MÖ 3300’de başladı. DeMeo’ya göre “Samilerle ortak pek çok yanları vardı.”146 Konuştukları dil, aslında Sami (ya da Hint-Avrupalı) olmadıklarını gösteriyor. Ancak sözcük dağarcıklarında Sami dillerinden geçmiş pek çok kelime bulunduğu için onlarla yakın temas içinde oldukları da aşikâr.
Sümerlerin kökenleri de muğlak. Ancak MÖ 4. binyılın son yarısında Mezopotamya’ya varan göçmenler olduklarını bildiğimiz için147 onların da çölleşmeden kaçtığını varsayabiliriz. Arabistan ve Suriye çöllerinin kültürüyle benzerlikler taşıyan ilk dönemlerden kalma silindir şeklindeki mühürler de bu görüşü destekliyor.148 Sümerlerin Samilerle de ilişkileri vardı. Kökenleri ne olursa olsun ilk başlardan itibaren aralarında Sami azınlıkların olduğu biliniyor. Zaman ilerledikçe Sami dillerinden aldıkları kelimelerin sayısı da arttı. Bu durum insana, Samilerin daha baskın bir kültür olmaya başladığını düşündürüyor. En sonunda Sümerlerin çoğu “Sami kökenli” haline geldi.149 DeMeo’ya göre, arkeolojik kanıtlar “Nil, Fırat ve Dicle nehirleri etrafındaki (yani Mısır ve Sümer uygarlıklarının geliştiği yerlerdeki) ve Doğu Akdeniz, Anadolu ve İran’ın daha nemli yüksek yerlerindeki yerleşim alanlarının, Arabistan ve/veya Orta Avrupa’yı terk eden halklar tarafından işgal edildiğini ve ele geçirildiğini”150 gösteriyor.
Aslında bu bağlantıları kurmamıza hiç gerek yok çünkü kültürlerine baktığımızda antik Mısır veya Sümer’de yaşamış insanların zaten Sahra-Asyalı oldukları çok açık. İlk başlarda sadece kısmen atacıl olsalar da kültürleri Eski Avrupalılar ya da diğer tarihöncesi insanlarınkine kıyasla Hint-Avrupa ve Sami halklarınkine çok daha yakındı.
Toplumsal tabakalaşmanın Sümer kültürünün bir parçası olduğunu zaten gördük. Sümerler maddiyat ve zenginlik konusunda son derece “modern” bir tutkuya sahiptiler. Bu özellikleri, avcı-toplayıcıların mülkiyetten uzak kültürlerine elbette çok yabancıydı. Samuel Noah Kramer’in de ifade ettiği gibi, “Sümerler servet ve mülkiyet edinmek için takıntılı bir çaba içerisindelerdi.” Belgeler “tarlaları sürekli ekili tutmak, bahçeleri sebzelerle donatmak, ağılları koyunlarla doldurmak ve daha fazla süt, kaymak ve peynir üretmek için insanların takıntılı derecede endişelendiğini”151 gösteriyor. Bu sahip olma tutkusu, elbette toplumsal eşitsizliği de doğurdu. Mezarlıkların ortasında yer alan kraliyet ailesine ait kabirlere müthiş servetler gömülüyordu. Aynı zamanda mezarlıkların uzak köşelerinde yer alan pek çok mülksüz, sade ve küçük kabir de mevcuttu.152 MÖ 3. binyıldan kalma planlar ise evlerin çok farklı büyüklükte inşa edildiğini gösteriyor. Bazı evler özenle tasarlanmış büyük “malikaneler,” bazılarıysa zaten var olan binaların arasında kalan boşluklara sıkışmış bir odalı harap kulübelerdi. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Joan Oates şunları söylüyor:
Mezopotamya’daki (Sümerlerin de üzerinde yaşadığı geniş toprak parçasındaki) toplumsal yapının belki de en ilginç yanı, iktisadi kutuplaşmanın her daim varlığını sürdürmesiydi. Toplum iki gruba ayrılmıştı: üretim araçlarına -özellikle de toprağa- sahip olanlar ile bunlara bağımlı olanlar.153
