
Полная версия
Çöküş
Araştırmalar -kulağa garip gelse de- avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarının bizimkine kıyasla çok daha sağlıklı olduğunu da gösteriyor. Çok az yedikleri et dışında (günlük yiyecek tüketimlerinin sadece %10-20’si), aslında neredeyse günümüzdeki veganlar gibi besleniyorlardı. Süt ürünleri tüketmiyor; çoğunlukla meyve, sebze, kök ve kabuklu yemiş yiyorlardı. Üstelik hepsini çiğ tüketiyorlardı (günümüzdeki beslenme uzmanlarının en sağlıklı beslenme şekli olarak tavsiye ettiği gibi). Bu durum, keşfedilen avcı-toplayıcı iskeletlerinin, neden şaşırtıcı derecede büyük ve sağlam olduğunu ve neredeyse hiç hastalık ya da diş çürüğü belirtisi göstermediğini de kısmen açıklıyor. Antropolog Richard Rudgley şöyle yazıyor: “Yediklerinden ve iskeletlerinin durumundan, avcı-toplayıcıların genel olarak sağlıklı olduğunu biliyoruz.”46 Fizyolog Jared Diamond’ın çalışmaları, günümüzdeki Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış avcı-toplayıcı erkeklerin ortalama 1.77, kadınların ise ortalama 1.67 metre boya sahip olduğunu gösteriyor. Ancak tarıma geçilmesinin ardından bu rakamlar sırasıyla 1.59 ve 1.54’e düştü.47 ABD’deki Illinois Vadisi’nde yapılan arkeolojik kazılar ise insanların mısır ekmeye başlaması ve yerleşik hayata geçmesiyle birlikte bebek ölümlerinin arttığını, boylarının kısaldığını ve kötü beslenmeye dayalı birçok hastalığın ortaya çıktığını gösteriyor.48
Bunun bir diğer nedeni de avcı-toplayıcıların daha sonraki insanlara kıyasla hastalıklara daha dayanıklı olması. Aslına bakarsanız tarihte hastalığa en az yakalanan insanların, modern tıbbın geliştiği ve sağlık koşullarının düzeldiği 19. ve 20. yüzyıllara kadar onlar olduğu söylenebilir. Bugün yakalandığımız hastalıkların çoğu, hayvanları evcilleştirdiğimizde ve dolayısıyla onlarla daha yakın temasa geçtiğimizde ortaya çıktı. Hayvanlardan bize birçok hastalık geçti: domuz ve ördekten grip, attan soğuk algınlığı, inekten çiçek hastalığı ve köpekten kızamık. Süt ürünleri tüketmeye başladığımızda ise en azından otuz yeni hastalıkla daha tanıştık.49
Bu kitabın ana fikri açısından daha da ilginç olan, son birkaç bin yıldır insanlığı etkileyen sorunlara dair avcı-toplayıcılarda hiç iz olmaması. İlk insanlarla ilgili en yanlış varsayım, onların ağzı öfkeden köpüren ve ellerinde sopalarla ortalıkta dolaşıp sürekli birbirlerine saldıran vahşi yaratıklar oldukları efsanesi. Gerçek, bundan daha farklı olamaz diye düşünülüyordu.
Arkeolojik çalışmalar avcı-toplayıcılğın sürdüğü dönemde savaşa dair neredeyse hiçbir kanıta rastlamadı; yani, insan ırkının ortaya çıkmasından MÖ 8000’e kadar dönemde. Aslında, onbinlerce yıl boyunca yaşandığı kesin olan sadece iki olay tespit edildi. Nil Vadisi çevresindeki bazı alanlarda, MÖ 12.000’den itibaren yaşanmış şiddet olaylarına ilişkin bir takım belirtiler görülüyor. Örneğin Jebel Sahaba’da vahşi bir şekilde öldürülmüş elliden fazla insan cesediyle dolu toplu bir mezar bulundu. Avustralya’nın güneydoğusundaki bazı kazı alanlarında ise kabileler arası kavgaya -ve çocukların kafataslarının parçalanması gibi başka toplumsal şiddet örneklerine- ait MÖ 11.000 ve 7000’e ait birkaç ize rastlandı.50 Lawrence Keeley’nin War Before Civilization (Medeniyetten Önce Savaş) kitabı da tarihöncesine ait birçok şiddet ve savaş örneği veriyor gibi gözüküyor. Ancak bunların hiçbiri güvenilir değil; dolayısıyla diğer bilim insanları tarafından reddedildiler. Örneğin Keeley, insan kemiklerindeki kesik izlerini yamyamlığın kanıtı olarak sunuyor; ancak muhtemelen bu kesikler tarihöncesi dönemdeki cenaze törenlerine ait kemikleri etten temizleme geleneğinin bir sonucu olarak oluştu. Keeley, Avustralya’daki mağaralarda yer alan oldukça soyut çizimleri de savaş resimleri olarak yorumluyor; fakat bu çizimleri pek çok başka açıdan yorumlamak da mümkün. Antropolog R. Brian Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın insanlık kadar eski olduğunu ima ederken Keeley maksadını fazlasıyla aşıyor.”51
Savaşa dair kanıtların yokluğu oldukça çarpıcı. Örneğin 1999’da dünyanın farklı bölgelerine ait arkeolojik kanıtlar üç kez gözden geçirildi ve üst Paleolitik döneme (yani, MÖ 40.000-10.000 yılları arasına) ait savaşla ilgili hiçbir delil bulunamadı.52 Vahşi bir şekilde ölümden ya da savaşın neden olduğu zarar ve ziyandan hiç iz yoktu. Üstelik alet ve çanak çömlek gibi çok sayıda tarihi eser bulunmuş olmasına rağmen hiç silaha rastlanmadı. Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın bu dönemde o kadar yaygın olup da bu şekilde görünmez kalmış olmasını anlamak çok zor.”53 Arkeologlar, Paleolitik döneme ait üç yüzün üzerinde mağara “sanat galerisi” de keşfetti. Hiçbirinde savaşa, savaşçılara ya da silahlara dair çizim yoktu.54 Bu gibi kanıtlardan yola çıkarak arkeolog W. J. Perry şu sonuca vardı: “Toplayıcı insanların savaşçı olduğunu düşünmek çok yaygın ve büyük bir hata… Aksine elimizdeki bütün kanıtlar toplayıcı dönemin tarihin son derece barış dolu bir dönemi olduğunu gösteriyor.”55 Bir başka antropolog Richard Gabriel, bu durumu daha açık bir dille ifade ediyor:
Taş Devri başladıktan doksan beş bin yıl sonrasına (MÖ 4000 yılına) kadar insanın bırakın savaş yapmayı, örgütlü grup şiddeti uyguladığına dair bile hiçbir delil yok. Başkasının canına kıymayla ilgili genel olarak çok az kanıt var.56
Bunun doğru olduğunu, günümüzde hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan ya da çok kısa süre öncesine kadar böyle yaşamış gruplara baktığımızda da görüyoruz. Bazı antropologlar haklı olarak günümüzdeki yerli topluluklarını geçmiş kültürlerin temsilcisi olarak görmenin yanlış olacağını belirtiyor. Günümüzde var olan yerli topluluklar “uygar” halklar tarafından yozlaştırıldığı; hatta çoğu kez tamamen ortadan kaldırıldığı- için bu fikre katılmamak mümkün değil. Dünyada, tamamen yerli ve ilkel kültür muhtemelen kalmadı. Ancak yine de bu insanlara, en azından Avrupalılarla ilk temasa geçtikleri zamanlar (ve bunu takip eden dönemde) oldukları haliyle, tüm insan ırkının geçmişine açılan bir pencere olarak bakabileceğimize inanıyorum. Bu insanlar, binlerce yıl boyunca değişmeyen kültürlere sahipti. Örneğin, antropolog Robert Lawlor bunu şöyle ifade ediyor:
Geleneksel arkeolojik kanıtlar, Aborijinlerin Avustralya’da 60.000 yıldır varolduğunu gösteriyor; ancak yeni kanıtlar bu rakamı 120.000, hatta 150.000’e çıkardı. Aborijinlerin törensel adetleri, inançları ve kozmolojisi insan türünün en derin toplumsal hafızasını temsil ediyor olabilir.57
Günümüzün ve eski dönemlerin avcı-toplayıcı grupları arasında pek çok benzerlik mevcut. Örneğin, bildiğimiz kadarıyla eski avcı-toplayıcılar da günümüzdekiler gibi animist dünya görüşüne sahip, doğaya saygılı ve eşitlikçi bir toplumsal düzende yaşıyordu. Aslında birçok bilim insanı, geçmişe ait arkeolojik ve günümüze ait etnografik kanıtların birbirini desteklediğini kabul ediyor. Sosyolog Lenski’nin de dediği gibi, “Yapılan karşılaştırmalar sadece geçerli değil aynı zamanda çok büyük öneme sahip… benzerlikler çok sayıda ve temel unsurlara ait; farklılıklar ise çok daha az sayıda ve önemsiz.”58
İlk Avrupalı kâşiflerin ve günümüz antropologlarının avcı-toplayıcılarda -ve hâlâ oldukça geleneksel bir yaşam süren avcı-toplayıcı gruplarda- gözlemlediği bir başka çarpıcı özellik ise çok az savaşmış olmaları. Çok az sayıda kabile Avrupalılarla temasa geçmeden önce de savaşçıydı. Örnek olarak Güney Amerika’daki Amazon Havzası’nda yaşayan kabileler veya Jivaro ve Yanamamo Yerlileri verilebilir (bu istisnai durumları Dördüncü Bölüm’de daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız). Kuzey Amerika’nın ortasındaki düzlük alanlarda yaşayan Yerliler (Plains Indians – Ova Yerlileri) gibi pek çok avcı-toplayıcı ise Avrupalılarla sorun yaşamaya başlayınca şiddete başvurmak zorunda kalmıştı. Son birkaç on yılda ise Afrika’nın güneyinde yaşayan !Kung halkı da benzer bir süreçten geçti. !Kunglar bir zamanlar son derece barışseverdi; ancak -kültürel yozlaşma sonucunda- artık birçok Batı ülkesinden çok daha yüksek bir cinayet oranına sahipler.59 “Savaş insanlık kadar eski” sözüne inananlar genellikle bu tür örneklere dikkat çekerek savaşın doğal olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ancak R. Brian Ferguson’un deyişiyle, “ilkel ya da yerli savaşlarının, Batı ile temas sonrasında tüm dünyada genel olarak dönüşüme uğradığı, sıklaşıp yoğunlaştığı ve kimi zaman da hızlandığı”60 gerçeğini gözardı ediyorlar. Lenski’nin de dediği gibi, günümüzde hâlâ “[avcı ve toplayıcı gruplarda] savaşa çok az rastlanıyor. Modern çağda bile ayakta kalabilen kabileler çok ender savaşıyor; grup-içi şiddet nadiren görülüyor.”61
Örneğin, Avustralyalı Aborijinler için bu genellikle geçerli bir tespit. Antropolog Elman R. Service Aborijin kabilesi Arunta için şunları söylüyor:
Kabileler arasında savaş yok. Yaşanan çatışmalar, savaştan ziyade adli bir nitelik taşıyor. Bir grup ya da aile, bir birey tarafından kendisine yanlış yapıldığına inanıyorsa bu yanlışı düzeltmek ve intikam almak adına keşfe çıkıyor. Ancak bu süreç, genelde muharebe yerine anlaşmayla son buluyor.62
Eski bir antropolog olan William Graham Sumner bildiği hiçbir yerli topluluğun (örneğin, Aborijinler veya Hindistan, Alman Melanezyası ve Papua Yeni Gine’de yaşayan kabileler gibi) savaşmadığını ifade etmişti. Özetlediği gibi, “En az uygar insanlara dair gerçeklere baktığımızda, savaşçı olmadıklarını ve ellerinden geldiğince savaştan kaçındıklarını görüyoruz.”63 Bir diğer kadim antropolog Branislav Malinowski ise pek çok yerli halkın, hiddet belirtisi gösterdiği zamanlarda bile “bunun gerçek bedensel şiddete dönüşmesinin istatistiki olarak önem verilemeyecek derecede nadir olduğunu”64 belirtiyor.