Sümer, hepsi de birbirinden 15-50 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu (bu şehirlerin sayısı MÖ 2500’de yaklaşık elli taneydi). Bu şehir-devletlerinin ilk kralları sonrakilere kıyasla daha az zalimdiler. Ancak yine de birbirleriyle savaşıyorlardı. Dolayısıyla devasa surlar inşa etmeye ve atlı “savaş arabaları” gibi askerî teknolojiler geliştirmeye mahkûmdular. MÖ 3. binyılın ilk yarısına gelindiğinde vahşet ve askerî hırs tamamen hüküm sürmeye başlamıştı. Joan Oates’ın da yazdığı gibi, her ne kadar bölgeye bu dönemde hâkim olan Akadlar (Sami bir halk) daha sonraki Sümerler kadar savaşçı olmasa da,
günümüze kalan tarihi metinler, talan ve katliamların Akadların yayılmacı siyasetine eşlik ettiğini ortaya koyuyor. Ünlü Ur Kaidesi’ndeki154 savaş sahnesi, esirlere yapılan kötü muamele karşısında tam bir vurdumduymazlık sergilemekte.155
MÖ yaklaşık 2400’de tüm Mezopotamya, savaşçı ve aynı zamanda Akadlı olan Kral Sargon tarafından fethedildi. Sargon dünyanın ilk imparatoruydu. Pek çok askerî harekât düzenledi (keşfedilen vakayinameler en az otuz dört “büyük savaşı” ayrıntılarıyla anlatıyor) ve imparatorluğunu Yakın Doğu’nun büyük bölümüne yaydı. Bir vakayinamede bunu nasıl başardığı şöyle tasvir ediliyor:
Akad Kralı Sargon, Uruk şehrini yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Uruk sakinleriyle savaştı ve onları katletti. Uruk Kralı Lugal-Zaggisi ile muharebe etti ve onu yakaladı. Ayağına zincir vurarak onu Emil kapısından geçirdi. Akad Kralı Sargon, Ur şehrinin lideriyle de savaştı ve onu öldürdü. Şehrini yerle bir etti ve surlarını yıktı. E-Nimmar’ı yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Lagaş’dan denize kadar uzanan bütün toprakları yerle bir etti ve silahlarını denizde yıkadı.156
Bütün bunlara rağmen ilk Sümerlerin kendilerinden sonra gelenlere kıyasla tam olarak atacıl olmadığına dair de bazı kanıtlar mevcut. Belki de bunun nedeni, fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların anacıl özelliklerini özümsemeleriydi. Erken dönem Sümer, kesinlikle erkek egemen bir toplumdu -aslında toprak tek tek bireyler yerine ailelere aitti (bu durum, atacıllığın derecesinin oldukça düşük olduğunu düşündürüyor). Ancak yine de ailenin sadece erkek üyeleri mal mülk işleriyle uğraşma hakkına sahipti. Zaten sonrasında bireysel mülkiyet yaygınlaştı. Kuramsal olarak kadınların toprak sahibi olması mümkünse de fiilen neredeyse sadece erkekler mal mülk edinebiliyordu. Ancak yine de kadınların toplumsal mevkisi sonraki dönemlere kıyasla daha yüksekti. İlk Sümer tanrıları arasında önemli tanrıçalar da vardı (belki bu özelliği de işgal ettikleri yerlerin anacıl kültüründen almışlardı). Günümüze kadar ulaşmış bir belge, MÖ 2000 gibi geç bir tarihte bile Elam şehir-devletinde evli bir kadının kocasıyla ortak vasiyetname imzalamayı redderek tüm mal varlığını kızına bıraktığından bahsediyor.157 Tüm bunlar tarihçi H. W. F. Saggs’ın da dediği gibi, “İlk Sümer şehir-devletlerinde kadınların toplumsal mevkisinin daha sonraki dönemlere kıyasla kesinlikle çok daha yüksek olduğunu”158 gösteriyor.