Elbette bu topluluklarda da kimi zaman çatışma gerçekleşiyordu. Ancak mümkün olduğunca az şiddetli geçmesini sağlamak için sürece müdahale ediliyor ve çatışma törenselleştiriliyordu. Gruplar arasında kavga çıktığı zaman antropologların “turnuva savaşları” (tournament fights) dediği yola başvurularak düşmanca duyguların dışa vurulması sağlanıyordu. Örneğin, ünlü Eskimo şarkı yarışmalarının amacı buydu. Diğer kabilelerse güreş, mızrak ve kafa atma turnuvaları düzenliyordu.65 Bu “törensel saldırganlığın” bir örneği, W. Divale tarafından War in Primitive Society (İlkel Toplumda Savaş) adlı kitapta tasvir ediliyor.66 “İleri” kabile kültürlerinde, “savaşçı” gruplar önceden kararlaştırılmış bir alanda buluşuyor ve topluca savaşmak yerine çiftlere ayrılarak düello düzenliyorlardı. Aynı anda düzinelerce düello vuku buluyordu. Bir “savaşçı” rakibine hakaret ediyor ve ardından mızrak ya da ok atıyordu. Ancak bireyler arasında oldukça uzun bir mesafe bulunduğu ve “savaşçılar” oktan kaçmakta oldukça yetenekli olduğu için bu süreç neredeyse hiçbir seferinde ölümle sonuçlanmıyordu. Divale’nin de dediği gibi, “Eğer bir kişi ağır bir şekilde yaralanır ya da ölürse o gün muharebeye ara veriliyordu.”67
Burada önemli olan nokta, avcı-toplayıcıların genellikle kendilerini bir toprak parçasına ait hissetmiyor olması, dolayısıyla bölgelerine yaklaşanlara da saldırmıyorlardı. Burch ve Ellanna’nın da dediği gibi, “Avcı-toplayıcılarda hem toplumsal hem de mekânsal sınırlar oldukça esnekti; üyeleri ve benimsedikleri coğrafya sık sık değişiyordu.”68 Sınır kavramını bilmedikleri için, bir toprak parçasını ya da üzerindeki doğal kaynakları korumak adına savaşmalarına da gerek kalmıyordu. Aksine, Margaret Power’ın deyişiyle, “yemek kaynakları konusunda endişelenmiyor, onlara sahip olmaya çalışmıyorlardı.”69 Bu tez, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. Antropolog Haas’ın tarihöncesi Kuzey Amerika hakkında yazdığı gibi,
İlk avcı ve toplayıcıların sınırları korumak adına harekete geçtiğine dair elde hiç arkeolojik kanıt yok. Tam aksine, bütün kıtaya yayılmış açık bir iletişim ve etkileşim ağı kurmuşa benziyorlar.70
Ataerkillik ve Eşitsizlik?Ataerkillik ve toplumsal katmanlaşma da avcı-toplayıcı gruplarda yok gibi gözüküyor. Antropolog Knauft, avcı-toplayıcıların en önemli özelliğinin “en üst düzeyde siyasi ve cinsel eşitlikçilik”71 olduğunu söylüyor. Kabilenin yiyecek kaynaklarının çoğunu sağlamaları, kadınların erkeklerle en azından eşit toplumsal mevkide olduğunu gösteriyor -bu kadar önemli bir iktisadi göreve sahipken düşük bir mevkide olduklarını varsaymak zor. Avcı-toplayıcıların insan bedenine ve cinselliğe karşı takındıkları sağlıklı ve açık tavır da -günümüzde yaşayan Aborijinler’den bazılarının çıplak dolaşması ya da cinsellik hakkında samimi olmaları gibi- bunu gösteriyor. Çünkü daha sonra da göreceğimiz gibi kadınlara yönelik baskı, insanın bedenine yabancılaşmış hissetmesi ve içgüdüleri ile bedensel işlevlerine karşı takındığı olumsuz tavırla yakından alâkalıydı.
Günümüz avcı-toplayıcılarında da ataerkilliğe rastlanmıyor. Antropolog M. A. Jaimes Guerrero şunları söylüyor: “Araştırmalarım, hepsi değilse bile neredeyse bütün yerli halkların Avrupa işgali ve sömürgecilik öncesinde anasoylu olduğunu gösteriyor.”72 Yani, neredeyse bütün yerli halklarda soy ve miras baba değil anne tarafından geçiyordu ki bu da kadınların yüksek bir mevkiye sahip olduklarının açık göstergesiydi. Ingold ve çalışma arkadaşlarının da öne sürdüğü gibi “ânında tüketen” (immediate return) avcı-toplayıcılarda (yani topladıkları yiyecek ve diğer kaynakları sonraya saklamadan hemen kullanarak yaşayan toplumlarda) erkeklerin kadınlar üzerinde hâkimiyeti yoktu.73 Kadınlar eşlerini genelde kendileri seçiyor, ne iş yapmak istediklerine kendileri karar veriyor ve istedikleri zaman çalışıyorlardı. Eğer evlilik yürümezse velayet hakkı kadınındı (yerli kültürlerde ataerkilliğin olmadığını gösteren başka kanıtları Dördüncü Bölüm’de sunacağız).
Eski avcı-toplayıcıların eşitlikçi olduğuna ve toplumsal mevki farklılıklarını bilmediklerine dair de bazı arkeolojik deliller mevcut. Arkeolojide toplumsal tabakalaşmanın en açık göstergelerinden biri olarak mezarlarda gözlemlenen farklılıklar kabul edilir -büyüklükleri, konumları ve içlerine konulan eşyalar gibi. İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi sınıflara ayrılmış toplumlarda daha “önemli” insanlar için büyük, merkezi ve içinde birçok eşya bulunan mezarlar vardır. Ancak eski avcı-toplayıcıların mezarları çarpıcı bir biçimde aynı. Ya tamamen aynılar ya da aralarında çok az fark var.
Günümüzdeki avcı-toplayıcılara bakarak da atalarının eşitlikçi olduğu sonucuna varmamız mümkün. Günümüzün neredeyse bütün avcı-toplayıcıları, toplumsal eşitsizlikle özdeşleştirdiğimiz niteliklerden hiçbirine sahip değiller. Antropolog James Woodburn, ânında-tüketen toplayıcıların “temel eşitlikçiliği”nden (profound egalitarianism) bahsederken başka hiçbir yaşam tarzının “eşitliğe bu kadar önem vermediğini” yazıyor.74 Birçok ilk insan, doğal bir komünizm içerisinde yaşıyordu; bu, Karl Marx’ın da fark ettiği ve “ilkel komünizm” dediği safhaydı. Lenski’nin Human Societies (İnsan Toplumları) kitabında verdiği istatistiklere göre, günümüzün avcı-toplayıcılarından sadece %2’si sınıflı bir toplumda yaşıyor; %89’u ise özel mülk kavramını bilmiyor (geri kalan %11’in içinde ise toprağın bir kişinin mülkiyetinde olması oldukça “ender” rastlanan bir durum).75 Aslında sadece toprak değil, hiçbir mal üzerinde mülkiyet hakkı yok gibi. Ingold’un da dediği gibi, avcı-toplayıcılar “hemen kullanmaya ihtiyaç duydukları dışındaki taşınabilir malları biriktirmeye eğilimli değiller. Hatta ahlaki açıdan onları paylaşmaları gerektiğini düşünüyorlar.”76 Ingold ve arkadaşları, -ikinci bir balta ya da ikinci bir gömlek gibi- “gereksiz” bir eşyaya asla birkaç günden, hatta genellikle sadece birkaç saatten fazla sahip olmayan Afrika’daki Hadzalar’dan da örnek veriyor. Öyle ki “paylaşmaya yönelik ahlaki zorunluluklar” Hadzalar’ın ellerine geçen eşyayı neredeyse ânında başka birisine vermesine yol açıyor.