İlk Mısırlıların taptığı pek çok tanrıça da vardı. Kadınlar mevki sahibiydi ve kendi evlerine sahip olabiliyorlardı. Sanat eserleri onları özgür ve baskı altında tutulmayan insanlar olarak temsil ediyor. Tapınaklardaki resimlerse kadınları erkeklerle aynı büyüklük ve uzunlukta gösteriyor (bunu eşit toplumsal mevkide olduklarının bir kanıtı olarak yorumlayabiliriz). Aslında Antik Mısır’da “karı” anlamına gelen nebtper kelimesi “evin hâkimi” anlamını da taşıyordu.159 Ancak ilk dönemlerden itibaren erkek egemenliğin yeni bir gelenek olarak yerleşmeye başladığını da görüyoruz. DeMeo’nun da yazdığı gibi, işgalciler bölgenin kontrolünü ele geçirdiklerinde “kadınların toplumsal mevkisi hemen kölelik ve cariyeliğe düştü.”160 Üst sınıflara mensup Mısırlılar genelde birkaç kadınla evleniyor, üstüne bir de cariyeleri oluyordu. Öldüklerinde hem eşleri hem de cariyeleri onlarla birlikte gömülüyordu.
Erken dönem Mısır şehirlerinin duvarları yoktu. Devletin sadece küçük bir ordusu vardı. Bunlar bize savaşın nadiren vuku bulduğunu gösteriyor. Ancak yine de ilk Mısırlıların ruhani ve barışsever insanlar olarak sahip oldukları popüler imaj, tarihi bir temele dayanmıyor. Krallık, askerî fetihlerle kurulmuştu. Yaklaşık 200 yıl boyunca “Horus’un takipçileri” Nil Delta’sını ve Nübya’yı161 işgal ederek MÖ 3100’de bütün bölgeyi ilk firavun Kral Menes’in egemenliği altında birleştirdiler.162 Bu dönemde kayalara çizilen resimler şiddet içeren imgelerle doluydu. Arkeologlar da savaş esirlerinin ve Nil boyunca yaşayan köylülerin topluca yakıldığına dair kanıtlar buldular.163
Daha sonraki yıllara kadar topraklarını genişletmek için büyük savaşlar düzenlemeseler de Mısırlılar kendi aralarında, özellikle de onları birleştiren güçlü bir merkezi yönetim olmadığı zamanlarda savaşmaya devam ettiler. Şehir-devletleri merkezi hükümetten bağımsızlık kazanmak ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak için mücadele etti. Durum o kadar kötüleşmişti ki asillerin kendilerini korumak için özel orduları bile vardı.164 Aynı zamanda onlara saldıran Asyalılar, Libyalılar ve diğer göçebe kabilelerle sınırlarda sürekli savaşıyorlardı.