Toplayıcılar çarpıcı bir şekilde demokratikler de. Birçok toplumda liderler var, ancak güçleri oldukça kısıtlı ve eğer grubun geri kalan kısmı bu kişilerin liderliğinden memnun kalmazsa görevden kolayca alınabiliyorlar. İnsanlar lider olmak için yarışmıyor -tam aksine eğer bir kişi iktidar ve servet arayışı içerisine girerse lider olmaktan men ediliyor.77 Liderin görevleri duruma göre değişiyor. Power’ın da dediği gibi, “Liderlik rolü, grup tarafından anlık bir biçimde veriliyor; duruma göre belli kişilere yükleniyor… ihtiyaç duyulursa başka biri onun yerine geçebiliyor.”78 Hatta insanlar lider olduklarında bile tek başlarına karar alamıyorlar. Lenski’nin de yazdığı gibi, siyasi kararlar sadece kabile şefi tarafından alınmıyor; “saygın ve etkili kabile üyeleri -ki bunlar genellikle aile reisleri olur- gayri resmî bir şekilde kendi aralarında tartışarak karar alıyorlar.”79 Ya da antropolog Jean Briggs’in Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Utku Eskimoları’ndan bahsederken dediği gibi,
Utkular’ın -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkileri tek tek bireylerinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.80
Aynı zamanda avcı-toplayıcılar toplumsal mevki farklılıklarının ortaya çıkmasını engellemek için de çeşitli önlemler almışlar. Başkalarının hakkını yemiyor, kendisini fazla öven birini küçümsüyor ya da onunla dalga geçiyorlar. Örneğin, Afrikalı !Kunglar ava çıkmadan önce oklarını değiş tokuş ediyorlardı. Bir hayvan öldürüldüğünde övgüye layık görülen oku atan değil, okun asıl sahibi oluyordu. Eğer bir kişi baskın ya da kibirli olmaya başlarsa diğerleri ona karşı birleşiyor ya da onu aforoz ediyordu.81 Christopher Boehm’in de özetlediği gibi, “Küçük göçebe topluluklar halinde yaşayan toplayıcılarda eşitlikçilik evrensel gözüküyor. Yani siyasi eşitlikçiliğin kökenleri çok eskiye dayanıyor.”82
Eşitlikçiliğin muhtemelen bazı kültürel kökenleri vardı; örneğin avcı-toplayıcı yaşam tarzının devingenliği, servet birikimini imkânsız kılıyordu (çünkü serveti bir yerden öbürüne taşımak zordu). Ayrıca toplulukların küçük olması ve teknoloji eksikliği, sınıfların ya da kastların temeli olan farklı toplumsal rollerin ortaya çıkmasına izin vermiyordu. Ancak bu gruplar toplumsal baskıdan o kadar uzaktı ki eşitlikçiliklerini sadece bu tür unsurlarla açıklamak yeterli değil. İleride de göreceğimiz gibi muhtemelen çok daha temel bir sebep vardı ki bu sebep avcı-toplayıcıların savaş ve ataerkillikten uzak durmasını da açıklıyordu.
Diğer bir deyişle ilk insanlar, son zamanlarda milyonlarca insanın hayatını çekilmez kılan toplumsal ıstıraptan tamamen özgürdüler. Her ne kadar günümüzün avcı-toplayıcıları hayatlarından memnun gözükseler de atalarının da bizim psikolojik sorunlarımızdan uzak olup olmadığını kesin olarak kestirebilmemiz elbette ki imkânsız. Ancak modern insanın maddiyat, başarı ve toplumsal mevki ile ilgili takıntısı büyük oranda psikolojik uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Bu nedenle avcı-toplayıcıların mal-mülk ve yüksek mevkiye ihtiyaç duymamasını, telafi etmek zorunda oldukları psikolojik uyumsuzluktan mustarip olmamalarına yorabiliriz. Hiç boş duramamamız -en azından büyük ölçüde- psikolojik huzursuzluğumuzun bir sonucu olduğu için (çünkü ondan kaçmak adına kendimizi meşgul etmemiz gerekiyor), avcı-toplayıcıların göreceli sakin ve eğlenceli bir hayat sürmesi de bu sonuca varmamızı kolaylaştırıyor.