Sümer’de olduğu gibi Mısır’da da daha ilk zamanlardan itibaren katı bir toplumsal tabakalaşma olduğu kesin. Eşitsizliğin varlığı bazı mezarlarda gömülü bulunan aşırı servetten anlaşılıyor. Ayrıca insan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar da medeniyet kurulduktan sonra sıradan çiftçilerin aldığı protein seviyesinin azaldığını gösteriyor. Bu da bizlere servetin merkezileştiğini, yani daha az kişinin elinde toplandığını düşündürüyor.165 Küçük bir asiller grubu (ki vergilerden muaftılar) toprağın büyük bölümüne sahipti. Nüfusun geri kalanı ise bu toprakları işleyen serflerden oluşuyordu. Serflerin toprak üzerinde hiç hakkı yoktu. Ayrıca devlet istediği zaman onları “angarya” işlerde (zorunlu hizmet) kullanabiliyordu. Piramitlerin bu şekilde inşa edildiği tahmin ediliyor. Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaatta çalışmaya zorlanıyordu. Elbette ki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi. Eşitsizliğin simgesi olarak mezar büyüklükleri ve içlerine gömülen eşyalar söz konusu olduğunda onlardan daha uç bir örnek saymak mümkün değil. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleriyse toplu mezarlara atılıyordu.”166
M.Ö. 2. Binyıldan GünümüzeEski Avrupa uygarlığı kıtanın kendisinde ortadan kalkmasına rağmen bazı adalarda asırlar boyunca ayakta kaldı -hatta Girit söz konusu olduğunda binyıllar boyunca demek daha doğru olur. Ancak en ücra köşeler bile en sonunda atacıl kültüre teslim olmak zorunda kaldı. Malta’daki uygarlık yaklaşık MÖ 2500’de aniden çöktü. Bunun nedeni muhtemelen hem yabancı işgali hem de doğal afetlerdi. Girit medeniyeti ise bin yıl daha varlığını sürdürdü. Ta ki Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halk olan Akalılar adanın denetimini ele geçirene dek. Akalılar adanın anacıl kültüründen bazı özellikler alsalar da kültürel bir yozlaşma başlattılar. Riane Eisler’in deyişiyle, “sanat daha zorlama ve daha az özgür hale geldi” ve “ölüm temasına daha fazla vurgu yapılmaya başlandı.”167 Akalılar Girit’i yaklaşık dört asır boyunca, MÖ 12. yüzyılda bir başka Hint-Avrupalı topluluk olan Dorlar tarafından saldırıya uğrayana dek egemenlikleri altında tuttu. Dorlar, ada halkını katletti ve oradaki medeniyeti yerle bir etti.
Benzer bir şekilde Britanya’nın coğrafi açıdan korunaklı olması da eski anacıl kültürün yaklaşık MÖ 2500’e kadar bozulmadan kalmasını sağladı. Bu tarihte ise Kıta Avrupası’ndan gelen Beaker halkı adaya ulaştı. Onlardan önceki Neolitik insanlar müşterek mezarlara gömülürken Beakerlar bireylere ait kabirlere sahipti ve diğer Sahra-Asyalılar gibi mezarlarının büyüklükleri arasında fark vardı. Onlardan önce adada savaş ve şiddete dair çok az iz varken, Beakerlar maden işlemedeki üstün yeteneklerini çok büyük ölçekte silah üretimi için kullandılar, yüksek kaleler ve surlar inşa ettiler.168 Sonunda Kıta Avrupası’nı etkisi altına alan çaresiz savaş korkusu Britanya’yı da sardı. Köyler yüksek çitlerle çevrildi ve muhtemelen işgalciler karşısında savunmasız kalan Neolitik halklar göllerin ortasına inşa ettikleri yapay adacık ve platformlarda (crannog) yaşamaya başladılar. Bu adacıklar karaya tahta köprülerle bağlanıyor, çatışma ânında köprüler yıkılarak düşmanların platforma ulaşması engelleniyordu.
Bu sırada Avrasya’da ise Sahra-Asyalılar hem batıya hem doğuya göç etmeye devam ediyordu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Şanglar MÖ 2000 civarında (artık neredeyse tamamen çölleşmiş olan) Orta Asya’nın bozkırlarından geçerek Çin’e ulaşmıştı. Ödünç aldıkları bazı Hint-Avrupa ve Sami kelimelerinden dolayı onların da Sahra-Asyalı olduğunu kesin olarak biliyoruz; örneğin bey ya da din adamı anlamına gelen han sözcüğü Sami dillerindeki cohen (yüksek haham) kelimesine, destansı kahraman ya da tanrı anlamlarına gelen bagadur sözcüğü ise Hint-Avrupa dillerindeki tanrı anlamına gelen baga kelimesine çok yakın.169 Ancak Sahra-Asyalı oldukları Çin’e getirdikleri kültüre bakıldığında da çok açık. Barış ve cinsiyetler arası eşitliğin hüküm sürdüğü “Altın Çağ” adeta aniden sona ermişti. DeMeo’nun sözleriyle,