Bahsettiğimiz zaman diliminin insan türünün yüzbinlerce yıl önce ortaya çıkışından itibaren yaklaşık MÖ 8000’e kadar uzandığını anımsamakta fayda var. Arkeolojik ve etnografik kanıtlar tüm bu zaman boyunca insanların savaşmadığını, diğer cinse baskı uygulamadığını ve birbirini sömürmediğini gösteriyor.
Üstelik bu barış ve eşitlik dönemi burada sona ermiş de değil.
İlk BahçıvanlarYaklaşık MÖ 8000’de Ortadoğu’daki insanlar avcı-toplayıcı yaşam tarzını bir kenara bırakmaya başladılar. Bitkileri toplamak yerine ekmeye, hayvanları avlamak yerine evcilleştirmeye başladılar. Kimse bu dönüşümün neden gerçekleştiğini kesin olarak bilmiyor. Ancak yaygın kanı, nüfus artışı nedeniyle avcı-toplayıcı yaşam tarzının herkesin karnını doyurmaya yeterli olmaktan çıkması. Eskiden insanların hayvan ve kuş yediğini, ancak nüfusun artmasıyla birlikte herkese yetecek kadar yiyecek kalmadığını iddia eden Çin mitolojisinde, bu görüşü savunan çeşitli kanıtlar bulmak mümkün. Efsaneye göre bunun üzerine, yönetici Shen-nung insanlara bitkileri nasıl ekeceğini öğretmişti. Çevresel faktörlerin de bu dönüşümde rol oynamış olması muhtemel. MÖ 17.000’den 8000’e kadar dünya ısındı ve bu nedenle hayvanların göç alışkanlıkları değişti.83 Bu durum karşısında atalarımızın iki seçeneği vardı: Ya hayvanları yeni yaşam alanlarına giderken takip edecek ya da hayatta kalmak için yeni bir yol bulacaklardı.
Ancak bu yeni yaşam tarzına tarım demek muhtemelen yanlış olur. Tarım, saban kullanılmasını ve aynı büyük tarlayı yıllarca üst üste sürmeyi gerektirir. Ancak ilk “çiftçiler” bahçe tarımı yapıyordu. Bu nedenle onlara bahçıvan demek daha doğru olur. Çünkü saban yerine çapa kullanıyor ve sadece küçük bahçecikler ekiyorlardı. Üstelik yabani otlarla kaplanınca bu bahçeleri birkaç yılda bir terk etmek zorunda kalıyorlardı. Hububat ve nebat ekiyor ve köpeğe ek olarak (köpek, avcı-toplayıcılar tarafından zaten evcilleştirilmişti) başka hayvanları da evcilleştiriyorlardı. Kadınlar hâlâ önemli rollere sahipti -aslında bahçeleri ekmek başlıca onların göreviydi. Erkeklerin sorumluluğu ise yeni bahçelere ihtiyaç duyuldukça toprağı temizleyerek açmaktı. Bazen de ava çıkıyorlardı. Uzun zaman sonra büyük kasabalar ortaya çıksa da bahçe tarımı yapan gruplar ilk başlarda hâlâ çok küçüktü -genellikle sadece yaklaşık 150 kişi. Ancak ürünleriyle ve hayvanlarla ilgilenmek zorunda kaldıkları için artık göçebe bir şekilde yaşayamıyorlardı. Dolayısıyla insaoğlu ilk defa yerleşik düzene geçmişti.
Bazı tarihçilerin yaptığı gibi bir “Neolitik Devrimi”nden bahsetmek muhtemelen yanlış olur. Çünkü toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş binlerce yıl aldı. Ortadoğu’da ortaya çıktıktan sonra Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yayıldı -ve bazı yerlerde kendiliğinden gelişti. Fakat bu süreç o kadar yavaştı ki bahçe tarımı batıda İngiltere ve doğuda Çin’e ancak MÖ 3. binyılın sonlarına doğru vardı. Ayrıca dünyada insanların bu geçişi deneyimlemediği pek çok yer vardı; Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, Avustralya’nın tümü ve daha pek çok başka yer gibi.
Bu dönüşüm hayvanlarla yakın temasa yol açtığı için bunun sonucunda insanlar pek çok yeni hastalıkla tanışmış oldu. Beslenme alışkanlıkları da olumsuz etkilendi. Avcı-toplayıcılar çok çeşitli beslenirken bahçe tarımı yapan insanlar iki ya da üç çeşit tahıl yiyor ve bu da yetersiz beslenmelerine sebep oluyordu. Sonuç olarak, Christopher Ryan’ın da dediği gibi, “tarıma geçiş dünya genelinde insanların beslenme alışkanlıklarının kalitesinin düşmesine sebep oldu; o kadar ki paleopataloglar bunun belirgin izlerini insan kemikleri üzeinde hâlâ gözlemleyebiliyor.”84 Bahçe tarımı ile uğraşan insanlar avcı-toplayıcılardan muhtemelen çok daha fazla çalışıyordu. Hem daha çok vakit harcıyor hem de daha fazla emek sarf ediyorlardı. Bu nedenle çiftçiliğin başladığı dönemden itibaren insan iskeletinin küçülmeye başladığını görüyoruz. Keşfedilen iskeletlerde daha çok hasar ve darbe izine rastlanmaya başladı ve bu nedenle bu insanların daha genç öldüğü tahmin ediliyor.85
Ancak bu olumsuzluklara rağmen Neolitik Dönem’in ilk evresi -yaklaşık MÖ 8000-4000 arası- barış dolu ve huzurlu bir dönem olarak tarihe geçti.
Bazı yazar ve bilim insanları avcı-toplayıcılıktan tarıma (ya da daha kesin konuşmak gerekirse bahçe tarımına) geçişi, insan türünün toplumsal sorunlarının da başlangıcı olarak görüyor. Örneğin Jared Diamond tarımı “insanoğlunun en büyük hatası”86 olarak nitelendiriyor. Tarihçi W. Newcomb ise “savaş, tarım devriminin en önemli sonuçlarından bir tanesidir”87 diyor. Bazı açılardan, bu görüşe katılmamak mümkün değil. Örneğin insanlar artık yerleşik düzene geçtiği için servet biriktirebiliyordu diyebiliriz. Bu da refah seviyesi ve toplumsal mevkide farklılıklara yol açtı. Aynı zamanda yerleşik düzen “iş bölümü”nün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Kimileri tarlaları ekerken kimileri ürünleri depolamak ve dağıtmakla ilgileniyor, kimileri ise ev ve diğer binaları inşa ediyordu. Benzer bir şekilde yerleşik düzen, insanları sınırlar konusunda da daha hassas yaptı ve -servet birikimini de gözönünde bulunduracak olursak- bu durum savaşların ortaya çıkmasına neden oldu. Son olarak, “tarım devrimi”ne neden olan nüfus artışının da savaşla ilgisi olduğu söylenebilir. Çünkü artık kullanılabilecek kaynaklar kısıtlı olduğundan onlar için rekabet etmek ve savaşmak gerekiyordu.
Ancak arkeolojik kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Yaşam tarzları değişmiş olmasına rağmen bahçe tarımıyla ilgilenen ilk insanlar, avcı-toplayıcılarla aynı toplumsal özelliklere sahipti. Riane Eisler’in özetlediği gibi, “yaygın görüş ataerkilliğin, özel mülkiyetin ve köleliğin tarım devriminin yan etkileri olduğu yönünde… ancak kanıtlar tam aksini, cinsiyetler -ve hatta bütün insanlar- arasında eşitliğin Neolitik Dönem’de de hüküm sürdüğünü gösteriyor.”88